Muzik

11 Nisan 2016 Pazartesi

ŞAVATA KÖPRÜSÜ

1968\'in kışında Ahmet Kabaklı, Tercüman gazetesindeki köşesinde bir şiir yayınladı, yazarı bilinmiyordu. Kabaklı; şiiri bir Anadolu gazetesinden aldığını söyledi ve içeriği ile ilgili olarak, Şavata ve Zap suyu vadisindeki insanların sorunları ile ilgilenmek gerektiğinden söz eetti. Ne var ki şiir sol ideolojinin malı olduğu anlaşılınca Kabaklı geri adım atmadı ama işin üzerine de varmadı.

Daha sonraki günlerde şiir o kadar sevildi ki dillerden düşmez oldu, öyle olunca da onlarca sahibi çıktı. Bir yıl sonra mahkeme kararı ile sahibi bulundu. “Şemsi Belli”

Şemsi Belli bir süre öğretmenlik yapmıştı. Öğretmenler mesleklerinden ayrılsa bile, yaşadığı süre içinde hep o mesleğin adamı gibi davranırlar. Bu sevda ancak kara toprakta son bulur.

Belli'nin Şavata ile nasıl tanıştığını bilmiyorum. Bildiğim o ki, şiiri Türkiye'de yankı yaptığı yıllarda, o da gazetecilik yapıyordu.
 ANAYASSO

Gara dağlar gar altında galanda
Ben gülmezem,
Dil bilmezem

Şavata\'dan Hakkari\'ye yol bilmezem.
Gurban olam, çaresi ne hooy baboooy?
Bebek yanir, bebek heste, bebek ateş içinde.

Ben fakiro
Ben hakiro

Dohtur, ilaç, çarşı pazar tam-takiro.
Gurban olam bu ne iştir, hoooy babooov?
Çonçiğ ağlir, çonçiğ ölir, geçit vermiy zap suyi
Parasizo
Çaresizo

Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzak yolsizo
Bu ne haldir, bu ne iştir, hooyy babooov?
Gara dağlar gar altında ufağ ufağ mezerler.
Yeddi ceset hetim, hetim Zap suyunda yüzerler.
Hokümata arz eylesem azarlar.

Ben ketumo,
Ben hetimo
Ben ne biçim vatandaşım hoooy babooov?
Şavatadan Angaraya ses getmir.
Biz getmeğe guvvetimiz heç yetmir.

Malımız yoh,
Yolumuz yoh.
Angara\'ya ses verecek dilimiz yoh.
Ganadımız, golumuz yoh

Bu nebiçim memlekettir, hooyyy baboov?
Yerin yurdun adresesin bilmirem

Angarada Anayasso
Ellerinden öpiy Hasso.
Yap bize de iltimasso.
Bu işin mümkini yoh mi hooyyy baboo?

Şiir, okurlarını büyüledi desem yanlış olmaz, herkesin dilinde özellikle şu iki mısra vardı.

“Ellerinden öpiy Hasso
yap bize de iltimasso.”

İlginç ve hoş bir anlatım tarzı. Bir parça Erzurum bir parça da Urfa şivesi ile yazılmıştı. Okuyanlara farklı bir tat veriyor ve onları düşündürüyordu. Zaten Şavata taraflarında nasıl konuşulduğunu bilen kaç kişi vardı ki. Asıl olan; insanların sorunlarını gündeme getirmek değil miydi?


Bu şiirle beraber kentlerde oturanlar, ileri gelenler, bir anda Hakkari ve doğudaki çaresizliği, yoksulluğu fark eder oldular. Elbette bu durum sadece Şavata'ya özgü değildi ama işaret edilen yer orasıydı.

Sanatın gücü her halde böyle bir şey olmalı.

O sene Milliyet gazetesi Şavata'lılar için Zap suyu üzerine bir köprü yapmak kampanyası başlattı. İşçiliğini ve mühendisliğini İstanbul Üniversitelerinden Dev-Genç'li mimarlık ve mühendislik fakültesi öğrencileri üstlendi.

Köprü yapılınca Şavata köyleri ile Hakkari arasındaki yol kısalacak, iki günlük yolculuk bir iki saate inecekti.

Yüksekova'nın ova kısmı hariç, Hakkari arazisi çok dağlıktır. Burada kullandığım dağlık sözcüğü ile oraları anlatmam olası değil. Vadiler derin ve dik, dağlar çok yüksek. Herhangi bir vadiye inip karşı tarafa geçebilmek için dağcı olmak gerekir.

Hakkari halkını çaresiz ve yoksul bırakan, nedenlerden biri bu acımasız doğa koşullarıdır. İkinci dertleri de derebeylik düzenidir. Bu iki uğursuzluk aynı ağırlıkta insanların omuzlarına çöker ve onlara aman vermez.

Ben 1969 Temmuzunda Yüksekova'ya öğretmen olarak gitmeden önce Dev-Genç'li öğrencilerin köprü inşaatında çalıştıklarını gazetelerden okumuştum.  Onlara ulaşmak ve tanışmayı çok istiyordum. Bu heyecanımın nedeni, kentten gelerek köy insanına hizmet veren gençlerle yüzleşmekti. Bu duyulmuş görülmüş şey değildi. Köy enstitülerinin, ardından öğretmen okullarının kuruluş nedenleri arasında; kentlilerin eğitim hizmetlerinden daha fazla yararlanma şansları olduğu halde, edindikleri bilgileri köylülerle paylaşmakta isteksiz davranmalarıydı. Acaba bu bir değişimiydi diye düşünüyordum? O bakımdan köprü işinde çalışan gençleri yakından tanımak istiyordum. Kentli köylü kaynaşmasının güzel bir örneği diye düşünüyordum.     

“Bu ülkenin mutluluğu için, bir iş yapsam ve ucunda ölüm bile olsa” gibi bir proje için hiç ikilemezdim. Bu düşünce sadece bende değil o günlerin pek çok delikanlısında da aynı idi. Ve o delikanlılar daha sonraki yıllarda 68 kuşağı olarak anıldılar.

Aslında, ülkenin yönetim sistemini eleştiriyor ve yoksulluğa baş kaldırıyorduk. Anayasada herkesin eğitim sağlık gibi hizmetlerden eşit olarak yararlanacağı yazıyordu ama bu hiçbir zaman herkes” sözcüğünü kapsamıyordu. Gerçi, tam olarak nasıl olması gerektiği konusunda kafalarda net bir harita yoktu. Üniversite gençliğinin pek azı ne istediğini tam olarak biliyordu. Ne var ki çoğunluk, bildiklerinin tam olarak doğru olduğunu sanıyor ve ille de hazır bir ideolojinin öğretisine teslim oluyordu. Böyle düşündüğüm için köprüde çalışan gençleri daha gerçekçi buluyordum.

Ağustosun sonu geldiği halde halā köprüyü görmek fırsatı bulamadım. Bu da beni rahatsız etmeğe başladı. Bir iki arkadaşıma; gidip görelim, şeklinde teklif ettiysem de kabul eden olmadı. Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı ve bir gün Hakkari arabasına bindim gittim. Köprüde çalışanlarını tanımak onlarla konuşmak istiyordum.

Araba Yeniköprü'den Hakkari tarafına dönünce, gözlerim Şavata köprüsünü aramaya başladı. Hakkari yolu Zap deresi akarına doğru gidiyordu. Aşağıdaki dere kıvrıldıkça yol da aynı çizgiyi çiziyordu. Çılgınca çağlayarak akan su, vadiyi gerçek anlamıyla ikiye bölüyor, doğal ve derin bir kanal oluşturuyor. Yol vadinin sağ yamacını izliyordu. Karşı tarafta yaşayanların beri yakaya, yani Hakkari tarafına geçmeleri çok zor. Zor değil adeta imkânsızdır. Şehre gitmek isteyenler, doğuya doğru Kerem ağa köprüsüne kadar yürümeleri gerekir. Oradan Yüksekova daha yakın. Hakkari'ye gitmek için tekrar geri dönmeleri icap eder. Bu da en az bir gününü alır insanın.

Köprüyü ve şantiye çadırlarını arabanın içinden gördüğüm zaman nefesimi tuttum. Sonra da; ne müthiş, ne hoş bir manzara, diye geçirdim içindem. Her iki yamaca dikilen beton kaidelere asılı bebek salıncağı gibi bir köprü. Şantiye hizasına gelince araba durdu. Heyecanım henüz geçmedi, dizlerim titreyerek indim. Araba yürüdü gitti, indiğim yerde heyecandan olmalı dondum kaldım.

Uzaktan çok hoş ve zarif görüntü veren köprü yakından bakılınca da güzeldi. Gözlerimi ondan ayırmadan şoseden aşağı doğru yürüdüm. Dikkatle bakınca basit bir iş gibi geldi bana. Ne var ki bana bu kadar basit gibi görünen köprünün daha önce burada bulunmaması insanlara çok acılar çektirmiş. Köprünün üzerine doğru yürüdüm. Aşağıda köpürüp ve çağlayarak akan suya baktım. Durdum, korkuluk halatını iki elimle tutup sıktım, sonra da sallamaya çalıştım köprüyü. Şemsi Belli'yi ve şiirini hatırladım. Aşağıdan akan suya diktim gözlerimi; “Dün de böyle hırçın akıyordun bugün de. Köprü yokken insanları korkutuyordun. Korkutmak ne kelime, onların canını yakıyordun. Şimdi boynuna bir gerdanlık takıldı. Yine deli dolu akıyorsun ama artık kimse korkmuyor senden. Hatta bu deli dolu akışın görenlere keyif veriyor artık. Çok canlar yaktın, bunun suçu hepten senin değil” dedim akan suya bakarak. Haykırmak istedi geçti içimden haykıramadım, ama Zap suyu söylediklerimi anladı sanırım, lakin cevap vermedi. Her zamanki gürültüsü ile akıp gidiyordu. Bir süre, kayalara çarparak köpüren, fakat sadece köprünün altından akan sulara baktım. Karşı tarafa geçmek istemedim geri döndüm. Bu kez çadırlara doğru baktım. Dev Genç'li delikanlıların beni izlediğini ancak fark ettim. Şose yoldan aşağı üç kişi bana doğru geliyordu. İkisi uzun boylu biri ufak tefekti. “Sizleri çok seviyorum arkadaşlar!” diye bağırmak geçti içimden, ama şimdi sırası değildi. Köprü ayağının biraz yukarısında karşılaştık. Elimi uzattım, kendimi tanıttım. Onlar kendilerini tanıttı.

İstanbullu delikanlıların cildi güneş altında çalışmaktan kızıl bir renge büründü. Yüzlerinde güneş yanığı izler vardı. Ama benim gözümde tunçtan birer heykel gibiydiler. Sakalları uzamış, saçları epey zaman oldu tarak görmemiş. Bu halde bile güler yüz ve nezih davranışlar sergiliyor olmaları sımsıcak duygular oluşturdu bende. İkisi inşaat biri mimarlık öğrencisi idi. Başka arkadaşları da varmış ama biraz önce Hakkari'ye gitmişler.

Yolun üst tarafında küçük bir düzlük, düzlüğün ortasına kurulu iki üçgen çadır vardı. Oraya kadar yan yana yürüdük. Yeni tanıştık ama konuşacak ne kadar da çok ortak konularımız varmış. Çadırın önünde taşlardan hazırlanmış iskemlelere oturdular. Bu kentli çocukların çok sade ve gösterişsiz olmalarına bayıldım. Gazetelerde sözü edilen bu delikanlıları görmeden önce daha farklı düşünüyordum. Ulaşılmaz insanlar gibi gelirdiler bana. Ama şimdi yan yana oturuyorduk işte.


“Yaptığınız işten sizin adınıza gurur duyuyorum. Kentli ve okumuş insanların bu köylülere yardımcı olduğu çok da görülmüş şey değil” dedim.

Gülümsediler;
“Gurur duymanın sırası değil dedi mimar olan, hepimiz aynı geminin içindeyiz.””       

Köprü hizmete açılmış, üstünden araba bile geçirdiler, denediler. İşin büyük bölümünü bitirdiler. Bazı küçük eksikleri vardı, tamamlamak için İstanbul'dan malzeme bekliyorlardı.

Bir saat kadar oturduk tanıştık, dertleştik. İstanbul'dan, Hakkari'den söz ettik. İstanbul'da Ankara'da Paris'te geçen sene yapılan öğrenci gösterilerinden söz ettik.
  
Aradan beş gün geçti. Bir akşam vakti Dev-Genç'lilerden dört kişi Yüksekova’ya bizi ziyarete geldi. Biz Öğretmenler otelde kalıyorduk ev sahibi olarak bu gelenlere ilgide kusur olmasın istedim.

Köprüde çalışanlar gurup halinde geliyor, on beş gün çalışıp gidiyorlardı. Bu gelen konuklarımız son guruptu.

Yemekten sonra otele döndük. Zaten oturup konuşabilecek başka bir yerimiz yoktu. Öğretmen arkadaşlarım da bize eklendi. Beş öğretmen, dört dev-genç'li otel odasına yayıldık. Güzel bir söyleşi için her şey tamamdı aslında.  Ama öyle olmadı. Konuklarımın keyifsiz halleri gözümden kaçmadı.
Mimarlık öğrencisi olan dedi ki;

“Bizi burada konuk ediyorsunuz ama sonuçta memursunuz, sorun çıkarmayalım size.”

Bu sözün arkasında bir şeyler var diye düşündüm;

“Bizi çok ürkek mi buldunuz?” diye sordum.

“Yoo ondan değil. Bir gerçeği anlatmak istedim” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu. Köprü çalışıyorlardı ama polisin gözü de üzerlerindeydi. Çünkü komünizm propagandası yapabilirlerdi. Öyle ya, İstanbul nere Hakkari nere. Durup dururken buralara gelmelerinin nedeni sadece köprüye bağlanamazdı. Gerçi, ne onlar Kürtçe ne de halktan birileri onları anlayacak kadar Türkçe konuşamazdı. Öyle de olsa izlenmeliydiler.

“Sahiden üzgün görünüyorsunuz, geldiğinizden bu yana soracağım ama bir türlü soramıyorum. Oysa şimdi sizin çok neşeli olmanız gerekmez miydi, işi de bitirdiniz, neyiniz var?”

Sorma dedi uzun boylu sakallı olanı;

“Cuma günü köprüyü tamamladık. Cumartesi günü de girişine, Bu köprü Milliyet gazetesi ve Dev-Genç işbirliği ile yapılmıştır diye, beton kaide üzerine bir yafta yazdık astık. Dün akşam Hakkari'de otelde kaldık. Çadırlarda kimse yoktu. Sabah gelince ne görelim, yazıyı param parça etmişler. Köprü ayağının da bir kısmını kırmışlar zarar vermişler.”

Biz Öğretmenler bu habere şaştık kaldık.

“Kuşkulandığınız kimse var mı?” diye sordu Hazma öğretmen.

“Hayır yok, ne kimseyi tanırız ne de bizi kimse tanır buralarda.”

“Şu işe bakar mısın dedi Cumali öğretmen. Kimi yapar, kim yıkar. Gel de çık işin içinden. Sahi o köprü çalışınca herkese yararı dokunmayacak mı? Kime zararı dokunacak?”

“Olmaz mı” dedim. “Buralara bir şey yapılacaksa yapacak olan adamlar bellidir. Onların istemi dışında kimse bir şey yapamaz.”

Biri birimize baktık, kimseden ses çıkmadı keyifsizlik sırası biz öğretmenlere gelmişti...


(Fotoğraflar; Öğretmen Hamza Özer)

Hiç yorum yok: