Muzik

10 Nisan 2016 Pazar

TRABZONLU ELENİ

Adı Eleni; Krom’un zengin ailelerinden Fostripoulos’un kızıydı. Yaz aylarında İmera, kışın da Trabzon’da otururlardı. Ailenin dört kızından en küçüğüydü. Belki de erkek evladı olmadığından dolayı Fostripoulos kızlarını pek mükemmel şekilde eğitti, yetiştirdi. İstanbul’dan getirttiği hocalardan ders almalarını sağladı. Bu dört kız Trabzon ve Gümüşhane dolaylarında parmakla gösterilecek kadar birer yıldız oldular.
Olgunluk çağına gelen Eleni, Seyit ağanın oğlu Lazarides Telimahos ile evlendirildi. Bu evlilikten Parthenopi adında bir kızları oldu. Eleni de kızını mükemmel bir şekilde yetiştirdi. O günün delikanlıları gözlerinden zeka fışkıran bu kıza yanaşabilmek için her bedeli ödemeye hazırdı. Parthenopi; Rumca, Türkçe, Rusça ve İngilizce dillerini fevkalade güzel konuşur, okur ve yazardı. Rusça ve İngilizce dergilere aboneydi.
Nereden nasıl etkilendiği pek belli değil ama Sosyalist bir düzenin savunuculuğunu yapardı. Annesi latife olsun diye;
“Benim kızım veziri azam olacak” derdi.
Zaman içinde ve özellikle sosyalist olmasından dolayı ilginç bir yalnızlığa düştü. Herhalde o yüzden evlenmeyi ihmal etti. Babası henüz kırkına ayak basmadan ölmüştü. Artık annesi ile beraber sadece Trabzon’da yaşamaya başladı. Birinci dünya savaşının getirdiği zor şartlar nedeniyle yazın İmera’ya gidemez oldular.
Savaş sonunda, ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi Trabzon’da da bir hükümet boşluğu oluştu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Parthenopi ve arkadaşları sosyalizmden söz ediyordu ama bu sözcüğü anlayan, bilen yahut taraftar olan insanların sayısı çok azdı. Ruslar Trabzon’u işgal edince kentte tam anlamıyla bir kargaşa yaşandı. Sürgüne giden Ermenilerin bir kısmı geri döndü. İşgal nedeniyle Müslüman ahali batıya doğru yürüdü. Bütün bu olaylar Trabzon halkı üzerinde korkutucu bir etki yarattı. Dağlardan Hıristiyan ve Müslüman çetelerin kavga haberleri geliyordu. Parthenopi ve sosyalist arkadaşlarının sesi pek çıkamıyordu. Yerli ahali ise Trabzon özelinde çözümler arıyordu.
Nihayet yeni Türk hükümeti duruma hakim oldu. Başta sosyalistler olmak üzere bir kısım Hıristiyan guruplar, Rusya’ya doğru kaçmaya başladı.
Parthenopi annesi Eleni’yi götürmek istiyordu ama bir türlü ikna edemedi.
“Beni yakalayıp idam edecekler anne, Kaçmak zorundayım. Hadi sen de hazırlan gidelim.”
“Hayır, ben Trabzonluyum, buralıyım, idam etseler bile burada evimde ölmek istiyorum.”
“Canımızı kurtaralım anne, dünya üzerinde sadece Trabzon yok. Daha güzel nice şehirler var!”
“Hayır!...”
Hayır diyordu da başka şey demiyordu. Annesine söz geçiremeyince helalleşti ve Rusya’ya iltica eden diğer guruplara katıldı.
Anne Eleni Trabzon’da artık tek başına yaşamaya başladı. Mübadele sırasında da aynı inadı gösterdi. Yunanistan’a gitmedi.
“Beni hiçbir kuvvet evimden dışarı atamaz” diyordu Mübadele Komiserine;
“Beni ancak bir tabuta koyarak gönderebilirsiniz!”
Seneler akıp gidiyordu. Aslında o Babası ve kocasının madenci olmasından dolayı zengin bir kadındır. Yunanistan’a gönderilen pek çok yoksul aileye para yardımı yapmıştı. Ne var ki zenginliğini belli etmezdi, yaşadığı hayat itibariyle yoksul halktan biri gibidir. Bazı akşamları kızı Parthenopi aklına düşer üzülürdü. Gizli gizli ağlar sonra da;
“Acaba yaşıyor mu?” diye bir soru kurcalardı zihnini…
Eski adı; “Agios Vasilios” olan mahallede kendine özgü mutlu bir yaşam biçimi oluşturdu. Komşularının sevgilisiydi adeta. Sağlığı da buna izin veriyordu. 1940’lı yıllarda Tonya’dan bir aile geldi ve bitişiğindeki evi satın aldı. Yeni komşuları ile çok hoş ilişkiler kurdu. Zaten merhametli bir kadındı. Yeni komşuları bu yönü ile onu daha da çok sevdi. Her konuda ona yardımcı olmaya başladılar. O yaşlı bir kadındı ve yeni komşularını çocuğu gibi sevdi. Bu muhabbet ömrünün son anına kadar devam etti.
Parthenopi Trabzon Rumlarının Yunanistan’a sürüldüğünü duydu. Annesi eğer yaşıyorsa onu orada bulabileceğini hesap etti. 1958 yılında Rusya’dan Yunanistan’a gitti. Trabzonlu göçmenleri sordu ve buldu. Nihayet annesini tanıyan yaşlı bir adama denk geldi.
“Ooo..!” dedi adam. “O inatçı Eleni’den mi söz ediyorsun. O bizimle gelmedi. Nasıl başardı bilmiyorum ama orda kaldı. İki sene önce bir mektubu gelmişti, yaşıyor…”
Parthenopi’nin yüreği ağzına geldi. O kadar heyecanlandı ki ne diyeceğini bilemedi. “Ah inatçı annem, demek yaşıyorsun. Bekle beni geliyorum.”
Trabzon’a gittiği zaman hiç sıkıntı çekmeden bıraktığı gibi evini buldu. Aradan kırk sene geçmişti. Avluda çocuklar oynuyordu. Onları görünce kafası karıştı. Yoksa yeniden evlenmiş torun torlak sahibi mi olmuştu. Çocukların arasından geçti evin kapısına yanaştı. Elindeki çantayı yere bıraktı. Kapıyı çalacak ama bir türlü eli varmıyordu. Oysa annesi onu yan penceren gördü ve kapıyı açmak için hareketlendi.
Kapının her iki yanında birer kadın var. Dışarıdaki, kapının tokmağını tıklamaya eli varmıyor, içerdeki de tıklanmadan kapıyı açmıyor. İkisi de bekliyor.
İçerideki kadın;  
“Parthenopi” diye ünledi.
Dışarıdaki hıçkırarak ağlamaya başladı;
“Anne!” dedi belli belirsiz.
Ve evin kapısı açıldı.
Ana kız artık yeniden beraber yaşamaya başladı. Kızı 61 anası 80 yaşındadır.
1960 yılında Parthenopi çocukluğunda yahut gençliğinde yaşadığı yerleri görmek için Krom’a gitmeye karar verdi. Arkadaşı Georgios Papagavrile yazdığı mektupta şöyle der: “Yıldızlı gökyüzünden yoksun gözler gibi, yıkık kaleler gören gözler gibi…”
Şimdi o mektubu okuyalım;18 Ekim 1960 günü otobüsle, Trabzon’dan Krom’a gitmek üzere yola çıktık. Cevizlik, Hamsiköy, Zigana ve Gümüşhane’ye vardık. Orada at kiraladık ve yola koyulduk. Kilitköy, Haiksa, Ortamahalle, Gulukli ve Çapli köylerini geçtikten sonra Sefilanton’a gittiğimizde akşam olmuştu. Köylüler bizi çok sıcak karşıladı. Bu kadarını tahmin etmiyordum. Sofraya konan yiyecekleri tahmin edemezsin. Kaymak, tereyağı, kavurma, peynir, haşlanmış patates, ev makarnası, Krom armudu, ekmek ve süt.
Neden bilmiyorum ama çok duygulandım, ağlamaya başladım. Çocukluğumdaki koyunlarımızı hatırladım. O akşam bize verilen sütü içtim. Tıpkı çocukluğumda içtiğim süt gibi çok güzel bir kokusu ve tadı vardı.
Sabah oldu kahvaltımızı yaptık yola çıkacaktık. Bütün köylüler bizi uğurlamaya geldi. Herkesle sarıldık vedalaştık. Yol boyunca geçtiğimiz köylerin tepelerinde Papazsız, cemaatsiz yıkılmış harabe haline gelmiş kiliseleri gördüm. Onlara baktıkça babamı, komşularımızı hatırladım, ağladım.
Thomandon’a vardık. Burada da olağanüstü ilgiyle karşılandık. Oradan İmera’ya indik. Muhtar bizi evinde ağırladı. Masalar kuruldu. Bütün köy halkı geldi. Kemençeler çalındı horonlar oynandı. Eğlence yarı gecelere kadar sürdü.
İmera’da gezinmek için dışarı çıktım. Ayakta kalan tek kilisenin yanına gittim. Pencereden baktım içeride mumlar yanıyordu. Şaşırdım, hayretler içinde kaldım. Muhtara sordum;
“Bu Hıristiyan Kilisesinde yanan mumları kim yaktı?”
“Hasta olan, bir rahatsızlığı olan, işi rast gitmeyen kiliseye giderek bir mum yakar. Yakar ve Allaha yalvarır ki işi rast gitsin, hastalıktan kurtulsun.”
İmera’nın yüksek tepesindeki Aya Yanis manastırındaki bütün keşiş hücreleri, bütün duvarları yıkılmış sadece kuruluş tarihinin yazılı olduğu taş, duvarın arasında sağlamdı. (Sene 1859) diye yazıyordu.
Ey ‘Siyah Manastır’ ne güzel bahçelerin, ağaçların ve gölgeliklerin vardı, diye söylendim. Sadece berrak bir su her zamanki gibi akmakta ve bütün köyü sulamaktaydı. Suyun yanında küçük bir kilise daha vardı. İçeriye girdim. Bütün duvar yazıları silinmişti. Sadece (I. X. NIKA) yazılı bir haç resmi sağlamdı. Çok duygulandım. Biraz ötede toprağı bol olsun Yakovas Fostripoulos’un romantik evinden geriye sadece yıkık duvarları kalmıştı.  
21 Ekimde Krom’a doğru yola çıktık. Saranton’a vardık. Orada Agios Theodoros Kilisesi tek başına kalmıştı. Çevresinde tek bir ev bile kalmamıştı. Kilisenin ön avlusundan bakınca görülen olağanüstü manzara aynen izleniyordu. Ne yazık ki gözyaşlarım manzaranın tadına varmamı engelledi. Bıraktığımız Nanak, Guluvena, Lori, Saimanandon, Metamorfosi, Agethodoron, Gerandon, Aya Yanis, Frangondon kiliseler bembeyaz kaleler gibiydi. Bütün bir tarihi bölge ve kiliseler yürekler acısı yas içindeydi. Her birinin karşısına geçtim ayrı ayrı istavroz çıkardım. Bağrıma çöken ağırlığı, küçük bir ırmak gibi yüzümden aşağı akan gözyaşlarım hafifletti. Alitinos yolundan aşağı indim. Hacı Murat köprüsünden geçtim ve Kocandon’a doğru yürüdüm. Hiçbir yerde o günkü ağaçlardan eser yoktu. Şimdi o büyük bölgede sadece altı aile yaşamaktaydı.
Krom’da bizi Seyit Ağa konağında ağırladılar. Kaderin cilvesine bakın ki o konak dedemin babasının eviydi. Oradan aşağı Metamorfosiye, dedemin evine ve yakınındaki vaftiz annem olan halamın mezarına indim. Mezarlık parmaklıksız ve okul çatısız, duvarları yıkık bir haldeydi. Sonra keder dolu bir şekilde yokuşu çıktım. Sağa döndüm. Mahallemize doğru yürüdüm. Bayramandon mahallesinde Kromni’nin en iyi iki evi bizimdi. Ama şimdi harabe halinde sadece yerlere dağılmış duvar taşları vardı. Biraz ilerde dayım Sidiropoulos’un evinin yanındaki çeşmemize gittim. Alçak duvarın üstüne oturdum. Çeşmenin yosun tutan taşlarını öptüm. Her halde kanlı gözyaşlarımı silmek için burnum salya sümük akmaya başladı.
Çeşmenin üst tarafında bir Curena ağacı vardı. Çocukluğumda onun altında oynardık. Sadece orası hiç değişmedi. Aradan yarım asır geçti ve bana çocukluğumu yeniden yaşattı.
Bir gün sonra yine mezarlığa gittim. Üzgün bir kalp ile atalarıma dua ettim.
Dönüşte yine İmera üzerinden Gümüşhane’ye gittik. Kiralık atlarımızı teslim ettik. Gümüşhane’nin elması meşhurdu ama bulamadık. Sadece pestil aldık. Otobüse bindik, Hamsiköy’de durdu. Orada yemek yedik. Sonra da Trabzon’a devam ettik.
Mektup bu kadar.
Parthenopi üç sene boyunca annesinin yanında kaldı. Beraberce Trabzon’un tadını çıkardılar. Doğrusu Parthenopi değil sadece annesi Eleni hayatın tadını çıkardı. Çünkü o her gün annesini ikna ederek Yunanistan’a götürmek istiyordu fakat bir türlü başaramadı.
“Ben burada doğdum burada öleceğim, üstüme gelme!” derdi.
Üç yıl boyunca annesini ikna edemeyen Parthenopi kalbini kırmak pahasına da olsa bırakıp gitti. İhtiyar Eleni yine komşularıyla baş başa kaldı. Yıllar hızla geçiyor ve artık her giden sene Eleni’den bir şeyler alıp götürüyordu. Beli büküldü, ayakları tutmaz oldu. Evin içinde bile tek başına dolaşamıyordu. Her şeye rağmen yürekli ve şefkatli bir kadındı ve belki de bu yüzden Tonyalı Ahmet’in hanımı Nazire, ona iyi bakıyordu. Aslında Nazire Hanım da yaşlanmıştı. Fakat gelinleri, torunlar dahi Eleni teyzelerine hizmet etmekten mutlu oluyorlardı. Eleni bütün kültür birikimini, görüp geçirdiklerini gençlere aktarırdı. Ve onu dinlemek ne büyük keyifti.
Artık günlerinin sayılı olduğunu anladı. Nazire Hanım ziyaretine gelmişti;
“Nazire; artık ölümüm yakındır. Bir aya kalmaz giderim. Biliyorsun kimsem yok, ben ölürsem buraları talan ederler. Bana çok yardımınız dokundu. Sizin sayenizde bu kadar uzun yaşadım. Sen şimdiden bu evde ne varsa al götür.”
“Sen ne diyorsun Eleni? Sana iki tabak yemek verdim diye bana borçlu olduğunu mu düşünüyorsun? Senin dediğin ahlaki olur mu? Komşular duyarsa ne derler? Mahalleye rezil olmam mı?”
Sustu Eleni dediğine diyeceğine bin pişman oldu.
Dediği gibi oldu, bir hafta sonra öldü. Agia Maria kilisesi Papazına haber verdiler. Papaz eve geldi. Önce Eleni’nin kitaplarını sonra da kendisini paketledi aldı götürdü.
Nazire Hanım oğlunu Belediyeye gönderdi. Durum anlatıldı. Zabıtalar geldi, kapıları çivi ile çaktı ayrıca da mühürlediler.
Trabzon’daki son Rum evi böylece kapanmış oldu.
Nazire hanım küçük oğlu (H)yi Yunanistan’a gönderdi. Parthenopi bulacak ve anasından kalan mirasa sahip çıkmasını isteyecekti. Çünkü Eleni teyzenin kapıları çakılmış evi, onları rahatsız ediyordu.
(H) Yunanistan’a gitti ve Parthenopi’yi buldu. Olup bitenleri anlattı. Annesinin evine sahip çıkmasını istedi. Fakat ne dediyse ikna olmadı eski sosyalist kadın. Aslında Parthenopi üzgündü ve artık yaşlanmıştı.
“Annem iyi bir Trabzonluydu. Ben onun gibi olamadım. Yani ben daha gençliğimde oradan ayrılmak zorunda kaldım. O kadar ısrar etmeme rağmen benimle gelmedi. O iyi bir Trabzonluydu ve evi de miras olarak Trabzon halkına kalmalıdır. Buyurun, Türk konsolosluğuna gidelim, Trabzon Belediyesine bir vekâlet yazdırayım. Annemin evini restore etsinler Trabzon halkına hizmet verecek bir duruma getirsinler” dedi.  02.05.2004 / Livera


Hiç yorum yok: