Bir zamanlar Osmanlı ülkesi; belki de
dünyanın yarısı kadardı, üstelik diğer yarısı da egemenlik alanına girerdi.
Yemen’den Kırım’ın kuzeyine, Azerbaycan’dan Habeşistan’a, Afrika’nın batısına
kadar bir insanın ömrü olsa bile bin yıl boyunca gezip dolaşamayacağı
büyüklükte bir diyar idi.
Bütün bu egemenlik
alanlarının pek çoğu Anadolu delikanlılarının kontrolündeydi. Onlar gittikleri
yerlere sağlam karargâhlar kurar ve o semtin canlı bir parçası olurlardı. Bölge
halkından her gelen derdini anlatırdı ve mutlaka bir çözüm bulacağını da
bilirdi.
Bu Anadolu
delikanlıları zaman içinde, bulundukları yeni yerlerin çevre, kasaba ve
köylerine kadar gider halk ile olumlu ilişkiler kurardı. Öyle yaptıkları için
asayiş olayları azalırdı. Çetin ve zor sorunlar karşısında karargâh
komutanları, her türlü yetkiye sahipti.
O yıllara ait
Osmanlı tarihini yazanlar adalet, hak, hukuk gibi kavramların da Anadolu
delikanlıları tarafından bir teraziden geçirildiğini kaydederler.
Karadeniz’in karşı
sahilinde, Yalta’dan Sivastopol’a doğru giderken, denizin kenarında bir Osmanlı
askeri yerleşkesi vardı. Buranın kuzey tarafındaki dağın yamacında, kayalıkların
üstünde kubbesi kızıl bakırla örtülü bir kilise vardı. İlişkileri o kadar iyi
idi ki, kilisenin papazı Pazar ayinlerinde aşağıdaki sahilde yaşayan Osmanlı
askerlerine dua ederdi. Bu durumu bilen komutan, kiliseyi bir tür dost olarak
hesaba katardı. Askerlerin kilise bahçesine çıkıp orada oturmasından hiçbir
endişe duymazdı.
O sene temmuz ayı
çok sıcak geçiyordu. Akşama yakın saatlerde daha serin olduğu için, bazı
leventler dağın kayalık yamacını tırmanır kilisenin avlusuna çıkarlardı. Selvi
ağaçlarının altında oturur Karadeniz’i ve ufkunda batmakta olan akşam güneşini
seyrederlerdi. Denizin ufkundan kayan güneş dünyanın bütün kızıl ve turuncu
renklerini bir arada sergilerdi. Güneş batınca da leventler, Anadolu tarafından
gelen serin rüzgâra teslim olur bağırlarını açarlardı. Her şeyi okşayarak geçen
rüzgâr kuzeydoğuya doğru akar giderdi.
Gün, akşam olmak
üzereydi. Kilisenin bitişiğindeki odanın penceresinden bakan sarışın rahibe,
selviler altında oturan leventleri seyrediyor. Üç kişiydiler ve denize doğru
bakıyorlardı. Rahibe tüm dikkatini sol tarafta oturan uzun boylunun
üzerindeydi. Güler yüzlü, kumral üstelik nazik bir delikanlıydı. Eğer evlenme
teklifine evet derse Müslüman olmayı bile kabul edebilirdi. Aklından öyle geçiyordu
ama gidip konuşmak o kadar da kolay bir iş değildi. Duyan işiten olursa neler
demezdi. Belkide, kim bilir, kayalıklardan aşağı atarlardı onu. Onları “yemeğe
davet etsem” diye düşündü. Kilisede çalışanların yemeği orada pişer ve yan
taraftaki uzun odada servis yapılırdı.
Papazlar akşam
yemeğinden sonra yemek duası ederler. Böyle bir dua sonrasında sarışın rahibe
saygı ile Papazın yanına yanaştı;
“Papaz hazretleri”
dedi. “Bu akşam yemeğimiz arttı, fazlasını bahçede oturan askerlere verebilir
miyiz?”
Hiç düşünmeden;
“Elbette
verebilirsin” dedi.
Yaşlı başrahibe de
bu konuşmayı duydu. Aslında hazırlanmakta olan planı o da biliyordu. Papazlar
çıktıktan sonra;
“Çok cesursun İrina!”
dedi.
Gülümsedi diğeri;
“Seviyorum” diye
bir sözcük çıktı dudakları arasından. Sonra da “Sevenler cesur olur” dedi. Başrahibe
bu cesarete ses çıkarmadı. Giderek Papazlardan boşalan oturaklara oturdular.
Biri anlattı öteki dinledi, öteki anlattı beriki dinledi. Genç rahibe Orhan
ismindeki Levent”e âşık olduğunu daha fazla günahkâr olmamak için onunla
evlenmek istediğini bir kez daha apaçık anlattı. Evlenme yasağı olan diğer rahibeler
bu günah kokan konuşmadan ezgin bir lezzet aldılar.
Sofra yeniden
düzenlendi. Başrahibe bahçede oturan askerlerin yanına gitti, nazik bir eda ile
yemeğe davet etti. Teklifi biraz nazla ama memnuniyetle kabul edildi. Üç
delikanlı önce biri birlerine baktı, sonra da saygı ile yerlerinden doğrulup
rahibenin peşinden yürüdüler.
Yemek odasındaki
kandil yeteri kadar ışık vermiyordu. Oraya girmeden önce küçük bir hol vardı.
Önce hole girilir oradan da mutfak tarafına geçilirdi.
Rahibe İrina Orhan’ı
izledi, şansı da yardım etti. Çünkü o hole üçüncü olarak girdi. Kapının
arkasında bekliyordu, ala karanlıkta yanaşarak elini tuttu. El ele tutuşunca
ikisi de kısa bir şaşkınlık yaşadı. Sanki damarlarında düşük voltajlı bir
akımın aktığını hissettiler. Ardından garip bir titreme başladı.
O sırada İrina Orhan’a
daha da yaklaşarak kulağına fısıltı ile “Seni çok seviyorum” diyebildi. Orhan
ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Arkadaşları yemek odasına girmişti.
“Güzel bir kız olsa bari” diye geçti içinden. Sonra kendini toparladı; “Yarın
akşam karanlık çökünce bahçe duvarının arkasına gelirim, sen de oraya gel konuşalım”
diyebildi. Rahibe ise hiçbir şey söylemeden tuttuğu eli olanca gücüyle sıktı,
sonra da uzun odaya geçmesi için bıraktı. İkisi de hâlâ tir tir titriyordu.
Uzun masanın duvar
tarafına oturan Orhan, kandilin alacakaranlık ışığında sevenini görmek istedi.
Biraz önce el ele tutuştuğu kız, kalaylı bakır kaseye koyulmuş çorbayı getirip
önüne sürdü. Umduğundan daha güzelmiş, gözleri maviş teni ise buğday
rengindeydi. Çorba kâsesini bırakıp karşı duvarın dibindeki iskemleye gitti
oturdu. Besbelli sevdiği adamı izlemek için öyle yaptı. Yüzünü örten siyah ama
çok seyrek dokunmuş tülün içinden izledi onu Orhan. Aslında bu örtü daha bir güzellik
veriyordu ona. Bu karşılıklı süzülmeyi diğer leventler de fark etti. Bir ara
kafa kafaya verip konuştular, sonra da Orhan’a bakarak gülümsediler. Yaşlı Rahibe
ise hiçbir şeyin farkında olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu.
Leventler, yemekten
sonra sahile doğru inerken, yarın akşam için verilen randevuyu konuştular enine
boyuna.
***
Ertesi gün Orhan ve
arkadaşları ne olur ne olmaz düşüncesiyle kiliseye giden patika yolu izlemedi.
Kayalıkların arasından tırmanarak papazlara da görünmemeye dikkat ederek yamacı
tırmanmayı tercih ettiler.
Denizin ufkundan
batan güneşin kızıllığı da çoktan kaybolmuştu. Arkadaşları biraz öteye
giderken, kendisi de İrinaya söz verdiği duvarın dibine yanaştı.
Çok beklemedi ve
karşılaşma anı pek heyecanlı oldu. Karanlıkta net seçilmiyordu o nedenle “acaba?”
diye bir soru da geçti aklından. Ancak arkadaşlarının kontrolünde olduğunu
hatırlayınca garip bir güven duygusu sardı içini. Önce yan yana oturdular.
Sonra el ele tutuştular. Dün akşam ilk kez el ele tutuştuklarında duydukları
heyecanın bu kez daha fazlasını hissettiler. Belki de mutluluktan, ne
konuşacaklarını bilemediler.
“Adın ne” diye
sordu Levent.
“İrina”
“Ben de Orhan”
“Biliyorum, uzun
zamandır izliyorum seni.”
Sözcükler tükendi
sanki. Başka ne diyeceklerini akıl edemiyorlardı. Fakat bu şekilde, el ele,
günlerce durabileceklerini düşündüler.
Zamanın nasıl
geçtiğini anlayamadılar. Yine de biri birlerini daha iyi tanımak için pek çok
soru sormayı karşılıklı olarak becerdiler. Artık ayrılmak vakti geldi. Gelecek
sefere nerede buluşacaklarını da kararlaştırdılar.
O buluşma sona
erdiğinde, sorun çıkmadı diye derin bir nefes aldı arkadaşları.
***
Denizin ufkunda ama
İstanbul yönünden batan akşam güneşinin kızıllığı iyice kayboldu. Orhan
Kiliseye doğru, çıkan yokuşu tırmanıyor tırmanmaya başladı. Bu kez yanında hiç
kimse yoktu. İrina’ya gerçekten âşık olduğunu düşünmeye başladı. El ele
tutuştuklarında hissettiği sıcaklığın narkoz etkisinden bir türlü kurtulamıyordu.
El teması ile oluşan titreme ise aklından hiç çıkmıyordu.
Karargâh epey
aşağıda kaldı, arada bir deniz üzerinde oynaşan yakamozları izliyor onlardan bir
çeşit güç alıyordu. Kilise avlusundaki selvi ağacının altında bir kandil
yandığını fark etti. Bir ihtimal olarak İrina orada oturuyor ve beni gözlüyor,
diye düşündü.
Patika yoldan
ayrıldı, taşlık bayırı tırmanmaya başladı. Sessiz olmaya özen gösteriyor arada
bir elleri üzerine yürümeye çalışıyordu. Ne kadar dikkat etse de küçük bir
taşın yuvarlanmasına engel olamadı. Olduğu yere sindi, bir süre öylece kaldı.
Sonra nefesini de tutarak yeniden yokuşu tırmanmaya koyuldu.
Sözleştikleri
kayanın kovuğuna ulaştı. İrina daha erken gelmiş onu orada bekliyordu.
Karanlıkta birbirlerini sadece koyu renk bir gölge olarak seçebildiler. Artık görmek
de o kadar önemli değildi, ten kokularını bile tam olarak hissediyor,
biliyorlardı. Önce alıştıkları üzere el ele tutuştular. İlk kez tutuştukları gibi
sıcaklığı ve hoş bir heyecanı yine hissettiler. Sonra kucaklaştılar, ikisinde
de titreme belirtileri başladı ve bunu karşılıklı olarak hissediyorlardı. Konuşacak
bir şey bir şey gelmiyordu akıllarına. Belki de dil sorunu nedeniyle
meramlarını tam olarak anlatamıyorlardı. Sanki zaman durmuştu. Karadeniz semalarında
yüzen bir bulut üzerine binmiş uçuyorlardı. Bir anda ortaya çıkan güçlü bir ses
ile kendilerine geldiler. Homurtular arasında büyük bir gölgeyi fark edildi. Sonra o gölge sanki bir dev oldu. Orhan’ı
ensesinden tuttuğu gibi boşluğa doğru fırlattı. Havada döne döne uçan levent
selvi ağacının dalları arasına sıkıştığını hissettiğinde bir ah çekti. Bu
durumun akıl ile izahı olası değildi. Neye uğradığını anlayamadı. O yaratığın İrina’yı
öldürebileceğini düşündü. Karanlığın içinden olup bitenleri izlemeğe gayret sarf
ediyordu. Oysa kıza yardım edebilmesi için öncelikle ağaçtan inmesi
gerekiyordu. Homurtu ve ayak seslerini izledi bir süre. Gele gele dallarının
arasında durduğu selvi ağacının altından geçti, kilise duvarının önünde durdu.
O anda korktuğu ve ortalığı biribirina katan şeyin dev bir Rus ayısı olduğunu
gördü. Ayı, koltuğunun altında taşıdığı İrina’yı duvar üzerinden avluya bıraktı.
Yere bırakıldığında küçük bir çığlık attı kız. Orhan ise ne yapacağını bilemedi
ağaca sıkıca sarıldı ve ayının gitmesini beklemeye koyuldu. Şaşkındı, ellerini
uzatsa kendisini ağaçtan alabileceğini düşündü. Bir taşın üzerine çıkarak oturan
dev hayvana dikkatle baktı. Neden sonra gözlerini feri yerine geldi onu daha
dikkatle izlemeye koyuldu.
Orhan epey bir süre
ağaçtan inemedi. Ayı ise onun orada, selvinin dalları arasında olduğunu
biliyordu. Yeniden hesaplaşmak için ağaçtan inmesini bekledi uzun zaman. Sabah
olmak üzereydi yatla tarafındaki dağların üzerinden şafak söktü. Ayı umudunu
kesmiş olmalı ki yerinden kaktı, yokuş yukarı tepeye doğru yürüdü gitti. Orhan dikkatle
onu izliyordu, bu gidişten yararlandı ağaçtan indi. Ağacın dibine oturdu ne
yapması gerektiğini düşünmeye koyuldu. O sırada meğerki pusu kurmuş olan koca
hayvan bir hışımla ona doğru saldırdı. Levent bunu fark edince can havli ile
iniş aşağı doğru koşmaya başladı. Ayı koca gövdesi ile ona yetişemeyeceğini
anladı. Büyük bir kayayı peşi sıra ama hedef belirlemeden yuvarladı. Kaya kendi
yolunda yuvarlanırken sağa sola çarparak parçalara bölündü.
Levent Orhan,
birliğine doğru giderken o gece başına gelenlere kimsenin inanmayacağını düşündü.
Daha sonraki
gecelerde sevgilisi İrina’ya ulaşmayı denediyse de bir türlü başaramadı. Koca
gövdesi ile Rus ayısı, sanki onu koruma altına almıştı. Kiliseye personelinden
başka hiç kimseyi yanaştırmıyordu. Bu durum Yalta’da hatta Kırım yarımadasının
her yanında duyuldu. “Ayı Müslümanlara karşı kiliseyi koruma altına aldı” diye
söyleniyordu.
İrina’nın iki kıskanç
sevgilisi vardı artık birisi Ayı, diğeri de Levent Orhan.
Orhan kiliseye
yanaşamıyor ancak başkaları aracılığı ile haber gönderebiliyordu sevdasına. Ayı
ise sadece gözlüyor ve İrina bir yere gidecek olsa peşinden giderdi. Bu birliktelik,
onu korkutuyordu aslında. Ne var ki ayı tarafından da sevildiğini ve
korunduğunu bildiği için korku ile karışık bir keyif duyuyordu.
Karargâhta bulunan
arkadaşları hep bu sevda üzerine konuşur akıl yürütürlerdi. Aylar sonra, başarılması
zor olsa da bir çözüm bulundu; ayının uykuda olduğu bir vakitte İrina sahile gelecek
ve Orhan ile beraber bir kayığa bindirilecek, mümkünse Sinop limanına doğru gönderileceklerdi.
Haberi Yalta’lı bir
kadın aracılığı ile İrina’ya ulaştırdılar.
Ayı ise her şeyden
kuşkulandığı için kilisenin giriş çıkış yollarını kolay görebilecek bir yerde
otururdu. Arada bir kısa süreli uykuya dalar sonra bir ürküntü ile uyanır
gözetlemeye devam ederdi.
Olaydan haberdar
olan kilisenin rahibeleri Leventlerin önerdiği planı uygun bulmuş olsalar da
bunun için ayının kış uykusuna yatması gerektiğini düşündüler. Zaten kış
yaklaşıyordu, uzaklardaki yüksek dağların tepeleri karlanmıştı. Gelin görün ki
hayvan bir türlü kış uykusuna yatmıyordu. Rahibeler onu yorgun düşürüp uykusunu
kamçılamaya karar verdiler. O günden sonra sık aralıklarla kiliseden biri çıkıp
diğeri geri dönüyordu. Hayvan, hangisi İrina diye pür dikkat kesiliyor uyuyamıyordu.
Bu durum günlerce devam etti. Bir akşam vakti hava henüz kararmamıştı. Bahçe
duvarı üstünden ayıyı izleyen Başrahibe uyku sarhoşluğu içinde olduğunu fark
etti. Bu haber her sevinçle karşılandı ayrıca Leventlere de bildirildi.
Yapılması
gerekenler haberciler aracılığıyla İrina’ya bildirildi. Plan hazırdı ve buna
göre hareket edilecekti. Horozların sabahı haber vermesine biraz daha vardı.
Uyku sever tüm canlılar gibi ayı da uykusundaydı. İrina rahibelerle helalleşip
kilisenin bahçe kapısından usulca çıktı. Ayaklarını bir tavşan çevikliği ve yumuşaklığında
kullanmaya özen gösteriyor. Eğer ayı uyanır da peşinden gidecek olursa bayır
aşağı doğru hızla koşacaktı. Ayıların iniş aşağı koşamadığını biliyordu.
Şafak sökmüş, hem deniz hem de dağlar aydınlanmıştı,
korkunç bir rüya gördü ayı. Osmanlı askerleri peşinden koşuyor o da kaçarken bir
uçurumdan yuvarlanıyordu. Yuvarlanıyordu ama acı da hissetmiyordu. Rüyanın
etkisiyle bir korku ve endişe ile kan ter içinde uyandı. Gözü epey açıkta, deniz
üzerinde yüzen ve güneye doğru giden kayığa takıldı. Yüzünü ovuşturdu yeniden
baktı. İçinde iki kişi vardı ve biri kürek çekiyordu. Ayağa kalktı tekrar
baktı, sırtı kendisine dönük olan sevgilisi İrina’yı tanıdı. Can havliyle ama
tam yüreğinden öyle bir homurdandı ki sesi deniz üzerindeki yağmur bulutlarına
kadar ulaştı, suyun üzerinde dalgalar oluşturdu. Ve kayığın içindeki iki
sevgili de sesi duydu. Yürekleri yerinden oynadı, korkudan yüzleri mosmor
kesildi.
Koca hayvan acele ile iniş aşağı yürümeye
başladı. Ne pahasına olursa olsun kayığı durdurmalıydı. Artık aklı değil,
sinirleri ne emrediyorsa öyle yapıyordu. Çok kızgın bir hali vardı, önüne çıkan
her şeyi o anda öldürebilir parçalayabilirdi. Boğazını yırtan homurtular ile denize
doğru acele ile yürüyor. Çıkardığı sesler deniz üzerindeki kara bulutları
öteledi ve artık bulutlar kuzeye doğru hızla akmaya başladı. Deniz üzerinde
yüzmeye gayret eden kayık daha net olarak görülmeye başladı. Kuzeye akan o kara
bulutlar, oralardaki tüm ayılara haber ulaştırmak için gökyüzünde deli dolu kayarak
yol alıyordu sanki.
Koca hayvan sahile
indiği zaman kayık epeyce yol almıştı. Sabah güneşi henüz görünürde yoktu fakat
deniz üzerini okşayarak gelen rüzgar topladığı nem ile dokunduğu her canlıyı
üşütüyordu. Yüzerek kayığa ulaşmanın mümkün olamayacağını anladı. ‘Ne yapabilirim?’
diye düşündü bir süre. İçinden bir ses; “Denizin suyunu içerek tüket, böylece
kayık karaya oturacak” diye yankılandı. Hemen işe koyuldu. İçtikçe içti. Ne var
ki denizin suyu bir türlü azalmıyordu. Ağzını sudan çıkarmadan içtikçe
içiyordu.
Hiç hesapta olmayan bir şey oldu; içtiği su
kadar şişmeğe başladı. İçtikçe irileşti, irileştikçe içti, içtikçe şişti. Öyle
bir an geldi ki kocaman bir dağ haline geldi ve artık daha da içemedi. Öylece,
orada şişti ve hareketsizce kala kaldı.
Kayık ise güney
ufkunda belli belirsiz seçilebiliyordu. Kuzeye doğru hızla kayan bulutlar
yavaşladı, yatla tarafından doğan güneşin ışıkları seçilmeye başlandı.
***
Daha sonraki
yıllarda Levent Orhan ile İrina’nın Anadolu’ya ulaşıp nereye yerleştiği
konusunda hiçbir bilgiye rastlanılmadı. Ancak; koca bir dağ haline gelen ayının
cesedi, efsanelerden bir efsane olarak orada, Kırım’ın Anadolu’ya bakan güney
sahilinde bir abide gibi durmaya devam ediyor.
Bu efsane Yalta ile
Sivastopol arasındaki köylerde, hatta daha kuzeydeki kentlerde milyonlarca kez
anlatıldı. Kulaktan kulağa giderek Rusya”nın dört bir yanında da duyuldu.
Denizin güneyine
yani Anadolu’ya zaman içinde milyonlarca yabancı gelin geldiği için Orhan,
İrina ve Ayı Dağı’nın efsanesi bizim oralarda fark edilemedi, duyulamadı.
***
Bir gün yolunuz
Karadeniz”in karşı sahillerine düşer de Yalta’dan Sivastopol’a doğru
giderseniz, Rus aristokratlarının deniz kenarındaki yazlık evlerine gitmeden
biraz önde, sol tarafta, deniz ile yol arasına uzanmış, başı güneye dönük
şekilde duran Ayı Dağı’nı görürsünüz. Orada durun. Arabanızdan inin ve dağa
doğru yürüyün. Dilerseniz sırtına çıkın ve elinizi alnınıza siper ederek Anadolu
tarafındaki ufka bakın. Levent Orhan ile İrina’nın sevdasını hatırlayın.
İrina’nın şahsında Anadolu’ya gelin olarak giden tüm kızların ve orada doğan
çocuklarının Karadeniz kadar duygu yüklü sevdasının olabileceğini; Bir nehri
besleyen yan dereler gibi Anadolu’ya, oradan da yenidünyalara akan insan selini
hayal edin. Sonra da bütün o insanların anısına saygı ile Ayı Dağı’ndan aşağı
ağır ağır inin, arabanıza doğru yavaş adımlarla yürüyün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder