Bitinya, Güney Karadeniz ülkelerinden biri
idi. Batısında Marmara denizi, kuzeyinde Karadeniz, doğusunda Pontus,
Paplagonya ve Galatya (Şimdiki Ankara) güneyinde ise Pergamum (Bergama)
devletleri ile komşuydu. Dünyanın en dehşet ormanlarına sahipti. Bu yüzden
olmalı ki küçük ama güçlü bir ülkeydi. Uzak Asya’dan gelerek Avrupa’ya ulaşan
ipek yolu da Bitinya topraklarından geçerdi. Ülkeye giren kervanlar ilk önce
Laganya’da (şimdiki Beypazarı) konaklardı. Komşu ülke Galatyalılar ipek yolu kervanlarının
orada konaklamasına ve böylece Laganya’nın zenginleşmesine katkıda bulunmalarından
hiç memnun değildi. O yüzden arada bir Bitinya’ya savaş açarlardı. İşte bu saldırılar
yüzünden Bitinya kralı, kendisine bağlı olan Laganya’yı yönetmek için güçlü ve
zeki bir Bey’e görev verirdi.
Aslına bakarsanız
Laganya Beyi olmak bıçak sırtı bir iş idi. Hem komşu ülke Galatya ile savaşıp
başa çıkacak hem de Bitinya Kralı’na zamanında ve yeteri kadar vergi ödeyerek
güvenini kazanmak gerekiyordu.
Kral Prusias
zamanında Laganya Beyi Orfe idi. Orfe genç korkusuz atik ve savaşçı bir adamdı.
Onun zamanında Beylik en parlak dönemini yaşadı. Tarıma uygun arazileri bereket
fışkırıyordu, ahalinin karnı tok sırtı giyinikti. Bu yüzden olmalı ki ahali,
Orfe ve ailesini pek severdi. Bey’e hizmet etmekte yarış ederlerdi.
Bey Orfe’nin ailesi
oldukça kalabalıktı. Büyük kızı Alginya çok akıllı, zeki ve savaşçıydı. Bu
özellikleri nedeniyle bütün Laganyalılar tarafından pek sevilirdi. Belki de
mistik bir saygıdan dolayı Alginya’ya hiçbir erkek talip olamadı. Olamadı ama
aslında o tüm Laganyalıların sevgilisiydi. Hatta onun Tanrı Atalante’nin (Av
Tanrısı) kızı olduğuna inananlar bile vardı. Kim ne derse desin, babası Orfe’nin
sağ koluydu. Savaşta ve barışta olağanüstü başarılar sergilerdi. Her sabah
atına atlar Laganya’nın kuzey tepelerinde bir tur atardı. Güneşli günlerde ise
ovayı dörtnala geçerek güneydeki dağlara tırmanır, oradan bakarak kervan yolunu
gözetlerdi.
Uzun zaman oluyor
ki Laganya, böyle bir barış ve bereket ortamı yaşamadı. Yirmi seneden beri her
şey yolunda gidiyor ahali mutlu Bey daha da keyifliydi. Vergiler zamanında
toplanarak krala gönderiliyor, kervanlar düzenli işliyor, ticaret yolunun
güvenli oluşu sayesinde memleket olabildiğince zenginleşiyordu.
Bey Orfe artık altmışlı
yaşını sürüyordu. Bir güz günüydü, güneydeki küçük tepenin üzerine yaptırdığı ama
Laganya’yı her yanı ile gören sarayının avlusunda güneşleniyordu. Büyük karısı,
yani Alginya’nın anası Semele yanına gitti. Oturmak için izin istedi. Bu izin
istemek her zaman olan işlerden değildi. Genellikle önemli bir şey söyleyecek
olduğu zaman ve kocasını yalnız bulduğunda böyle olurdu. İzin verilince saygı
ile oturdu;
“Semele” dedi Orfe;
“Artık yaşlandım, eskisi gibi ata binemiyor kılıç kullanamıyorum. Tek umudum
Alginya. Ne var ki onu bir türlü evlendiremedim. Torunlarımız var ama eminim ki
Alginya’dan doğacak olanlar Laganya’yı sorunsuz yönetebilirdi. Artık o da yaşlandı,
kırkını geçti” dedi ve sustu. Bir süre ikisi de sustu, karı koca öylece,
karşıdan görülen Laganya kentinin sokaklarında dolaşan insanları izledi.
Semele elini
kocasının dizi üzerine koydu;
“Bey” dedi. “Sana bir
şey söylemek istiyorum.”
Dikkatle karısının
yüzüne baktı adam;
“Hadi söyle”
“Söylemek
zorundayım ki Alginya hamile.”
“Ama o evli değil.”
“Evet, benim korkum
da oradan geliyor zaten. Neredeyse gökteki ay iki kez dolunay haline geldi,
hamileliğini izliyorum. Karnı her gün biraz daha büyüyor, şişiyor.”
“Olamaz! Alginya
bana böyle bir şey yapamaz! O istedi de ben evlendirmedim mi?” dedi ve bir
hışımla yerinden fırladı, sarayına doğru yürüdü. Karısı da peşinden gitti. Bey
önde Semele arkada Alginya’nın odasının önüne vardılar. Kapıya bir tekme vurdu
Orfe, ardına kadar açıldı. Alginya yataktaydı ve keyifsizdi. Babasını böyle
sinirli görünce yüreği ağzına geldi. Yatağının içinde doğrulmak istedi ama yapamadı.
“Bu ne haldir
Alginya? Sen istedin de ben evlendirmedim mi? Bu ne hal, söyler misin halkımın
yüzüne nasıl bakarım şimdi? Bey’in kızı gizlice döl edinmiş demeyecekler mi?”
“Hastayım baba
hamile değilim. Karnım ağrıyor her gün biraz daha takatten düşüyorum, ateşim
çıkıyor, kusuyorum. Hamile değilim hastayım diyorum, kimseye inandıramıyorum! Sen
beni iyi tanırsın baba, neden inanmıyorsun sözüme, şimdiye kadar yalan konuştum
mu sana?”
Dili tutuldu sanki,
ne diyeceğini bilemeyen Bey hızla geriye döndü, odadan çıktı yürüdü gitti.
Karısı Semele öylece orada kapının arkasında dondu kaldı sanki. Alginya hiç
böyle çaresiz olmamıştı, avuçlarını yüzüne kapattı hıçkırarak ağlamaya başladı.
Laganya Beyi Orfe
avluya çıktı adamlarına haber saldı. On iki savaşçı kaşla göz arasında at
ahırının önünde toplandı. Bey sinirli ve şaşkındı, bir ileri bir geri yürüyüp
duruyordu. Neden sonra durdu, gözlerini adamlarının yüzünde gezdirdi.
“Beni iyi dinleyin!
Bu konuştuğum sözler burada kalacak” dedi ve yine dolanıp durmaya başladı.
Adamları dikkatle onu izliyor ve muhtemelen önemli bir düşman saldırısı var
diye hesap ediyorlardı. Uzun zaman oldu onu bu kadar sinirli görmemişlerdi. Bey
durdu, ağır adımlarla adamlarına yanaştı. Eli ile yaklaşın işareti yaptı ve
sessizce konuşmaya başladı.
“Alginya hamile,
çocuğu kimden peydahladığını da söylemiyor. Benim gibi bir Beyin böyle bir kızı
olmamalı. Atlarınızı hazırlayın, onu da bir katıra bindirin güneye doğru gidin.
Dağların arkasında bir yere götürüp bırakın, öldürmeyin, kurda kuşa yem olsun.
Kılıcımla kellesini çoktan uçururdum ama ahali seviyor onu, öldürürsem işler
karışabilir. Kimseye söylemeden götürün kaybedin onu. Yürüyemiyor zaten,
dağların arkasında çetin bir yamaçta bırakın ki dönüp bir daha gelemesin. Katırı
ona bırakmayın alın gelin. Hadi göreyim sizi, iş başına…”
Emri alan adamlar deli
gibi Alginya’nın odasına daldı. Dört kişi onu yatağından koparıp aldı. Çığlıkları
duyulmasın diye önce ağzını bağladılar sürükleyerek götürdüler. Katırın sırtına
bindirip bağladılar. Sarayın arka tarafından hiç kimsenin göremeyeceği yerden ormanın
içine karışıp gittiler.
O kendisini götüren
adamların hepsini tanıyordu. Hamile değil hasta olduğunu anlatacaktı onlara ama
ağzı bağlıydı. Yol boyunca hiç kimse ilgilenmedi onunla, hatta soru soran bile
olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse onu götürenler daha dün karşısında saygı
ile dururdu. Ama şimdi Bey emir verdi ve emri yerine getirmemek olacak iş
değildi. Alginya ne derse desin umurlarında değildi.
Atlılar güneydeki
dağın yamacına doğru tırmanmağa başlayınca Alginya’nın sancıları dayanılmaz bir
hal aldı. Fakat o ölümüne, dağların arkasına bırakılmaya götürülüyordu. Emir
kesindi ve bu yazgıyı hiç kimse değiştiremezdi.
Güz güneşi çoktan
batıya dönmüş, çıktıkları dağın yamacı ala karanlık hale gelmişti. Soğukça esen
bir kuzey rüzgârı, akşamın serini ile birleşince üşütüyordu hasta yolcuyu.
Dağın tepesine çıktıklarında güneş, ufuktaki sarı kuşağın arkasından kayboluyordu.
Buradan Galatya köyleri görünüyor, çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyordu.
Artık dağın arka yüzünden aşağı inmeye başladılar. Atlar yürümekte zorluk
çekiyor. Karanlık iyice çöktü. Ekibin başındaki adam ilk kez konuştu.
“Durun! Tamam,
arkadaşlar buraya bırakıp dönelim. İndirin onu!”
Emir acele ile
yerine getirildi.
“Alginya” diye
seslendi adam.”Seni burada bırakacağız. Eğer dediğin gibi ise, yani sen
haklıysan (Yazgı Tanrısı) Mira seni koruyacaktır. Yok eğer yalan konuşuyor ve
bir erkekten döl aldıysan burada yılanlara çıyanlara yem olacaksın.”
Başkaca bir şey demedi,
on iki adam yeniden atlarına bindi ve Alginya’nın katırını da alarak yokuş
yukarı çekip gittiler.
Ellerini
çözmüşlerdi ama ağzı henüz bağlıydı. Önce o bağı çözdü. Sonra ayağa kalkmak
istediyse de başaramadı. Orada öylece gecenin zifiri karanlığı içinde eriyip
gideceğini düşündü. Fakat öyle olmadı, gecenin soğuk ve karanlığı ona iyi
gelmeye başladı. Önce bir çaresizlik duygusuna kapıldı, ardından sessizce ağlamağa
başladı. Doğrusu o, bu dağların her yerini avucunun içi gibi bilir. Hasta
olmasa yine eskisi gibi buralarda bir kısrak gibi koşabilirdi. Lanet olası bu
karnı şiştikçe şişiyordu, artık onu daha fazla taşıyamayacağı duygusu ağır basıyordu.
Galatya dağlarının
arasından Ay kendisini bir parça gösterdi. Alginya yakın çevresini seçebilmeye
başladı. Artık üşüyor, üşüdükçe karnı daha da şişiyor, ağrıyor. Elinin
uzanabileceği yerde bir dal parçası fark etti, uzandı aldı. Orman içinden çakal
ve kurt ulumaları duymaya başladı. İçini bir korku sardı. Eğer gelecek
olurlarsa bu savunmasız haliyle paramparça edileceğini düşündü.
Elinde olmayarak hıçkırarak
ağladı. Her seferinde göğsü inip inip kalkıyor gözyaşları gerçek iki çeşme gibi
akıyordu. Orada öylece ne kadar ağladığını hatırlayamadı ama gözyaşları
göğsünden aşağı akarak önündeki toprağın üzerinde birikmeye başladı. Artık daha
fazla ağlamak istemiyordu ama kendine bir türlü engel olamıyordu. Elindeki ağaç
dalı ile önünde biriken gözyaşlarına bir akar kanal oluşturmak istedi. Ne kadar
zamandır öylece toprağı eşelediğini hatırlayamadı, “Fakat bu işte bir gariplik
var” diye geçti içinden. Ne kadar gayret gösterse gözyaşlarından oluşan göleti bir
türlü bozamıyor. Sonra da; “bir insandan bu kadar gözyaşı çıkamayacağı” kanaati
oluştu kendisinde. Bir hayal dünyasındaydı sanki, yerde mi gökte mi olduğuna
karar veremiyordu.
Artık Ay iyice yükseldi vakit gece yarısını geçmiş olmalı. Gecenin rüzgârı
yakınındaki çam ağaçlarını okşayarak geçiyor oluşan hışıltı kulaklarını da
okşuyor gibi geldi ona. Yakınlarından gelen yaban hayvanı seslerine de alıştı
artık. İçine düştüğü hayal dünyasından bir türlü çıkamıyor, sanki rüyada
yaşıyordu. Karnının ağrısı da azaldı. Oturduğu yerden sıcak bir su çıkmaya
başladı. “Olamaz, gözyaşlarım bu kadar birikemez” diye düşündü ama ortada bir
gerçek vardı. Biriken o sıcak suyun gölü içinde keyifli bir şekilde oturuyordu.
Ay ışığı sayesinde yarı aydınlık ormanı izleyebiliyor ve öylece oturduğu yerde üşümüyor,
uyuyordu sanki.
Sabahın aydınlığı uyandırdı
onu. Önce çevresine bakındı. Büyükçe, ama suyu iyice sıcak olan bir gölün içinde
oturduğunu gördü. Gölün çevresi bodur ağaçlarla sarılıydı. Aralardaki büyük ağaçların
dalları bir çatı gibi üstünü örtüyor. Geceyi hatırladı; elindeki ağaç dalı ile
karıştırdığı çamur meğerki gözyaşlarından değil yerin altından gelen bu sıcak
sudan oluşuyormuş. Karnının acıktığını hissetti, hem açlık duyuyor hem de
hararetten dili damağı kurudu. Başını eğdi sıcak sudan içti. Güneş tam tepeye
gelene kadar suyun içinden çıkmadı içebildiği kadar içti. Yine de yine suyun
tadına kanmadı.
Artık açlık da
duymuyor kendisini iyi hissediyordu. Bir de dizleri ve karnı izin verse de
ayağa kalkabilse başka bir şey istemezdi. Harareti bir türlü geçmedi. İkide bir
su içmeye zorluyor kendisini.
İçinden bir ses “hadi
bir daha dene bakalım, kalk yerinden!” diyordu. İçinden öyle geçiyordu ama buna
bir türlü cesaret edemiyordu. Bir köpek geldi gölün diğer tarafında durdu,
dilini uzatarak suyu yaladı. Sonra da Alginya’ya bakarak havladı. Sesinden tanıdı
onu, sarayın çoban köpeklerindendi. İçine bir kuşku düştü; “acaba birisi mi
getirdi onu? Belki de ölüp ölmediğimi kontrol ediyorlar.” Köpeğin havlaması bir
türlü son bulmadı. Bu sese gelenler olabilir kuşkusuyla köpeği kovmak istedi.
Ne dediyse olmadı, gitmedi hayvan. Suyun içinden bir taş parçası buldu köpeğe
fırlattı. O anda inanılmaz bir şey oldu; ayaktaydı ve karnı da o kadar büyük değildi.
Şaştı kaldı. Suyun içinde yürümeye başladı. Evet, yürüyebiliyordu artık. Üşüdü,
yeniden çömeldi suyun içine. Elleriyle yeri yokladı, oturdu.
Bitinya, Bitinya
olalı böyle bir şey ne duyulmuş ne de görülmüştü. Halkının gözdesi olan Alginya
önce hasta oldu, gözden düştü, sonra canını zor kurtardı. İşte şimdi yeniden
Tanrı Mira ona bir şans daha tanıyor olmalı. Bir gecede ayağa kalkar hale
geldiğine göre birkaç gün içinde tamamen iyileşeceğine kanaat getirdi.
Sıcak su, Alginya
ve çoban köpeği, ulu dağların ardında iyi bir üçlü oluşturdu. Artık yırtıcı
yaban hayvanlarından da korkmuyor. Üç gün boyunca suyun içinden çıkmadı. Arada
bir su içti yemeği yoktu zaten, yemedi, onun yerine su içti. Artık ayağa
kalkıyor suyun içinde keyifle dolaşıyordu. Havuzun en derin yeri memelerine
kadar geliyordu. Su içinde geziyor ayağına takılan ağaç parçası yahut küçük
taşları temizliyor kendisine iş çıkarıyordu.
Artık karnı da
iyice küçüldü, ağrıları dindi, dilediği gibi yürüyebiliyor. Eski güzel günleri
geldi aklına mutlandı. Sudan çıktı bir meşe ağacının kovuğuna gitti oturdu,
sonra köpeği çağırdı. Koşarak ve kuyruğunu sallayarak geldi hayvan. Sırtını
sıvazladı sevdi onu. “Ben üşüyorum yine suya gireceğim, sen buralarda dolaş
koru beni e mi?” dedi ona.
O suya doğru
giderken köpek de yokuş yukarı koştu. Çok geçmeden dişleri arasına astığı bir
bohça ile döndü. Bohçayı gören Alginya tanıdı, annesinin sofra örtüsüydü.
“Ortalıkta kimse olmadığına göre onu buraya getiren adamlar mı bırakmış” diye
geçti aklından. “Eğer öyle değilse şu anda biri beni gözlüyor olmalı.” Sudan
çıktı köpeğin getirdiği bohçayı acele ile açtı. İçinde geçen sene çok pahalıya
satın aldığı o meşhur ipek gömleği ve birkaç parça da kışlık elbisesi vardı. Buna
çok sevindi. Bütün ihtimalleri bir tarafa atarak; “Bunları annem hazırladı ve
beni getiren adamların birine verdi. O da bana veremedi geri dönerken yere düşürdü”
diye hesap etti.
Alginya dağların
ardına bırakıldığı zaman gökteki ay yuvarlaktı, işte şimdi yine yuvarlak. Bu
kadar zaman içinde iyileşti karnı tamamen eridi gitti. Artık kendisini çok iyi
hissediyor. Ama babasına gönül koydu. Bundan böyle Galatya’lılara esir düşse
bile kılını kıpırdatmayacaktı. Çünkü o kendisine inanmamış bir erkekten döl
almakla suçlamıştı. Oysa bu onur kırıcı davranışı yapmayacağını bilmesi gerekirdi.
Artık kararını verdi; bundan böyle yoksul insanlara yardım edecek hayır
işleriyle uğraşacaktı. Saraya bir daha adım atmayacak, onu seven yoksul halkın
içinde hiç kimseye belli etmeden, kılık değiştirerek yaşayıp gidecekti.
Şimdi sağlığına
kavuştuğuna ve ölümden de döndüğüne göre hayata yeniden başlayabilirdi. Önce
sıcak su gölünün çevresini düzenledi. Su, gölün içinden çıkıyor bir seviye
oluşturuyor sonra da Galatya ovasına doğru akıp gidiyor. O tarafa doğru akıyor
ama çok uzağa gidemeden, yine toprağın içine süzülüp kayboluyordu.
Artık kış mevsimine
girildi. Alginya dağ başında ormanın içinde, sıcak su gölünün yanında kendisine
mutlu bir yaşam biçimi kurdu ama artık kar ve kış buralarda daha fazla
kalmasına izin vermiyordu. Uzaktan görülen Galatya dağları kalıcı olarak
karlandı. Zaten yalnızlıktan sıkılmaya başladı. Güneşli bir günde köpeği ile
beraber Laganya’ya doğru gitmek üzere yola koyuldu.
Şimdilerde saray
onun için hiçbir anlam ifade etmiyor. Daha kuzeye gidecek halkın arasına
karışacak ama güvendiği bir dostunun evine konuk olacaktı. Olanca elbiselerinin
tümünü giyinmiş sadece ipek gömleği bohçasının içindeydi. Önce yokuş yukarı
tepeye çıktı, sonra dağın geçidinden aştı, kuzey yamacından aşağı doğru inmeye
başladı. Köpek bir kayboluyor sonra yeniden yanına geliyor. Belli ki av peşine
koşuyor. Güneş batıya doğru döndüğünde o, Laganya deresine ancak indi. Derenin
kenarında evler vardı ve sahiplerini tanırdı. Orta yaşlı bir kadın biraz ilerde
çeşmenin yanında oturuyordu. Eski alışkanlığına uymuş olmalı ki kadını yanına
çağırdı, yolda gelirken avladığı keklikleri verdi ona; “Pişir de yiyelim” dedi.
Kadın da Alginya’yı tanıdı. Saygı ile verilenleri aldı, söyleneni yaptı.
Keklikler
pişirilmeye hazırlanırken o da bir taşın üzerine oturdu suyun akarını izlemeye
koyuldu. Demek ki bu kadın öykümü duymamış, haber buralara kadar gelmemiş diye
düşündü. Köpek havladı. Döndü o tarafa baktı, kırk elli kadar deveden oluşan
bir kervan geliyordu. İlgisiz bir tavırla onlara değil de akan suyun oluşturduğu
köpükleri izlemeyi tercih etti. Eski, hastalıklı hali geldi gözünün önüne.
Şişkin ve ağrılar içindeki karnı nasıl olmuş da dağdan çıkan sıcak su ile
tedavi olmuştu? Bunu şimdilik hiç kimseye anlatmamalıyım diye düşündü.
Kervan geldi biraz
öteden suyun yufka yerinden bu tarafa geçmeye başladı. O yine bir takım
hayallere dalmış suyun akarına bakıyor. Bir adam;
“Alginya!” diye seslendi.
Döndü baktı, tanıyamadı. Kervancının teki olmalı diye düşündü.
“Seni burada görmek
ne büyük şans” dedi adam. Dikkatle baktı çıkaramadı, kervancı anladı;
“Tanıyamadın mı? Daha
önce geldiğimde sana bir ipek gömlek satmıştım. Artık öylesini bulmak mümkün olmuyor,
Çin’e gitmek lazım. Umarım keyifle kullanıyorsun” dedi.
Hatırladı adamı,
birden bir şimşek çaktı kafasında.
“Evet, hatırlamam
mı kervancı başı. Ben de şimdi onu düşünüyordum. Keşke o gömleği almasam da onun
parası ile bu dere üzerine bir köprü yaptırsaydım diye düşünüyordum. Yağmur mevsimi
su çoğalıyor insanlar, hayvanlar geçmekte çok zorluk çekiyor. Dereye düşüp
boğulanlar bile oluyor.”
“Çok güzel bir
fikir bu, Alginya. Geriye alabilirim onu, yeter ki sen köprü yap.”
“Yanımda, çok az
giymişim” dedi ve bohçasını açtı gömleği adama uzattı. Kervancı evirdi çevirdi
inceledi. “Kaça vermiştim bunu?”
“Yüzelli altın.”
“Tamam alıyorum.”
“Hayır, şimdi yüzeli
olmaz, bu para ile köprü yaptıracağım. Üzerinden sen de geçeceksin. Eğer gerçek
ederi kadar ödemezsen köprünün başına adam koyarım, senden köprü geçiş parası
alırım. Yolculuk daha pahalıya mal olur sana”
“O zaman ikiyüz
vereyim köprüden geçmek hakkım olsun” dedi gülümseyerek. Pazarlık biraz uzadı
ama ipek gömlek 250 altına satıldı.
Alginya o akşam
orada, o evde geceledi. Ve o sabah tanıdığı bütün köprü ustalarına haber saldı.
Ovaya kar yağmadan köprüyü tamamlamak istiyordu.
Köprü inşaatı hızlı
başladı. Bu sırada Algiya’nın iyileştiğini ve köprü inşaatına başladığını duyan
Laganya halkı para almadan çalışmak üzere Alginya’nın çevresini sardı. İnşaat
her gün biraz daha yükseliyordu. Parası çoktan tükenmişti ama gerektiğinde görevlendirdiği
aksakal insanlar köyleri gezerek yardım toplayabiliyordu. Çalışanlar tarifi
imkânsız bir heyecan içindeydi. Çünkü öldü sandıkları Alginya’ya kavuşmuşlardı.
Daha da önemlisi sadece Laganya’nın değil, Bitinya’nın en büyük köprüsünü
yapıyorlardı.
Köprü tamamlandı,
sıra adını koymaya geldi. Bunun için çalışanların fikri soruldu. Herkes
biliyordu ki Alginya bu işe başlamak için gömleğini satmıştı. Gömleğini satmış
gömleksiz kalmıştı. O yüzden; “Gömleksizin ‘göğneksizin’ Köprüsü” verdiler
adını. Prenseslerinin Laganya ahalisi için ne kadar büyük bir özveride bulunduğunu
herkes biliyordu. Ve Alginyayı yere göğe sığdıramıyorlardı.
Köprünün
tamamlandığı sabah kar yağdı. Her yer, ova, ormanlar bembeyaz oldu. Gömleksizin
köprüsü bir ak gerdanlık gibi Laganya deresini süsledi. Merak eden ama
özellikle dizlerinde derman olan Laganya’lılar köprüyü ziyarete gitti.
Alginya ise
halkından büyük bir genel kabul gördü. Ondan sonra kendisini Laganya’lılara adadı.
Saraya hiç gitmedi, onu “bilinmeyen erkeklerden döl aldı” diye suçlayanlarla
hiç konuşmadı, görüşmedi.
Köprüyü yaptırmadan önce
ipek gömleğinden başka hiçbir sermayesi olmadığı ve onu satarak halkına sunduğu
hizmet, tüm Bitinya’da duyuldu, öğrenildi. O nedenle o köprüye “Alginya
Köprüsü” adını vermek isteyenler de oldu. Ama o bunu kabul etmedi. “Gömleksizin
köprüsü” adını daha çok sevdi. ***
Aradan bin yıllar geçti. Köprü defalarca yıkıldı, yeniden yapıldı. Fakat hiç kimse adını değiştirmeyi aklından bile geçirmedi. Günümüzde bile Ankara’dan Beypazarı’na gidenler son model bir köprüden ama “Gömleksizin” Göğneksizin Köprüsünden geçerler.
Sıcak su ise orada, dağın arka yamacındaki küçük vadide öylece, halen akıyor, şifa dağıtmaya devam ediyor. Eskiden olduğu gibi biraz aşağıdan toprağın içine süzülüp yine kayboluyor.…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder