Muzik

20 Temmuz 2016 Çarşamba

DEVLET BABANIN BABA ADAMLARI

1969 yılında öğretmen okullarından mezun olan, seçkin ve idealist öğretmenlerden bazıları, doğu ve güney doğu Anadolu’da bulunan yatılı bölge okullarına atandı. Ben de o yeni atananlar arasındaydım. Eğitim şefi aleyhimde fikir beyan etse de, okul müdürüm Mustafa Uçkan’ın desteği yanımdaydı. Mezun olduktan on gün sonra Yüksekova yatılı bölge okuluna atandığımın telgrafını aldım. Ne var ki beni ve oraya atanan arkadaşlarımı bir sürpriz bekliyordu. Okul henüz inşaat halindeydi ve ders yılı başına yetişip yetişmeyeceği kuşkuluydu. Müdür, öğretmen ve hizmetliler kaza merkezinde kiralanan bir büroda kalıyorduk.
Son anda; okul açılacak diye hesap ettik. Oramar ve köylerini dolaşarak öğrenci kaydetmeyi planladık. Planladık ama hesabı tutturamadık, okul inşaatı tamamlanamadı ve ders yılı başlatılamadı. Bunun ayıbı da Devlet babanın baba öğretmenleri üzerine kaldı.

Devlet babanın baba adamları
Eylül ayının yarısı geride kaldı. Okul müdürü Satılmış, öğretmenleri toplantıya çağırdı, kısa bir konuşma yaptı;
“Arkadaşlar okul inşaatı bitecek gibi görünüyor. Oramar (Dağlıca) köylerine gidip öğrenci kaydetmeliyiz. Beraberimde iki arkadaşımın daha gelmesini istiyorum. Bunun için kendi aranızda anlaşın” dedi.
Hepimiz hevesli ve istekliydik, bir türlü anlaşamadık. Kur’a çekmeye karar verdik. Sonuçta ben ve Ethem öğretmen şanslı çıktık.
Oramar; Şemdinli ile çukurca arasında kalan ve Türkiye’nin en dağlık bölgesidir. “Dağ” sözcüğünün ne anlama geldiğini, oraları dolaşmayan, tam anlamıyla bilemez. Araba ile ovanın sonuna kadar gidecek, oradan da yaya olarak devam edecektik. Yolculuğu bir hafta sürecek şekilde planladık. Öğrenci kayıtlarını yapacak, okul açıldığında “Hadi gelin” diyecektik.
Bir sabah vakti okulun arabası, bizi ovanın son köyüne bıraktı ve geri döndü. Müdürümüz Satılmış, Ethem, ben ve bölge yollarını iyi bilen okulumuzun hizmetlilerinden Ahmet, çantaları sırtlayıp yola koyulduk.  
Dar ve patika yollardan bir keçi gibi hoplayıp zıplayarak yürüyorduk. Sarp yamaçlar arasında kıvrılan ve dere boyunca uzanan yollardan ine çıka gidiyoruz. Hava yolculuk için fevkalade uygundur. Müdür Satılmış kravatlı ve takım elbiseliydi. Buna karşılık ayağında keten ayakkabıları vardı. Ben ve Ethem basit kıyafetler içindeydik.  Ahmet de takım elbise giyiyordu ama kravatı yok, sekiz köşeli şapkası vardı. Ayrıca ne olur ne olmaz endişesi ile omuzuna astığı bir av tüfeği taşıyordu.
Dağ yamaçları olabildiğince çıplaktı. Bazı yerlerde, dikenli bodur geven bitkileri göze çarpıyordu. Yol kenarlarındaki deve dikenleri arada bir paçalarımıza takılıyor ve ısırıyordu. Koparmak isteyince de elimize batıyordu.
Ne kadar acı verse de bu yolculuğun hoş bir amacı vardı, o bakımdan her türlü zorluğa katlanmaya değiyordu. Güz mevsimi her yerde güzeldir ama Oramar taraflarında hem güzel hem de keyiflidir.
Oramar
Akşama doğru Oramar’a vardık. Yorulmadık dersem yalan olur. O günlerde ben on dokuz, Müdür Sadılmış ise kırklı yaşlarındaydı. Fakat yola gitmek bakımından, benden geri kalır tarafı yoktu.
Ethem yol kenarında oturan çocuklara muhtarın evini sordu. Cevap vermeyi uygun bulmayan çocuklar, kılavuz Ahmet’in aynı soruyu Kürtçe sorması ile ayağa kalkıp bülbül gibi şakımaya başladılar.
“Siz oturun biz haber verelim” dediler.
Gerçekten de oturmanın tam sırasıydı, iyice yorulmuştuk.
Oramar, bir dağın yamacına kurulmuş, herhalde yüz hanelik bir köydü. İlk bakışta hiçbir umut vaat etmiyordu. Tarıma uygun arazisi çok azdı. Yol boyunca çeşitli meyve ağaçları gördük. Bütün zenginliği o kadardı. Buralarda insanlar ne iş yapar, nasıl geçinirler diye merak ettim. Ethem’e yukarıdaki evleri gösterdim;
“İnsan yaşamına uygun değil buraları” dedim.
“Alışırsın, alışırsın” dedi.
Sonradan adının Hasan olduğunu öğrendiğim, Karakol çavuşu geldi yanımıza. Bizi karakolun penceresinden görmüş.
“Hoş geldiniz” dedi. “Nerden gelip nereye gidersiniz?”
Sonra cevap beklemeden Müdürümüzün yanına gidip oturdu. Söz;
“Nerelisin hemşerim” den başladı.
Başladığı da iyi oldu; Müdürle Çavuş hemşeri çıktı. Müdür Amasyalı, Çavuş da Tokatlıydı.
Muhtar da geldi. Muhtar Kerem, uzun boylu ellili yaşlarında kumral, yakışıklı bir adamdı. Başında şapkası, boynunda düzgün bağlanmış kravatı vardı. Fevkalade güzel Türkçe konuşuyordu. Hepimizi ayrı ayrı hoş beş etti, sonra da;
“Buyurun gidelim” dedi, “evim aha şurası.”
Uzak değilmiş. Yokuş yukarı biraz yürüdük. Evin önüne varınca dizili alçak iskemlelere oturduk. Yabancıların geldiğini duyan, gören köylüler de akın akın bize doğru gelmeye başladı. Çocuklar avlunun kenarına yığıldı. Kalabalık arttı, herkes ziyaret sebebini merak ediyordu. Bu kadar öğretmenin aynı anda köye geldiği görülmüş şey değildi. Daha çok çocukların ilgisi vardı üzerimizde.
Müdürümüz heyecanla konuşurken dinleyenler, ağzında küçük bir limon parçası var diye sanabilirdi. Yüzünün bir tarafını hafiften buruşturarak konuşurdu. Oramarda da öyle konuştu. Neden geldiğimizi nerelere gideceğimizi mümkün mertebe sakince anlattı.
Köylünün biri;
“Nasıl yani müdür Efendi, şimdi siz bizim çocuklarımızı alıp gideceksiniz öyle mi? Bir yıl boyunca onları göremeyeceğiz. Peki; annesiz babasız, nasıl olacak yani? Ağlayan olursa ne olacak? Döverseniz ne yapacaklar? Sizin demeniz askerlik gibi bir şey. Böyle şey olur mu Müdür Efendi? Böyle kanun olur mu?” dedi.
Konuşması bitene kadar dinledi adamı, araya girmedi.
“İsmini bağışlar mısın muhterem?” diye sordu.
“Recep…”
“Bizi yanlış anladın Recep. Kimsenin çocuğunu zorla almak istemeyiz. Bakın bu civarda; Oramar Şuka Kinyaniş Talana Sad gibi köylerde okul yok. Böyle olunca da insanlar okuyamıyor. Sizin köyde okuyan insanlar olsa, diyelim ki köyünüzden yetişen on öğretmen, beş doktor, üç kaymakam, bir vali çıksa fena mı olur?”
“Bu dediklerin olur mu Müdür Efendi?”
“İsterseniz olur.”
Adamın itirazı sona erdi. Diğer köylülere baktı, onlar da itiraz etmedi. Aslında Oramar’da bir okul vardı ve tek öğretmenliydi. Ancak Okul açılalıdan bu yana hiçbir eğitim sezonu boyunca, tam mesai çalışamadı. Sorun öğretmenlerden kaynaklanıyordu. Senenin yarısını raporlu geçiriyorlardı.
“Yemek hazır, buyurun eve girelim” dedi muhtar Kerem.
Kalktık, Ethem müdür ile arama girdi;
“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
“İlle de öğrenci verin demeyeceğiz ama vermek isterlerse kaydını yapacağız. Burada yetersiz de olsa bir okul var. Asıl hedefimiz hiç okulu olmayan köyler” dedi Müdür.

Eve girdik. Anlaşılan o ki muhtarın geleni, gideni çok oluyor, misafir odası genişti. Bu odada elli konuk ağırlamak işten bile değil. Yerler dokuma halı döşeli, kenarlarda oturmak ve yaslanmak minderleri vardı. Pencerelerin küçüklüğü dikkat çekiciydi.
Üç adet yer sofrası kuruldu, biri memurlara diğerleri, köylülere. Dışarıdaki konuşmalar yemekte de devam etti. Müdür, yeni gelenlere cevap vermek işini bana devretti.
“Hoş gelmişsiniz, başımız gözümüz üzerine gelmişsiniz…”
Aynı şekilde ben de gelenlere iltifat etmeye başladım.
Yemekten sonra, Şemdinli tütününden sigaralar sarılmaya başladı. Ardından çaylar servis edildi.
Tokat’lı çavuş, Ethem’e yanaştı;
“Buradan sonra nerelere gideceksiniz?” diye sordu.
“Talana’ya kadar gideceğiz, oradan Sad’a döneceğiz.”
“Oralar da benim bölgemdir. İsterseniz ben de geleyim” dedi.
“Bence iyi olur” dedi “ama bunu bir de Müdür’e söyleyelim.”
Müdür, Ethem’in diğer yanında oturuyordu. Ona doğru eğildi, söyleneni aktardı.
“Yol arkadaşlığımız açısından iyi olur. Ancak yanımızda asker gören köylüler, çocuklarını yazdırmaktan çekinebilirler.”
“Bunu düşünemedim” dedi Ethem.
“Sabah olsun hayır olsun. Muhtar Kerem’e sorarız, o iyisini bilir.”
Sabah erkenden, güneş doğarken kalktık. Yolculuk programını muhtar Kerem planladı. Herkese bir katır teslim etti. Katırlarla ilgilenecek bir de adam görevlendirdi. Daha sonra fikir değiştirdi ve bir sonraki köye kadar bizlere eşlik etmeye karar verdi. Serpil köyünde katır bulamayız endişesi vardı. Ayrıca Reşit adında, akrabası olan sertifikalı bir dağcıyı da aramıza ekledi.
“Bu yolculuk sandığınızdan daha çetin geçebilir. Arazinin yabancısısınız, inşallah gerekmez ama Reşit’e ihtiyacınız olabilir” dedi.
Karakol Çavuşu da bir erle beraber bize ekleşti.

Yolculuk plan şöyle işleyecekti; Bir sonraki köye gidince, Oramar’dan teslim edilen katırları bizimle gelen kişi ile geri göndereceğiz. O köyden yeni katırlar alacağız. Bir hafta boyunca bu, köyden köye hep böyle devam edecek.
Yolculuk başladı. Bir süre dağın yamacındaki patika yoldan gittik. Sonra dere boyunca devam eden yola indik. Buralarda dağlar çok dik, yüksek ve birbirlerine çok yakın dururlar. Yukarılardan bir taş yuvarlansa kaçacak yer bulunamaz. Yollar kışın daha da tehlikeli olur. Kar kütlelerinin ne zaman, nereden kayacağı hiç belli olmaz. 
Gökyüzü parçalı bulutlu ve üzerimize soluk bir mavilik yansıtıyordu. Şimdi yol boyunca gördüğümüz yabani meyve ağaçları, adeta göz kırpıyor bizlere. Olgunlaşan meyveler yerlere düşmüştü. Havaya o kadar güzel kokular saçıyorlardı ki, lavanta kokusu hafif kalırdı.
Yol muhabbetleri olanca güzelliği ile devam ediyor. Dağcı Reşit Muhtar Kerem ile amca çocuklarıydı. Bursa’da oturuyordu. Oramar’a sılaya gelmişti. Uludağ’da bir şirkette çalışıyordu. Hem dağcı hem de kayak öğretmeniydi. İzinli olarak sılaya gelmiş. Muhtar Kerem de arada bir onu ziyarete gidermiş. Düzgün Türkçe konuşmayı orada öğrenmişler.
Öyle yamaç yerlerden gidiyorduk ki, bu yollarda yürümek bile yüksek bir beceri istiyordu. Biz acemi yolcular katırlardan indik, hayvanları yularlarından çekerek götürüyorduk. Kerem, Hasan, Reşit ve asker katırlardan inmedi.
Muhtar kerem geriye dönüp bize baktı;
“Cesur olun arkadaşlar, katırlardan inmeyin onlar bu yolların ustasıdır” dedi.
“Böyle daha garantideyiz” diye cevap verdi Ethem.
Bu sefer onlar da hayvanlarından indiler. Sohbet ederek yürümeye başladık. Vadinin bu bölümünde meşe ormanı vardı. Ormana girdik. Kuş sesleri, tavşan koşuşmaları, kekliklerin kıkırdaması hepimize ayrı bir keyif sunuyordu.
Güneş tam tepeydi, muhtar kerem seslendi;
“Arkadaşlar, birazdan sürekli yokuş çıkacağız. İsterseniz ilerdeki pınarın başında oturup dinlenelim.”
Bu fikri hepimiz olumlu bulduk.
“Var ol Muhtar!” diye bağırdı Müdür.
Ekibin en yaşlısı o idi ve muhtemelen yorulmuştu.
İştahzın Köprüsü
Pınarın yanına varınca, herkes kendine bir yer beğendi. Pınar denilen yerde çeşme yoktu. Suyun gözesinde, bir kova kadar su biriken küçük bir göl vardı, ama akarı boldu. Sıra ile eğilerek su içtik. Sonra da lavaşlar peynirler ve soğanlar geldi ortaya.
İştahzın köprüsünden sonra yokuş başladı. Katırlardan yine inmek zorunda kaldık. Bu yokuşta hayvan üzerinde oturmak hem ona hem de bize eziyet olurdu. Gerçi Katırlar yolların ustasıydı. Zor yerlerde usule uygun yürüyor ve üzerlerindeki insanı koruyorlardı.
Serpil köyü
Serpil’e yaklaştığımızda güneş dağların arkasında kaldı. Reşko dağı eteğinde, 19 haneli küçük bir köydü. Ne tarafa baksan çıplak, çok yakın ama yüksek kayalıklar görünüyordu. Bura köylüleri sadece hayvancılıkla geçinirler. Ekilebilir arazileri yok denecek kadar azdır. Serpil sanki kale surları içinde çok özel bir köydür. Muhtar Keremin söylediğine bakılırsa bu köy; yazın en uzun günlerde bile sadece üç saat güneş görebilirdi. Kısa günlerde ise gündüz yarı yarıya azalırdı. Vadiden yukarılara doğru bakınca, Reşko dağı çok heybetli görünüyordu.
Köyün girişinde, küçük çocuklar karşıladı bizi. Fotoğraf makinemi çıkardım bir fotoğraf çektim onlara. Taşlığın içinde ürkek, çekingen görünüyorlardı. Ne var ki masumiyetleri yürek yakıyordu.
Serpil, Serpil olalı bizim gibi ağır konuklar görmedi. Muhtar kerem, yol gösterdi. Koca kayanın kucağına yaslanmış toprak damlı bir evin avlusuna çıktık, oturduk. Kapı aralığından yaşlı bir kadın izledi bizi. Sonra çıktı yanımıza geldi. Muhtar Kereme sorular sordu. Aldığı cevaplardan tatmin olmalı ki geldi aramıza oturdu.
Arkasından yaşlı bir adam geldi. Kadının aksine daha ufak tefek ve zayıf bir adamdı. Ayağa kalktım, gittim kadının elini aldım alnıma götürdüm. Sonra, kocası olduğunu sandığım adamın yanına gittim. Onun da elini sıktım. Ethem de öyle yaptı. Ethem yaşlı adamın, ben de kadının yanına oturdum.
Kadın;
“Hoş geldiniz başımızın gözümüzün üzerine geldiniz” dedi, Kürtçe olarak. Sonra bana bakarak bir şeyler söyledi. Muhtar Kerem tercüme etti;
“Sen buralara daha önce gelmiş miydin, diye soruyor”
“Hayır, gelmedim.”
“Bizlere çok benziyorsun kumralsın diyor.”
Gülümsedim.
“Evet, o da babaanneme benziyor” dedim. “Adı nedir?”
“Telli”
“Sorsan kendisine, buralarda günleri nasıl geçiyor?”
“Nasıl olsun diyor, kocası ile beraber yaşlanmışlar.”
“Onu çok sevdiğimi söyle kendisine” dedim ve bastonunu elinden alıp yere uzattım. Sonra da elini avuçlarımın içine aldım.
“Keşke dilini bilsem de seninle dertleşebilseydim.”
Anlamadı kadın ama anlar gibi gülümsedi. Muhtar Kerem de bu son söyleneni tercüme etmedi.

Akşam yemeğinde lavaş ekmeği, yoğurt ve bal vardı. Bu, çok önem verilen konuklar için özel bir yemekti. Lavaş bir kenarından yırtılır içine biraz bal ve yoğurt koyulur sonra da dolma şeklinde kıvrılarak yenir. O akşam hayatımda ilk kez, yemek yemeninde keyifli bir iş olduğunu fark ettim.
Satılmış hoca gelenlere durumu anlattı.
“Öğrenci kaydetmek için geldik buralara. Yemesi, içmesi, yatması, okul masrafları her şeyi devlet tarafından verilecek.”
Muhtar Kerem tercüme etti. Köylüler on yaş altındaki çocukların okula gitmesini bir türlü anlayamadılar. O yaştaki çocuklar daha küçük, diyorlardı. Bin dereden bin su getirdi Satılmış hoca. Bütün hünerlerini sergiledi ve ancak üç öğrenci kaydedebildi.
O sabah muhtar Kerem bizi uğurlarken;
“Sizi Sad köyünde bekleyeceğim.” dedi.
Teşekkür ettik. Muhtar Kerem ve Oramar’dan gelen katırcı geri döndü. Serpil’den yeni katırlar ve yeni bir katırcı alarak yola dizildik.
Telli nineye ve kocasına konukseverlikleri için teşekkürler ettim. Nine, bana söylemesi için muhtara dedi ki:
“Ona söyle, ben de annesi sayılırım bizi hatırlasın.”
Bunu duyunca geriye döndüm, Yaşlı kadının yanına gittim. Boynuna sarıldım, yanaklarımı yanaklarına değdirdim. İkimizin de gözleri doldu.
Ethem öğretmen takıldı;
“Nasıl evlatsın, ninenin dilinden anlamıyorsun?”
Katırcı Emin Oramar’lıdan daha genç ve daha güler yüzlüydü. Tek zorluğu Türkçe konuşamıyordu. Tercüme işleri, Ahmet’e kaldı.
Reşko dağını doğu tarafından tırmanmaya başladık. Sanki bir dağ bitiyor diğeri başlıyordu. Aşağıdan bakınca, Reşkonun tepesine ulaşsam ve elimi gökyüzüne doğru uzatsam, yıldızları yakalarım, gibi görünüyordu. Çıktıkça dağ da yükseliyordu sanki.

Dağın İkinci kademesine tırmanmaya başladık. Yukarılardan akan, derenin sesi kulaklarımızı kilitledi. Katırlardan indik, dik yokuşları tırmanıyorduk...
Katırcı Emin, yukarılarda bir yeri göstererek Ahmet’e bir şeyler anlatıyordu. Ethem merak etti;
“Ne anlatıyor?” diye sordu.
“Baharda, karlar eriyince bu derede sular çok coşkun akar. Yukarıda bir geçit yeri varmış. Selahattin isminde bir okul müfettişi, oradan geçerken kayarak suya düşmüş, kurtulamamış boğulmuş. O günden beri oraya Selahattinin yeri diyorlarmış.”
“Ne zaman olmuş bu olay?”
Ahmet aynı soruyu Emin’e sordu;
“On sene oluyor.”
“Yalnız mıymış?”
“Evet tek başınaymış. Cesedini iki taşın arasına sıkışmış bir şekilde bulmuşlar.”
“Sor bakalım aynı gün mü bulmuşlar?”
“Hayır, aynı gün değil. Çobanlar bulmuş. Buldukları zaman tanınmayacak haldeymiş. Jandarmalar gelmiş…”
Satılmış daha yukarıdan yürüyordu, seslendim ona;
“Duydun mu anlatılanı hocam?”
Selahattinin yeri - Ayaktakiler; Ethem Hoca ve Katırcımız / Oturanlar; Elinde tüfek olan Ahmet, Satılmış Ertaş Hoca ve Yusuf Bulut
“Duydum. Duydum da Emin’e sorun, buralarda okul mokul yok nereye gidiyormuş Selahattin?”
Ahmet sordu ve tercüme etti;
“Talana’ya gidiyormuş yeni bir okul için yer bakacakmış.”
“Şehit oldu” dedi Ethem.

Selahattin’in yerine varınca oturduk. Nasıl düşmüş, diye enine boyuna yorum yaptık. Geçmek istediği yer düzgündü ama az aşağıdaki kısım uçurumdu. Akan su o sırada az olduğu için; burada insanın boğulması imkânsız diye düşündük.
Emin açıklama yaptı;
“Karlar eridiği zaman bu dereden bol su akar, tahmin edemeyeceğiniz kadar bol akar.”
Kimseden ses çıkmadı.
O katil taşın üstüne çıktık, fotoğraf makinesini kendi çekere ayarladım. Bir fotoğraf çektirdik.
Satılmış hoca;
“Arkadaşlar” dedi. “Burayı unutmayalım, Selahattin’i de unutmayalım. 23 yıllık öğretmenim. Sizler daha yolun başındasınız. Neler görecek neler yaşayacağınız hiç bilinmez. Bir meslek ne kadar çok şehit verirse o kadar kutsallaşır. Her alanda olduğu gibi, eğitim alanında da ne kadar daha şehit vererek sorunlarımızı aşacağız bilemiyorum.”
Bu sözlerini dikkatle dinledik. Emin merak etti, Ahmet’e sordu. Ahmet de tercüme etti.
Yeniden yokuşu tırmanmaya başladık. Buradan sonra, derenin üstü kar ile kaplıydı. Kar kütlesi derenin üzerinde sanki bir köprü görevi görüyordu. Aşağıdan bakınca dere bir tünelin içinden çıkıyor gibiydi.
Reşko dağının zirvesine yaklaştık. Bir yaylacı çadırına denk geldik. Siyah keçi kılından örülmüş ve semer şeklinde kurulmuş bir çadırdı. Önünde sacayak gibi bir düzeneğe asılmış yayık salınacağı vardı. Diğer tarafta süt kazanlarının kaynadığı ocak yeri hoş bir fotoğraf veriyordu.

Ethem’in ailesi de Toros’larda yaylacılık yaparmış. O bakımdan bu çadırları iyi bilirmiş. Hiç sormadan gitti ocaktaki kazanın kapağını açtı. Kadınlar Ethem’in bu hareketini görünce ne düşündüler bilinmez, çadırdan uzaklaştılar. Biraz sonra yaylanın erkekleri geldi. Bir muhabbet başladı ama dil bilmeyenler bir şey anlamıyordu. Ahmet imdada yetişti. Söylenmesi gerekeni gerekmeyeni uzun uzun anlattı. Çobanlar gülmeye başladı. Kötü niyetli olmadığımızı anladılar. Ahmet, söylenenleri tercüme etmeye devam etti;
“Buyursunlar, otursunlar süt ayran ikram edelim” demişler.
“Doğrusu buna hayır denmez” dedim.
Reşko dağının Talanaya geçit vereceği yere çıktığımız zaman, Talana bayırlarına aşağı doğru baktık. Çok aşağılarda da dağlar vardı. Zirveden bakınca onlara Reşkonun yavruları denilebilirdi. Güneş çoktan batıya dönmüştü. Küçük dağların gölgeleri Reşko eteklerine doğru uzanmaya başladı.
“Zirveden daha aşağıdaki tepelere bakmak muhteşem bir duygu” dedi Müdür.
“İnsan rüyasında bile böyle bir tablo göremez” diye düşündüm.
İnişin başlayacağı boğazın başında oturduk. Emin katırları saldı, aşağı doğru yürüdüler.
“Çok uzun bir iniş” dedi Ethem. “Akşama kadar inebilir miyiz?”
Ahmet aynı soruyu Emin’e aktardı.
“İneriz, ineriz” dedi.
“İnişin, yokuş çıkmaktan daha zor olduğunu söyleseler inanmazdım. Ayağımın tabanı ile değil kenarlarını toprağa saplayarak tedbirli yürüyorum” dedi Müdür. Ethem cevap verdi;
“Haklısın hocam, aşağılara bakmaya korkuyorum. Kayar da yuvarlanırsam eğer, nerede durabileceğimin hesabını yapıyorum. Çavuşla askere baksana nereye inmişler, onlar için sorun yok, alışmışlar bu yollara.”
“Bu bizim ilk denememiz” dedim. “Yarından sonra alışırız.”
Dağcı Reşit hiç konuşmuyordu, daha doğrusu bir şey sorulmadan ağzını açmayan munis bir adamdı.

Talana köyü
Talana köyünden Reşko dağına bakarken
O bölgeye göre büyük bir köy olan, Talana’ya indiğimizde akşam olmak üzereydi. Güneyden ılık bir rüzgâr esiyordu. Çıplak ve dev Reşko’nun eteklerinde böyle yemyeşil harika bir köye ulaşacağım aklımın köşesinden geçmezdi. Ceviz ağaçları, köyün sokakları üzerinde çardak oluşturuyordu. Bahçeler ve bahçe duvarları çok düzgün ve planlı tanzim edilmiş, köy içi yolları muntazamdı. Bütün bahçeler sanki özel olarak ziraat mühendisleri tarafından düzenlenmişti. Ne var ki en yakın araba yolunun iki günlük mesafede olması köyün değerini azaltıyordu. Nar üzüm elma armut ve cevizler her yana bereketli bir görüntü saçıyordu. Genç kızlar, delikanlılar inekleri ve koyunları ile günün son yayılımındaydılar. Belli ki birazdan evlerine dönecekler.
Daha sonraları öğrendim ki, Talana vaktiyle sürgün edilen Hıristiyanların köyü idi.
Ahmet, Reşit ve Emin en öden gidiyor katırları sürüyorlardı. Satılmış hoca ile Ethem onların arkasından, Çavuş Hasan, asker ben en arkadan yürüyorduk.
Çavuş koluma girdi;
“Buralarda kimseye cevizden söz etme sakın...”
“Neden?”
“Türkçe söylenişi yanlış anlaşılabiliyor” dedi ve başından geçen bir olayı anlattı;
“Askerlerimle bir köye gitmiştim. Köye gidince Muhtarın evine misafir olmak adettir. Köyün Muhtarı çok az Türkçe biliyordu. Bizi görünce misafir odasını açtı, girdik oturduk. Karnımız açtı, dedim ki; Muhtar, uzun yoldan geliyoruz yorgun ve açız, bir kuzu kes de yiyelim. Muhtar çıktı gitti. Beklemeye başladık ne yemek getiren var ne de yemekten söz eden. Aradan bir saat geçti. Muhtar yanında yaşlı bir kadınla çıktı geldi. Kusura bakma başefendi, bundan başkası yok dedi. Şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Derdimi anlatana kadar da akla karayı seçtim.”
“Çok ilginç doğrusu, buranın ahalisi dil zorluğu yüzünden kim bilir daha ne sıkıntılar çekmiştir?”
“Şimdi iyi derecede Kürtçe öğrendim. Her şeyi anlıyor ve konuşuyorum.”
“Ben de en kısa zamanda öğrenmeliyim” dedim.
Konuk olduğumuz ev iki katlıydı, üst katı boydan boya tek odaydı. Burada da Oramar muhtarının evinde olduğu gibi duvar kenarlarına dizilmiş hasır yastıklar vardı.
Gelen köylülerle daha çok, müdür ilgilendi. Yemekten sonra herkes köşelere dizili yastıklara yanaştı. Odanın orta yerinde bir semaver ve onun yanında da çay servisi yapan ev sahibi vardı. Şeker, süzgeç ve bardakları yeniden sıraya dizdi.
Çaylar yudumlanırken, hane sahibi misafirlere sigara sarıp, ikram etmeye başladı. Bu ikramı öyle bir saygı ile yapıyordu ki, olsa o kadar olurdu. Tütün de kendi bağlarından. Şemdinli tütünü, sarı renkte ve keyif veren özel bir kokusu vardı.
Müdür geliş nedenimizi anlattı;
“Yüksekova yatılı bölge okulu, okulu olmayan köy çocuklarını okutmak için yapıldı. Devlet, halkına hizmet vermek istiyor. Okumamış tek bir kişi kalmasın istiyor. Bizler de, okula öğrenci kayıt etmek için buralara kadar geldik. Okulu olmayan bütün köyleri dolaşacağız. Sizlerden beş kuruş istemeden çocuklarınızı okutacağız. Elbiseleri kitapları defterleri, yemesi yatması her bir masrafı devlet karşılayacak” dedi.
Oturanlar birbirlerine baktı. Burada da diğer köylerde olduğu gibi itiraz edenler oldu. Çocuklarını uzak yerlere göndermek istemiyorlardı. Bunu anlayan Müdür dil dökmeye başladı. Ancak geç saatlerde amacına ulaşabildi. Yaşları dokuz ile on beş arasında sekiz çocuğun kaydını yapabildi.
Talana’dan sonra,  Zereni Baştazın Zeri Havyan ve İştazın köylerini de dolaştık öğrenci kaydettik. Gittiğimiz köylerde konuk olarak sıcak, ama öğrenci kaydı için endişe ile karşılandık.
Balkaya Dağları eteklerinde
Sad’a (İkiyaka) giderken katırlarımız yoktu, geri göndermiştik. Buradan sonra gideceğimiz yollar, hayvanların yürümesi için uygun değildi.
Derin bir vadiden geçecektik. Sağ tarafımız dere, sol tarafımız sarp kayalıktı. Öyle bir yere geldik ki, vadinin her iki yamacı dikey olarak dere içinde kesişiyor. Dere ise şelaleler oluşturarak akıp gidiyordu. Ne dereye inip suyun içinden yürünebilir ne de yamaçtan geçilebilirdi. Dağcı Reşit’in faydasını işte orada gördük. Her birimizi ayrı ayrı omuzuna oturttu, sadece aşağıdan akan dereye bakmamamızı öğütledi. O şekilde omzuna aldığını kayalara tutunarak geçirdi. Beni geçirirken gerçekten korktum ama ustalığına hayran kaldım. Dağcı olmanın ne demek olduğunu o sırada öğrendim. Kedilerin bile geçemeyeceği yoldan giderek hepimizi geçirdi.
Yol aynı zorlukta devam ediyordu ama artık yerlere tutunarak yürüyebiliyorduk. Oramar yol ayırımına gitmeden bir uçurumun dibinden geçiyorduk. Aralıklarla dizili teneke kutular gördük.
Açıklamayı Reşit yaptı;
“Yukarıda, kayanın alnında bir mağara ve içinde bal arısı yuvaları var. Orası kimsenin ulaşamayacağı bir yerdir. Köylüler boş teneke kutularını bahardan getirip uçurumun dibinde muhtelif yerlere yerleştirirler. Yaz sıcağını gören yıllanmış bal, kayadan aşağı damlalar halinde, şanslı yerlerde bulunan tenekelere akar. Eylüle kadar dolan tenekeleri kar yağmadan gelir alırlar. Kimse kimsenin balını almaz. Bu bal yüzünden buralara Balkayalar mıntıkası derler.”
“Masal gibi bir şey” dedi Ethem.
Yürüdükçe, vadi biraz açıldı. Arazi daha düzgün ve daha kolay yürünebilir hale geldi.
72. Sınır Taşı
72. sınır taşına vardığımızda oturduk. Irak tarafı ormanlık ve arazisi daha düzgündü. Türkiye tarafı ise ulu ve çıplak dağlardan ibaretti. Sınır taşının olduğu yer Oramar ve Sad köylerinin de yol ayırımı yeriydi. Artık Sad köyüne bir saatlik yolumuz kalmıştı. Dağcı Reşit uzman çavuş ve asker Oramar’a, biz de Sad’a gitmek üzere ayrılmamız gerekiyordu. Reşit ile tekrar görüşmek dileğinde bulunduk ama bu dilek hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti…
Satılmış hoca Ethem ben ve hem personelimiz hem de kılavuzumuz olan Ahmet, sanal sınır çizgisini izleyerek, Sad köyüne doğru yürümeğe başladık. Yol tam olarak sınır çizmiyor, bir Irak tarafına bir Türkiye tarafına geçiyordu. Sınır boyunca tek işaret, numaralı sınır taşlarıydı. Ahmet sınırın tam olarak neresi olduğunu biliyor, arada bir bizi uyarıyordu;
“Şu anda Irak’tayız, şimdi Türkiye’ye geçtik” diyordu…
“Bu yolculuğumuz yasal değil” dedi Ethem.
“Neden?” diye sordum.
“Baksana, Irak’a pasaportsuz giriş çıkış yapıyoruz.”
Müdür güldü;
“Çok yaşa Ethem, hiçte güleceğim yoktu” dedi.
“Sorunlar çıkmıyor mu?” diye sordum Ahmet’e. “Yani Irak köylüleri ile bizim köylüler arasında.”
“Çıkmaz mı beyim, hem de ne sorunlar.”
“Anlatsana, neler olur neler yaşanır mesela…”
“Gideceğimiz Sad köyü bizim tarafta ve Türkiye’nin bir köyüdür. Fakat arazileri Irak tarafındadır. Irak köyleri sınıra epey uzaktır. Bizim köylüler, hayvanlarını Irak tarafındaki meralara, gönderirler. Zaten bu meralar, oldum olası Sad’lıların arazisidir. Bazen Irak köylüleri gelir, kendi taraflarında otlayan Sad hayvanlarına el koyarlar. Bizimkiler, ancak onlara para ödeyerek mallarını geri alabilirler. İş inatlaşmaya varırsa hayvanları alıp götürürler.”
“Çok ilginç.”
“Sadece ilginç değil, ağlamaklı bir iş hocam.”
Cevap veren olmadı. Ahmet Bal kayalarda bir tavşan avlamıştı. Sad muhtarına ikram etmeyi düşünüyordu. Arka ayaklarından tutmuş sallaya, sallaya yürüyordu.
“O gibi durumlarda bizim köylüler ne yaparlar?” diye sordu Ethem.
“Önce yalvarırlar, olmazsa Yüksekova Ağasından yardım isterler.”
Daha Sad’a gitmeden sorunlardan etkilenmeye başladım.
“Sınır köyleri hep böyle mi olur?” diye sordu Ethem.
Kimse cevap vermedi.
Güneş iyice Irak tarafına döndü. Irak dağlarının gölgesi Sad dağının eteklerinden yukarı doğru tırmanmaya başladı. Satılmış hoca başı önünde, hiç konuşmadan yürüyordu.
“Hocam hikâyeyi dinlediniz, yapabileceğimiz bir şey olamaz mı?” diye sordum.
ilginç bir cevap verdi.
“Mesela, eğer bir senatörün baldızı burada yaşıyor olsaydı sorun çoktan çözülmüş olurdu.”
“O zaman kolayı var hocam, tanıdığınız bir senatör vardır herhalde, bu köyden evlendirelim, olsun bitsin” dedi Ethem, gülerek.
“Tanıdığım senatör olsa, elli yaşıma yaklaştığım bu günlerde, boğaz içinde bir okulun müdürü olurdum.”
“Ortada bir sorun var ama demek ki çaresi yok” dedim.
Bir dönemeci daha dönerken Sad köyü önümüze geldi. Kırk dört evden oluşan küçük bir köydü. Evleri toprak damlıydı. Bazılarının önünde odun, bazılarının önünde de ot yığınları vardı. Yukarılara doğru bakınca Sad dağı en az Reşko kadar heybetli görünüyordu. Baktıkça, insana yılgınlık veren dev bir abideye benziyordu. Irak tarafındaki dağlarının gölgesi neredeyse zirveye kadar ulaştı, güneş batıyor akşam olmak üzereydi.
“Şu anda Türkiye’ye çok uzak olduğunuzu düşünebilirsiniz. Oysa Türkiye’deyiz” dedi Ethem. Duymazdan geldim, başkaca cevap veren olmadı.
Daha birinci evin yanından geçerken, Muhtar Kerem’i duvarın dibinde oturuyor bulduk. Eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi olduk. Yanında iki kişi daha vardı, bizi görünce ayağa kalktılar.
“Hoş geldiniz beyler” dedi Muhtar Kerem.
Bizi burada karşılayacağını daha önceden söylemişti. Yinede hoş bir tesadüf gibi geldi bana.
“Sizi Sad muhtarı ile tanıştırayım” dedi.
Sad köyü (Günümüzde terör nedeniyle ahalisi başka yere taşındı)
Güler yüzlü mazlum ve utangaç bir adama benziyordu. Her birimizle ayrı ayrı tokalaştı. Geniş çizgili, şaldan yapılmış bir elbise vardı üzerinde. Başı açık ve kısa saçlıydı. Türkçe’yi iyi konuşamıyordu. Yer gösterdi bize. Duvar dibine dizilmiş taşların üzerine oturduk. Ben oturduğum uzun taşın kenarına çekildim. Sad muhtarını yanıma çağırdım. Geldi ama yanıma değil yere oturdu. Bunun bir saygı ifadesi olduğunu anladım. Eline uzandım, tuttum;
“Nasılsın muhtar?” diye sordum.
“Türkçeyi az konuşur” dedi Kerem.
“Olsun, ben onunla anlaşırım” dedim.
Adını sordum;
“Ramazan” dedi.
“Ramazan muhtar, bizim Ahmet söyledi, köyünüzün çok sıkıntıları varmış; bir de senden dinleyeyim. Neler oluyor buralarda.”
Anladı söylediğimi, kırık dökük sözcüklerle cevap verdi;
“Hangisini söylesem, beyim.”
Bu “beyim” sözcüğünü hiç sevmezdim ama bu aşamada itiraz etmek işime gelmedi.
“Bu dağın yamacında ekin olmaz. Ne eker biçersiniz nasıl geçinirsiniz?”
“Beli” (evet) dedi Kürtçe, “arazilerimiz ve otlak yerimiz karşı taraflarda. Lâkin orası da Irak toprağıdır. Irak sınırı aha şu alaca dananın yanından geçer. Şimdi Irak askerleri gelse onları kovalar, yada alır götürürler.”
“Yani sizler, arazileri Irakta olan Türkiyelisiniz öyle mi?”
Gülümsedi;
“Beli beyim.”
“Ramazan muhtar, istersen sen bana beyim deme. Oğlun yaşındayım.”
“Beli beyim, nasıl istersen.”
Bu son sözleri keşke söylemeseydim diye düşündüm.
Konuyu değiştirmek istedi. Biraz ileride kadınlar toplanmıştı oraya bakmaya başladı. Ellerinde su kovaları vardı, ilgimi sezdi;
“Suyunuz da yetersiz sanırım. Kadınlar orada ne yapıyor?”
“Beli beyim, gel seni oraya götüreyim.”
Kalktık yan yana yürürken koluna girdim. Ethem de peşimizden geldi. Çeşmenin yanına gittik ama görünürde çeşme yoktu. Biz gidince kadınlar geri çekildi. Ortalık yerde küçücük bir su birikintisi vardı. Yaklaşık iki dakikada bir konserve kutusu kadar su biriktiriyordu. Biriken suyu sırada olan kadın alıyordu. Suyu alabilmek için konserve kutusunu yeri kazıyarak çekiyor, öyle olunca da kutunun bir kısmı çamurla doluyordu.
“Bu su içilmez?”dedim.
“Beli beyim, eve gidince bezden geçiriyorlar. Yağmur yağınca çıkan su bollaşıyor. Senede üç ay susuzluk çekiyoruz. Çekiyoruz da o üç ay imanımıza yetiyor.”
“Bu derdinizi kimseye anlatmadınız mı? Yani hükümet adamlarından filan...”
“Anlatmaz olur muyum, beyim. Van’a kadar gittim. YSE (yol, su, elektrik) ye başvurdum. Sadece dinlediler. Adı bile hoş değil beyim. Yese iş yapar yemese yapmaz beyim!” Eli ile dağı işaret etti. “Bu gördüğün dağ’a alışmışız, iki buçuk saatte çıkarız tepeye. Bir hastamız olsa, buradan Yüksekova tam sekiz saatte gidebiliriz. Düzgün bir patika yolumuz bile yok, neyini söyleyeyim beyim.”
Her cümlenin sonunda beyim demesi beni bunalttı. Bir ona bir dağa bir de kadınlara baktım. Aklım karıştı;
“Böyle sıkıcı bir yaşam olabilir mi? İnsanlar içme suyu bulamazken yıkanma, çamaşır işi nasıl olacak. Hastası olsa, en yakın doktor sekiz saatlik yolda. Altı üstü 100 kişilik köy, bir yetkili çıkıp da bu insanları koca Anadolu’nun bir yerinde iskan edemez mi? Sahipsizlik denen şey böyle bir şey olmalı” diye düşündüm.
Muhtarın derdi ile dertlendiğim için beni sevdi galiba… Gerçek hayatta da iyi bir dinleyiciyim. Ne de olsa devlet memuruyum, kim bilir belki de sıkıntılara çare bulur diye düşünüyordu.
“Dağda bir suyumuz var beyim. Çıktığı yerden buraya kadar kayalıktır. O yüzden kanal kazarak getiremedik. Ölçtüm; oradan buraya 950 metredir beyim. Bize o kadar boru verseler, geri kalanını hallederdik beyim.”
“Oradan buraya kadar kanal kazamıyorsunuz ama…”
“Sen ne konuşuyorsun beyim, kanal kazamayız kayalıktır. Kayaların üzerinden getireceğiz.”
Yeniden koluna girdim. Satılmış Müdürün yanına doğru yürüdük. Köyün susuzluğunu ve boru meselesini açtım ona.
“Biz ancak kaymakama söyleyebiliriz, daha başka ne yapabiliriz?” dedi.
“Iraklılar, hayvanlarınızı meradan götürünce ağadan yardım istiyorsunuz, biraz da onu anlatsana” dedi Ethem.
“He ya beyim” dedi muhtar Ramazan, eli ile işaret ederek “Atalardan beri aha oralar bizim toprağımızdır. Baksanıza beyim, bu tarafta otlak yeri bile yok. Sad dağı kuru ve kayalık bir dağdır. Başka çaremiz mi var, tarlalarımız da ahan o tarafta. Sadece evlerimiz burada beyim, her şeyimiz karşıda Irakta.”
“Bu durumu kaymakama anlattınız mı?” dedi Müdür.
Muhtarın yüzü gerildi;
“Beyim bu sınırı biz mi çizdik, hükümet çizdi. Kaymakam hükümetin başı değil mi beyim? Bilmez mi derdimizi. Bilir elbet. Belki onunda elinin kolunun bağlı olduğu bir iş var. Orası bize karanlıktır. Ama çektiğimizi bir biz bir de Allah bilir.”

Konuşmasına iki nefes ara verdi;
“O zamanlar Kerem ağa sağ idi. Irak askerleri geldi, ne kadar malımız varsa toplayıp sürdü götürdüler. Yalvardık yakardık dinlemediler. Kadınların boğazlarından altınları topladık vermek istedik ona da razı olmadılar. Emir büyük yerden Bağdat’tan geldi dediler. Ne yaptıysak olmadı. Gece karanlığında Yüksekova’ya Kerem ağaya gittik. Ağam dedik başımıza hal geldi, altınlarımızı sana verelim kurtar mallarımızı. Ağa durdu düşündü; altınlarınızı istemem dedi. Üç adamına emir verdi, görevlendirdi. Bizimle beraber geldiler ve buradan Irak’a gittiler. Beş gün sonra mallarımızı kurtarabildiler.”
Ethem sordu;
“Hükümete niye gitmediniz?
“Korktuk beyim, sınır ne demek? Biz onu biliriz beyim. Sınırı geçmenin cezası büyüktür. Hükümete gitsek azarlar, başımız temelli belaya girerdi beyim. Kerem ağaya Allah rahmet etsin malımızı kurtardı. Kurtardı ama gene de 24 baş koyun 9 baş sığırımız eksik oldu.”
Akşam geç vakitlere kadar dertleştik. Daha çok, o anlattı biz dinledik. Yatma vakti geldi. Muhtarın evi, dar bir koridor ve koridordan girilen büyük bir odadan ibaretti. Koca oda küçük bir gaz lambası ile aydınlanıyordu. Orada bulunan eşyaları ışık yetmezliğinden seçemedim. Avluya bakan tarafta iki küçük pencere vardı. Yataklarımızı pencereler tarafına yan yana serdiler. Kendi yataklarını odanın öbür tarafına serdiler. Çocukları da dışarıda, pencerenin önünde yatırdılar.
Yatağıma girdiğim zaman, dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Dayanamadım;
“Muhtar, çocuklar dışarıda yatıyor; gece bir şey olmaz mı?”
“Yok beyim sen rahat ol, köpeklerimiz sağlamdır.”
Geç saatlere kadar uyku tutmadı. Sabah erken uyandım. Arkadaşlarım henüz uykudaydı. Ev sahipleri ise çoktan kalkmıştı. Giyindim dışarı çıktım. Çocuklardan abla olanı, beni görünce kardeşlerini uyandırmak istedi. Onlar da uyanmamak için direndiler. Kardeşleri uyanmayınca da abla olan ağlamağa başladı.
“Dokunma, uyusunlar” dediysem de dilim anlamadı.
O insanlara rahatsızlık verdiğimi düşündüm, kızdım kendime. Köyde helâ henüz icat edilmemişti. Yatağından çıkanlar ya ahıra ya da köyün batı tarafındaki tepenin arkasına giderdi, ben de öyle yaptım.
Öğrenci kayıt işlerini Müdürümüz akşamdan bitirmişti. Kahvaltıdan sonra, muhtarlarla vedalaştık. Muhtar Kerem batıya, Oramar’a, Biz de Kuzeye, Sad dağına doğru yürüdük.
Sad dağı biz öğretmenlere çok direndi ama başaramadı. Bir haftadır yol kurdu olmuştuk. Köyden ayrıldıktan üç saat sonra zirveye ulaştık. Artık biz de köylüler gibi hızlı yürümeyi ve dağa tırmanmayı becerebiliyorduk artık. Bir süre iniş gidecek ve daha sonra ovaya ulaşacaktık. Program gereği okulun arabası, bizi ovanın son köyünde karşılayacaktı.
Zirvede olan Sad gölü
Sad dağının kuzey tarafı güneyine inat hoş bir yaşam vaat ediyordu. Ünlü Sad gölleri sıra sıra, raf raf diziliydi. Her biri orta boyutta bir kentin su ihtiyacını karşılayacak kadar büyüktü. Birinci gölün çevresindeki karlar Eylül ay’ı olmasına karşın erimemişti. Güney tarafındaki yalçın kayalıklar, sanki bağdaş kurmuş bir ana gibi göl’ü kucağında tutuyordu. İkinci gölün görünümü daha hoştu. Suyunda çok hafif bir çırpınma vardı ama tertemiz ve buz gibi soğuktu. Çevresinde ağaç yoktu, yeşil çimenler gölün kıyısına kadar uzanıyordu. Yeşilliğin göle yaklaştığı yerde oturduk. Yorgunluktan söz eden olmadı. Reşko dağında sadece karga ve kartallar uçardı. Küçük kuşlardan hiç görmemiştik. Burada ise sığırcık kuşları sürüler halinde uçuyordu. Gökyüzünde bir tur attıktan sonra geliyor göl kenarına konuyor ve Sad dağının kuzey yamaçlarını şenlendiriyorlardı.
“Bu ne büyük çelişki hocam” dedim. “ Sad dağı kendi çocuklarına su vermiyor, boşa akıtıyor. Adaleti yok bu dağın.”
“Dağın adaleti olmaz, dilediği gibi gönlünce yaşar. Doğada, aranırsa her şey bulunabilir, madenler sular petrol ormanlar. Ama adalet bulunduğunu hiç duydun mu? Adalet insanlar arasında bir anlam ifade eder.”
“Sad köylülerini düşünüyorum da, su yok, yol yok, arazileri Irak’ta, Irak’la başları dertte. En yakın kasabaya 8 saat uzaklıkta yaşıyorlar. Buna şans mı demeli. Halbuki tüm köy halkı, de ki ikiyüz kişi olsun... Devlet bir el uzatsa da onları şu gölün kenarına yerleştirse daha güzel olmaz mıydı?” dedim.
“Olmaz… Büyüklerimiz nereye ne uzatacağını bilirler” dedi Satılmış hoca.

Yolculuk boyunca keyifliydim. Bu mis gibi Sad gölleri ile Sad köyünü eşleştirince düzenim bozuldu. Oturduğumuz yerden kalktık, iniş aşağı doğru ağır adımlarla yürümeye başladık. Umutlarımın boş hayallere dönüştüğünü ilk kez fark ettim. Daha ilk ders yılına başlamamış taze bir Türk öğretmeni olarak hafızam darmaduman oldu.