Muzik

13 Nisan 2016 Çarşamba

GÖMLEKSİZİN KÖPRÜSÜ

Bitinya, Güney Karadeniz ülkelerinden biri idi. Batısında Marmara denizi, kuzeyinde Karadeniz, doğusunda Pontus, Paplagonya ve Galatya (Şimdiki Ankara) güneyinde ise Pergamum (Bergama) devletleri ile komşuydu. Dünyanın en dehşet ormanlarına sahipti. Bu yüzden olmalı ki küçük ama güçlü bir ülkeydi. Uzak Asya’dan gelerek Avrupa’ya ulaşan ipek yolu da Bitinya topraklarından geçerdi. Ülkeye giren kervanlar ilk önce Laganya’da (şimdiki Beypazarı) konaklardı. Komşu ülke Galatyalılar ipek yolu kervanlarının orada konaklamasına ve böylece Laganya’nın zenginleşmesine katkıda bulunmalarından hiç memnun değildi. O yüzden arada bir Bitinya’ya savaş açarlardı. İşte bu saldırılar yüzünden Bitinya kralı, kendisine bağlı olan Laganya’yı yönetmek için güçlü ve zeki bir Bey’e görev verirdi.
Aslına bakarsanız Laganya Beyi olmak bıçak sırtı bir iş idi. Hem komşu ülke Galatya ile savaşıp başa çıkacak hem de Bitinya Kralı’na zamanında ve yeteri kadar vergi ödeyerek güvenini kazanmak gerekiyordu.
Kral Prusias zamanında Laganya Beyi Orfe idi. Orfe genç korkusuz atik ve savaşçı bir adamdı. Onun zamanında Beylik en parlak dönemini yaşadı. Tarıma uygun arazileri bereket fışkırıyordu, ahalinin karnı tok sırtı giyinikti. Bu yüzden olmalı ki ahali, Orfe ve ailesini pek severdi. Bey’e hizmet etmekte yarış ederlerdi.
Bey Orfe’nin ailesi oldukça kalabalıktı. Büyük kızı Alginya çok akıllı, zeki ve savaşçıydı. Bu özellikleri nedeniyle bütün Laganyalılar tarafından pek sevilirdi. Belki de mistik bir saygıdan dolayı Alginya’ya hiçbir erkek talip olamadı. Olamadı ama aslında o tüm Laganyalıların sevgilisiydi. Hatta onun Tanrı Atalante’nin (Av Tanrısı) kızı olduğuna inananlar bile vardı. Kim ne derse desin, babası Orfe’nin sağ koluydu. Savaşta ve barışta olağanüstü başarılar sergilerdi. Her sabah atına atlar Laganya’nın kuzey tepelerinde bir tur atardı. Güneşli günlerde ise ovayı dörtnala geçerek güneydeki dağlara tırmanır, oradan bakarak kervan yolunu gözetlerdi.
Uzun zaman oluyor ki Laganya, böyle bir barış ve bereket ortamı yaşamadı. Yirmi seneden beri her şey yolunda gidiyor ahali mutlu Bey daha da keyifliydi. Vergiler zamanında toplanarak krala gönderiliyor, kervanlar düzenli işliyor, ticaret yolunun güvenli oluşu sayesinde memleket olabildiğince zenginleşiyordu.
Bey Orfe artık altmışlı yaşını sürüyordu. Bir güz günüydü, güneydeki küçük tepenin üzerine yaptırdığı ama Laganya’yı her yanı ile gören sarayının avlusunda güneşleniyordu. Büyük karısı, yani Alginya’nın anası Semele yanına gitti. Oturmak için izin istedi. Bu izin istemek her zaman olan işlerden değildi. Genellikle önemli bir şey söyleyecek olduğu zaman ve kocasını yalnız bulduğunda böyle olurdu. İzin verilince saygı ile oturdu;
“Semele” dedi Orfe; “Artık yaşlandım, eskisi gibi ata binemiyor kılıç kullanamıyorum. Tek umudum Alginya. Ne var ki onu bir türlü evlendiremedim. Torunlarımız var ama eminim ki Alginya’dan doğacak olanlar Laganya’yı sorunsuz yönetebilirdi. Artık o da yaşlandı, kırkını geçti” dedi ve sustu. Bir süre ikisi de sustu, karı koca öylece, karşıdan görülen Laganya kentinin sokaklarında dolaşan insanları izledi.
Semele elini kocasının dizi üzerine koydu;
“Bey” dedi. “Sana bir şey söylemek istiyorum.”
Dikkatle karısının yüzüne baktı adam;
“Hadi söyle”
“Söylemek zorundayım ki Alginya hamile.”
“Ama o evli değil.”
“Evet, benim korkum da oradan geliyor zaten. Neredeyse gökteki ay iki kez dolunay haline geldi, hamileliğini izliyorum. Karnı her gün biraz daha büyüyor, şişiyor.”
“Olamaz! Alginya bana böyle bir şey yapamaz! O istedi de ben evlendirmedim mi?” dedi ve bir hışımla yerinden fırladı, sarayına doğru yürüdü. Karısı da peşinden gitti. Bey önde Semele arkada Alginya’nın odasının önüne vardılar. Kapıya bir tekme vurdu Orfe, ardına kadar açıldı. Alginya yataktaydı ve keyifsizdi. Babasını böyle sinirli görünce yüreği ağzına geldi. Yatağının içinde doğrulmak istedi ama yapamadı.
“Bu ne haldir Alginya? Sen istedin de ben evlendirmedim mi? Bu ne hal, söyler misin halkımın yüzüne nasıl bakarım şimdi? Bey’in kızı gizlice döl edinmiş demeyecekler mi?”
“Hastayım baba hamile değilim. Karnım ağrıyor her gün biraz daha takatten düşüyorum, ateşim çıkıyor, kusuyorum. Hamile değilim hastayım diyorum, kimseye inandıramıyorum! Sen beni iyi tanırsın baba, neden inanmıyorsun sözüme, şimdiye kadar yalan konuştum mu sana?”
Dili tutuldu sanki, ne diyeceğini bilemeyen Bey hızla geriye döndü, odadan çıktı yürüdü gitti. Karısı Semele öylece orada kapının arkasında dondu kaldı sanki. Alginya hiç böyle çaresiz olmamıştı, avuçlarını yüzüne kapattı hıçkırarak ağlamaya başladı.
Laganya Beyi Orfe avluya çıktı adamlarına haber saldı. On iki savaşçı kaşla göz arasında at ahırının önünde toplandı. Bey sinirli ve şaşkındı, bir ileri bir geri yürüyüp duruyordu. Neden sonra durdu, gözlerini adamlarının yüzünde gezdirdi.
“Beni iyi dinleyin! Bu konuştuğum sözler burada kalacak” dedi ve yine dolanıp durmaya başladı. Adamları dikkatle onu izliyor ve muhtemelen önemli bir düşman saldırısı var diye hesap ediyorlardı. Uzun zaman oldu onu bu kadar sinirli görmemişlerdi. Bey durdu, ağır adımlarla adamlarına yanaştı. Eli ile yaklaşın işareti yaptı ve sessizce konuşmaya başladı.
“Alginya hamile, çocuğu kimden peydahladığını da söylemiyor. Benim gibi bir Beyin böyle bir kızı olmamalı. Atlarınızı hazırlayın, onu da bir katıra bindirin güneye doğru gidin. Dağların arkasında bir yere götürüp bırakın, öldürmeyin, kurda kuşa yem olsun. Kılıcımla kellesini çoktan uçururdum ama ahali seviyor onu, öldürürsem işler karışabilir. Kimseye söylemeden götürün kaybedin onu. Yürüyemiyor zaten, dağların arkasında çetin bir yamaçta bırakın ki dönüp bir daha gelemesin. Katırı ona bırakmayın alın gelin. Hadi göreyim sizi, iş başına…”
Emri alan adamlar deli gibi Alginya’nın odasına daldı. Dört kişi onu yatağından koparıp aldı. Çığlıkları duyulmasın diye önce ağzını bağladılar sürükleyerek götürdüler. Katırın sırtına bindirip bağladılar. Sarayın arka tarafından hiç kimsenin göremeyeceği yerden ormanın içine karışıp gittiler.
O kendisini götüren adamların hepsini tanıyordu. Hamile değil hasta olduğunu anlatacaktı onlara ama ağzı bağlıydı. Yol boyunca hiç kimse ilgilenmedi onunla, hatta soru soran bile olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse onu götürenler daha dün karşısında saygı ile dururdu. Ama şimdi Bey emir verdi ve emri yerine getirmemek olacak iş değildi. Alginya ne derse desin umurlarında değildi.
Atlılar güneydeki dağın yamacına doğru tırmanmağa başlayınca Alginya’nın sancıları dayanılmaz bir hal aldı. Fakat o ölümüne, dağların arkasına bırakılmaya götürülüyordu. Emir kesindi ve bu yazgıyı hiç kimse değiştiremezdi.
Güz güneşi çoktan batıya dönmüş, çıktıkları dağın yamacı ala karanlık hale gelmişti. Soğukça esen bir kuzey rüzgârı, akşamın serini ile birleşince üşütüyordu hasta yolcuyu. Dağın tepesine çıktıklarında güneş, ufuktaki sarı kuşağın arkasından kayboluyordu. Buradan Galatya köyleri görünüyor, çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyordu. Artık dağın arka yüzünden aşağı inmeye başladılar. Atlar yürümekte zorluk çekiyor. Karanlık iyice çöktü. Ekibin başındaki adam ilk kez konuştu.
“Durun! Tamam, arkadaşlar buraya bırakıp dönelim. İndirin onu!”
Emir acele ile yerine getirildi.
“Alginya” diye seslendi adam.”Seni burada bırakacağız. Eğer dediğin gibi ise, yani sen haklıysan (Yazgı Tanrısı) Mira seni koruyacaktır. Yok eğer yalan konuşuyor ve bir erkekten döl aldıysan burada yılanlara çıyanlara yem olacaksın.”
Başkaca bir şey demedi, on iki adam yeniden atlarına bindi ve Alginya’nın katırını da alarak yokuş yukarı çekip gittiler.

Ellerini çözmüşlerdi ama ağzı henüz bağlıydı. Önce o bağı çözdü. Sonra ayağa kalkmak istediyse de başaramadı. Orada öylece gecenin zifiri karanlığı içinde eriyip gideceğini düşündü. Fakat öyle olmadı, gecenin soğuk ve karanlığı ona iyi gelmeye başladı. Önce bir çaresizlik duygusuna kapıldı, ardından sessizce ağlamağa başladı. Doğrusu o, bu dağların her yerini avucunun içi gibi bilir. Hasta olmasa yine eskisi gibi buralarda bir kısrak gibi koşabilirdi. Lanet olası bu karnı şiştikçe şişiyordu, artık onu daha fazla taşıyamayacağı duygusu ağır basıyordu.
Galatya dağlarının arasından Ay kendisini bir parça gösterdi. Alginya yakın çevresini seçebilmeye başladı. Artık üşüyor, üşüdükçe karnı daha da şişiyor, ağrıyor. Elinin uzanabileceği yerde bir dal parçası fark etti, uzandı aldı. Orman içinden çakal ve kurt ulumaları duymaya başladı. İçini bir korku sardı. Eğer gelecek olurlarsa bu savunmasız haliyle paramparça edileceğini düşündü.
Elinde olmayarak hıçkırarak ağladı. Her seferinde göğsü inip inip kalkıyor gözyaşları gerçek iki çeşme gibi akıyordu. Orada öylece ne kadar ağladığını hatırlayamadı ama gözyaşları göğsünden aşağı akarak önündeki toprağın üzerinde birikmeye başladı. Artık daha fazla ağlamak istemiyordu ama kendine bir türlü engel olamıyordu. Elindeki ağaç dalı ile önünde biriken gözyaşlarına bir akar kanal oluşturmak istedi. Ne kadar zamandır öylece toprağı eşelediğini hatırlayamadı, “Fakat bu işte bir gariplik var” diye geçti içinden. Ne kadar gayret gösterse gözyaşlarından oluşan göleti bir türlü bozamıyor. Sonra da; “bir insandan bu kadar gözyaşı çıkamayacağı” kanaati oluştu kendisinde. Bir hayal dünyasındaydı sanki, yerde mi gökte mi olduğuna karar veremiyordu.  
      Artık Ay iyice yükseldi vakit gece yarısını geçmiş olmalı. Gecenin rüzgârı yakınındaki çam ağaçlarını okşayarak geçiyor oluşan hışıltı kulaklarını da okşuyor gibi geldi ona. Yakınlarından gelen yaban hayvanı seslerine de alıştı artık. İçine düştüğü hayal dünyasından bir türlü çıkamıyor, sanki rüyada yaşıyordu. Karnının ağrısı da azaldı. Oturduğu yerden sıcak bir su çıkmaya başladı. “Olamaz, gözyaşlarım bu kadar birikemez” diye düşündü ama ortada bir gerçek vardı. Biriken o sıcak suyun gölü içinde keyifli bir şekilde oturuyordu. Ay ışığı sayesinde yarı aydınlık ormanı izleyebiliyor ve öylece oturduğu yerde üşümüyor, uyuyordu sanki.
Sabahın aydınlığı uyandırdı onu. Önce çevresine bakındı. Büyükçe, ama suyu iyice sıcak olan bir gölün içinde oturduğunu gördü. Gölün çevresi bodur ağaçlarla sarılıydı. Aralardaki büyük ağaçların dalları bir çatı gibi üstünü örtüyor. Geceyi hatırladı; elindeki ağaç dalı ile karıştırdığı çamur meğerki gözyaşlarından değil yerin altından gelen bu sıcak sudan oluşuyormuş. Karnının acıktığını hissetti, hem açlık duyuyor hem de hararetten dili damağı kurudu. Başını eğdi sıcak sudan içti. Güneş tam tepeye gelene kadar suyun içinden çıkmadı içebildiği kadar içti. Yine de yine suyun tadına kanmadı.
Artık açlık da duymuyor kendisini iyi hissediyordu. Bir de dizleri ve karnı izin verse de ayağa kalkabilse başka bir şey istemezdi. Harareti bir türlü geçmedi. İkide bir su içmeye zorluyor kendisini.
İçinden bir ses “hadi bir daha dene bakalım, kalk yerinden!” diyordu. İçinden öyle geçiyordu ama buna bir türlü cesaret edemiyordu. Bir köpek geldi gölün diğer tarafında durdu, dilini uzatarak suyu yaladı. Sonra da Alginya’ya bakarak havladı. Sesinden tanıdı onu, sarayın çoban köpeklerindendi. İçine bir kuşku düştü; “acaba birisi mi getirdi onu? Belki de ölüp ölmediğimi kontrol ediyorlar.” Köpeğin havlaması bir türlü son bulmadı. Bu sese gelenler olabilir kuşkusuyla köpeği kovmak istedi. Ne dediyse olmadı, gitmedi hayvan. Suyun içinden bir taş parçası buldu köpeğe fırlattı. O anda inanılmaz bir şey oldu; ayaktaydı ve karnı da o kadar büyük değildi. Şaştı kaldı. Suyun içinde yürümeye başladı. Evet, yürüyebiliyordu artık. Üşüdü, yeniden çömeldi suyun içine. Elleriyle yeri yokladı, oturdu.
Bitinya, Bitinya olalı böyle bir şey ne duyulmuş ne de görülmüştü. Halkının gözdesi olan Alginya önce hasta oldu, gözden düştü, sonra canını zor kurtardı. İşte şimdi yeniden Tanrı Mira ona bir şans daha tanıyor olmalı. Bir gecede ayağa kalkar hale geldiğine göre birkaç gün içinde tamamen iyileşeceğine kanaat getirdi.
Sıcak su, Alginya ve çoban köpeği, ulu dağların ardında iyi bir üçlü oluşturdu. Artık yırtıcı yaban hayvanlarından da korkmuyor. Üç gün boyunca suyun içinden çıkmadı. Arada bir su içti yemeği yoktu zaten, yemedi, onun yerine su içti. Artık ayağa kalkıyor suyun içinde keyifle dolaşıyordu. Havuzun en derin yeri memelerine kadar geliyordu. Su içinde geziyor ayağına takılan ağaç parçası yahut küçük taşları temizliyor kendisine iş çıkarıyordu.
Artık karnı da iyice küçüldü, ağrıları dindi, dilediği gibi yürüyebiliyor. Eski güzel günleri geldi aklına mutlandı. Sudan çıktı bir meşe ağacının kovuğuna gitti oturdu, sonra köpeği çağırdı. Koşarak ve kuyruğunu sallayarak geldi hayvan. Sırtını sıvazladı sevdi onu. “Ben üşüyorum yine suya gireceğim, sen buralarda dolaş koru beni e mi?” dedi ona.
O suya doğru giderken köpek de yokuş yukarı koştu. Çok geçmeden dişleri arasına astığı bir bohça ile döndü. Bohçayı gören Alginya tanıdı, annesinin sofra örtüsüydü. “Ortalıkta kimse olmadığına göre onu buraya getiren adamlar mı bırakmış” diye geçti aklından. “Eğer öyle değilse şu anda biri beni gözlüyor olmalı.” Sudan çıktı köpeğin getirdiği bohçayı acele ile açtı. İçinde geçen sene çok pahalıya satın aldığı o meşhur ipek gömleği ve birkaç parça da kışlık elbisesi vardı. Buna çok sevindi. Bütün ihtimalleri bir tarafa atarak; “Bunları annem hazırladı ve beni getiren adamların birine verdi. O da bana veremedi geri dönerken yere düşürdü” diye hesap etti.

Alginya dağların ardına bırakıldığı zaman gökteki ay yuvarlaktı, işte şimdi yine yuvarlak. Bu kadar zaman içinde iyileşti karnı tamamen eridi gitti. Artık kendisini çok iyi hissediyor. Ama babasına gönül koydu. Bundan böyle Galatya’lılara esir düşse bile kılını kıpırdatmayacaktı. Çünkü o kendisine inanmamış bir erkekten döl almakla suçlamıştı. Oysa bu onur kırıcı davranışı yapmayacağını bilmesi gerekirdi. Artık kararını verdi; bundan böyle yoksul insanlara yardım edecek hayır işleriyle uğraşacaktı. Saraya bir daha adım atmayacak, onu seven yoksul halkın içinde hiç kimseye belli etmeden, kılık değiştirerek yaşayıp gidecekti.
Şimdi sağlığına kavuştuğuna ve ölümden de döndüğüne göre hayata yeniden başlayabilirdi. Önce sıcak su gölünün çevresini düzenledi. Su, gölün içinden çıkıyor bir seviye oluşturuyor sonra da Galatya ovasına doğru akıp gidiyor. O tarafa doğru akıyor ama çok uzağa gidemeden, yine toprağın içine süzülüp kayboluyordu.
Artık kış mevsimine girildi. Alginya dağ başında ormanın içinde, sıcak su gölünün yanında kendisine mutlu bir yaşam biçimi kurdu ama artık kar ve kış buralarda daha fazla kalmasına izin vermiyordu. Uzaktan görülen Galatya dağları kalıcı olarak karlandı. Zaten yalnızlıktan sıkılmaya başladı. Güneşli bir günde köpeği ile beraber Laganya’ya doğru gitmek üzere yola koyuldu.
Şimdilerde saray onun için hiçbir anlam ifade etmiyor. Daha kuzeye gidecek halkın arasına karışacak ama güvendiği bir dostunun evine konuk olacaktı. Olanca elbiselerinin tümünü giyinmiş sadece ipek gömleği bohçasının içindeydi. Önce yokuş yukarı tepeye çıktı, sonra dağın geçidinden aştı, kuzey yamacından aşağı doğru inmeye başladı. Köpek bir kayboluyor sonra yeniden yanına geliyor. Belli ki av peşine koşuyor. Güneş batıya doğru döndüğünde o, Laganya deresine ancak indi. Derenin kenarında evler vardı ve sahiplerini tanırdı. Orta yaşlı bir kadın biraz ilerde çeşmenin yanında oturuyordu. Eski alışkanlığına uymuş olmalı ki kadını yanına çağırdı, yolda gelirken avladığı keklikleri verdi ona; “Pişir de yiyelim” dedi. Kadın da Alginya’yı tanıdı. Saygı ile verilenleri aldı, söyleneni yaptı.
Keklikler pişirilmeye hazırlanırken o da bir taşın üzerine oturdu suyun akarını izlemeye koyuldu. Demek ki bu kadın öykümü duymamış, haber buralara kadar gelmemiş diye düşündü. Köpek havladı. Döndü o tarafa baktı, kırk elli kadar deveden oluşan bir kervan geliyordu. İlgisiz bir tavırla onlara değil de akan suyun oluşturduğu köpükleri izlemeyi tercih etti. Eski, hastalıklı hali geldi gözünün önüne. Şişkin ve ağrılar içindeki karnı nasıl olmuş da dağdan çıkan sıcak su ile tedavi olmuştu? Bunu şimdilik hiç kimseye anlatmamalıyım diye düşündü.
Kervan geldi biraz öteden suyun yufka yerinden bu tarafa geçmeye başladı. O yine bir takım hayallere dalmış suyun akarına bakıyor. Bir adam;
“Alginya!” diye seslendi. Döndü baktı, tanıyamadı. Kervancının teki olmalı diye düşündü.
“Seni burada görmek ne büyük şans” dedi adam. Dikkatle baktı çıkaramadı, kervancı anladı;
“Tanıyamadın mı? Daha önce geldiğimde sana bir ipek gömlek satmıştım. Artık öylesini bulmak mümkün olmuyor, Çin’e gitmek lazım. Umarım keyifle kullanıyorsun” dedi.
Hatırladı adamı, birden bir şimşek çaktı kafasında.
“Evet, hatırlamam mı kervancı başı. Ben de şimdi onu düşünüyordum. Keşke o gömleği almasam da onun parası ile bu dere üzerine bir köprü yaptırsaydım diye düşünüyordum. Yağmur mevsimi su çoğalıyor insanlar, hayvanlar geçmekte çok zorluk çekiyor. Dereye düşüp boğulanlar bile oluyor.”
“Çok güzel bir fikir bu, Alginya. Geriye alabilirim onu, yeter ki sen köprü yap.”
“Yanımda, çok az giymişim” dedi ve bohçasını açtı gömleği adama uzattı. Kervancı evirdi çevirdi inceledi. “Kaça vermiştim bunu?”
“Yüzelli altın.”
“Tamam alıyorum.”
“Hayır, şimdi yüzeli olmaz, bu para ile köprü yaptıracağım. Üzerinden sen de geçeceksin. Eğer gerçek ederi kadar ödemezsen köprünün başına adam koyarım, senden köprü geçiş parası alırım. Yolculuk daha pahalıya mal olur sana”
“O zaman ikiyüz vereyim köprüden geçmek hakkım olsun” dedi gülümseyerek. Pazarlık biraz uzadı ama ipek gömlek 250 altına satıldı.
Alginya o akşam orada, o evde geceledi. Ve o sabah tanıdığı bütün köprü ustalarına haber saldı. Ovaya kar yağmadan köprüyü tamamlamak istiyordu.

Köprü inşaatı hızlı başladı. Bu sırada Algiya’nın iyileştiğini ve köprü inşaatına başladığını duyan Laganya halkı para almadan çalışmak üzere Alginya’nın çevresini sardı. İnşaat her gün biraz daha yükseliyordu. Parası çoktan tükenmişti ama gerektiğinde görevlendirdiği aksakal insanlar köyleri gezerek yardım toplayabiliyordu. Çalışanlar tarifi imkânsız bir heyecan içindeydi. Çünkü öldü sandıkları Alginya’ya kavuşmuşlardı. Daha da önemlisi sadece Laganya’nın değil, Bitinya’nın en büyük köprüsünü yapıyorlardı.
Köprü tamamlandı, sıra adını koymaya geldi. Bunun için çalışanların fikri soruldu. Herkes biliyordu ki Alginya bu işe başlamak için gömleğini satmıştı. Gömleğini satmış gömleksiz kalmıştı. O yüzden; “Gömleksizin ‘göğneksizin’ Köprüsü” verdiler adını. Prenseslerinin Laganya ahalisi için ne kadar büyük bir özveride bulunduğunu herkes biliyordu. Ve Alginyayı yere göğe sığdıramıyorlardı.
Köprünün tamamlandığı sabah kar yağdı. Her yer, ova, ormanlar bembeyaz oldu. Gömleksizin köprüsü bir ak gerdanlık gibi Laganya deresini süsledi. Merak eden ama özellikle dizlerinde derman olan Laganya’lılar köprüyü ziyarete gitti.

Alginya ise halkından büyük bir genel kabul gördü. Ondan sonra kendisini Laganya’lılara adadı. Saraya hiç gitmedi, onu “bilinmeyen erkeklerden döl aldı” diye suçlayanlarla hiç konuşmadı, görüşmedi.
Köprüyü yaptırmadan önce ipek gömleğinden başka hiçbir sermayesi olmadığı ve onu satarak halkına sunduğu hizmet, tüm Bitinya’da duyuldu, öğrenildi. O nedenle o köprüye “Alginya Köprüsü” adını vermek isteyenler de oldu. Ama o bunu kabul etmedi. “Gömleksizin köprüsü” adını daha çok sevdi.
                                ***
           Aradan bin yıllar geçti. Köprü defalarca yıkıldı, yeniden yapıldı. Fakat hiç kimse adını değiştirmeyi aklından bile geçirmedi. Günümüzde bile Ankara’dan Beypazarı’na gidenler son model bir köprüden ama “Gömleksizin” Göğneksizin Köprüsünden geçerler.
          Sıcak su ise orada, dağın arka yamacındaki küçük vadide öylece, halen akıyor, şifa dağıtmaya devam ediyor. Eskiden olduğu gibi biraz aşağıdan toprağın içine süzülüp yine kayboluyor.…   

Hiç yorum yok: