Fotoğrafı Posof Taşkıran köyü sitesinden aldım. Böylece Kemal'in Posof'lu olduğunu da öğrenmiş oldum. |
1968 yılında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri, diğer Avrupa ülkelerinde ve bu arada Türk üniversitelerinde de yankı buldu. Bizimkiler Amerika’yı emperyalist buluyor ve iç işlerimize çok fazla karışıldığını düşünüyordu. 6 Ocak 1969 günü ABD’nin Ankara büyük elçisi Robert Komer ODTÜ’ne gitti. Öğrenciler, rektörlük binası önünde duran arabasını ters çevirerek ateşe verdi. Ardından, yayınladıkları bildiri ile bu olayı geri bırakılmışlığın öfkesi ve ikinci kurtuluş savaşının başlangıç meşalesi olarak yorumladılar.
İstanbul’daki üniversite gençliği, 10
Şubat 1969’da limana yaklaşan Amerikan 6. filo askerlerine, geri dönmemeleri
için ikazda bulundu. Ciddiye alınmadılar. Bunun üzerine gemi limana yanaşınca
gittiler, yakaladıkları Amerikan askerini denize attılar. Polis müdahale etti,
ortalık savaş alanına döndü. Bir bakıma Ankara’daki arkadaşlarına destek mesajı
gönderdiler.
12 Mart 1971 de askerler hükümeti
düşürdü. Aralarında İstanbul, İzmir ve Ankara’nın da bulunduğu on bir ilde
sıkıyönetim ilan ettiler. Önce sol muhalefetin gücü kırıldı. Ünlü
gazetecililerin tamamı ve bazı bilim adamları sıkıyönetim komutanlıkları
tarafından tutuklandı, sorgulandı, işkence gördü. 1961 anayasasının getirdiği
temel hak ve özgürlüklerin tümü askıya alındı. Yine de öğrenci olaylarının ardı
arkası kesilmedi.
O günlerde Eleşkirt’in bir köyünde er
öğretmen olarak çalışıyordum.
12 Mart askeri müdahalesinden 3 gün
sonra, bir sabah vakti evimdeyken silahlı saldırıya uğradım, ama ucuz
kurtuldum. Savcılığa şikayet ettim, savcı saldırganı serbest bıraktı.
Ben de tavır aldım ve köyüme dönmedim.
Yasal olarak hiçbir şey yapamayacağımı anlayınca, kaymakam’a dedim ki;
“Saldırıya uğradım ama Savcı adamı
serbest bıraktı. Ya kışlama geri gönderin ya da başka bir köye tayin edin”
Kaymakamdan cevap alabilmek için,
Eleşkirt çarşısında, Musa’nın kahvesi bitişiğindeki yanık tütün kokan otel
odasında 15 gün bekledim.
“Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok,
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok." Mevlana
Karaköse, Van, Erzurum, Kars ve
Ardahan taraflarında dolaşan deli Kemal adında bir mecnun vardı. Deli mi Veli
mi olduğu pek belli değildi ama herkes ona öyle derdi. Otuzlu yaşlarında
dağınık kılıklı bir adamdı. Ne zaman nerede olacağı belli olmazdı. Kürek,
dirgen ve tırmık meraklısıydı. Her zaman omuzunda birkaç tane asılırdı. Baston
niyetine kullandığının sapı uzun olurdu. Ahıska göçmenlerindendi. Kürtçe
konuşamazdı ama söylenenleri anlardı. Kimse bir kötülüğünü görmemişti. Tekin
bir adam olmadığından söz edilirdi. Ona yapılacak yardımın, verene, bir
yerlerden misli ile döneceğine inanılırdı.
Ben onu uzaktan tanırdım; yani birisi
sorsa, Deli Kemal olduğunu söyleyebilirdim. Doğrudan konuşmuşluğum olmamıştı.
Kuşluk vaktiydi, Musa’nın kahvesinde
oturuyor Kaymakamdan cevap gelecek diye bekliyordum. Dışarıda müthiş bir soğuk
vardı. Kahvedekiler sobanın başına toplanmış ısınmağa çalışıyorlardı. Sobayı
demir bir çubukla karıştıran çaycı, içerisini kömür dumanına boğdu. Aslında
orası oturulacak yer değildi ama başka da gidecek yerim yoktu. Paltoma sarılmış
kenarda bir sandalyeye ilişmiştim.
Dış kapı her zamanki gibi uzun bir
cızırtı ile açıldı, gelen deli Kemal’di. Elinde uzun saplı eski bir kürek
vardı. Çok üşüdüğü her halinden belliydi. “Şaşılacak bir adam bu Deli Kemal.
Karda kışta nerelerde barınır da soğuktan ölmez. Üstelik giysileri mevsime
uygun değil” diye düşündüm. Kapıyı itina ile kapattı sonra acele ile yürüdü.
Sobaya yanaşmak istediyse de kalabalıktan yer bulamadı. Kimseye de “çekilin”
demedi. Bir süre etrafına bakındı. Sonra bana doğru gelmeye başladı. Yaklaştı
durdu, dikkatle yüzüme baktı. Göz göze geldik. “deli bu” diye düşünüp gözlerimi
ondan ayırdım kapıya doğru baktım. Masamın öbür tarafına geçip oturdu. Dirgen
ve küreklerini yan tarafa, yere koydu. Uzun saplı küreğini ayaklarının arasına
sıkıştırdı, iki eliyle sapını avuçladı. Bir sobanın başındakilere, bir de bana
bakıyordu.
“Merhaba Kemal” dedim ona, gülümsedi.
Gülümsedi ama yapmacık bir gülümsemeydi bu. Sadece merhabama cevap olsun diye
öyle yapmış olabilirdi. Çaycıya parmağımla işaret ettim ve; “Kemale bir çay ver”
dedim.
Deli Kemal daha bir dikkatle yüzüme
bakmaya başladı. Öyle bakıyor ki, sanki bir şey demek istiyordu. Göz kırptım
ona, hadi konuş anlamında. Yüzünü çevirdi, susmayı tercih etti. Kahvede on beş
yirmi kişi vardı. Kemal ile aramda geçen bu sessiz muhabbeti kimse fark
edemedi.
Garson çay bardağını usulca masanın
üzerine koydu. Kemal çaycıya hiç bakmadan bardağı avuçladı. Anlaşılan önce
ellerini ısıtmak istiyordu. Neden sonra tekrar masanın üzerine koydu, uzun süre
karıştırdı. Kendi kendine; “Hükümet gevşek, hükümet gevşek” diyerek
söyleniyordu. Çayını karıştırdıkça tekrar, tekrar aynı şeyi söylüyordu. Onun bu
sözü çok meşhurdu.
Çayı soğumuş olmalı ki, iki harekette
boğazına döker gibi yaptı. Boşalan bardağı iki avucu içine hapsetti. Bir ileri
bir geri döndürmeğe başladı.
“Bir çay daha içer misin Kemal?” diye
sordum.
“Bu yeter” dedi, çenesi ile bardağı
göstererek. Küreği hala bacaklarının arasına sıkışmış, sapı da sağ yanağına
değerek başından biraz daha yukarı uzanıyordu.
Dışarıdaki havanın soğukluğu zaten
kahve içinde kasvetli bir durum oluşturuyordu. Deli Kemal boğazını temizler
gibi yaparak iki ağız öksürdü. Sonra da, neredeyse çok uzaklardan duyulacak bir
sesle;
“Nasılsan hoca!” diye sordu. Ona doğru
döndüm, herkes ona doğru döndü.
“Sağ ol Kemal” dedim yavaşça. O da
güya duymamış gibi sorusunu tekrar etti. Bu kez cevap vermedim. Ayağa kalktı
ağır ağır yürüyerek önüme kadar geldi. Elindeki küreği destek yaparak dayandı.
Sobanın yanında oturanları gösterdi;
“Hau Kürtler ilen aran nasıl?” diye
sordu.
Kulaklarıma kadar kızardım. Orada
bulunanların bir kısmı beni tanıyor, hikâyemi de biliyordu. Demek ki Kemalin de
haberi varmış, diye düşündüm.
“Çok iyi” dedim sakince. Bu cevap ile
zor durumda kaldığım, gözünden kaçmadı.
“Hoca!” dedi yeniden. Belayı satın
aldık diye düşündüm yüzüne baktım, ne yapmak istediğine dair hiçbir ipucu
alamadım.
“Söylesene son durumun nasıl?” diye
saçma bir soru daha sordu. Yine cevap vermedim. Doğrusu, bu soruya cevap vermek
o kadar da kolay bir iş değildi.
Kemal kontrolü eline geçirdi. Bu kez
kahvede oturan diğer adamlara döndü. Yanlarına kadar yürüdü, durdu. Yerini
beğenmedi, sobanın öbür tarafına geçti. Beni de görebilecek durumda bir yer
buldu kendine. Herkes dikkatle ona bakıyor. Yüzündeki ifade, bir çılgınlık
yapacak izlenimi veriyordu. Yüksek sesle konuşmayı sürdürdü;
“Bu Laz öğretmen benim dervişimdir.
Buna silah çekenler... göreceksiniz ki bahara çıkamayacak. Allahın hışmına
uğrayacaklar. Öğretmene silah tutulur mu gafil adamlar? Konuk öğretmene silah
çekilir mi? Bunun hesabı sizden sorulmaz mı zannediyorsunuz?” Her sözcüğü
söylediğinde bir başkasının yüzüne bakıyordu. “Duyan duymayana söylesin,
herkesin haberi olsun. Bundan böyle, öğretmenlere el verdim. Onlara karşı
tutulan silahlar, tutanın eline yapışacak, elini yakacak. Herkes böyle bilsin.
O kötü eller cennete giremeyecek. Cehennemde yanacak, yanacak ama kül
olamayacak.” Sustu, sanırsın bir cevap bekliyordu.
“Hükümet gevşek. Öğretmenlere el
verdim, bu onlara yeter. Siz ne yaparsanız yapın, bu günden sonra kurşun
işlemeyecek onlara!” dedi daha yumuşak bir sesle.
Sobanın başında oturanlar hutbe dinler
gibi izlediler deli Kemali. Sadece bir kişi laf attı ona;
“Atlattın mı yine, deli Kemal!”
Baktı ona, cevap vermek gereği bile
duymadı.
Bu sözleri bir delinin söylemesi,
etkiledi beni. Deli Kemalin öğretmenlere sahip çıkmasına şaştım kaldım. Ne
diyeceğimi bilemedim, yüzüne bile bakamadım. Daha fazla ileri gitmesini de
istemiyordum. Yerimden kalktım, çay paralarını ödedim. Dış kapıya doğru yöneldim
ve ağır ağır yürüdüm. Kemal’de sobanın başında kendine bir yer bulmuştu.
Kapıdan çıkmadan geriye döndüm. Deli Kemal göz ucu ile beni izliyordu.
Yüreğime bir şeyler düğümlendi, göz
kapaklarımın altında bir acı hissettim. Nereye gideceğimi de bilmiyordum. Karla
kaplı ve bina saçaklarından sarkan buzların, neredeyse yere değeceği cadde
boyunca yürüdüm…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder