Muzik

13 Nisan 2016 Çarşamba

AYI DAĞI EFSANESİ

Bir zamanlar Osmanlı ülkesi; belki de dünyanın yarısı kadardı, üstelik diğer yarısı da egemenlik alanına girerdi. Yemen’den Kırım’ın kuzeyine, Azerbaycan’dan Habeşistan’a, Afrika’nın batısına kadar bir insanın ömrü olsa bile bin yıl boyunca gezip dolaşamayacağı büyüklükte bir diyar idi.
Bütün bu egemenlik alanlarının pek çoğu Anadolu delikanlılarının kontrolündeydi. Onlar gittikleri yerlere sağlam karargâhlar kurar ve o semtin canlı bir parçası olurlardı. Bölge halkından her gelen derdini anlatırdı ve mutlaka bir çözüm bulacağını da bilirdi.
Bu Anadolu delikanlıları zaman içinde, bulundukları yeni yerlerin çevre, kasaba ve köylerine kadar gider halk ile olumlu ilişkiler kurardı. Öyle yaptıkları için asayiş olayları azalırdı. Çetin ve zor sorunlar karşısında karargâh komutanları, her türlü yetkiye sahipti.
O yıllara ait Osmanlı tarihini yazanlar adalet, hak, hukuk gibi kavramların da Anadolu delikanlıları tarafından bir teraziden geçirildiğini kaydederler.

Karadeniz’in karşı sahilinde, Yalta’dan Sivastopol’a doğru giderken, denizin kenarında bir Osmanlı askeri yerleşkesi vardı. Buranın kuzey tarafındaki dağın yamacında, kayalıkların üstünde kubbesi kızıl bakırla örtülü bir kilise vardı. İlişkileri o kadar iyi idi ki, kilisenin papazı Pazar ayinlerinde aşağıdaki sahilde yaşayan Osmanlı askerlerine dua ederdi. Bu durumu bilen komutan, kiliseyi bir tür dost olarak hesaba katardı. Askerlerin kilise bahçesine çıkıp orada oturmasından hiçbir endişe duymazdı.
O sene temmuz ayı çok sıcak geçiyordu. Akşama yakın saatlerde daha serin olduğu için, bazı leventler dağın kayalık yamacını tırmanır kilisenin avlusuna çıkarlardı. Selvi ağaçlarının altında oturur Karadeniz’i ve ufkunda batmakta olan akşam güneşini seyrederlerdi. Denizin ufkundan kayan güneş dünyanın bütün kızıl ve turuncu renklerini bir arada sergilerdi. Güneş batınca da leventler, Anadolu tarafından gelen serin rüzgâra teslim olur bağırlarını açarlardı. Her şeyi okşayarak geçen rüzgâr kuzeydoğuya doğru akar giderdi.
Gün, akşam olmak üzereydi. Kilisenin bitişiğindeki odanın penceresinden bakan sarışın rahibe, selviler altında oturan leventleri seyrediyor. Üç kişiydiler ve denize doğru bakıyorlardı. Rahibe tüm dikkatini sol tarafta oturan uzun boylunun üzerindeydi. Güler yüzlü, kumral üstelik nazik bir delikanlıydı. Eğer evlenme teklifine evet derse Müslüman olmayı bile kabul edebilirdi. Aklından öyle geçiyordu ama gidip konuşmak o kadar da kolay bir iş değildi. Duyan işiten olursa neler demezdi. Belkide, kim bilir, kayalıklardan aşağı atarlardı onu. Onları “yemeğe davet etsem” diye düşündü. Kilisede çalışanların yemeği orada pişer ve yan taraftaki uzun odada servis yapılırdı.
Papazlar akşam yemeğinden sonra yemek duası ederler. Böyle bir dua sonrasında sarışın rahibe saygı ile Papazın yanına yanaştı;
“Papaz hazretleri” dedi. “Bu akşam yemeğimiz arttı, fazlasını bahçede oturan askerlere verebilir miyiz?”
Hiç düşünmeden;
“Elbette verebilirsin” dedi.
Yaşlı başrahibe de bu konuşmayı duydu. Aslında hazırlanmakta olan planı o da biliyordu. Papazlar çıktıktan sonra;
“Çok cesursun İrina!” dedi.
Gülümsedi diğeri;
“Seviyorum” diye bir sözcük çıktı dudakları arasından. Sonra da “Sevenler cesur olur” dedi. Başrahibe bu cesarete ses çıkarmadı. Giderek Papazlardan boşalan oturaklara oturdular. Biri anlattı öteki dinledi, öteki anlattı beriki dinledi. Genç rahibe Orhan ismindeki Levent”e âşık olduğunu daha fazla günahkâr olmamak için onunla evlenmek istediğini bir kez daha apaçık anlattı. Evlenme yasağı olan diğer rahibeler bu günah kokan konuşmadan ezgin bir lezzet aldılar.
Sofra yeniden düzenlendi. Başrahibe bahçede oturan askerlerin yanına gitti, nazik bir eda ile yemeğe davet etti. Teklifi biraz nazla ama memnuniyetle kabul edildi. Üç delikanlı önce biri birlerine baktı, sonra da saygı ile yerlerinden doğrulup rahibenin peşinden yürüdüler.
Yemek odasındaki kandil yeteri kadar ışık vermiyordu. Oraya girmeden önce küçük bir hol vardı. Önce hole girilir oradan da mutfak tarafına geçilirdi.
Rahibe İrina Orhan’ı izledi, şansı da yardım etti. Çünkü o hole üçüncü olarak girdi. Kapının arkasında bekliyordu, ala karanlıkta yanaşarak elini tuttu. El ele tutuşunca ikisi de kısa bir şaşkınlık yaşadı. Sanki damarlarında düşük voltajlı bir akımın aktığını hissettiler. Ardından garip bir titreme başladı.
O sırada İrina Orhan’a daha da yaklaşarak kulağına fısıltı ile “Seni çok seviyorum” diyebildi. Orhan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Arkadaşları yemek odasına girmişti. “Güzel bir kız olsa bari” diye geçti içinden. Sonra kendini toparladı; “Yarın akşam karanlık çökünce bahçe duvarının arkasına gelirim, sen de oraya gel konuşalım” diyebildi. Rahibe ise hiçbir şey söylemeden tuttuğu eli olanca gücüyle sıktı, sonra da uzun odaya geçmesi için bıraktı. İkisi de hâlâ tir tir titriyordu.
Uzun masanın duvar tarafına oturan Orhan, kandilin alacakaranlık ışığında sevenini görmek istedi. Biraz önce el ele tutuştuğu kız, kalaylı bakır kaseye koyulmuş çorbayı getirip önüne sürdü. Umduğundan daha güzelmiş, gözleri maviş teni ise buğday rengindeydi. Çorba kâsesini bırakıp karşı duvarın dibindeki iskemleye gitti oturdu. Besbelli sevdiği adamı izlemek için öyle yaptı. Yüzünü örten siyah ama çok seyrek dokunmuş tülün içinden izledi onu Orhan. Aslında bu örtü daha bir güzellik veriyordu ona. Bu karşılıklı süzülmeyi diğer leventler de fark etti. Bir ara kafa kafaya verip konuştular, sonra da Orhan’a bakarak gülümsediler. Yaşlı Rahibe ise hiçbir şeyin farkında olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. 
Leventler, yemekten sonra sahile doğru inerken, yarın akşam için verilen randevuyu konuştular enine boyuna.

***

Ertesi gün Orhan ve arkadaşları ne olur ne olmaz düşüncesiyle kiliseye giden patika yolu izlemedi. Kayalıkların arasından tırmanarak papazlara da görünmemeye dikkat ederek yamacı tırmanmayı tercih ettiler.
Denizin ufkundan batan güneşin kızıllığı da çoktan kaybolmuştu. Arkadaşları biraz öteye giderken, kendisi de İrinaya söz verdiği duvarın dibine yanaştı.
Çok beklemedi ve karşılaşma anı pek heyecanlı oldu. Karanlıkta net seçilmiyordu o nedenle “acaba?” diye bir soru da geçti aklından. Ancak arkadaşlarının kontrolünde olduğunu hatırlayınca garip bir güven duygusu sardı içini. Önce yan yana oturdular. Sonra el ele tutuştular. Dün akşam ilk kez el ele tutuştuklarında duydukları heyecanın bu kez daha fazlasını hissettiler. Belki de mutluluktan, ne konuşacaklarını bilemediler.
“Adın ne” diye sordu Levent.
“İrina”
“Ben de Orhan”
“Biliyorum, uzun zamandır izliyorum seni.”
Sözcükler tükendi sanki. Başka ne diyeceklerini akıl edemiyorlardı. Fakat bu şekilde, el ele, günlerce durabileceklerini düşündüler.
Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar. Yine de biri birlerini daha iyi tanımak için pek çok soru sormayı karşılıklı olarak becerdiler. Artık ayrılmak vakti geldi. Gelecek sefere nerede buluşacaklarını da kararlaştırdılar.
O buluşma sona erdiğinde, sorun çıkmadı diye derin bir nefes aldı arkadaşları.

***

Denizin ufkunda ama İstanbul yönünden batan akşam güneşinin kızıllığı iyice kayboldu. Orhan Kiliseye doğru, çıkan yokuşu tırmanıyor tırmanmaya başladı. Bu kez yanında hiç kimse yoktu. İrina’ya gerçekten âşık olduğunu düşünmeye başladı. El ele tutuştuklarında hissettiği sıcaklığın narkoz etkisinden bir türlü kurtulamıyordu. El teması ile oluşan titreme ise aklından hiç çıkmıyordu.
Karargâh epey aşağıda kaldı, arada bir deniz üzerinde oynaşan yakamozları izliyor onlardan bir çeşit güç alıyordu. Kilise avlusundaki selvi ağacının altında bir kandil yandığını fark etti. Bir ihtimal olarak İrina orada oturuyor ve beni gözlüyor, diye düşündü.
Patika yoldan ayrıldı, taşlık bayırı tırmanmaya başladı. Sessiz olmaya özen gösteriyor arada bir elleri üzerine yürümeye çalışıyordu. Ne kadar dikkat etse de küçük bir taşın yuvarlanmasına engel olamadı. Olduğu yere sindi, bir süre öylece kaldı. Sonra nefesini de tutarak yeniden yokuşu tırmanmaya koyuldu.
Sözleştikleri kayanın kovuğuna ulaştı. İrina daha erken gelmiş onu orada bekliyordu. Karanlıkta birbirlerini sadece koyu renk bir gölge olarak seçebildiler. Artık görmek de o kadar önemli değildi, ten kokularını bile tam olarak hissediyor, biliyorlardı. Önce alıştıkları üzere el ele tutuştular. İlk kez tutuştukları gibi sıcaklığı ve hoş bir heyecanı yine hissettiler. Sonra kucaklaştılar, ikisinde de titreme belirtileri başladı ve bunu karşılıklı olarak hissediyorlardı. Konuşacak bir şey bir şey gelmiyordu akıllarına. Belki de dil sorunu nedeniyle meramlarını tam olarak anlatamıyorlardı. Sanki zaman durmuştu. Karadeniz semalarında yüzen bir bulut üzerine binmiş uçuyorlardı. Bir anda ortaya çıkan güçlü bir ses ile kendilerine geldiler. Homurtular arasında büyük bir gölgeyi fark edildi.  Sonra o gölge sanki bir dev oldu. Orhan’ı ensesinden tuttuğu gibi boşluğa doğru fırlattı. Havada döne döne uçan levent selvi ağacının dalları arasına sıkıştığını hissettiğinde bir ah çekti. Bu durumun akıl ile izahı olası değildi. Neye uğradığını anlayamadı. O yaratığın İrina’yı öldürebileceğini düşündü. Karanlığın içinden olup bitenleri izlemeğe gayret sarf ediyordu. Oysa kıza yardım edebilmesi için öncelikle ağaçtan inmesi gerekiyordu. Homurtu ve ayak seslerini izledi bir süre. Gele gele dallarının arasında durduğu selvi ağacının altından geçti, kilise duvarının önünde durdu. O anda korktuğu ve ortalığı biribirina katan şeyin dev bir Rus ayısı olduğunu gördü. Ayı, koltuğunun altında taşıdığı İrina’yı duvar üzerinden avluya bıraktı. Yere bırakıldığında küçük bir çığlık attı kız. Orhan ise ne yapacağını bilemedi ağaca sıkıca sarıldı ve ayının gitmesini beklemeye koyuldu. Şaşkındı, ellerini uzatsa kendisini ağaçtan alabileceğini düşündü. Bir taşın üzerine çıkarak oturan dev hayvana dikkatle baktı. Neden sonra gözlerini feri yerine geldi onu daha dikkatle izlemeye koyuldu.
Orhan epey bir süre ağaçtan inemedi. Ayı ise onun orada, selvinin dalları arasında olduğunu biliyordu. Yeniden hesaplaşmak için ağaçtan inmesini bekledi uzun zaman. Sabah olmak üzereydi yatla tarafındaki dağların üzerinden şafak söktü. Ayı umudunu kesmiş olmalı ki yerinden kaktı, yokuş yukarı tepeye doğru yürüdü gitti. Orhan dikkatle onu izliyordu, bu gidişten yararlandı ağaçtan indi. Ağacın dibine oturdu ne yapması gerektiğini düşünmeye koyuldu. O sırada meğerki pusu kurmuş olan koca hayvan bir hışımla ona doğru saldırdı. Levent bunu fark edince can havli ile iniş aşağı doğru koşmaya başladı. Ayı koca gövdesi ile ona yetişemeyeceğini anladı. Büyük bir kayayı peşi sıra ama hedef belirlemeden yuvarladı. Kaya kendi yolunda yuvarlanırken sağa sola çarparak parçalara bölündü.
Levent Orhan, birliğine doğru giderken o gece başına gelenlere kimsenin inanmayacağını düşündü.
Daha sonraki gecelerde sevgilisi İrina’ya ulaşmayı denediyse de bir türlü başaramadı. Koca gövdesi ile Rus ayısı, sanki onu koruma altına almıştı. Kiliseye personelinden başka hiç kimseyi yanaştırmıyordu. Bu durum Yalta’da hatta Kırım yarımadasının her yanında duyuldu. “Ayı Müslümanlara karşı kiliseyi koruma altına aldı” diye söyleniyordu.
İrina’nın iki kıskanç sevgilisi vardı artık birisi Ayı, diğeri de Levent Orhan.
Orhan kiliseye yanaşamıyor ancak başkaları aracılığı ile haber gönderebiliyordu sevdasına. Ayı ise sadece gözlüyor ve İrina bir yere gidecek olsa peşinden giderdi. Bu birliktelik, onu korkutuyordu aslında. Ne var ki ayı tarafından da sevildiğini ve korunduğunu bildiği için korku ile karışık bir keyif duyuyordu.
Karargâhta bulunan arkadaşları hep bu sevda üzerine konuşur akıl yürütürlerdi. Aylar sonra, başarılması zor olsa da bir çözüm bulundu; ayının uykuda olduğu bir vakitte İrina sahile gelecek ve Orhan ile beraber bir kayığa bindirilecek, mümkünse Sinop limanına doğru gönderileceklerdi.
Haberi Yalta’lı bir kadın aracılığı ile İrina’ya ulaştırdılar.
Ayı ise her şeyden kuşkulandığı için kilisenin giriş çıkış yollarını kolay görebilecek bir yerde otururdu. Arada bir kısa süreli uykuya dalar sonra bir ürküntü ile uyanır gözetlemeye devam ederdi.
Olaydan haberdar olan kilisenin rahibeleri Leventlerin önerdiği planı uygun bulmuş olsalar da bunun için ayının kış uykusuna yatması gerektiğini düşündüler. Zaten kış yaklaşıyordu, uzaklardaki yüksek dağların tepeleri karlanmıştı. Gelin görün ki hayvan bir türlü kış uykusuna yatmıyordu. Rahibeler onu yorgun düşürüp uykusunu kamçılamaya karar verdiler. O günden sonra sık aralıklarla kiliseden biri çıkıp diğeri geri dönüyordu. Hayvan, hangisi İrina diye pür dikkat kesiliyor uyuyamıyordu. Bu durum günlerce devam etti. Bir akşam vakti hava henüz kararmamıştı. Bahçe duvarı üstünden ayıyı izleyen Başrahibe uyku sarhoşluğu içinde olduğunu fark etti. Bu haber her sevinçle karşılandı ayrıca Leventlere de bildirildi.
Yapılması gerekenler haberciler aracılığıyla İrina’ya bildirildi. Plan hazırdı ve buna göre hareket edilecekti. Horozların sabahı haber vermesine biraz daha vardı. Uyku sever tüm canlılar gibi ayı da uykusundaydı. İrina rahibelerle helalleşip kilisenin bahçe kapısından usulca çıktı. Ayaklarını bir tavşan çevikliği ve yumuşaklığında kullanmaya özen gösteriyor. Eğer ayı uyanır da peşinden gidecek olursa bayır aşağı doğru hızla koşacaktı. Ayıların iniş aşağı koşamadığını biliyordu.
 Şafak sökmüş, hem deniz hem de dağlar aydınlanmıştı, korkunç bir rüya gördü ayı. Osmanlı askerleri peşinden koşuyor o da kaçarken bir uçurumdan yuvarlanıyordu. Yuvarlanıyordu ama acı da hissetmiyordu. Rüyanın etkisiyle bir korku ve endişe ile kan ter içinde uyandı. Gözü epey açıkta, deniz üzerinde yüzen ve güneye doğru giden kayığa takıldı. Yüzünü ovuşturdu yeniden baktı. İçinde iki kişi vardı ve biri kürek çekiyordu. Ayağa kalktı tekrar baktı, sırtı kendisine dönük olan sevgilisi İrina’yı tanıdı. Can havliyle ama tam yüreğinden öyle bir homurdandı ki sesi deniz üzerindeki yağmur bulutlarına kadar ulaştı, suyun üzerinde dalgalar oluşturdu. Ve kayığın içindeki iki sevgili de sesi duydu. Yürekleri yerinden oynadı, korkudan yüzleri mosmor kesildi.
 Koca hayvan acele ile iniş aşağı yürümeye başladı. Ne pahasına olursa olsun kayığı durdurmalıydı. Artık aklı değil, sinirleri ne emrediyorsa öyle yapıyordu. Çok kızgın bir hali vardı, önüne çıkan her şeyi o anda öldürebilir parçalayabilirdi. Boğazını yırtan homurtular ile denize doğru acele ile yürüyor. Çıkardığı sesler deniz üzerindeki kara bulutları öteledi ve artık bulutlar kuzeye doğru hızla akmaya başladı. Deniz üzerinde yüzmeye gayret eden kayık daha net olarak görülmeye başladı. Kuzeye akan o kara bulutlar, oralardaki tüm ayılara haber ulaştırmak için gökyüzünde deli dolu kayarak yol alıyordu sanki.
Koca hayvan sahile indiği zaman kayık epeyce yol almıştı. Sabah güneşi henüz görünürde yoktu fakat deniz üzerini okşayarak gelen rüzgar topladığı nem ile dokunduğu her canlıyı üşütüyordu. Yüzerek kayığa ulaşmanın mümkün olamayacağını anladı. ‘Ne yapabilirim?’ diye düşündü bir süre. İçinden bir ses; “Denizin suyunu içerek tüket, böylece kayık karaya oturacak” diye yankılandı. Hemen işe koyuldu. İçtikçe içti. Ne var ki denizin suyu bir türlü azalmıyordu. Ağzını sudan çıkarmadan içtikçe içiyordu.
 Hiç hesapta olmayan bir şey oldu; içtiği su kadar şişmeğe başladı. İçtikçe irileşti, irileştikçe içti, içtikçe şişti. Öyle bir an geldi ki kocaman bir dağ haline geldi ve artık daha da içemedi. Öylece, orada şişti ve hareketsizce kala kaldı.
Kayık ise güney ufkunda belli belirsiz seçilebiliyordu. Kuzeye doğru hızla kayan bulutlar yavaşladı, yatla tarafından doğan güneşin ışıkları seçilmeye başlandı.

***

Daha sonraki yıllarda Levent Orhan ile İrina’nın Anadolu’ya ulaşıp nereye yerleştiği konusunda hiçbir bilgiye rastlanılmadı. Ancak; koca bir dağ haline gelen ayının cesedi, efsanelerden bir efsane olarak orada, Kırım’ın Anadolu’ya bakan güney sahilinde bir abide gibi durmaya devam ediyor.
Bu efsane Yalta ile Sivastopol arasındaki köylerde, hatta daha kuzeydeki kentlerde milyonlarca kez anlatıldı. Kulaktan kulağa giderek Rusya”nın dört bir yanında da duyuldu.
Denizin güneyine yani Anadolu’ya zaman içinde milyonlarca yabancı gelin geldiği için Orhan, İrina ve Ayı Dağı’nın efsanesi bizim oralarda fark edilemedi, duyulamadı.

***

Bir gün yolunuz Karadeniz”in karşı sahillerine düşer de Yalta’dan Sivastopol’a doğru giderseniz, Rus aristokratlarının deniz kenarındaki yazlık evlerine gitmeden biraz önde, sol tarafta, deniz ile yol arasına uzanmış, başı güneye dönük şekilde duran Ayı Dağı’nı görürsünüz. Orada durun. Arabanızdan inin ve dağa doğru yürüyün. Dilerseniz sırtına çıkın ve elinizi alnınıza siper ederek Anadolu tarafındaki ufka bakın. Levent Orhan ile İrina’nın sevdasını hatırlayın. İrina’nın şahsında Anadolu’ya gelin olarak giden tüm kızların ve orada doğan çocuklarının Karadeniz kadar duygu yüklü sevdasının olabileceğini; Bir nehri besleyen yan dereler gibi Anadolu’ya, oradan da yenidünyalara akan insan selini hayal edin. Sonra da bütün o insanların anısına saygı ile Ayı Dağı’ndan aşağı ağır ağır inin, arabanıza doğru yavaş adımlarla yürüyün.





Hiç yorum yok: