Çiller deresi ile Köstebek çayının kesiştiği yerde dev
boyutlu asırlık çınar ağaçları vardı. Aralarındaki mesafe o kadar yakın değildi
ama dalları birbirleriyle kucaklaşır, güneş, günün hiçbir saatinde fırsat bulup
da toprağa ulaşamazdı. O kadar ki bir hafta yağmur yağsa yer ıslanmazdı.
Milyonlarca kuş yuvalanırdı orman içine. Yaban hayvanları da kış gelince oralarda
barınırdı.
Köstebek vadisinden geçen, Mudurnu yolu ile Nallıhan
tarafına doğru gidildikçe orman seyrekleşir ağaç boyları daha da kısalırdı.
Çiller deresi ile köstebek çayının birleştiği o harika
yer, dünyanın merkezi gibiydi bir bakıma. İstanbul tarafından gelip Göynüğü
yahut Mudurnu’yu geçerek doğuya doğru gitmek isteyen kervanlar orada
konaklardı. İnebolu tarafından gelerek Eskişehir, Afyon, Konya üzerinden
Adana'ya doğru gitmek isteyen kervanlar da konaklamak için orasını tercih
ederdi. O nedenle Çiller ile Köstebek derelerinin kesiştiği yerde, o harika
park alanı, hem Osmanlı hem de dünya haberlerinin konuşulduğu bir yer olurdu.
Sürülerle yük hayvanı gelir yükleri boşaltılır sonra da salıverilirdi.
Kervancılar dinlenene kadar hayvanlar otlar karınlarını doyururdu. Çiller ile
Köstebek kavşağı, daha doğrusu Uluhan’dan Nallıhan’a uzanan vadi güvenli bir
yerdi. Bu güven aslında bölge halkının da bir göstergesiydi.
Karacasu köyü; Çiller deresi ile Köstebek deresinin
kesiştiği yerden Uluhan'a doğru giderken bir masal anlatımı kadar uzaklıkta,
Olca dağının tam dibindedir. Köy o dağdan akan, Karaca suyun adı ile anılır.
Karacasu, köstebek deresi ile birleşmeden önce köyün bahçelerini sulamayı ihmal
etmez. Daha sonra birleşen bu iki su çoğalarak Çillere doğru akar. Orada, yani
kervancıların mola verdiği yerde Çiller deresi ile kucaklaşarak Nallıhan'a
doğru kıvrak hareketlerle akar gider. Gider gitmesine ama o vadiye hayat
vermeyi de ihmal etmez. Bostan bahçeleri, pirinç tarlaları Karacasuyun verdiği
güçle hayat bulur.
Karacasu köyü onbeş hanelik küçük bir köydü. Köylüler
yakacak odunu Olca dağından temin ederdi. Küçük köyün çalışkan insanları odun
yapmak için suyun pınarı başında oluşan şelaleye kadar çıktıkları da olur.
Dağın yamaçlarında koyun keçi yayarlardı. Orman içindeki bayırlarda hayvanların
zil sesleri duyulur. Çobanlar dağdan dağa ıslık üfleyerek haberleşirlerdi.
Köyün doğal güzelliği, Çiller kavşağındaki kervan
konaklama yerinden geri kalmaz. Yeşil, çimenli düzlüğü çam ağaçları arasından
insana gülümser. Arada bir Uluhan tarafından hafif bir rüzgâr eser. Çam
ağaçlarının koca dallarında iğne yapraklar bir genç kız yüreği gibi pırpırlar
sinekleri ürkütürler. O nedenle ne karasinek ne de sivrisi uğrayamazdı oralara.
Dağdan gelen suyun bir kolu Köyün orta yerinden geçer,
oradaki çeşmeyi şenlendirir sonra da tarla aralarından aşağı doğru yoluna devam
eder, akar gider. Doğrusunu söylemek gerekirse Karacasu; adını verdiği köye
hayat da verir.
Senesi pek belli değil ama Güneş ve Ay tutulmasının
yaşandığı o haftanın sonunda arkası gelmez yağmurlar başladı. Sanki gök
delinmiş de Nuh tufanı gibi dünyayı sular altında bırakacaktı. Dur durak bilmeden
yağıyordu. Derelerin suyu birkaç misli arttı, dağ yamaçlarında orman aralarında
yeni dereler türemeye başladı. Çobanlar gök gürültüsü ve yıldırımdan korktuğu
için koyun ve keçilerini dağlara süremedi. Köy çeşmesinin suyu dahi hiç
görülmediği kadar arttı. Ağaç dallarına değen yağmurun hışıltısını işiten
çocuklar, uyudukça uyudu.
Yağmur herkesi yıldırdı. Artık köpekler havlamıyor,
atlar kişnemiyor, kuzular melemiyordu. Köyün Aksakal Bilgesi dahi şaştı kaldı
bu yağmura. Eğer sular akmayıp da birikse birkaç adam boyunu aşabilirdi.
Yağmurun kesildiği yedinci günde bulutlar hızla doğuya
doğru aktı gitti. Güneş kocaman bir değirmen taşı gibi asılı kaldı gökyüzünde.
Aylardan Ağustostu ve serin olması gerekirken, sıcaklık yükseldikçe
yükseliyordu.
Eylül ayı gelince, köy çeşmesinin suyu iyice azaldı.
Kanalın bozulduğunu sananlar biraz arka taraftan geçen Karacasu'ya gidip
baktılar. Baktılar ama şaşırıp kaldılar. Çünkü Karacasu iyice azalmış ve artık
neredeyse akmaz olmuştu.
Aksakal Bilge özgüven sahibi, upuzun, bembeyaz sakalı
olan bir adamdı. Öncelikle ona haber verdiler. O da bu işe bir anlam veremedi.
Ancak “belli ki hayra yorulacak iş değil” diye düşündü. Yerinden kalktı,
etrafında olan adamlar toparlanmaya başladı. Avluya çıktığı zaman köyün
adamları, kadınlar ve çocuklar orada öylece onu bekliyordu. Bilge’nin gözleri
teker teker onu izleyenlerin yüzünü dolaştı. Gördü ki gözlerinde umutsuzluk
vardı. Döndü oğluna baktı. Oğlu onu anladı, koşarak bastonunu getirdi, eline
tutuşturdu.
Çeşmenin yanına kadar yürüdüler. Aksakal Bilge önde,
erkekler arkasında, daha geriden çocuklar ve en arkadan da kadınlar gidiyordu.
Suyun akmadığını gördü. Bir elini çeşmenin oluğuna tuttu. Hiç kimseden çıt
çıkmıyordu. Sonra elini oluktan çekti ve iki avucunu yan yana getirdi, Herkes
“Amin” dedi. Yeniden yürümeye başladı. Tepenin arkasından geçen Karacasu'nun
yatağına bakmak istiyordu.
Şaşılacak bir iş; Karacasu intihar etmişti sanki.
Yatağında öksüz kalan kurbağalar su birikintilerine sığınmaya çalışıyordu.
Bilge ise elini kaşının üzerine getirip ta yukarılara Olca dağının başına doğru
baktı. Bir şey görmek istiyordu, belli ki göremedi. Sonra arkasındaki insanlara
döndü; “Böylesini ne gördüm ne de işittim. Karacasu öldü! Oysa bizim köyden
Nallıhan'a kadar uzanan topraklara hayat veriyordu. Yolu üzerinde yaşayan
binlerce insana, hayvana kurda kuşa da hayat vererek akıyordu” neredeyse
ağlayacaktı.
Tekrar olca dağına doğru baktı, sanki oradan bir ses
bir işaret bekliyordu. Ne bir ses ne bir nefes duyamadı. Başını öne eğdi,
elindeki bastonuyla yeri eşelemeye çalıştı anlamsızca.
Bir umutsuzluk çöktü köye. Aksakal Bilge mutlaka bu işe
bir çözüm bulur, diye düşünenler bile şaşkındı. Suyun akmaması buralardan göç
etmek anlamına gelirdi. Oysa buraları onların ata yurduydu. Eğer su akmazsa
insanlar, koyunlar, keçiler, inekler ne yapar nasıl hayatta kalabilirdi?
Bahçeler tarlalar ne ile sulanır, sulama olmazsa ürünler kuruyup gider, diye
düşünmeye başladılar.
Bilge Aksakal her sabah Olca dağına tırmanır, karaca
suyun pınarına varıp orada otururdu. Az yukarıda genişçe bir düzlük vardı.
Düzlük dört bir yandan çam ağacı dallarının örtüsü altındaydı. Karacasu buradan
geçerek uçurumdan aşağı bir şelale oluşturur akar giderdi. Karşılara bakıldığı
zaman Seben hatta Kıbrıscık ve Köroğlu dağları bile gözükürdü.
Oturduğu yerden kalkar kıble tarafına döner, sonra da
dizlerinin üzerine çömelir suyun akması için dualar ederdi.
Köydeki insanlar yolunu gözlerdi. Ondan başka umut
bağlayacakları hiç kimse yoktu. Köstebek deresinin suyu da iyice azalmıştı.
Anlaşılan o ki güz gelip de kar yağana kadar su sıkıntısı çekilecekti.
Bahçelerin durumu da önemliydi. Bahçeler susuz kalırsa ne işe yararlardı.
Üstelik bu sorun sadece köyün meselesi değildi. Çiller kavşağındaki kervan
yerinden tutun da Nallıhan'a varıncaya kadar bütün pirinç tarlaları bu suyu
bekliyordu.
Susuzluğun dördüncü senesi dolsa da suyun yeniden
akması olası görülmüyordu. Fakat Aksakal Bilge her gün Olca dağına çıkıyor
duasını yapıyordu.
Yedi yıl geçti susuzluğun üzerinden, Aksakal Bilge
inatla her gün suyun pınarına çıkıyor ve akacağı günü bekliyordu. Artık
Aksakalın “Bilge” olmasını ciddiye alanların sayısı azalıyordu.
Bir gece rüyasında, türbesi Göynükte olan Akşemseddin
hazretlerini gördü.
“Askerlerin nerede?” diye sormuş ona.
O anda hiç istemediği halde uyanmış. Sabaha kadar uyku
tutmamış ama verilmek istenen mesajı da kavramıştı.
O sabah kuru pınarın başına gitmedi. Çoğunluğu komşu
köylerden olmak üzere elli atlı buldu onlara görev verdi. Sarıcakaya, Beydili,
Seben, Dörtdivan, Mudurnu, Aynalıkaya, Bolu, Taşkesti, Göynük ve Taraklı
taraflarına gönderdi. Atlı ulaklar gittikleri yerlerde Karacasu'nun öyküsünü
anlatacak ve halkı önümüzdeki ayın “Haziran” ikinci Cumasında pınarın başındaki
düzlükte kılınacak Cuma namazına davet edeceklerdi.
Aksakal bilge atlıları gönderdikten sonra yeni bir umut
düştü gönlüne.
“O kadar insan gelirse bu iş mutlaka başarılır” diye söylendi.
“O kadar insan gelirse bu iş mutlaka başarılır” diye söylendi.
Ulaklar dönmeye başladı. Her gelen gittiği yerin
Bilgesinden Aksakal Bilgeye selam ve istenildiği gün Karacasu pınarı başında
olacaklarının haberini getiriyordu.
Haziranın ikinci Çarşambasından itibaren konuklar
gelmeye başladı. At kişnemeleri Olca dağı bayırlarında yankılanmaya başladı.
Köy meydanında ateşler yakıldı. Kenarlarına taşlar dizilerek kazanlar yerleştirildi.
Onlarca kazan yemek pişirildi. İki kazandan birinde pilav diğerinde et
pişiyordu.
Cuma günü, Karacasu pınarı başındaki düzlükte gökten
iğne düşse yere inmezdi. Ne köstebek vadisi ne de Karacasu yamaçları böyle bir
kalabalık görmemişti. İki günlük yoldan gelenler vardı. Sabahtan beri insanlar
Olca dağına tırmanmaya çalışıyor. Aksakal Bilge ise sabah erkenden çıkmış yerini
almıştı. Üç hafız üç ayrı tepede Cuma ezanı okudu. Aksakal Bilge “Akşemseddin
hazretleri aşkına” diye kıldırdı. Hutbeyi bir kayanın üzerinden okudu. O zaman
düzlüğün tamamen dolduğunu hatta orman içlerinde de yüzlerce insanın olduğunu
far etti.
Namazdan sonra yemek dağıtıldı, etlerin pirinçlerin
nereden geldiğini kimin getirdiğini bilen yoktu. Karnı acıkan koca bir yonga
getiriyor, üzerine pilav ve et koyuluyordu. O kadar bol yemek vardı ki karnı doymayan bir
kişi bile kalmadı. Ne var ki Karacasu pınarında tıs yoktu.
Aksakal Bilge ve uzak diyarlardan gelen konuklar hayal
kırıklığına uğradı. Güneş epeyce batıya dönmüş neredeyse dağın arkasına
dönecekti.
Göynük tarafından gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya
başladı. Akşam olmak üzereydi, herkes yağmur yağacağını anladı. İnsan selinin
bir ucu köyde diğer ucu Olca dağının yamaçlarında köye doğru akıyordu.
Gök bir sefer gürledi. Aradan çok geçmedi peş peşe
gürültüler ve şimşekler çakmaya başladı. Göynük tarafından gelen bulutlar
kucağını boşaltmaya başladı. Yağmurdan ziyade gök delinmiş ve oralarda bulunan
bir okyanusun suları köstebek vadisine boşaltılıyor gibi geldi insanlara. Gök
gürültüsü, yağmur, şimşek birbirine karıştı. İnsanlar ağaç altlarına kaya
kovuklarına sığınmak için koşuşuyordu. Yamaçlardan aşağı, patika yollar boyunca
sular akmaya başladı. Köstebek deresindeki suyun seviyesi hiç olmadığı kadar
yükseliyordu. Koyunlar, keçiler, inekler ve atlar ne tarafa koşacağını şaşırmış
yağmura teslim olmuş oldukları yere çakılmışlardı.
Aksakal Bilge köy çeşmesinin yanına dikilmiş Karacasu'yun
gelmesini beklemeye koyuldu. Yanında başka adamlar da vardı. Sırılsıklam
olmuşlardı ama o izin vermediği için diğerleri bir yere gidemedi. O kadar
şiddetli yağıyor ki insanlar gözlerini açmakta zorluk çekiyordu.
“Karacasu geldi!” diye bağırdı bir adam.
Herkes çeşmeye baktı, gerçekten de oluktan su akıyordu.
Aksakal yaklaştı avucunu oluğun altına uzattı. Sonra da o sudan bir yudum içti,
dikkatle baktı adamlara;
“Hayır!” dedi. “Bu su Karacasu değil, yağmur suyu.”
Beklemeye devam ettiler.
Beklemeye devam ettiler.
Yağmur başlayalı epey zaman oldu karanlık iyice
bastırdı. Aksakal Bilge ile yanındakiler o kadar ıslanmış ki üzerlerinde kuru
bir iplik bile kalmamıştı. Omuzlarından giren yağmur suyu doğrudan tenlerine
iniyor, bacaklarından aşağı süzülerek ama bir ürküntü de vererek ayak
parmaklarının ucundan toprağa ulaşıyordu. İnsanlar saçak altlarında, orman
aralarında, ağaç altlarında duldalanıyor sadece çeşmeye doğru bakıyorlar,
Aksakal bilgenin direnişini izliyorlar.
Göynük ve Mudurnu tarafından gelen bulutların sonu geldi.
Aralardan gökyüzünde belli belirsiz yıldızlar görülmeye başladı. Yağmurun
şiddeti de azaldı. Aksakal Bilge ve yanındakilerin gözü çeşmeden akan sudaydı.
Çeşmeden su akıyordu ama belli ki yağmur suyu, yağmur sona erince o da kesilecekti.
Gökyüzü iyice açıldı, yıldızlar parıldıyor artık.
Gözler çeşmenin oluğundan akan suda, herkes oraya bakıyor. Yağmur dindiği için kalabalık
artmaya başladı. Aksakal Bilge oluğun yanında dikiliyor. Yağmurdan sırılsıklam
olmuş öteki adamlar artık üşümeye hatta inceden inceye titremeye başladı.
Herkesin gözü kulağı çeşmeden akan suyun debisindeydi.
“Yağmur dindi, suda bir azalma olmadı” dedi bir adam.
Herkes ona baktı.
“Bu su artık kesilmez” dedi bir diğeri.
Herkes ona baktı.
“Bu su artık kesilmez” dedi bir diğeri.
Aksakal Bilge sesin geldiği tarafa döndü, sonra da iki
avucunu yanaştırıp oluğun altına uzattı. Su dolu avucu ile dudaklarını
birleştirdi. Üç yudum içti, sonra başını kaldırıp diğerlerine baktı. Sanki
herkesin yüzünü tek tek görmek istiyordu. Neden sonra;
“Aman Allahım!” dedi.
“Bu Karacasu, Karacasu geri geldi!” diye bağırdı.
“Aman Allahım!” dedi.
“Bu Karacasu, Karacasu geri geldi!” diye bağırdı.
Bağırdı Aksakal Bilge ve öylece kalakaldı. Diğerleri
koşarak kucakladı onu. Herkes sarılmak kucaklamak istiyordu. Kimisi
Karacasu'nun tadına bakarken kimileri Aksakal Bilgeye sarılmak istiyordu. Ne
var ki o şimdi eller üzerinde omuzlarda ama ruhu daha da yükseklere doğru
çıkıyordu. Bir kahraman gibi eller üzerinde omuzdan omuza kaydırılarak evine
doğru götürüldü. Karacasuyun eski tadını algılayan yaşlı Bilge, amaca
ulaşıldığını anlamış ve o anda ruhunu teslim etmişti.
O heyecan içinde hiç kimse öldüğünü fark edemedi.
Karacasuyun neden kaybolduğu, yedi sene sonra öyle bir
kalabalığın gözleri önünde nasıl olup da geri döndüğü, gökyüzü olaylarının bu
işte ne tür bir rol oynadığı hiçbir zaman anlaşılamadı. Fakat Karacasu köylüleri
bu olayı hiçbir zaman unutmadı.
_______________________________________________________
_______________________________________________________
Bir
gün Haziran ayında yolunuz o tarafa düşerse havaların durumuna göre ama
genellikle ikinci Pazar günü Karacasu pınarının bulunduğu, Olca dağındaki
düzlükte bu efsanenin bilmem kaçıncı yıl dönümü kutlanır. Şimdilerde oraya
araba yolu da yapılmış. O nedenle yüzlerce insan çoluk çocuk kutlamalar için
gider. Siz de gidin, katılın aralarına. Yiyecek bir şey götürmezseniz de olur.
Pınarın yan tarafında ateşler yakılır, kazanlar kurulur. Kimisinde pilav pişer
kimisinde et. İstemeniz gerekmez, saati gelince herkese yemek servisi
yapılacaktır. Sakın bu masrafı kim yaptı, diye sormayın. Dağıtılan yiyecek ve
diğer ihtiyaç maddelerini kimin getirdiğini aşçılardan başka hiç kimse,
bilemez. Bu çok önemli bir ayrıntıdır. Getirenler hiç kimseye fark ettirmeden
belki de kimse görmesin diye bir gün önceden götürürler.
Bir
yanda top oynayan ya da sere serpe uzanan insanlar. Diğer yanda ulu çınarların
altında mevlit okuyan insanlar, şelale bayırında fotoğraf çeken veya bir ağacın
gölgesinde sohbete dalmış gençler görür mutlu olursunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder