Muzik

12 Mayıs 2016 Perşembe

GÖRMENİN BEDELİ (masal)

Karadeniz henüz deniz olamamış, yerinde geniş, yeşil ve güzel ovalar varmış. Bu güzel ovalar yemyeşil vadilerle birbirine bağlıymış. Bereketli topraklarının üzerinde binbir çeşit meyve ormanları ve şırıldayarak akan dereleri varmış. Bütün o havali, Adem’in dünyaya ayak bastığı yerin batısında bulunan, bir memleket olarak anılırmış. Bütün insanlar ve hatta hayvanlar, dünya düzlüklerine oralardan yayılmış imiş… Şuradan belli ki, ahali keyif ve mutluluk içinde yaşıyormuş. Bu masal, o memleketin güneyinde, yağmurlar vadisinin ovaya açıldığı yerde, ‘Mutlar’ köyünde yaşanmış.  

Köye, uzaktan bakıldığında ağaçlar arasında olduğu için pek belli olmazmış. Ahalisi kendi halinde, neşeli ve hoş bir halde günlerini geçiriyormuş. Hiç kimse, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyormuş.
Yol boyunca uzayıp giden kanallardan, berrak sular akarmış. Dört bir taraf yaşlı ve büyük ağaçlarla donanmış ormanlıkmış. Heybetli ağaçlar, insanları hayvanları yağmurdan ve güneşten korurmuş. Kuşlar cıvıl cıvıl öterken diğer yaban hayvanları da oralarda dolaşırmış. Dolaşırlarmış ama ne insanlara ne de diğer hayvanlara bir zarar vermezlermiş.
Masal bu ya, kadınlar çocuklar ve yaşlılar bile masal içinde ayrı bir masal dünyasında yaşarlarmış.   
Evcil hayvanlar kendi aralarında toplanır, hoplaya zıplaya otlağa giderlermiş. O kadar geniş otlaklar içinde yaşarlarmış ki, hiç biri diğerine bir üstünlük sağlamak için huysuzluk yapmazmış. Bütün yaban hayvanları dahi, bu barış ve mutluluk ortamını korumak için fazlasıyla dikkat ederlermiş. Kurtla kuzu, tavşanla tilki yan yana gezermiş. Ormanın bütün hayvanları, Mutlar köyü halkı ile de iyi geçinmeye özen gösterirmiş. Çünkü o halk da tıpkı kendileri gibi, kötülük nedir hile nedir bilmezmiş. Sözün özü; Mutlar köyünde bütün canlılar biri birlerine iyi davranıyormuş.     
Köylüler mutlu olmasına mutluymuş. Her şey iyi güzel ve yolunda gidiyormuş ama derler ki her güzelin bir kusuru olur. Bu kusur, köye bir yabancı gelince meydana çıkmış. Yüzyıllar boyunca hep böyle güzellikler içinde devam etmiş olan yaşam, gelen yabancı ile bir şaşkınlığın içine düştü.  
Gelen kişi, köyde yaşayanların görmediğini, gözlerinin olmadığını fark etmiş. Sadece göz değil, yüzlerinde göz çukuru bile yokmuş. Ne kaş ne de kirpik, hiçbir şey yokmuş. Öyle olunca da; göz ve görmek konusunda hiçbir fikirleri yokmuş. Hatta kör olduklarının farkında bile değillermiş. Görmedikleri için de, bütün canlıları kendileri gibi sanıyorlar, sorunsuz yaşıyorlarmış.
Görmeyen insanlar için ne gecenin ne de gündüzün bir farkı olmazmış. Atalarından dedelerinden beri, böyle gelmiş böyle gidiyormuş. Rivayet edilir ki, Mutlar köylüleri Ademin gelişinden beri hep böyle yaşamışlar.  
Günlerden bir gün, o esrarengiz adam çıkagelmiş. Yolun kenarında, kalın bir ağaç kökünün üzerinde bir köylü oturuyormuş. Saçı sakalı birbirine karışmış, garip ama kibar bir adam. Gelen adamı ayak seslerinden bilmiş. Selam vermiş gelen. Fakat oturan onu tanıyamamış;
“Kimsin sen, nereden gelip nereye gidersin?” diye sormuş.
“Güneşin doğduğu yerden geliyor, derelerin aktığı tarafa doğru gidiyorum” demiş. Demiş ama oturan adama dikkatle bakmış. Yüzünün az bir kısmı görünüyormuş. Şaşırmış, böyle yüzünü saklayan bir adamı ilk kez görüyormuş.
Oturan adam daha da şaşkınmış. Çünkü ömründe hiç duymadığı bir sözcükle karşılaşmış. Güneş demiş adam.
“Güneş ne demek?”
“Güneş aydınlık sıcaklık demek, iyilik demek, bize kol kanat açan demek?”
Nedense daha fazla açıkla yapmak istememiş. Oturan da üstüne varmamış.
“Hoş geldin safa geldin.”
“Uzun yoldan geldim yorgunum. Karanlığa kalmak istemiyorum, karnım da aç, tanrı misafiri olarak kalmak istesem ne dersin?”
Oturan, yolcunun bu sözcüğünü ve ne demek istediğini anlayamamış, bu kez;
“Karanlık ne demek?” diye sormuş.
Sorana dikkatle bakmış yolcu. Hayret, konuştuğu adamın gözleri yokmuş. Hatta göz çukuru bile yokmuş. Şaşılacak iş, diye düşünmüş. İlk kez böyle kör birisiyle karşılaşıyormuş. Acaba burada yaşayanlar, hep böyle kör mü? Karanlığı güneşi, bilmediğine göre bunların hepsi mi böyle? Öyle düşünmüş olsa da acemiliğinin dallanıp budaklanmasını istememiş, gerekli açıklamayı yapmış;
“Karanlık demek; yani uzun yoldan gelenler yorulur, uyumak isterler. Uyku zamanına, karanlık derler bizim oralarda.”
“Anladım” demiş öteki. “Bizim buralarda uyumanın belli bir zamanı yoktur. Dileyen dilediği zaman uyur, sonra uyanır kalkar, işine gücüne bakar.”
“Benimkisi de öyle, söylediğin gibi, uyku zamanım gelmiş.”
“Seni anladım yolcu, hadi gel benimle. Tanrı misafirine hayır, demek olmaz” dedi ve yerinden kalktı.
Adamın karanlığı bilmemesi, yolcuyu hayretler içinde bırakmış. Köylü ile yan yana yürümeye başlamış. Köyün içine girince, yolcu yeni bir şaşkınlık daha yaşamış. Rastladığı kim varsa hiçbirinin gözü yokmuş. Çocukların da kadınların da gözleri yokmuş. O sırada kafasında bir şimşek çakmış;
“Eğer bu köyde bütün insanlar böyle kör ise, ben buraya yerleşmeliyim. Aralarına girersem, köyün en önemli adamı olurum” diye düşünmüş.
Hem gidiyor hem de böyle şeyler kuruyormuş.
Yanındaki;
“Çok garip bir memleketten geliyorsun, neresiydi demiştin?” diye sormuş.
O da;
“Güneşin doğduğu taraf.”
“Böyle bir memleket hiç duymadım. Güneş dediğin nasıl bir şeydir? Canlı mıdır?”
“Güneş dünyayı ısıtan ateştir. Her sabah doğudan doğar, batıya doğru gider.”
“Nasıl yani?”
“Güneş en büyük ateştir. O olmasa, bütün canlılar donar. Hiç kimse soğuktan donmasın ölmesin diye, güneş doğudan doğar, dünyayı ve bütün canlıları ısıtarak geçer gider. Sonra gece olur, uzun sürmez yeniden sabah olur. Başka bir güneş gelir, yine ısıtarak gelir geçer. Bu hep böyle devam eder gider.”
Yolcunun bu sözleri köylüyü hayretler içinde bırakmış. Aslında tam olarak ne dediğini de anlayamamış. Bu adam ne kadar da çok şey biliyor, diye düşünmüş.
Hem düşünmüş hem de evine doğru götürmüş. Her çınarın altında bir ev varmış. Varmış ama bizim bildiğimiz evlerden değilmiş. Ağaç dallarından örülmüş bir çadır gibiymiş. Orası hem mutfak, hem de eşyalarını saklamak için öylesine bir yermiş. Yatmak için, biraz daha ilerde, ağaç dalları arasına gerilmiş ve sarmaşıklardan örülmüş pek çok hamaklar varmış.
Köylü konuğunu yedirmiş içirmiş ve sonra uyuması için boş bir hamak göstermiş. O da çıkmış, yatmış. Uyandığında bu köyde neden herkesin kör olduğunu düşünmeye başlamış. Sonra da böyle bir köyde, gören bir kişi olarak yaşamak pek cazip olmalı diye düşünmüş. O anda sadece bir türlü değil, yedi türlü düşünmeye başlamış.  
Sonunda karar vermiş, ne olursa olsun bu köyde kalmalıyım, demiş kendi kendine.
İnsanlar görmüyor ama düzgün işleyen bir yaşam biçimi oluşturmuşlar. ‘Evet, adamları ikna edebilirsem bu köyde kalmalıyım’ demiş içinden…
Kendisini yedirip buraya getiren kör adam, ayaklarının ucuna basarak gelmiş. Önce hamağa tutmuş, sonra usulca elini uzatmış;
“Uyandın mı yolcu?” diye sormuş.
Oysa yolcu onun bütün hareketlerini izliyormuş.
“Uyandım…”
“Rahat uyudun mu?”
“Yorgundum, yatmamla uyumam bir oldu. Ne kadar iyisiniz, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
“Teşekkür gerekmez, sen tanrı misafirisin. Hadi kalk da gidelim.”
Adam hamaktan inmiş. Diğeri koluna girmiş, eve doğru yürümeye başlamışlar.
Yolcu;
“Köyünüzü çok sevdim. Kimim kimsem yok. Beni de aranıza kabul eder misiniz?”
“Bunu Baş köylüye sormam gerekecek. Böyle önemli kararları ancak o verir.”
“Ne isterseniz yaparım, çalışırım. Odun taşırım, inek sağarım ne derseniz yaparım.”
Yolcuyu tekrar evine götürüp kahvaltı yaptırmış. Sonra da Baş köylünün huzuruna çıkarmış.
“Nerden gelir nereye gidersin?” diye sormuş, saçı sakalı karman karışık olan Baş köylü.
“Güneşin doğduğu taraftan geliyorum ve derelerin aktığı tarafa doğru gidiyordum.”
“Güneş mi, o da ne demek?”
“Hani bazen sıcak olur bazen soğuk. İşte o sıcaklığı veren şeye güneş diyoruz. O da her gün, aha şu taraftan gelir, bu tarafa doğru gider.”
“O sözünü ettiğin güneş gelmezse hep soğuk mu olur?”
“Evet, güneş gelmezse sıcaklık olmaz. Sadece sıcak değil, gündüz de olmaz.”
“Sen ne kadar çok şey biliyorsun. Güneş bizim buralardan da gelir geçer mi?
“Elbette…”
“Neden haberimiz olmuyor?”
Çünkü sizin gözünüz yok, göremiyorsunuz.”
“Göz ne demek?”
“Göz demek, yanına gitmeden her şeyi görmek demektir.”
“Ne kadar da çok şey biliyorsun?”
“Çok şey bilmek değil bu, bizim oralarda herkes güneşi de bilir, gündüzü de...”
Bu sırada, yolcunun sorgulandığını duyan köylüler, toplanma yerine gelmeye başlamışlar.
“Bu meseleyi yeniden konuşacağız. Köyümüzü ve köylülerimizi beğendiğini burada, aramızda yaşamak istediğini söylemişsin.”
“Evet, doğru söylüyorsun. Her şeyinizi beğendim. Kimim kimsem yok, eğer kabul ederseniz aranızda yaşamak istiyorum. Çok çalışırım, ne iş verirseniz yaparım.”
“İnek sağabilirim demişsin. Koyun da sağabilir misin?”
“İkisini de sağarım. Dediğim gibi ne iş verirseniz yaparım.”

Karşılıklı konuşmalar devam ederken, toplanan köylüler, çoğaldıkça çoğalıyormuş. Baş Köylü ile yolcu arasında geçen konuşmaya, tanık olmak istiyorlarmış. Yolcu kalabalığı görünce heyecanlanmış, biraz da korkmuş. Elini sallamış, yerinden kalkmış oturmuş, hiç kimse neden öyle yapıyorsun diye sormamış. Kesin olarak anlamış ki bu adamların hiç biri görmüyor. Görmek bir yana göz çukurları bile yok.
Baş Köylü, kalabalığın toplandığını hissetti;
“Arkadaşlar” demiş. “Bu adam bizimle beraber yaşamak istiyor. Üstelik çok şeyler biliyor. Dünyayı ısıtan ateşi de biliyor. Ne dersiniz, bizimle beraber yaşasın ister misiniz?”
“Sen bilirsin” demiş önde oturanlar. Diğerleri de hep bir ağızdan;
“Sen nasıl uygun görürsen öyle olsun Baş köylü” demişler.
Bir adam ayağa kalkmış;
“Bana izin ver, kendisini kontrol edeyim. Çok şeyler bildiğine göre, bizden farklı yanları olmalı” demiş.
“İzin senindir, kontrol edebilirsin” demiş Baş Köylü.
Ayağa kalkan adam;
“Ses ver” demiş yolcuya.
“Buradayım bu tarafa gel.”
Gitmiş, yolcunun kolundan tutmuş.
“Kalk ayağa…” kalkmış.
Avuçları ile her yanını ellemeye başlamış.
“Boyu benim kadar!”
“Oooo!…” dedi hazırda bulunanlar.
“Elleri ayakları da benim gibi…”
“Eeee!..” dediler.
“Başındaki saçları kısa…”
“Aaaa…”
“Bizim gibi bir adam...”
“Aooo!
“Otur bakalım yabancı.”
Yolcu oturmuş. Kontrol eden köylü, avucunu yüzünde dolandırmaya başlamış.
“Farkı yakaladım, burnunun iki yanında birer çukur var…”
Oturanlar heyecanlanmış…
“Eeee!..”
Çukurların içinde birer küçük top var…”
“Uuuu!…”
Demişler ve bir merak ile ağır ağır yolcuya doğru yaklaşmaya başlamışlar.
“Her şeyi bize benziyor ama burnunun sağında ve solunda çukurlar var, bu ne ola ki?”
“Bu çukurlar niyedir?” diye sormuş kontrol eden adam.
“Göz, onlar benim gözlerim.”
“Göz ne demek?”
“Onlarla dünyayı görürüm, sizi görürüm.”
“Yaaa!” demiş dinleyenler.
“Görmek ne demek?
Dinleyenlerin merakı iyice kamçılanmış. Görmek ne demekmiş acaba?
“Ben bu gözlerle her şeyi görürüm. Sizi görürüm çocukları, hayvanları ağaçları günü geceyi ne varsa her şeyi.”
“Uzaktaki hayvanları da görebilir misin?”
“Elbette, arada bir mani yoksa her şeyi görürüm.
“Vaaaay!”
O sırada köylüler çemberi daraltmaya devam ediyorlarmış. Çünkü yolcunun gözlerini merak ediyorlarmış.
“Bizim bilmediğimiz şeyler biliyor. Gün dedi, gece dedi güneş dedi.”
Bu açıklamayı Baş Köylü yapmış. Yolcunun yanında dikilen adam;
“Anlat bakalım, gün ne demek, gece ne demek?”
Yolcu anlatmaya başlamış;
“Önce güneşi bilmek gerek. Güneş gelirse gündüz olur, giderse karanlık ve gece. Karanlık olduğunda ben de sizin gibi olurum, ışık olmazsa göremem. Güneşin aydınlığında her şey ayan beyan belli olur. Büyüklük küçüklük, iyiler kötüler, her şey görülür.  Şu anda ben, hepinizi görüyorum, kaç kişi olduğunuzu biliyorum. Biraz ilerde dolaşan inekleri de görüyorum. Gözleri olmayanlar bu söylediklerimi anlayamaz.”
“Heleee!…” demiş dinleyenler.
“Daha başka?”
“Gördüklerimin yakınlığını uzaklığını, sevimli yahut çirkin oluşunu da anlarım.”
“Ho hooo…”
“Daha başka?”
“Eğer canlıysa gördüğüm ve hareket halindeyse, ne tarafa ne kadar hızla gittiğini de görürüm.”
“Uhuuu…” demiş dinleyenler.
Yanına kadar yaklaşmış olanlar o anda kıskıvrak yakalamışlar yolcuyu. Aslında niyetleri kötü değilmiş. Sadece, burnunun sağında ve solunda bulunan çukurları merak ediyorlarmış. Bu nasıl bir duyu ki her şeyi haber verebiliyormuş. Bütün köylüler ellerini uzatıp, görmek duyusunu elleyerek anlamak istiyorlarmış.
Yolcuya hareket alanı bırakmamışlar. Gözüne tutan bir daha bırakmak istemiyormuş. Adamın canı yanmaya başlamış. Köylüler tutukları yeri sıkıyorlarmış. Yolcunun bir sesi yerde diğeri gökte yankılanıyormuş. Bağır bağır bağırıyormuş. Göz çukurunu elleyenler ise, içinde ne var diye merak ediyor tuttuğunu bırakmıyormuş.
Adamın yüzü gözü kan revan içinde kalmış. Kirpikleri göz kapakları göz yuvarlağı, koparılıp alınmış. Acılar içinde kıvranan yolcu, can havli ile ağlamış, bağırmış çırpınmış. O zaman Baş köylü;
“Durun!” diye emir vermiş…
Durmuşlar ama o zamana kadar yolcuyu per perişan etmişler. Yolcu acılar içinde bir dana gibi böğürüyormuş. Elleri kanlanan adamlar kan kokusunu almışlar. Göz kontrolü yapalım derken misafiri yaraladıklarını anlamışlar.
Köyün, yara sarıcı adamı da yolcunun başına geleni anlamış. Evine koşmuş. Duvarda asılı duran kurutulmuş ayı postunu kazıyarak bir tutam lif edinmiş. Koşarak yolcunun yanına gitmiş. Diğer köylülerin kıskıvrak tuttuğu adamın gözlerine bastırmış ve sarmış.
Köylüler yolcunun yaralanmasına bir anlam verememiş ama çok üzülmüşler. Aslında böyle olmasını istememişlerdi. Sadece görmek nasıl bir şey onu öğrenmenin merakı içindeymişler. Başkaca hiç bir kötü niyetleri yokmuş. Baş Köylü de bu yaralanmaya çok üzülmüş;
“Arkadaşlar!” demiş. “Yolcuyu mahvettiniz, ağır şekilde yaralamışsınız. Artık şimdi onunla eşit hale geldik. Bundan böyle o da bizim gibi olmuş ve görmekten söz edemeyecek. Gözlerini kopardınız ama bir şeyler öğrenmiş oldunuz. Ben şunu öğrendim ki; bazı insanlarda görmek diye bir yetenek olurmuş… Bundan sonra onun gibi birisine daha rast gelirsek eğer, dikkatli olalım. Nasıl gördüğünü merak etmeden önce, söylediklerini dinleyelim, anlamaya çalışalım. Neler biliyor onu anlayalım. Bu yabancının yarası iyi olur da konuşmaya başlarsa, öncelikle aydınlık nedir, karanlık nedir onu soralım ve öğrenelim.”
Yolcunun göz çukurlarında oluşan yara, bir süre sonra iyileşmeye başlamış. Artık o da, diğerleri gibi hiç görmeden yaşamaya gayret edecekti. Yaşarken de bütün bildiklerini, bir masal gibi etrafındakilere anlatmak zorunda kalacaktı. Gözleri olmadığı için de, köyden dışarı çıkamayacaktı. Ora halkı gibi, ama acemi bir kör olarak yeni bir hayata başlayacaktı.  

                                                                   12.05.2016 / Ankara

Hiç yorum yok: