1968\'in kışında Ahmet
Kabaklı, Tercüman gazetesindeki köşesinde bir şiir yayınladı, yazarı
bilinmiyordu. Kabaklı; şiiri bir Anadolu gazetesinden aldığını söyledi ve
içeriği ile ilgili olarak, Şavata ve Zap suyu vadisindeki insanların sorunları
ile ilgilenmek gerektiğinden söz eetti. Ne var ki şiir sol ideolojinin malı
olduğu anlaşılınca Kabaklı geri adım atmadı ama işin üzerine de varmadı.
Daha sonraki günlerde şiir o
kadar sevildi ki dillerden düşmez oldu, öyle olunca da onlarca sahibi çıktı.
Bir yıl sonra mahkeme kararı ile sahibi bulundu. “Şemsi Belli”
Şemsi Belli bir süre
öğretmenlik yapmıştı. Öğretmenler mesleklerinden ayrılsa bile, yaşadığı süre
içinde hep o mesleğin adamı gibi davranırlar. Bu sevda ancak kara toprakta son
bulur.
Belli'nin Şavata ile nasıl
tanıştığını bilmiyorum. Bildiğim o ki, şiiri Türkiye'de yankı yaptığı yıllarda,
o da gazetecilik yapıyordu.
ANAYASSO
Gara dağlar gar altında
galanda
Ben gülmezem,
Dil bilmezem
Şavata\'dan Hakkari\'ye yol
bilmezem.
Gurban olam, çaresi ne hooy
baboooy?
Bebek yanir, bebek heste,
bebek ateş içinde.
Ben hakiro
Dohtur, ilaç, çarşı pazar
tam-takiro.
Gurban olam bu ne iştir,
hoooy babooov?
Çonçiğ ağlir, çonçiğ ölir,
geçit vermiy zap suyi
Parasizo
Çaresizo
Ben halsizo, ben dilsizo,
şeher uzak yolsizo
Bu ne haldir, bu ne iştir,
hooyy babooov?
Gara dağlar gar altında ufağ
ufağ mezerler.
Yeddi ceset hetim, hetim Zap
suyunda yüzerler.
Hokümata arz eylesem azarlar.
Ben ketumo,
Ben hetimo
Ben ne biçim vatandaşım hoooy
babooov?
Şavatadan Angaraya ses
getmir.
Biz getmeğe guvvetimiz heç
yetmir.
Malımız yoh,
Yolumuz yoh.
Angara\'ya ses verecek
dilimiz yoh.
Ganadımız, golumuz yoh
Bu nebiçim memlekettir,
hooyyy baboov?
Yerin yurdun adresesin bilmirem
Angarada Anayasso
Ellerinden öpiy Hasso.
Yap bize de iltimasso.
Bu işin mümkini yoh mi hooyyy
baboo?
Şiir, okurlarını büyüledi
desem yanlış olmaz, herkesin dilinde özellikle şu iki mısra vardı.
“Ellerinden öpiy Hasso
yap bize de iltimasso.”
İlginç ve hoş bir anlatım
tarzı. Bir parça Erzurum bir parça da Urfa şivesi ile yazılmıştı. Okuyanlara
farklı bir tat veriyor ve onları düşündürüyordu. Zaten Şavata taraflarında
nasıl konuşulduğunu bilen kaç kişi vardı ki. Asıl olan; insanların sorunlarını
gündeme getirmek değil miydi?
Bu şiirle beraber kentlerde
oturanlar, ileri gelenler, bir anda Hakkari ve doğudaki çaresizliği, yoksulluğu
fark eder oldular. Elbette bu durum sadece Şavata'ya özgü değildi ama işaret
edilen yer orasıydı.
Sanatın gücü her halde böyle
bir şey olmalı.
O sene Milliyet gazetesi
Şavata'lılar için Zap suyu üzerine bir köprü yapmak kampanyası başlattı.
İşçiliğini ve mühendisliğini İstanbul Üniversitelerinden Dev-Genç'li mimarlık
ve mühendislik fakültesi öğrencileri üstlendi.
Köprü yapılınca Şavata
köyleri ile Hakkari arasındaki yol kısalacak, iki günlük yolculuk bir iki saate
inecekti.
Yüksekova'nın ova kısmı
hariç, Hakkari arazisi çok dağlıktır. Burada kullandığım dağlık sözcüğü ile
oraları anlatmam olası değil. Vadiler derin ve dik, dağlar çok yüksek. Herhangi
bir vadiye inip karşı tarafa geçebilmek için dağcı olmak gerekir.
Hakkari halkını çaresiz ve
yoksul bırakan, nedenlerden biri bu acımasız doğa koşullarıdır. İkinci dertleri
de derebeylik düzenidir. Bu iki uğursuzluk aynı ağırlıkta insanların omuzlarına
çöker ve onlara aman vermez.
Ben 1969 Temmuzunda
Yüksekova'ya öğretmen olarak gitmeden önce Dev-Genç'li öğrencilerin köprü
inşaatında çalıştıklarını gazetelerden okumuştum. Onlara ulaşmak ve tanışmayı çok istiyordum.
Bu heyecanımın nedeni, kentten gelerek köy insanına hizmet veren gençlerle
yüzleşmekti. Bu duyulmuş görülmüş şey değildi. Köy enstitülerinin, ardından
öğretmen okullarının kuruluş nedenleri arasında; kentlilerin eğitim
hizmetlerinden daha fazla yararlanma şansları olduğu halde, edindikleri
bilgileri köylülerle paylaşmakta isteksiz davranmalarıydı. Acaba bu bir
değişimiydi diye düşünüyordum? O bakımdan köprü işinde çalışan gençleri
yakından tanımak istiyordum. Kentli köylü kaynaşmasının güzel bir örneği diye
düşünüyordum.
“Bu ülkenin mutluluğu için,
bir iş yapsam ve ucunda ölüm bile olsa” gibi bir proje için hiç ikilemezdim. Bu
düşünce sadece bende değil o günlerin pek çok delikanlısında da aynı idi. Ve o
delikanlılar daha sonraki yıllarda 68 kuşağı olarak anıldılar.
Aslında, ülkenin yönetim
sistemini eleştiriyor ve yoksulluğa baş kaldırıyorduk. Anayasada herkesin
eğitim sağlık gibi hizmetlerden eşit olarak yararlanacağı yazıyordu ama bu
hiçbir zaman herkes sözcüğünü kapsamıyordu. Gerçi, tam olarak nasıl olması gerektiği
konusunda kafalarda net bir harita yoktu. Üniversite gençliğinin pek azı ne istediğini tam olarak biliyordu.
Ne var ki çoğunluk, bildiklerinin tam olarak doğru olduğunu sanıyor ve ille de
hazır bir ideolojinin öğretisine teslim oluyordu. Böyle düşündüğüm için köprüde
çalışan gençleri daha gerçekçi buluyordum.
Ağustosun sonu geldiği halde
halā köprüyü görmek fırsatı bulamadım. Bu da beni rahatsız etmeğe başladı. Bir
iki arkadaşıma; gidip görelim, şeklinde teklif ettiysem de kabul eden olmadı.
Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı ve bir gün Hakkari arabasına bindim
gittim. Köprüde çalışanlarını tanımak onlarla konuşmak istiyordum.
Araba Yeniköprü'den Hakkari
tarafına dönünce, gözlerim Şavata köprüsünü aramaya başladı. Hakkari yolu Zap
deresi akarına doğru gidiyordu. Aşağıdaki dere kıvrıldıkça yol da aynı çizgiyi
çiziyordu. Çılgınca çağlayarak akan su, vadiyi gerçek anlamıyla ikiye bölüyor,
doğal ve derin bir kanal oluşturuyor. Yol vadinin sağ yamacını izliyordu. Karşı
tarafta yaşayanların beri yakaya, yani Hakkari tarafına geçmeleri çok zor. Zor
değil adeta imkânsızdır. Şehre gitmek isteyenler, doğuya doğru Kerem ağa
köprüsüne kadar yürümeleri gerekir. Oradan Yüksekova daha yakın. Hakkari'ye
gitmek için tekrar geri dönmeleri icap eder. Bu da en az bir gününü alır
insanın.
Köprüyü ve şantiye
çadırlarını arabanın içinden gördüğüm zaman nefesimi tuttum. Sonra da; ne
müthiş, ne hoş bir manzara, diye geçirdim içindem. Her iki yamaca dikilen beton
kaidelere asılı bebek salıncağı gibi bir köprü. Şantiye hizasına gelince araba
durdu. Heyecanım henüz geçmedi, dizlerim titreyerek indim. Araba yürüdü gitti,
indiğim yerde heyecandan olmalı dondum kaldım.
Uzaktan çok hoş ve zarif
görüntü veren köprü yakından bakılınca da güzeldi. Gözlerimi ondan ayırmadan
şoseden aşağı doğru yürüdüm. Dikkatle bakınca basit bir iş gibi geldi bana. Ne
var ki bana bu kadar basit gibi görünen köprünün daha önce burada bulunmaması
insanlara çok acılar çektirmiş. Köprünün üzerine doğru yürüdüm. Aşağıda köpürüp
ve çağlayarak akan suya baktım. Durdum, korkuluk halatını iki elimle tutup
sıktım, sonra da sallamaya çalıştım köprüyü. Şemsi Belli'yi ve şiirini
hatırladım. Aşağıdan akan suya diktim gözlerimi; “Dün de böyle hırçın akıyordun
bugün de. Köprü yokken insanları korkutuyordun. Korkutmak ne kelime, onların
canını yakıyordun. Şimdi boynuna bir gerdanlık takıldı. Yine deli dolu
akıyorsun ama artık kimse korkmuyor senden. Hatta bu deli dolu akışın görenlere
keyif veriyor artık. Çok canlar yaktın, bunun suçu hepten senin değil” dedim
akan suya bakarak. Haykırmak istedi geçti içimden haykıramadım, ama Zap suyu
söylediklerimi anladı sanırım, lakin cevap vermedi. Her zamanki gürültüsü ile
akıp gidiyordu. Bir süre, kayalara çarparak köpüren, fakat sadece köprünün
altından akan sulara baktım. Karşı tarafa geçmek istemedim geri döndüm. Bu kez
çadırlara doğru baktım. Dev Genç'li delikanlıların beni izlediğini ancak fark
ettim. Şose yoldan aşağı üç kişi bana doğru geliyordu. İkisi uzun boylu biri ufak
tefekti. “Sizleri çok seviyorum arkadaşlar!” diye bağırmak geçti içimden, ama
şimdi sırası değildi. Köprü ayağının biraz yukarısında karşılaştık. Elimi
uzattım, kendimi tanıttım. Onlar kendilerini tanıttı.
İstanbullu delikanlıların
cildi güneş altında çalışmaktan kızıl bir renge büründü. Yüzlerinde güneş
yanığı izler vardı. Ama benim gözümde tunçtan birer heykel gibiydiler.
Sakalları uzamış, saçları epey zaman oldu tarak görmemiş. Bu halde bile güler
yüz ve nezih davranışlar sergiliyor olmaları sımsıcak duygular oluşturdu bende.
İkisi inşaat biri mimarlık öğrencisi idi. Başka arkadaşları da varmış ama biraz
önce Hakkari'ye gitmişler.
Yolun üst tarafında küçük bir
düzlük, düzlüğün ortasına kurulu iki üçgen çadır vardı. Oraya kadar yan yana
yürüdük. Yeni tanıştık ama konuşacak ne kadar da çok ortak konularımız varmış.
Çadırın önünde taşlardan hazırlanmış iskemlelere oturdular. Bu kentli
çocukların çok sade ve gösterişsiz olmalarına bayıldım. Gazetelerde sözü edilen
bu delikanlıları görmeden önce daha farklı düşünüyordum. Ulaşılmaz insanlar
gibi gelirdiler bana. Ama şimdi yan yana oturuyorduk işte.
“Yaptığınız işten sizin
adınıza gurur duyuyorum. Kentli ve okumuş insanların bu köylülere yardımcı
olduğu çok da görülmüş şey değil” dedim.
Gülümsediler;
“Gurur duymanın sırası değil
dedi mimar olan, hepimiz aynı geminin içindeyiz.”
Köprü hizmete açılmış,
üstünden araba bile geçirdiler, denediler. İşin büyük bölümünü bitirdiler. Bazı
küçük eksikleri vardı, tamamlamak için İstanbul'dan malzeme bekliyorlardı.
Bir saat kadar oturduk
tanıştık, dertleştik. İstanbul'dan, Hakkari'den söz ettik. İstanbul'da
Ankara'da Paris'te geçen sene yapılan öğrenci gösterilerinden söz ettik.
Aradan beş gün geçti. Bir
akşam vakti Dev-Genç'lilerden dört kişi Yüksekova’ya bizi ziyarete geldi. Biz
Öğretmenler otelde kalıyorduk ev sahibi olarak bu gelenlere ilgide kusur
olmasın istedim.
Köprüde çalışanlar gurup
halinde geliyor, on beş gün çalışıp gidiyorlardı. Bu gelen konuklarımız son
guruptu.
Yemekten sonra otele döndük.
Zaten oturup konuşabilecek başka bir yerimiz yoktu. Öğretmen arkadaşlarım da
bize eklendi. Beş öğretmen, dört dev-genç'li otel odasına yayıldık. Güzel bir
söyleşi için her şey tamamdı aslında.
Ama öyle olmadı. Konuklarımın keyifsiz halleri gözümden kaçmadı.
Mimarlık öğrencisi olan dedi
ki;
“Bizi burada konuk
ediyorsunuz ama sonuçta memursunuz, sorun çıkarmayalım size.”
Bu sözün arkasında bir şeyler
var diye düşündüm;
“Bizi çok ürkek mi buldunuz?”
diye sordum.
“Yoo ondan değil. Bir gerçeği
anlatmak istedim” dedi.
Kısa bir sessizlik oldu.
Köprü çalışıyorlardı ama polisin gözü de üzerlerindeydi. Çünkü komünizm
propagandası yapabilirlerdi. Öyle ya, İstanbul nere Hakkari nere. Durup
dururken buralara gelmelerinin nedeni sadece köprüye bağlanamazdı. Gerçi, ne
onlar Kürtçe ne de halktan birileri onları anlayacak kadar Türkçe konuşamazdı.
Öyle de olsa izlenmeliydiler.
“Sahiden üzgün
görünüyorsunuz, geldiğinizden bu yana soracağım ama bir türlü soramıyorum. Oysa
şimdi sizin çok neşeli olmanız gerekmez miydi, işi de bitirdiniz, neyiniz var?”
Sorma dedi uzun boylu sakallı
olanı;
“Cuma günü köprüyü
tamamladık. Cumartesi günü de girişine, Bu köprü Milliyet gazetesi ve Dev-Genç
işbirliği ile yapılmıştır diye, beton kaide üzerine bir yafta yazdık astık. Dün
akşam Hakkari'de otelde kaldık. Çadırlarda kimse yoktu. Sabah gelince ne
görelim, yazıyı param parça etmişler. Köprü ayağının da bir kısmını kırmışlar
zarar vermişler.”
Biz Öğretmenler bu habere
şaştık kaldık.
“Kuşkulandığınız kimse var
mı?” diye sordu Hazma öğretmen.
“Hayır yok, ne kimseyi
tanırız ne de bizi kimse tanır buralarda.”
“Şu işe bakar mısın dedi
Cumali öğretmen. Kimi yapar, kim yıkar. Gel de çık işin içinden. Sahi o köprü
çalışınca herkese yararı dokunmayacak mı? Kime zararı dokunacak?”
“Olmaz mı” dedim. “Buralara
bir şey yapılacaksa yapacak olan adamlar bellidir. Onların istemi dışında kimse
bir şey yapamaz.”
Biri birimize baktık,
kimseden ses çıkmadı keyifsizlik sırası biz öğretmenlere gelmişti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder