Muzik

13 Nisan 2016 Çarşamba

EMRİYE

Emriye halasının ateşini ölçtü, derece kırkı gösteriyor, telefona koştu, Nezir Doktoru aradı. Acele gelmesini istedi, sonra geri döndü. Bir havlu ıslatıp hastanın ellerini, ayaklarını ovdu. Hala hiçbir şey olmamışçasına öylece yatıyor. Dün akşam da böyle olmuştu. Yine ateşi çıkmış ve doktor çağırmışlardı. Sanki akşamın karanlığı ile halanın ateşi beraber aynı anda geliyordu. Çocukları öteki odaya gönderdi ve halanın diğer yeğenlerine telefon ile haber verdi.
Tam donanımlı bir ambulans aşağıda, apartmanın önünde durdu. İçinden önce doktor, ardından elinde bir el çantası olan hemşire çıktı. Merdivenleri koşarak tırmandılar. Kapı açıktı ve doktor hastanın odasını biliyordu, kimseye bir şey sormadan girdi. Yumuşak bir sesle “Neyin var Hala” dedi elindeki çantayı açarken. Cevap veremedi hasta kadın. Bu sırada hemşire, hastanın başucunda bulunan çengele bir serum torbası astı. Doktorla göz göze geldi, ‘evet’ anlamında başını salladı doktor. Acele koluna bir damaryolu açtı, ve kordonun ucunu oraya ekledi.
Hala, üç aydan bu yana Ankara’da yeğenlerinin yanındaydı. Hastaydı ve bakacak başka kimsesi yoktu. Çocuksuz bir kadındı ve yetmişini çoktan geçmişti. Kocasının ölümüyle düzeni temelli bozulmuş, evinde kimsesiz ve yapayalnız kalmıştı. Hastalandı ama hastalığının ne olduğunu hiçbir doktor bilemedi. Daha doğrusu doktorlara inanmıyordu. Kendine özgü bir kadındı ve hastalığı da ona özel olmalıydı. “İnsan hasta olmasa hastayım der mi?” diye dert yanardı ziyaretine gelenlere.
Hastalığının ilk günlerinde kemik erimesi teşhisi koymuştu Trabzon’daki doktorlar. O ise genç doktorların teşhislerine hiçbir zaman itibar etmedi. Onlar daha yeni yetmeydi, doktor dediğin yaşlı, başlı aksaçlı biri olmalıydı. İşte şimdi başucunda duran bu doktor kırklı yaşlarındaydı ve onu da hiç sevmemişti. Bütün kan tahlili sonuçlarının çok iyi olduğunu söylüyordu. Sürekli yatmasına itiraz etmiş yatarsa, yatağın onu kendine çekeceğini söylemişti. Ev sahibesi yeğeni de bir seferinde doktoru desteklemişti de Emriye Hala onun bu tavrına çok alınmıştı.
Serum iyi gelmiş olmalı. Göz kapaklarını biraz araladı sonra yine kapattı. Hemşire koltuk altındaki dereceyi aldı, biraz yukarı kaldırarak baktı. O sırada Hala da gözlerini açtı ona bakıyordu, göz göze geldiler.
“Geçmiş olsun teyzeciğim,” dedi hemşire. “ateşiniz düşmüş.”
Dudaklarını kıpırdattı, ne dediği anlaşılmadı ama herhalde teşekkür etti.
“Serum sana iyi gelecek, Pazar günü geleyim de dışarı çıkalım parklarda dolaşalım, gezelim ister misin?”
Gülümsedi, sonra da uykusu gelmiş gibi gözlerini tekrar kapattı. Bu bir uyku hali değil, yorgunluk bitkinlik ve umutsuzluktan kaynaklanan bir göz kapatmasıydı sanki.
Gözlerini kapattığında kendisini köyünde buldu. Gençliğinde çekingen bir kızdı, kumral uzun boylu, ama güler yüzlü ve alımlıydı. Güzelliğinin de farkındaydı aslında. Düğünlerde derneklerde delikanlıların ilgisini çekerdi. Ağabeyi ile başı dertteydi. O tutucu bir adam ve evin tek erkek oğluydu. Belki de o yüzden kız kardeşlerini baskı altında tutmak gibi bir görev üstlenmişti kendiliğinden. Kızlardan dolayı bir söz duyacak olsa dünyayı başlarına yıkardı. Onlara söz söyleyen delikanlılarla her an kavgaya hazırdı. Öyle olunca da mahallenin delikanlıları bu evin kızlarıyla konuşmayı göze almazdı.
Her genç kız gibi o da evlenmeyi hayal ederdi. Komşu kadınlar; “Ne zaman evleneceksin kız?” diye sorardı ki kıkır kıkır bir gülmek tutardı onu. Sonra da “Aman ağabeyim duymasın” demeyi ihmal etmezdi. Tek başına kaldığı zamanlarda derin düşüncelere dalar, nasıl bir evlilik yapacağının planlarını yapardı. Aslında eş seçmek gibi bir şansının olmayacağını da bilirdi. Kararı o değil büyükleri verecekti. Yine de bir kısım hayatını kendisinin tanzim edebileceğini sanarak avunurdu. Sonra da; hiç olmazsa evlendiğinde yeni elbiseleri, ayağında yeni pabuçları olacak diye düşünür mutlu olurdu.

Mayıs ayında tarla ikilemeleri yapılır. Bunun için gençler ırgatlıklara çağrılırdı. Erkekler bir sırada kadınlar kızlar diğer sırada kazma sallardı. Hoş yan yana çalıştıkları da olurdu. Bu durum tarlada çalışanların sayısı çok az olunca ancak mümkün olabilirdi. Oysa tarla işlerinin tez elden bitirilmesi gerekirdi ki çok kişi aynı anda çalışmalıydı. Çünkü ekinler erken yetişsin, ekmeklik mısır tez gelsin istenirdi. Sesi güzel olanlar hem çalışır hem de türkü söylerler. Söylenen nağmeler genellikle sevgililere işaret gönderirdi. Tüm çalışanlar bu türküleri keyifle dinler, sonra da kimin işaret edildiği yorumları yapılırdı. Türkülere eşlik edenler de olurdu ki heyecan daha da artardı.
İşte böyle, sıcak bir mayıs günüydü ve Osman ustanın ırgatlığı vardı. O da oradaydı. Güldursun kadın sırasından çıkarak Emriyeye yaklaştı. Bir süre yan yana çapaladılar. Sonra da fısıltılı bir sesle;
“Kız Emriye” dedi.
“Buyur Güldursun abla”
“Seni seven birisi var kız, istetecek seni babandan kız!”
Sağına soluna baktı konuşulanları duyan olmasın istedi. Öyle bir yerdeydiler ki duyulmaması olacak iş değildi. Çünkü tüm ırgat omuz omuza çalışıyordu. Demek ki Güldursun, bu haberin herkes tarafından duymasını uygun gördü. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra da ‘kim duyarsa duysun’ diye düşündü.
“Kimdir o, beni seven?”
“Mustafa, bana dedi ki; git Emriye’ye söyle; onu seviyorum, evet derse isteteceğim onu.”
Aklından her delikanlı geçebilirdi ama Mustafa en son geçecek olan adamdı. O sessiz sakin bir delikanlıydı. Oysa gönlünden daha oynak birisi geçiyordu. Kazmasını yere dikti, iki elini üst üste koyarak sapının ucundan tuttu, alnını da ellerine dayadı. Öylece çok beklediğini sandıysa da belki iki saniyelik bir duruş oldu. Sağında solunda çalışan kazmacılara baktı, aklından geçenleri anlayabileceklerini sandı. Sonra, sırasındakilere uydu, elindeki kazmayı sertçe yere çaktı. Hem kazma salladı hem de Mustafa’yı düşünmeye başladı. Onunla bir ömrü birlikte geçirip geçiremeyeceğine karar vermek istiyordu. Güldursun kadın içten içe kıkırdayarak izledi onu. Sonra da kulağına yanaşarak;
“Daha iyisini bulamazsın kız,” dedi. “ağzı var dili yok.”
Cevap vermedi, doğru söylüyor olabilirdi; ağzı var dili yok. ‘Mustafa’nın bu halini iyiye mi yoksa kötüye mi yormak gerekir?’ diye düşünmeye başladı.

Akşam eve gittiğinde yeni haberi anasına anlatmak istedi. Uygun yer olarak da ahırı seçti. İnekleri sağarken yanaştı anasına ve sakince anlattı.
“Allah yazdıysa olur kızım” dedi kayıtsızca. Bu işe anasının da heyecanlanacağını düşündü ama hiç de, öyle olmadı.
Biraz sonra haber evin içinde dalgalandı. Babası ile anası, Mustafa’yı Allah’ın emri olarak uygun bulduysa da ağabeyi Nuh dedi peygamber demedi. 
Aslında Mustafa’nın evindekiler de sıkıntıdaydı. Altı kız ve üç erkek kardeş iki odalı bir evi paylaşıyordu. Gelin de gidecek olursa eve sığmayacaklardı. Gerçi bu durum Mustafa’nın değil babasının sorunuydu. Evlerinin yukarı tarafında merek olarak kullanılan tek göz bir yerleri daha vardı. Orasını düzenleyerek gelin odası yapmayı düşündüler. Banyosu tuvaleti yoktu ama daha sonra bir eklenti yapılabilirdi. Bu haber halaya da ulaştırıldı.
Bir perşembe günü akşamı ki o gece cumanın gecesiydi ve hayırlı bir geceydi, kalabalık bir heyet ile kız istemeye gidilecek. Molla Hüseyin, Visirli Emin, Zenolu Ali Çavuş, Sünnetçi Adem ve Ayaz Ahmet, fındıklıktan yukarı doğru çıkıyorlar. Mustafa’nın babası Saffet en öndeydi. Köpek havlamaya başlayınca sesi karşı yamaçta yankılandı. Hala köpeğin havladığı tarafa baktı, gelenleri gördü. Adamların neden geldiğini zaten biliyordu, koşarak eve girdi ve diğer kapıdan çıktı, dışarıda pencerenin altına saklandı. Babası da misafirlerin geleceği kapıdan çıktı, köpeğin havladığı tarafa baktı, gelenleri gördü. Sonra da köpeği yanına çağırdı, götürdü tasmasını taktı, bağladı.

Düğünü yapıldığı zaman ağabeyi askerdi. Öyle olmasaydı asla izin vermezdi. Askerden döndüğü zaman iş işten geçmişti. Artık söylenecek söz yapılacak hiçbir iş kalmamıştı. Hala ise Mustafa ile evliliğine rıza göstermediğini bildiği için ağabeyine gidip de hoş geldin demeye cesaret edemedi.
Aslında korkusu boşunaymış. Bir akşam evinde yemek hazırlığı içindeydi ki;
“Emriye!” diye bir ses duydu.
Sesi tanıdı, bu gelen ağabeyiydi. Önce korktu ses çıkarmadı, onu dövmeye ya da azarlamaya gelmiş olabilir miydi? Tekrar aynı sesi duydu, yapacak başka bir şeyi yok, kapıya doğru yöneldi. Adı üçüncü kez çağrıldığında kapıyı açtı. Göz göze geldiler, hâlâ korku içindeydi ve ne yapacağını bilemiyordu.
“Neden cevap vermedin Emriye, tanımadın mı sesimi?”
“Tanıdım, tanımam mı ağabeyimin sesini. Kızdın mı bana ağabey?”
“Yok canım, neden kızayım, bu senin suçun değildi.”
Boynunu büktü sustu…
“Bunca yıldır görüşmedik, sarılmayacak mısın boynuma?”
İki adım yürüdü ve kardeşler kucaklaştı. Sonra da ağabeyinin elinden tutarak eve girdiler. İçin için ağlıyor, bir iskemle verdi ağabeyine o da peykenin üstünde yatağın kenarına oturdu. Hem ağladı hem de şöyle söyledi; “Ben böyle olsun istemezdim kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı”

Ağabeyi de duygulandı, boynunu büktü yere bakıyordu onu dinlerken. Yanan ocakta asılan zincire takılı küçük bir kazan vardı, çorba pişiyordu. Yerinden kalktı, duvarda asılı duran şimşir kepçeyi aldı ve karıştırmaya başladı.
“Karnın aç mı ağabey, ben de yemedim beraber yiyelim mi?” diye sordu.
“Olur, olur” dedi. “Çoktandır seninle aynı sofrayı paylaşmadım.”
Yuvarlak tahta sofrayı yanaştırdı ve yemek hazırlığına başladı.
“Kocan nerede?”
“Gurbete gitti ağabey, gideli çok oldu, sadece bir mektubu geldi.”

Doktor Nezir;
 “Uyuyor musun teyzem?” diye sordu.
Gözlerini açtı baktı ona. Hasan’a benzetmiş doktoru. Bakışlarında bir kin duygusu okundu. Doktor hastasını konuşturmak için başka şeyler de sordu. Yavaş yavaş yüz ifadesi düzeldi;
Teşekkür etti bakışlarıyla belli belirsiz.
“Bana ihtiyacın olursa telefon ederler, hemen gelirim. Daha önce de söylemiştim sana, mümkünse yatma teyzem. Sabah olunca kalk otur. Evin içinde de olsa biraz yürü.” Sonra da yanağını okşadı; “Hadi bakalım, şimdilik hoşça kal, geçmiş olsun.”
Doktor gittikten sonra; söylendi içinden, verip veriştirdi arkasından, ama kimse fark edemedi.
“Karnın açtır, çorba ister misin?” diye sordu yeğeni. Elini yorganın altına çekerek gözlerini kapattı, duymazdan geldi söyleneni. Işıktan rahatsız olduğunu düşünen yeğeni tavan lambasını söndürdü. Yanına gitti elini tuttu.
“Oldu mu, şimdi, rahat mısın?” diye sordu. O da yeğeninin elini sıkmak istedi fakat gücü yetmedi. durumu hisseden yeğeni yanına, yere oturdu;
“Hep yanında olacağım, rahat ol” dedi.
Emriye Hala o saniyede köyüne uçtu.
Kocasının öldüğü günü hatırladı. “Beni buralarda bırakıp da nerelere gidiyorsun” diyerek ağlamıştı tabutun ardından. “Beni de götürsene, gurbete gitmiyorsun, geri dönmeyeceksin artık, ne zaman alacaksın beni yanına?” diye çığlıkla karışık ağladı, dinleyenler üzmüş, böyle iki sevdalının, bu şekilde ayrıldığına hiç tanık olmamışlardı. Elli dört yıllık hayat arkadaşı ona sormadan, izin istemeden almış başını gidiyordu işte.
Bu uzun beraberlikten çocukları olmamıştı. Kimisi kabahatin onda, kimileri de kocasında olduğunu söy- lerdi. Trabzon ve çevresinde ne kadar cinci hoca varsa hepsini dolaşıp çare aradılar. Her biri başka şey söyledi. Kirpi eti yedirenler de oldu, kabuğu içinde pişirilmiş salyangoz yedirenler de. Boynunda kolye gibi asılan bir muskası da vardı, ondan da hiçbir fayda göremedi.
 Birbirlerinden destek alarak sevdakâr bir ömür yaşamışlardı. Birkaç yıl önce Hacca bile gitmişlerdi.
Eşinin hastalığını öğrendikleri gün akılları başlarından çıkacaktı sanki. Morfin yutmuş gibi oldular. Adı bile ürküntü veren o hastalığa yakalanmıştı kocası.
“Sen ölürsen ben ne yaparım hacı’m” demişti ona. O da boynunu bükerek:
“Ben ölürsem bu boş ev korkutur seni. Yetmişinden sonra evlen desem, onu da beceremezsin.”
“Öyle konuşma Hacı’m, seni unutabilir miyim?”
“Senin için hayat devam ediyor olacak. Artık yetmişine girdin, su verenin, yemek verenin olmayacak, ne yapacaksın? Tek başına doktora bile gidemeyeceksin.”
Bu sözleri duyunca ağlamaya başladı hala. Kocasının boynuna sarıldı yanağını yanağına değdirdi, gözlerinden akan yaş kocasının bıyıklarından aşağı süzüldü. Bir süre öylece durup ağladılar. Kapı önünden birisi geçecek olsa hıçkırıklarını duyabilirdi.
O günden sonra dört yıl daha yaşadı kocası. Hastalığının verdiği sıkıntıyı, acıyı birlikte göğüslediler. Hala sağlıklıydı ve onun her hizmetini yaptı. Kocası ile aynı gün aynı saatte ölmeyi dilerdi Allah’tan. Ne var ki diğer dileklerinde olduğu gibi bu dileği de kabul olmamıştı.
Hacı’sı ölünce yapayalnız kaldı, artık basit işlerini bile yapamaz oldu. İneklerinin çoğunu sattı, sadece iki tane bıraktı. Onların bile bakımını tam olarak yapamıyordu. Ama köy yerinde olan insanın mutlaka inekleri olması gerektiğini, olmazsa ayıp olacağını düşünürdü. Öyle düşünürdü de, değil ineklerinin bakımını yapmak acıktığında kendisine çorba pişirecek takati yoktu.
Mezere ve yayladaki evini, çayır ve tarlasını bir yıllığına kayın biraderi Hasan’a verdi. Buna karşılık herhangi bir ücret talep etmedi. İkinci sene diğer kayın biraderinin çocuklarına vermek istiyordu. Babaları daha önceden ölmüş ve gerçekten ihtiyacı olan insanlardı. Ne var ki Hasan buna izin vermedi; ‘Kardeşim öldü yeri yurdu da bana kaldı’ diye söylermiş köy içinde. Aslında tarla ve çayırlıklarından elde edilen gelir, çalışanlarının gündeliğini ancak karşılayacak kadardı. Ama Hasan’ın bu tavrı onu çok üzdü. Henüz hayatta iken toprağına el konulmasına tahammül edemedi bu durum uykularının kaçmasına neden oluyordu. Bütün bunları başkalarına anlatırken dudakları titrer sinirli haline engel olamazdı. Gücü yetse Hasan’ın boğazını sıkacaktı.
Muhtara ve köyde sözü dinlenen diğer adamlara anlattı derdini. Ancak hiçbir çözüm yahut hiçbir fayda edinemedi. Bir gün, bastonuna dayanarak ve arada bir oturup kalkarak Maçka’ya, karakola gitti, Hasanı şikayet etti, ama oradakiler de ilgilenmedi onunla. Bir komşusu savcıya gitmesini önermiş, o da öyle yapmıştı, fakat savcıdan da bir netice alamadı. Bir sabah vakti ziyaretine giden bir komşu kadın ‘kaymakamlığa başvur’ demişti ona. Daha o gün bastonundan destek alarak yine Maçka’ya kadar gitti. Ne çare ki kaymakam da dinlemedi onu. Hükümet binasının merdivenlerinden inmeye çalışırken; “Mademki haklıyı haksızı ayırt etmeyecekler, bu kadar kocaman binayı neden yaptılar buraya?’ diye düşündü. Yüreğini zift gibi bir umutsuzluk sardı.

Hastalığı iyice ağırlaştı, kendisine en yakın gördüğü insana, Ankaradaki yeğenine haber saldı o da gidip aldı Ankara’ya götürdü onu. İşte şimdi Ankara’da olmasının nedeni bu idi.
Gözlerini araladı, açık kapıdan koridora doğru baktı. Demek ki yeğeni burada, bu evde yaşıyordu. Oysa onun kafasında olan Ankara daha başka bir yerdi. “Hoş, buradaki hayat çok da farklı değilmiş bizim oranın yaşam biçiminden” diye düşündü. Köyünden yurdundan ilk kez ayrıldı da keşke sağlığı yerinde olsaydı.
Geldiği ilk akşam bir tepsi üzerine sıralanmış sıcak yemekler ikram ettiler ona. Köyde kalsaydı o gece belki de aç acına girecekti yatağına. Garip ama ezginlik veren bir mutluluk duygusu sardı içini. Yeğeni köydeki evinin kapısına vardığında “Hala!” diye seslendi. Gökten bir güç kuvvet yahut bir melek indiğini sanmıştı. Duydu onu, fakat ses veremedi. Kapısı aralıktı ve yatıyordu. Evin içi düzenli değildi duvarlar badanasız her taraf toz ve kir içinde eşyaları karma karışıktı. Yatağının içindeydi hastaydı. Üzerine eski bir battaniye çektmişti. Sobanın yanında bir sepette odunlar vardı ama sobası yanmıyordu, hava soğuktu. Elindeki tepsiyi masanın üzerine koydu sonra da ona yanaştı. ‘Halam’ diyerek elinden tutup yatağın içinde oturmasına yardım etti, kucaklaştılar.
“Sesinden tanıdım seni İsmet” dedi.
“Neden cevap vermedin hala?” diye sorunca; başını yan tarafa çevirdi, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Peştamalı ile yüzünü silmeye çalışırken, yeğeni mendilini çıkarıp, uzattı. Almak istemeyince bu kez o yardım etti, sildi yüzünü, sonra da tekrar kucakladı:
“Ağlama” dedi.
Ardından sofrayı hazırladı. Çorba henüz sıcaktı. Ekmek de getirmişti. Hasta yatağında, için için ağlamaya devam ederken İsmet duvarda asılan havluyu aldı, ıslattı. İtiraz ettiyse de halasının ellerini ovuşturdu yüzünü sildi. Kendine gelir gibi olunca, elinden tuttu sofraya kadar yürümesine yardım etti. Sıcak çorba iyi geldi ona.
“Dolapta yemeklerim var ama sofraya taşıyacak adamım yok” dedi.
“Ben de onun için geldim hala. Bu yemekleri yedikten sonra dolabını açacağım. Senin yemeklerinden de yiyeceğiz.”
“Ankara’dan yeğenim gelecek de bana çorba getirecek diye aklımdan geçmezdi. Ne kadar sevindirdin beni bilemezsin. Param var, her şeyim var. Ama paranın da işe yaramadığı bir durumdayım… Çocuklarım olsun diye Allah’a çok yalvardım. Demek ki Allah’ın günahkâr bir kuluydum. Enişten de çok dualar yaptı, ikimizin de duası kabul olmadı. Çocuksuz olmak kimsesiz olmak ne demektir? Kimsesiz olmak ne demektir bilemezsin” dedi tekrar ederek ve sustu.
“Sen bizim canımızsın halamızsın.”
“Biliyorum, biliyorum eksik olmayın, sağ olun. Bilemezsin, yaşamak için yeteri kadar güç ve direnci sizlerden alıyorum” dedi ve yine gözlerinden akan bir çift damla, yanaklarından aşağı süzüldü.
Yeğen de ağlamamak için kendini zorladı, konuşmanın akışını bir türlü değiştiremedi.
“Kaderim böyleymiş kaderim… Kadere alın yazısına karşı gelinmez. Benim yazılarım kara, çok kara yazıldı… Ölürsem eğer, anlımı açın, göğsümü yarın da yazılarıma bakın, okuyun, o zaman hak vereceksiniz bana.”

Hala hayal görmeye devam ediyor tuttuğu eli de bırakmıyor, ne sıkıyor ne de gevşetiyor. Yeğeni usulca çekti elini. Başını döndürmeden gözlerini açtı, kız kardeşini adı ile çağırdı; “Kezban” dedi. Konuşmayan hala konuştu. Yeğeni bu haline sevindi. Demek ki kendine geliyor, diye yorumladı.
Her iki dakika bir, kız kardeşini adı ile çağırıyor artık. Nefes alıp vermesi sıklaştı ancak temposunu bozmadan kız kardeşinin ismini tekrar edip duruyor. Arada bir, sanki kızarak yanına çağırıyor. Bu çağırması ile sanki sitem gönderiyordu ona. Yeğeni ise;
“Halam o burada değil biliyorsun, İstanbul’da yaşıyor. İster misin telefon edeyim gelsin.”
Cevap veremedi, işine devam etti; aynı ismi tekrar edip durdu.

Nefes alıp vermesi biraz daha da sıklaştı, sanki çok uzun yoldan koşarak gelmiş gibi. Bir önceki akşamdan uykusuz olan ev halkı çevresine toplandı arada bir sorular yöneltiyorlar ama o hiç birini duymadı, sadece kız kardeşinin ismini tekrar edip durdu.
Yeğeni yoruldu el değiştirdi. Hala önce bir irkildi sonra uzatılan eli tutunca yeniden hayallerine daldı.

Eski bir Kalandar günü geldi aklına. Ocak ayının eski adı Kalandar’dır. 14 Ocak da Kalandar’ın ilk günüdür. On üçü on dörde bağlayan gece, köy gençleri çeşitli eğlenceler yaparlar. Daha çok şakaya dayalı eğlenceler yaparlar. Maskeli olarak mahalledeki evleri gezerler. Kenarına ip bağlanmış bir torbayı açılan kapıdan içeri atarak tekrar kapatırlar. Ev sahipleri de bu durumu bildiği için kapının dışında olan kişileri merak etmezler. Çünkü torbayı atanların tanınmaması önemlidir. İşin kuralı öyledir. Kalandarlık yapan gençler ise her ihtimale karşı tanınmamak için ceketlerini ters giyerler ve çok kez yüzlerini kömür karası ile boyarlardı. Tanınanlara hediye verilmez. Hane sahipleri durumlarına göre kuruyemiş ya da meyve verirler. İçerden “Çek” diye bir ses gelir. O zaman kapı acele ile açılarak torba çekilir. Torbayı kurtarır kurtarmaz kaçarlar. Bazı evlere birden fazla torba atanlar da olur. Ev sahibi bunu anlar da torbayı tanırsa istenmeyen şeyler koyabilir içine. Bu da Kalandarcılara hane sahiplerinin bir şakası olur. Kalandar sonrasında kim kime ne tür şakalar yaptığı ayrıca anlatılır.
O yıllarda evlerde musluktan akan su olmazdı. Mahalle çeşmelerinden özel kaplarla taşınırdı. Kalandar sabahı suya ilk giden kişi uygun bir yere bir mısır koçanı bırakır. Bırakır ki “ben yeni yılda çalışmaya başlayan ilk kişiyim” demek ister. Yani o sene onun işleri rast gidecek ve diğerlerinden daha başarılı olacak. Bu mısır koçanı işini yorumlayan bazıları da; Cin taifesine bir ikram olarak bırakıldığından söz ederler. Cinler de insanlar gibi yer içer evlenir ve ürerlermiş. Ne var ki görünmez olan bu yaratıklarla iyi geçinmek gerekir miş. İşte Kalandar sabahının böyle de bir inceliği olur.
Doğu Karadeniz’de evler en az iki katlı olur. Alt katta sığırlar üstte de insanlar yaşar. Kalandar’ın ilk günü ahıra gidilir. Ahırın kapısı besmele ile açılır; “Ey yeni yıl; üst katta erkek uşaklar, alt katta dişi buzaklar ver” diye dilek dilenir. Sonra da ahırdan bir dana çıkarılarak eve, yani üst kata getirilir. Eğer dana kapıdan girerken sağ ayağı ile girerse o sene işler yolunda gidecek. Sol ayağı ile girerse dikkat etmek gerekecek ki o sene bir terslik olmasın.
İşte bu yüzden kalandar’ın ilk gününde kimse kimsenin evine gitmez. Gitmez, çünkü o ev halkının işi o sene ters giderse bu durum o kişiden bilinir. Yıl boyunca olabilecek uğursuzlukların o kişiden kaynaklandığına inanılır.
1959’un ocak ayında hala’nın babası hasta yatıyordu. Ve kalandar’ın ilk gününde vakit öğlene yaklaşıyordu. Emriye Hala baba evine gitti. Doğruca babasının odasına girdi. Hal hatır sordu. Biraz sonra anası kapıyı açtı, kızını görünce azarladı;
“Bugün Kalandar’ın ilk günü, sen neden geldin? Zaten çocuksuz nesli kurumuş bir kadınsın. Hanemize de zararın dokunacak” diyerek sinirli sinirli konuştu. Dikkatle anasının yüzüne baktı. Son derece ciddi konuştuğuna şaştı kaldı. Oysa anası hiçbir zaman bu kadar sert konuşmazdı. Cevap vermedi, ağlamaya başladı. Kalktı kapıyı açtı, hıçkırıklara boğularak yürüdü gitti. Babası hasta yatağının içinde doğrularak oturdu, kadınına kızdı;
“Sen deli misin be kadın, bu bizim kızımız. Neler söylüyorsun, çıldırdın mı, ağzından çıkanı kulağın işitiyor mu?”
Bu dışlanmışlık duygusunu ömrü boyunca atamadı üzerinden.
Şimdi Ankara’da ölüm döşeğinde yatarken hayaline takıldı. ‘Çocuksuz nesli kurumuş bir kadın’ olarak Allah’ın huzuruna nasıl gideceğini düşünüyor ve çok korkuyor.
Yeğeni diğer eliyle halasının alnını okşadı. Hiç tepki vermedi.
“Beyaz koyunlar görüyorum” dedi, ama anlaşılır bir şekilde söyledi.
Herkes biri birine baktı. Koyunlar da nereden çıktı şimdi.
“Say onları” dedi yeğeni. “daha kolay uyursun.”
“Uyumak istemiyorum” dedi gözleri kapalı olduğu halde. Artık konuşuyordu hala.
Yan komşu Cemile kapıyı çaldı. Seksenine girmiş boylu poslu dinç bir kadındı. Açılan kapıdan girince oturanlara baktı, hiçbir şey söylemeden hastaya yanaştı. Tecrübeli bir kadın halanın ayaklarına tuttu;
“Soğudular” dedi.
Halanın konuştuğunu, koyunlar gördüğünü söylediler ona.
“Artık Kuran okuyun, ölüm işareti beyaz koyunlar, herkes bildiği duayı okusun, bir kitap verin ben de okuyayım” dedi sessizce.
Dediğini yaptılar; sessizce dualar, ayetler okunmaya başlandı.
Yeğeninin elini bıraktı;
“Hasan!” diye bağırdı, acı bir sesle.
Daha önce kız kardeşini aralıklarla çağıran hala bu kez ‘Hasan’ dedi ve ardından söyledikleri anlaşılamadı.
‘Yarım saat oluyor Hasan’ demekten bitkin düştü.
Yanında bekleyenler Hasan’ın toprağına el koyan adam olduğunu biliyorlardı, lânet okudular ona.
Yeğeni elini tutunca rahatladı, ondan güç alıyordu sanki. Yine öyle yaptı, elini avuçları arasına aldı. Hala rahatlar gibi oldu ve bir saniye sonra köyündeki evine döndü.
Fakirlik günleri geldi hayaline. Açlık çektiği de oldu. Ne var ki karı koca çok çalışmış yoksulluğun belini kırmışlardı. Kocası tutumlu bir adamdı. Boş yere beş kuruş harcamazdı. Paraya ihtiyacı olan komşular ona giderlerdi. Her zaman yeteri kadar parası olurdu yanında. Hiç kimseyi boş çevirdiği görülmedi. Bu durumdan bir tür keyif alırdı. Ödünç verdiği paraları duvarda asılı duran takvimin kartonuna yazardı. Getirenlerin adını siler, vermeyenlere de hiçbir zaman, neden getirmedin diye sormazdı.
 Emriye Hala’nın okuryazarlığı yoktu. Kocası öldükten sonra takvimin kartonunda yazılı olan isimleri komşu çocuklara okutmuş ve paralarını tahsil etmek istemişti. Borçluların pek çoğu inkâr etti ‘kocana ödedim’ diyenler de oldu.
Hala sakince:
“Ödemiş olsaydın bu kartonda ismin olmazdı” derdi. Ama dediğine diyeceğine bin pişman ederlerdi onu. Hacı Tevfik’le çok cebelleşti. Parasını istedi alamadı. Halaya göre üç yüz, Tevfik’e göre ise yüz liralık bir borcu vardı. Tevfik halayı cahil ve deli bir kadın olmakla suçladı. O da bu suçlamadan ar etti, bir daha aramadı, sormadı onu. Arada bir lânetler okurdu parasını vermeyenlere, Hasan’a, ayrıca karakol komutanına, savcıya ve kaymakama.
Nefes alma şekli aynı sıklıkta devam ediyor. Artık o kadar sık nefes alıp vermeye başladı ki; bu duruma hiçbir bünye dayanamaz, diye düşündü yanındakiler.
Kadınlardan biri ılık su ile ıslattığı havluyu anlına yüzüne ellerine sürdü. Diğeri çay kaşığı ile dudakları arasına su damlattı.
Yeğenleri ve komşu Cemile çevresinde oturmuş kimisi kuran okuyor kimisi de elini yüzünü siliyor. Dudakları ve ağzının kuruduğu her halinden belli oluyor. Daha sık aralıklarla su damlatıyorlar dudaklarına. Arada bir yüzünü okşadıkları da oluyor ama hiçbir tepki vermiyor. Nefes alışı düzelmedi, daha da hızlandı. O kadar sıkça nefes almaya nasıl dayanabildiğine bir akıl erdiremedi orada olanlar.
Odanın içinde ağır bir hava oluştu. Pencereyi açtılar, Ocak ayının on yedinci gecesi soğuk bir hava üfledi içeriye, pencere tekrar kapatıldı.
“Beni duyuyor musun hala” diye sordu küçük yeğeni. Sonra da dikkatle baktı yüzüne. Bir mimik göstermesini bekliyordu. Duymadı, duysa bile hiçbir belirti göstermedi.
Bir seferinde doktoru tahlil sonuçları hakkında bilgiler verdi evdekilere. Tüm değerlerinin son derece iyi ve sağlıklı olduğunu söylemişti. Sonra da sürekli yatmamasını, buna dikkat edilmesini istemişti. Hala ise hiç kimseyi dinlemeden yatıyor, hep yatmak istiyordu. Ne var ki Doktorun geldiğini duyunca kalkıyor salona gidip oturuyordu. Doktor son gelişinde hastası ile baş başa kalmış ve her şeyi anlatmıştı ona. İşini bitirip salona döndüğünde;
“Sürekli yatmamasını söyledim ama yine dinlemeyecek beni” dedi.
“Geleceğinizi duyunca kalkıyor, siz gidince yine yatıyor.”
“Ender görülecek bir hal, buna hastalık da denmez başka bir adı olmalı.”
“Ölümü istemek.”
“Evet… Ölümü istemek.”
Kocasının ölümünden sonra yaşadıkları, hiçbir tutunacak dal bırakmadı ona. Her şeyi talan edilmiş. Son kalan beş bin lirasının da hastalığı sırasında doktorlara bile yetmediğini biliyordu, Yeğeni bile olsa kimseye borçlu kalmak istemiyordu. Alacağı olduğu halde borçlanmasını kendine yediremedi. Onurlu, gururlu bir kadındı. Hiç kimseye yük olmak istemiyordu. Hakkını gasp edenlerden öcünü almak isterdi ama gücü yetmiyordu. Belki de ondan dolayı; Doktoru ne dediyse tam tersini yaptı. Şu anda bile takati olsa kalkar ve yanındakileri ‘gidin yatın!’ diye kovalayabilirdi.
Yanında oturanlar uykulu gözlerle onu izliyor. Bazıları içinden ağlıyor bazıları ise ayetler okuyordu.
Çay kaşığı ile arada bir dudaklarına su vermeye devam ediyorlar. Çünkü dudaklarının kuruduğu net olarak görülüyor.
Yine uçup gitti. Bu kez uçarken beyaz koyunlar da onunla beraberdi. Yan yana uçuyorlar. Rüyada olduğunu anladıysa da ‘gerçeğe bu kadar uygun bir rüya olamaz’ diye karar verdi. Ne kadar da çok beyaz koyunlar varmış bu dünyada. Hem koyunlarla yan yana uçuyor hem de hayal meyal Trabzon’dan gelişini hatırlamaya çalışıyor. Bindiği uçağı net olarak hatırladı.
İç hatlar terminalindeki çıkış kapısının önünde bekleniyordu. Yolcuların tümü çıkışa geldiği halde o görünürde yoktu. Görevliden öğrendiler ki uçaktan inmeden tekerlekli sandalyeye alınmış. Sandalyesi ile asansörlü bir kamyona bindirilmiş.
Asansörlü kamyonun kabini camekânlıydı çıkışa yaklaşınca boynunu uzatarak yeğenini görmek istedi, göremedi. İçinden ‘eğer gelmediyse’ diye bir kuşku duydu. Bu düşünce korkuttu onu. Kabini aşağı indirdiler tekerlekli sandalye ile biraz götürülmüştü ki;
“Bu ne hal hala, kalkıp yürüsene kız” diyerek, boynuna sarıldı, kucakladı onu gülerek.
“Yürüyemiyorum, belim tutmuyor belim!” demişti.
“Dene bakalım” dedi ve ellerinden tutarak kaldırdı. O sırada tekerlekli sandalyeyi götürdüler. Ayaküstü duramadı, tekerlekli sandalyeyi de götürdüler, çaresiz sırtına alıp arabasına kadar taşıdı onu. Bu kez;
“Çantamı aldın mı çantamı?” diye sorunca geriye, bagaj bandına doğru koşmuştu.
‘Bak şimdi ne güzel uçuyorum, hem de beyaz koyunlarla birlikte. Ne tekerlekli sandalyeye ihtiyacım var ne de uçağa. Hiçbir ağrı, sızı duymuyorum’ diye geçirdi içinden.
Uçarken daha da yükseldi, artık çok uzakları görebiliyor. Koyunların küçük beyaz kuzuları da varmış meğer. ‘Nasıl olmuş da fark edememişim’ diye ah’landı. Bir tanesini yakaladı, kucağına aldı, sevdi onu gülümseyerek. Bu gülümsemesini yeğenleri de fark etti. Uçmak ne güzel diye düşündü. Sonra da; Maçka dağları uzaktan gözüktü. Beyaz koyunlar ve beyaz kuzularla beraber yan yana uçmaya devam etti. Artık keyfi yerinde, yüzü gülüyor. Üstelik bu gülümsemesi yeğenlerini de mutlu ediyor, umutlanıyor.
Karakaban Dağı’ndan aşağıya doğru süzülerek alçaldı. O önde beyaz koyunlar arkasında ve yanında olmak üzere uçuyorlar. Evini gördü, komşu çocukları kapının önünde misket oynuyor. Bundan mutluluk duydu. “Oynasın çocuklar, ben artık Ankara’da yaşıyorum” diye hesap etti.
Hasanı, sonra da Hacı Tevfik’i gördü. İkisi de bir solucan gibi Velizena kayalıklarından aşağı sürünerek gidiyor. Tiksindi, iğrenç buldu daha bakmadı onlara. Maçka’ya aşağı doğru uçtu. Meydanın orta yerinde, şehitler anıtının yanında bir kalabalık gördü. Kalabalığın üzerine doğru alçaldı. Hiç kimse, ne onu ne beyaz koyunları ne de beyaz kuzuları göremedi.
Kalabalığın ortasında, anıtın karşı tarafında üç direk dikilmiş. Üç direğe üç adam belinden bağlanmış. Direklere bağlanan adamlar konuşuyor, el kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyorlar. Ama ne söyledikleri hiç anlaşılmıyor. Anıtın yanındaki şehitler de üç sıra halinde dizilmiş bir adım önlerinde komutanları var. Komutan direklere bağlı adamları suçlu bulmuş ve ne tür bir ceza vereceğini düşünüyor.
İyice görebilmek için biraz daha alçaldı hala, her şeyi görmek istiyordu. Beyaz koyunlar ve beyaz kuzular da alçaldı. Direklere bağlı olan adamları tanıdı. Birinci direğe bağlı olan Karakol Komutanı, ikincisi Savcı, üçüncüsü de Kaymakam. Şehitlerin komutanına olanca sesiyle ünledi, bir şey diyecekti ama diyeceğini unuttu. “Zaten beni duyamazlar” diye geçti içinden.
Şehitlerin Komutanı, Maçkalıları üç sıra haline soktu. Üç uzun kuyruk oluştu ve kuyruğun ucu Coşandere’ye kadar ulaştı. Sonra da bir emir verdi; Maçkalılar yürüyerek, direklere bağlı adamların yanından geçecek. Her geçen, ceza olarak bağlı adamlardan birisinin yüzüne tükürecek. Bu cezayı olumlu bulduysa da Üzerleri hep salya sümük olduğu için tiksinti duydu.  İğrendi onlardan, daha da bakamadı, Trabzon’a doğru havalandı.
Hacca gittiğinde orada mahşeri bir kalabalık görmüştü. İşte, şimdi o yoğunlukta bir kentin üzerinden uçuyor. ‘Ne kadar da çok insan yaşarmış Trabzon’da’ dedi kendi kendine. Görsünler diye peştamalını çıkarıp salladı aşağıdakilere. Hiç kimse fark etmedi onu.
Halanın yanında bekleyenler oturdukları yerde sızıp kaldı. Ev sahibesi yeğeni hâlâ elinden tutuyor arada bir yanındaki bardaktan çay kaşığı ile su alarak dudaklarına veriyor. Onunda uykusu geldi, uyumamak için direniyor.
Artık hastanın nefes alması daha da sıklaştı, dayanılacak gibi değil.
Herkes uyumuş, halanın elini tutan yeğeni yerde oturuyor elini tutuyor, hem de başını döşeğe yaslamış uykusuna direnmeye çalışıyor. Aniden zıpladı. Halasına baktı, nefes almıyordu. Kulağını yaklaştırdı ağzına, iyice dinledi. Hayır nefes almıyor.
“Hala!” diye bir çığlık attı.
Diğerleri de yerlerinden fırladı.
“Hala nefes almıyor, hala öldü” dedi.
Herkes yanaştı, dikkatle izlediler.
“Gerçekten de nefes almıyor” diyenler oldu.

Vücudu soğumaya başladı. Kambur olan ihtiyar hala upuzun, boylu boyunca yatıyor artık. Epey zamandan beri asık olan yüzü sanki gülümsüyor mutlu gibi görünüyor. Üzerinden buhar çıkıyor, hoş gibi bir koku yayıyor odaya.
Yeni bir günün doğmasına yarım saat daha vardı.


Hiç yorum yok: