Muzik

11 Nisan 2016 Pazartesi

GUDUL KALESİ VE ZİYA KAYALIKLARI EFSANESİ

Trapedda’nın güneydoğusundan gelerek denize ulaşan Mela Irmağı aynı zamanda orman tanrısı ile deniz tanrısının ilişkisini sağlıyordu. Özellikle bahar aylarında, yüksek dağlarda karlar eriyip de ırmağı besleyince su zapt edilmez bir hal alır. Önüne kattığı her şeyi denize doğru sürerdi. Böyle zamanlarda orman ve deniz tanrılarının bir çekişme halinde olduğuna inanırdı ora halkı.

Trapedda sahilinden çıkıp da Mela Vadisi boyunca, kervan yürüyüşü ile yarım gün kadar gidince sol taraftan ekleşen Galyan Deresi çatağına ulaşılır. Bu iki suyun birleştiği yerde yükselen ve sanki gök tanrıya ulaşmak isteyen bir dağ var. O dağa tırmanmak çok da kolay değil. Hem dağın yokuşu hem de zirvesinde bulunan Gudul Kalesi sakinleri bu tırmanışa izin vermez. Oraya daha kolay gitmek için, yine bir süre daha Mela Irmağı’nı izlemek, sonra da yamaçlar boyunca yürümek gerekecek.

Daha ileride ırmak yine iki kola ayrılır. (Maçka’da) Bir kol sol taraftan Mela ormanına, diğeri de sağ taraftan yine orman içinden geçerek Zigana Dağları’na ulaşır. Zigana tarafına vadi boyunca giden bir de yol vardır ki, güneşin doğduğu ülkeye kadar uzanır. Mela Irmağı tam o birleşme yerinden, içinden doğduğu ormanın derinliklerine doğru uzanır gider.

Vadiden ayrılıp da sol yamaçtan yukarıya doğru tırmananlar, önce Livera’ya sonra da dağın tepesindeki Gudul Kalesi’ne ulaşabilmek için daha epeyce yokuş çıkmaları gerekecek.
Gudul Kalesi, Sumaha Dağı’nın kuzeyinde ve tam karşısındadır. (Şimdilerde sadece sur duvarlarının kalıntıları var.) İhtişamlı günlerinde kalın ve yüksek duvarlar ile çevriliydi. Kale duvarının en alçak yeri beş insan boyu kadardı. Doğu Karadeniz ve Kafkaslar’ın en güvenli en görkemli ve sağlam kalesiydi. Birisi Aybavlos köyü diğeri de Sumaha Dağı’na bakan, kalın kütüklerden yapılı iki kapısı vardı. Sur içindeki orman aralarında ise, geniş ve yemyeşil düzlükler hayranlık uyandıracak kadar alımlıydı. Güz mevsimi gelince meyve ağaçlarından yayılan hoş koku insanı çakırkeyif ederdi. Sanki bir mutluluk iksiri sunardı oradakilere. Bir de sur dışında meyve ağaçları vardı ki onlarca Liveralı genç kız toplamakla başa çıkamazdı.

Eski Liveralılar; bir zamanlar aylarca yağmur yağdığını, o sırada pek çok yer ile beraber Gudul Kalesi’nin de sele suya teslim olduğunu nakleder.

Gudul Kalesi’nin bilinen en eski sahibi ve aynı zamanda Livera egemeni Zervan idi. Kalenin burçlarından kuzeye bakanlar denizi, güneye bakanlar da çam ormanlarının son bulduğu ikibin üstü rakımlı dağları görürdü. Mela Irmağı’nın doğusunda bulunan bu dağ, boylu boyunca ve her iki tarafı, arkalı önlü Zervan’ın egemenlik alnıydı.

Zervan Livera egemeniydi ama bir bakıma ora halkının koruyucusuydu. Ahalinin ve hayvanlarının, köy arazilerinin, yaylaların ve dahi ormanların güvenliği ondan sorulurdu. Ola ki bir düşman baskını olur da başa çıkılamazsa hayvanları ile birlikte halkı, kale surlarının içine alır tehlike geçene kadar orada tutardı. Böyle hallerde en az yüz gün, dışarıdan destek almadan kale içinde savunmaya çekilebilirdi.

Livera köyü kalenin batı tarafında ve biraz aşağıdaydı. Köylülerin yiyecek maddeleri savunma amaçlı olarak kale içinde depolanırdı. Köye bir baskın olsa, saldırganlar yüz güldürecek bir şey bulamazdı. Sulh zamanında bile ihtiyaç duyuldukça yiyecek maddeleri, kaledeki depolardan alınarak köye taşınırdı.

Ahali daha çok hayvancılıkla uğraşırdı. Avcılık da hatırı sayılır uğraşlar arasındaydı. Bitki örtüsü çok zengindi ve köyün geniş yaylaları vardı. Yaylalarda üretilen yağ peynir ve kurutulmuş yoğurt, zaman içinde kaleye taşınırdı.

Liveralılar çok çalışkan, bir o kadar da neşeli, beyaz tenli mavi gözlü insanlardı. Kızları ceylan gibi atik, erkekleri de bir pars gibi çetin ve kavgacı adamlardı. Atları, katırları ve azgın köpekleri olurdu. Sürülerine çobanlık edecek delikanlıları bile özel olarak seçerlerdi. Mesela; koyuna saldıran bir kurdu koşarak yakalayamayan yahut canı çıkmadan koyunu kurdun ağzından kurtaramayan adam çoban olamazdı.

Her doğa olayı için bir tanrının var olduğuna inanırlardı. Bütün mevsimler yağmurlu geçerdi. Gök gürler, yıldırımlar düşerdi. Bazen yıldırım düştüğü yerde yangın çıkardı. O yüzden olmalı ki özellikle yaylacılar ile gök tanrı ilişkisi daha sıkı fıkıydı. Onu diğer tanrılardan üstün tutarlardı.
Tanrılarla iyi geçinmek için onlara ‘Kurban’ sunak vermek gerektiğine inanırlardı. İşte bu yüzden her sene, kalenin tam karşısına denk gelen Sumaha Dağı’nın karı tamamen eriyince Sunak töreni yaparlardı. Bunun için on on beş yaşlarında köyün en güzel kız çocuğu seçilirdi. Çocukları Sunak edilmek üzere seçilen ailelerin yürekleri yanardı. Ne var ki anne ve baba ölüp de tanrılara ulaşacağı vakit, kızlarının orada onları bekleyeceği ve yardımcı olacağına inanılırdı.
Sunak için, kale burçlarında ama denizin görüldüğü tarafta bir düzlem hazırlanırdı. Kurban edilecek gencin gözleri, elleri ayakları bağlanır ve başı deniz tarafına döndürülürdü. Bu merasimi sadece evli olan erkekler izlerdi. Sunağı kesip kurban edecek olan ise evli ama çocuksuz, daha doğrusu çocuğu olmayan bir adam olmalıydı.

Çocuk kesildiği yerde bağlı olarak, canı çıkana kadar ve kanı vücudundan boşalıncaya kadar öylece kalırdı. Daha sonra elleri ayakları ve gözleri, kesen adam tarafından çözülürdü. Artık o orada öylece kalacaktır. Tanrıların hakkıdır ve artık ona el değmemelidir. Ta ki; tanrılar emirlerinde olan et yiyen kuşları gönderecek ve onu parçalayarak taşıyacaklardır.
Sunak seçimi kuralı, Egemen Zervan’ın beşinci dedesi zamanında değiştiği rivayet edilir. Daha önce yetişkin delikanlılardan kurban veriliyordu, o bu yasayı beğenmemiş, “artık kız çocukları Sunak edilsin” emrini vermişti. “Çükü erkekler düşmana karşı savaşır, kızlar ise daha hazırcıdır. Erkek delikanlılardan Sunak kesilmesi bir bakıma savunmayı da zayıflatıyor” diye savunmuştu gerekçesini.

Yüzyıllar boyunca bu düzen üzere yaşadı Liveralılar ve bu usul üzere işlev gördü Gudul Kalesi.
İsa’nın miladına birkaç yüzyıl daha vardı. Livera Egemeni Favaden öldü. Tanrılara yakın olsun diye bir günlük yolda bulunan Semon Dağı’nın tepesine götürüp bıraktılar. Yerine oğlu Kohrakol geçti. Yeni egemen, çok iyi ustalık öğrenmiş, pek çok dil bilen zeki ve atik bir adamdı.


Bir sabah vakti, Sumaha tarafına bakan kale kapısı açıldığında duvarın dibine kıvrılıp yatan yaşlı bir adam gördü kapı görevlileri. Açılırken, uzun uzadıya çıkan kapı cızırtısının sesine uyandı. Yerinde doğrulup oturdu. Orta boylu kara gözlü, Aksakallı birisiydi ve sırtında koyun derisinden urubası vardı. Adamlar ona dikkatle bakınca gülümsedi. Kötü niyetli birisine benzemiyordu. Kapıyı açanların öndeki sordu;
“Kimsin sen?”
Cevap vermedi, sadece aynı ayar güler yüzünü sergiledi. Diğeri arkadaşını uyardı; “Dilimizi anlamadı sanırım, onu Egemen Kohrakol’a götürelim.”
Öyle yaptılar, yardım ederek kaldırdılar. Keçi derisinden yapılmış zarif bir sırt çantası vardı, onu da alarak kale kapısından girdiler. Egemen Kohrakol iki ağacın arasına gerilmiş ayı derisine ok atma alıştırmaları yapıyordu. Gelenleri görünce elindeki yayı yere bıraktı onlara doğru yürüdü. Adamları arasında yürümekte olan ihtiyara dikkatle baktı. ‘Bu Aksakal ve kıyafeti değişik adam, yabancı birisi olmalı’ diye geçti içinden.
Adamlarına seslendi; “Kim bu Aksakal?”
Onlar da bilmiyordu;
“Dilimizi anlamıyor” dedi kolundan tutan.
Bunun üzerine birkaç adım ötedeki ceviz ağacına doğru yöneldi Kohrakol.
“Böyle getirin onu” diyerek gitti oturdu.
Söylenen yapıldı. Aksakalın yanına yaklaşıp oturmasını işaret etti. Sonra bildiği dillerden, tanışmak amaçlı sorular sordu. Nihayet anlaşacakları ortak bir dil yakalandı.
“Adın ne?”
“Zarath”
Aksakal adam güneşin doğduğu ülkeden geldiğini, bir inancın dervişi olduğunu ve insanlara doğru yolu göstermek için diyardan diyara dolaştığını anlattı.
Egemen Kohrakol ‘bu adam boş biri değil’ diye düşünmüş olmalı ki adamlarına emir verdi “Yemek hazırlansın” ve ihtiyarı evinin balkonuna davet etti.
Uzun uzadıya konuştular. Hiç duymadığı şeylerden söz etti yabancı. İyilik ve kötülüğün kardeş olduğunu iddia ediyordu. “Ne var ki günün birinde bu özelliklerinden dolayı insanlar hesaba çekilecek. Ölenlerin ruhları Cinvat Köprüsü’nden geçmeye çalışacak. İyiler sorunsuz geçecek. Kötüler geçerken köprü incelecek keskinleşecek ve aşağıya karanlıkların içine düşecekler. Karanlığa düşen kötüler üçe ayrılacak. Tamamen kötü olanlar; sonsuza kadar orada kalacak. Çok günah işlemiş fakat iyiliği de olanlar; on iki bin yıl orada kaldıktan sonra cennete gönderilecekler. Günahları ve sevapları eşit olanlar; günahlarından arınıncaya kadar orada kalıp daha sonra cennete girecekler. Cinvat Köprüsü’nü sorunsuz geçmiş olan iyi insanların ruhları ise cennete varmak için üç yolculuk yapacak. İyi düşüncelerinden dolayı yıldızlara, iyiyi konuşmalarından dolayı Aya, iyi işler yaptıklarından dolayı Güneşe yükselecekler ve bu aşamalardan sonra cennetin kapısına varacaklar.”
Aksakal konuştukça Livera egemeni Kohrakol hayranlık içinde dinliyor ve hiçbir şekilde araya girmiyordu.
Adam devam etti;
“Üç sefer üst üste ve her bin senede bir, bir peygamber gelecek. Sonuncu olarak gelecek olan Asvart-Arta, dünyayı tüm kötülüklerden temizleyip kurtaracak. Onun zamanında son mahkeme kurulacak. Böylece Ahura Mazda’nın zamanı gelmiş olacak ve tüm iyi insanlar, özgür, haksızlık, karanlık ve üzüntünün olmadığı bir yaşama başlayacaklar. Bütün kötülükler Tanrı tarafından yok edilecek. Ölüler canlanacak, ruhları geri dönecek, sonsuza kadar yaşlanma ve ölümün olmadığı mutluluk içinde yeni bir yaşam biçimi başlayacak.”
Kohrakol’un zihni allak bullak oldu. Önce adamın yüzüne dikkatle baktı, sonra da bir teklif sundu;
“Aksakal Zarath” dedi, “ister misin dilediğin kadar bu kalede kal, istediğin gibi ye iç ama adamlarıma da bu bana anlattıklarını anlat.”
Aksakal Zarath’ın anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki yıllarca anlatsa tüketemezdi.
“Olur” dedi. “Seni sevdim, burada kalacağım Gudul Kalesi’ni ve Livera’yı bir yıldız gibi parlatacağım.”
Aksakal Zarath artık iyi bir Liveralı oldu. Her gün daha çok yerli sözcük öğreniyor ve iletişim kurduğu insanların sayısı artıyordu. Arada bir köyün içine gidiyor insanlarla tanışıyor ve vaazlar veriyordu.

Geceleri yatması için kalenin en doğu tarafında ama sur içinde bir oda verdiler ona. Her sabah erkenden kalkıyor çıkıp dolaşıyor. Kuzey burcuna giderek denizi, batı tarafına giderek kalenin karşı dağa yansıyan gölgesini seyrediyordu.
Mayıs ayının ilk haftası sonunda, Sumaha Dağı’ndaki karların tamamı eridi. Kontrol için bir de adam gönderildi. Evet, ‘Karlar tamamen eridi’ yanıtı kesin olarak doğrulandı. Artık tanrılara sunak vermenin zamanıydı.

O sene için seçilen sarışın mavi gözlü ve yüzünde seyrek çilleri olan kız, kaleye getirildi. Güneş epey yükselmişti ama kuzeyden gelen bulutlar sürekli görünmesine izin vermiyordu. Bir bulut geçiyor öteki de arkasından koşuyordu. Havanın ne yana döneceği belli değildi.
Sunak kızın eli ayağı gözleri bağlıydı, hazırlanan yere götürüldü. Kurban edileceğini üç gün önceden öğrenmişti. O yüzden artık ağlamaktan takati kesilmiş, ne ağladığı ne de, ne söylediği anlaşılmıyordu. Sadece; “Kurtar beni anne” diye inliyordu ama hiç kimse onu dinlemiyor oralı bile olmuyordu.

Kurbanı kesecek olan adam bıçağını bir kuzu postuna sarmış, sol kolunun altına sıkıştırmış olarak vazife yerine doğru gidiyordu. Tam o sırada nereden geldiği net olarak belli olmayan acı ve gırtlağı yırtan bir haykırma duyuldu. Ses orman içlerinde yankılanarak Mela vadisine doğru aktı. Herkes olduğu yerde donakaldı. Aksakal Zarath koşarak Sunağın yanına gitti ve bir hareketle kızın yanına çıktı. Karşısında şaşkın şekilde duran ve ona bakan adamlara;
“Ey Liveralılar ne yapmaya çalışıyorsunuz. Katil mi olacaksınız? Tanrı insan öldürenlerin günahlarını asla affetmez. Nasıl bir tanrıya inanıyorsunuz ki insan öldürmekten hoşlansın, cinayet işlenmesinden mutlu olsun? Gerçek olan ateştir. Ateş tanrısıdır. Diğerleri uyduruk tanrılardır. Elinizi yüzünüze tutun, sıcaklığınızı hissedin, ateşin sıcaklığıdır o. Ateş olmazsa hayat olmaz. Tek tanrı vardır. O da ateş tanrısıdır. Ateş olmazsa olur mu? Ocak ateşinden sonra kutsal olan Kurbat ateşidir, o ateş devamlı yanan ve kötülükleri uzaklaştırandır. Diğeri ise halk topluluklarınca meydanlarda yakılan ve etrafında eğlenilen, içinden geçilen ateştir. O ateşin içinden geçenler suç ve günah işlemiş olsalar bile tertemiz olur, günahlarından arınır. Kime karşı suç veya günah işlenmişse onun yakacağı ateşin içinden yürüyerek geçenler ancak kendini temize çıkarır. Böylece günahını veya suçunu affettirir. O zaman Tanrı ile de hesaplaşmış olur. Ateş her şeyi yakar kül eder, günahları bile yakar, siler süpürür. Bütün bunları pek çoğunuza defalarca anlatmadım mı?”
“Ne demek istiyorsun Aksakal Zarath” diye gürledi Kohrakol.
Eli işaret ederek ama yalvaran bir sesle;
“Bu çocuğu öldürmeyin, aha ben buradayım, önümüzdeki yıl bir olumsuzluk yaşayacak olursanız beni kesin. İsterseniz kale surlarından aşağı atın. Daha nasıl teminat istiyorsunuz? Bu yaz mevsiminde tek tanrımız olan Ateş tanrısının emirlerini yerine getireceğim, sizler de bana yardımcı olmalısınız.”
Egemen Kohrakol ona doğru yürüyerek kılıcını havada sertçe döndürüp bir daire çizdirdi;
“Önümüzdeki sene, başımıza bir olumsuzluk gelirse, kelleni bu kılıçla ben uçuracağım bilesin. Şimdilik sözüne itibar ediyor ve kızı serbest bırakıyorum” dedi ve tören için bekleyen adamlara dağılmalarını emretti.

Tören için orada bulunan Livera’nın tüm erkekleri, şaşkınlık içine düştü. Atalar dinine aykırı hareket etmenin getireceği kötülüklerin başka türlü nasıl bertaraf edilebileceğini tartışmaya başladılar.
Egemen Kohrakol onları yatıştırmaya çalıştı;
“Bu Aksakal ile uzun zamandır konuşuyorum. Güvenimi kazandı. Ben ona güveniyorum, siz de bana güvenin. Hadi şimdi işinizin başına dönün” dedi ve ahaliyi dağıttı. Egemenin emrine karşı gelmek olmazdı.
Böylece Gudul Kalesi’nde ve Livera’da yeni bir hayat yeni bir din yeni bir inanç düzeni başladı.
Aksakal Zarath ilk olarak, Sumaha Dağı’nın tepesine yakın olan kayalıklar arasında yüzyıllar boyunca hiç söndürülmeden yanacak olan ateşi tutuşturdu. Ardından, mahalle aralarında küçük ama alevli ateşler yakarak insanların içinden geçmesini ve böylece günahsız kalmalarını sağladı, vaazlarına devam etti.
Ve o sene, Livera ve insanlarını sıkıntıya sokacak hiçbir olumsuzluk yaşanmadı. Öyle olunca da Aksakal Zarath’ın ününe ün katıldı. Anneler babalar çocukları adına sevince boğuldu. Artık çocuklar bir daha Sunak edilmeyecekti. İnanç ve din konusunda ise sadece o büyük insan Aksakal Zarath’ın vaizleri bir anlam taşıyacaktı.
Daha sonraki yüzyıllarda yaşayacak olan Liveralılar da o kayalıklarda yanan ateşi hiç sündürmedi. Oraya ateş parçası anlamında “Ziya” kayalıkları yahut “Ziyanın taşı” adını verdiler. Kayalıklar arasında yanan ateş, zaman içinde ısınma ve soğuma nedeniyle taşları parçaladı. Parçalanan o taşlar ateşin içine düşer, alevlere engel olurdu. O yüzden kırık taşlar görevliler tarafından oradan alınarak aşağı doğru yuvarlanırdı. Daha sonra oraya uğrayan ve anılarını yazan gezginler çatlayıp kopan düzgün ve köşeli taşlardan söz ettiler.

Artık Liveralıların çok tanrılı dönemi sona ermiş Ateş tanrılı yılları başlamıştı. Belirli günlerde mahalle aralarında ateş yakılıyor ve alevlerin arasından geçmek bir tür ibadet ama oyun gibi geliyordu onlara. Küskün iki taraf arasındaki sorunlar çözüldükten sonra tarafların yine alevler içinden geçmesi isteniyordu. Böylece yeni ve günahsız bir hayat başlatılmış oluyordu. Artık her fırsatta ateş yakıyor ve Tanrı huzurunda arınıyorlardı.
Görülen iki kaya arasında 600 yıl boyunca hiç sönmeyen 
bir ateş yakıldığı söylenir. (MÖ 300 - MS 300)
Ateş azaldıkça görevliler odun atarmış. 
Ziya kayalıkları ile birlikte Sumaha Dağı da kutsal bir mekân haline gelmişti. Dağın tepesinde bir parça ormansız yer var. Köylüler gün dönümü sayılan 21 Haziran’dan itibaren başlayan hafta içinde oraya çıkar en büyük ateş olan güneşin hareketlerini gözlemeye gayret ederlerdi. Bu gayretlerinden dolayı da Ateş Tanrısının onları ödüllendireceğine inanırlardı.

Ateş yakmak yolu ile hem tanrıya ibadet hem de günahlardan temizlenmek, eğlenceli hoş bir inanç olarak yüzyıllar boyunca kabul gördü. Günahkâr olduğunu düşünenlerin alevli bir ateş yakarak içinden birkaç kez geçmesi ve tertemiz olmasının hazzını duymak da keyifli olmalıydı.
                         
Yüzyıllar boyunca kucağında kutsal ateşi barındıran Ziyanın kayası, şimdilerde yorgun ama pek özgür. Yine gelir mi, endişesi ile insanı izliyor, seyrediyor ve sonra da sanki bıyık altından gülümsüyor. Bu gülümseme özellikle uzaktan çekilen fotoğraflara da yansıyor.   04.03.2008

Hiç yorum yok: