Livera Agios Georgios Kilisesi |
Livera, Trabzon Maçka’sının yanı başında
büyük ve kalabalık bir köy idi. Maçka onun kucağında oturan bir çocuk gibi
sayılırdı. O günün Liveralılarına sorarsanız Osmanlı ülkesinde “Osmanlılığın”
şeref ve itibarı kendilerinden sorulur. “Neden?” derseniz; Osmanlının ulu
Padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin annesi, Gülbahar
Hatun Hanım Sultan bir Livera kızıydı. Gülbahar, Hanım Sultan olduktan sonra
Trabzon ve çevresi halkına pek çok hizmetlerde bulundu. Halen de kabul görüyor
ama o günlerde hem Müslüman hem de Hıristiyan ahali ona mistik bir saygı duyardı.
Kurduğu “Gülbahar Hatun Vakfı” aracılığı ile Trabzon’a pek çok hizmetler sundu,
açları, geleni geçeni yedirdi içirdi doyurdu. Sağlığında bile halkın gözünde
bir efsane, bir evliya olarak söz edildi kendisinden. Bir şey daha vardı; Onun
bir Livera kızı olması nedeniyle köyünün halkı emrinde ve hizmetindeydi. Livera
yaylalarında üretilen yağ ve peynir Trabzon’a, Vakfın mutfağına gönderilirdi.
Hanım Sultan, her
iki din’e mensup ahali tarafından dahi kendilerinden biri olarak kabul görürdü.
Hem kilise hem de Cami cemaatinin saygısına mazhar oldu.
Yüzyıllar boyunca,
Hanım Sultanın Evliyalığı Trabzonlular için bir moral, ama özellikle eski
Liveralılar için, gurur kaynağı olmaya devam etti.
***
1900 senesinin
yılbaşısı Hıristiyan dünyasında olduğu kadar Livera’da da mümkün mertebe
amacına uygun şekilde kutlandı. Ne de olsa yeni bir asrın başlangıcı ve İsa
öğretisinin 20. Yüzyıla ulaşması hafife alınacak bir iş değildi.
Livera Metropolit Binası 1903 |
Gündüz kar yağmış
ve Sumaha Dağı’ndan aşağı sarkarak Sultan Murat suyu hizasına kadar her yeri beyazlatmıştı.
Şimdi kar yağışı durdu, ama hafif bir soğuk rüzgâr kendisini hissettiriyor. Güneşin
battığı tarafta bulunan Karakaban dağı iki aydan beri kar altındaydı. Onun
beyazlığı ay ışığı yardımıyla geceleri dev bir fener gibi aydınlığını vadi
boyunca yayar.
Agios Georgios
kilisesi o kadar kalabalık oldu ki, kubbesinden iğne düşse yere değmezdi. Asma
katlar yan odalar dolup taştı. Dışarıda kalanlar bile oldu. Metropolit
Hrisantos kilisenin önündeki makam evini açtı, kiliseye sığmayanlar oraya
girdi. Gece geç saatlere kadar papazlar vaaz verdi. Vaaz aralarında ilahiler
okundu. Yeni gelen yüzyılın Hıristiyanlık âlemine ve özellikle Osmanlı
ülkesine, sonra da Livera’ya bereket, zenginlik ve huzur getirmesi için dualar
edildi.
Bir süreden beri,
geceleri iki geyik geliyordu köye. Köy içinde dolaşıyor sonra fındık bahçelerine
giriyor otluyorlardı. Korkutacak bir hareket yapılmazsa insanlardan kaçmıyor
sevilmelerine de izin veriyorlardı. İlginçtir özellikle ayinler sırasında
kilisenin avlusuna girer çan kulesinin dibinde bekleyip dururlardı. O gece de
öyle yaptılar. Geldiler, çan kulesinin altına sığındılar. Hem geviş getiriyor
hem de sanki vaaz yahut ilahi dinliyorlardı. Bir ara boynuzlu olanı başını
yukarı kaldırmış, Lagana tarafından esen rüzgârı kokluyordu. Boynuzsuz olanı
başını erkeğinin boğazının altına doğru uzatmış öylece hiç kımıldamadan
duruyordu. Bir bilmeyen görse, kilisede yapılan ibadeti izliyor veya
dinliyorlar sanabilirdi. Gece geç saatlere kadar çan kulesinin altında beklediler.
Liveralılar içeride onlar dışarıda yeni yüzyılı karşılamak için ibadet etti.
Kilisenin dış
kapısı açıldığı zaman yarı gece çoktan olmuştu. Kandil ışıkları avluyu ve ardından
çan kulesini aydınlattı. O anda geyikler ağır hareketlerle geriye döndü, yine o
tembellikle selvi ağaçlarının arasından yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kapıdan
çıkan iki delikanlı peşlerinden koştu ama onlar koşunca geyikler de hızlandı,
yetişemeyeceklerini anlayınca durdular.
Kiliseden çıkan,
sözü sohbeti dinlenen bazı adamlar evlerine giderken, geyiklerin kerametinden
söz etti yol arkadaşlarına. Dinleyenler de; “bu işte bir hal bir keramet var”
diye düşünüyordu.
Ğorğor Şalvaridis
küçük Livera mahallesinde otururdu. Üç ay önce muhtar seçilmişti. Henüz yeni muhtardı
ve herkese nasip olmayan bu yeni asrın ilk gecesini köyün muhtarı olarak büyük
kilisede karşılamak istedi. Oysa 24 yıl boyunca sürecek olan muhtarlığını ve
halkının Livera’da yaşayacağı zamanın son çeyrek yüzyılına girildiğini bilmesi
düşünülemezdi elbet.
Gecenin yarısı
çoktan geride kaldı. Bazı yerleri taş döşeli patika yollardan, herkes evine
doğru yürüyordu. Şalvaridis ve arkadaşları iki mahalle arasındaki sırtı aşmış
artık küçük Livera tarafına dönmüşlerdi. Bulutlar arasından arada bir kendisini
gösteren ay, diğer yandan dağlardaki kar’ın parlaklığı önlerini görmelerine
yetiyordu. Mahallenin girişindeki çam ağaçları arasından akan ırmağın ala
karanlık yolu boyunca yürüdüler. Sonra sık ağaçlar arasından geçen yola
ulaştılar. Artık önlerini pek de seçilemez hale geldiler, daha yavaş ve
dikkatli yürümeleri gerekiyordu. Irmaktan akan suyun çağlama sesi olabildiğince
çok çıkıyordu. Suyu geçtiler, ağaçlar arasından da çıktılar, Lazaridis’in evi
göründü. Nereden geldiği belli olmayan bir silah sesi geceyi ikiye böldü sanki.
Ses Verizena kayalıklarında yankılanarak Kudula vadisine doğru aktı gitti. “Durun!”
dedi muhtar. Der demez o anda her yer zifiri karanlığa büründü. Birbirlerini
göremediler. “Olacak iş değil” diye bir ses duyuldu karanlığın içinde hepsi
şaşkındı. “Silah sesinin nerden geldiğini anlayabildiniz mi?” diye sordu
birisi. Kimse cevap veremedi. Muhtar belinden silahı çıkardı, biraz bekledi.
Sonra elini havaya kaldırdı, gecenin karanlığına doğru tetiği çekti. Onun sesi
de karşı yamaçlarda yankılandı ve yankı kayarak vadi boyunca aktı gitti. Nefeslerini
tutup bir cevap verilir mi diye nafile beklediler. “Gecenin bu saatinde
karanlığa sıkılan kurşunların hayra alamet olmadığını düşünüyorum” dedi birisi.
Herkesin içinde nedeni belirsiz bir endişe, bir kuşku olduğu halde evlerine
doğru tekrar yürümeye başladılar.
Livera'nın Son Rum Muhtarı Ğorğor Şalvaridis (1922) |
Muhtar Şalvaroğlu
Ğorğor, elindeki tahta kürekle sabaha karşı bastıran karın avludaki
birikintisini temizliyordu. Filikoğlu Astemi iki mahalleyi ayıran sırta geldi,
oradan seslendi fakat duyuramadı. Bir parmağını ağzına soktu ve ıslık çaldı.
Muhtar ıslığı duydu, o da aynen cevap verdi. Filikoğlu; “Metropolit hazretleri
papazlarla beraber toplanmış seni de istiyor, hemen gelmelisin!” diye bağırdı.
Söyleneni anladı Şalvaroğlu. “önemli bir şey olmalı” diye geçirdi aklından,
elindeki küreği evin duvarına yasladı içeri girdi. Paltosunu giyerken karısı
Desmina’ya durumu anlattı; “Önemli bir şey olmalı” dedi. Tekli tabancasını
palaskasına taktı, barut kesesini de yan cebine koyup çıktı.
Sabaha karşı yağan
kar yolda yürümeyi zorlaştırıyordu. O yüzden metropolitlik binasına ancak yarım
saatte gidebileceğini hesap etti.
Küçük Livera geride
kaldı, gökyüzü bulutlarla kaplı. Muhtar Verizenaya doğru baktı, yağan karın köy
değirmenine kadar inmiş olduğunu gördü. Şimdi de Büyük Agios Georgios Kilisesi
karşıdan göründü. İki katlı Metropolitlik binası da hemen önünde ve biraz
aşağısındaydı. Her iki yapı da kar kümelerinin altında beyaza bürünmüş bir
gelin gibi görünüyordu. Yukarıdaki Lagana ormanı da kardan bir elbise giyinmiş
genç kız misali köy içi yollarda yürüyenleri süzüyordu sanki.
Çizmeleri onu
yeteri kadar koruyamadı, eriyen kar nedeniyle içleri su dolmuş, ayakları
ıslanmıştı. Metropolitliğin yokuşuna varınca Turnaoğlu’na yetişti. O da çağrılmıştı,
peş peşe yokuşu çıktılar.
Avluya girdiler,
paçalarına sarılan kar dökülsün diye ayaklarını sertçe yere vurdular. Avlu
kardan temizlenmişti, papazlar ve Metropolit de çoktan yerlerini almıştı.
Alt kata girişin
yanındaki merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Metropolitin oda kapısı açık
içerisi kalabalıktı. Açık kapıyı tıkladı, Metropolit gırtlaktan çıkan bir sesle
“gir!” dedi. Heybetli bir adamdı ve sırtı pencereye dönük vaziyette ayakta duruyordu.
Karşısında papazlar ve köyün ileri gelen adamları oturuyordu. Muhtar ve
Turnaoğlu hazırda bulunanlara selam verdi.
“Yanıma gel şuraya
otur, Şalvaroğlu” dedi Metropolit Hrisantos.
Herkes sessizce onları
izliyor. Uzun sakallı, kalın sesli koca adam;
“Sana büyük bir
görev veriyorum Muhtar.”
Şalvaroğlu dikkatle
Metropolit’e baktı, heyecandan dizleri titriyordu.
“Sen yiğit bir
delikanlısın, şanına yakışır bir iş veriyorum sana.”
Muhtar önce oturanlara
baktı sonra da gözlerini konuşan adamın gözlerine dikti.
“Dün gece ayinimizi
izlemeye gelen geyiklerden dişi olanını vurdular.”
Şalvaridis o anı
hatırladı fakat silah sesinin nereden geldiğini anlayamamıştı.
“Bu cinayet bizim
için, yani Liveralılar için kara bir leke olarak kalacak. O dişi geyik belki de
Meryem anamızın yirminci yüzyıla girerken oluşan bu dünyadaki gölgesiydi. Öyle
olmasaydı, geyikler yıllardan beri köy içinde bizden biri gibi gezebilir miydi?
Kilisenin önüne gelip çan kulesinin altına sığınarak ayinlerimizi izler miydi?
Normal bir hayvan için kilise ayinleri bir anlam ifade ifade eder mi?”
Yaşlı adam
konuşurken duygulandı, gözleri yaşardı. Geriye döndü, pencereden dışarı, aşağı
mahalleye doğru baktı. Odadakilerin hepsi çok üzgün ve endişeli görünüyordu.
Muhtar;
“Dün gece eve
giderken bir silah sesi duydum. Ortalık bir anda kapkaranlık, göz gözü görmez oldu”
dedi. “Sesin nereden geldiğini anlayamadım. Ben de havaya bir el ateş ettim,
cevap veren olmadı.”
“Raşi yolunda,
ormana girerken yabani armut ağaçlarının altında vurmuşlar” dedi genç bir
papaz.
“Şimdi anlıyorum”
dedi Muhtar. “Onu vuranı yakalamak ve ondan hesap sormak boynumun borcu olsun.”
Yavaşça yüzünü
içerdekilere dönen Metropolit;
“Sana güveniyorum
evlat, eğer katili bulamazsan başımıza gelecek felaketin boyutunu ne sen tahmin
edebilirsin ne de ben.”
Livera / Verizena semt Kilisesi |
Aradan bir yıl
geçtiği halde dişi geyiği vuran adam bulunamadı. Ne var ki erkeği, koca
boynuzları ile köye eskisi gibi gelip ortalıkta dolaşıyordu. Arada bir kiliseye
de gidiyor ama artık çan kulesinin dibine yanaşıp ayinlerle ilgilenmiyordu.
Bazen meleyerek köy içi yollarda koştuğu olurdu. İnsanlar onun için; “Eşini
arıyor” şeklinde yorum yapardı. Arada bir ormana giderdi. Hava güneşli
olduğunda döner, köy içi yollarda dolaşır, kiliseye de mutlaka uğrar ama çok
durmaz geçip giderdi. Sonra da bir fındıklığa girer otlamaya başlardı. Kadınlardan
ve çocuklardan kaçmazdı.
Aradan seneler
geçti, boynuzları iyice dallanıp budaklandı, yaşı da oldukça ilerledi. Bir
sonbahar günü ormana girdiğini gören oldu da çıktığını bilen olmadı. Köylüler
sonraki günlerde aylarca aradılar onu. Bazıları İsa’nın yanına uçtuğunu,
bazıları da onu kurtların parçalamış olabileceği fikrini savunuyordu.
1910’un yılbaşı
yaklaştığı halde o sene henüz kar yağmamıştı. Noel günüydü, köyden iki
delikanlı “Ziya Kayalıkları”na doğru çıktı. Dönüşte bir erkek geyik kafa iskeleti
buldular. Bunun, dillere destan ünlü geyiğin kafa iskeleti olduğunu düşündüler.
O boynuzları köy içinde tanımayan yoktu zaten. Ve delikanlılar boynuzları köye
götürüp Metropolit’e teslim etti.
Metropolit bir gün
sonra bir bildiri yayınladı. Artık, Liveralıların bir musibete duçar
olacaklarını bunun için çok dikkat etmeleri gerektiğini, istedi.
Birkaç yıl daha
geçti. Birinci dünya savaşı patlak verdi. Geyiklerin öyküsünü buna yordular.
Bitmez tükenmez bir savaş gibi gözüküyordu ve giden delikanlıların hiçbiri geri
dönmüyordu.
Savaşın sonunda
Osmanlı devleti yıkıldı. Memleket temelli sahipsiz kaldı. Dağ yolları asker
kaçağı eşkıyalarla doldu. Artık hiç kimse, korkusundan yaylaya gidemiyor ve
Trabzon’daki Gülbahar Hatun vakfına yiyecek bir şey gönderemiyordu. Bu kez
geyiklerin olayını buna yorumladılar.
Zengin bir köy olan
Livera yoksullaştıkça yoksullaşıyordu. Muhtar Şalvaroğlu ise artık ellisine
yaklaşıyordu. Köye sıkça uğrayan Müslüman ve Hıristiyan çetelerine yiyecek
temin etmek zorunda kalıyordu. Köy gençleri ya savaşta kaybedildi, ya gurbete
gitti yahut da çetelere ekleştiler.
Maçka’nın ünlü
Kaymakamı Sadullah Koloğlu bir gün onu makamına çağırdı. Öyle bir emir verdi ki
yenilir yutulur şey değildi; “Bütün köylüler bohçasının dışında taşıyamayacağı
her şeyini burada bırakarak Yunanistan’a gidecek” dedi. Bu emir karşısında
muhtar dondu kaldı, her tarafı uyuştu hiçbir şey hissedemiyordu. Olduğu yere bir
boş çuval gibi yığıldı kaldı. Sadece, 23 sene önce, bir gece vakti ırmağı
geçerken duyduğu silah sesi kafasının tam içinde yeniden patladı. Sona da kendi
silahından çıkan sesin Kudula ve Sümela vadileri boyunca yankılanarak ilerlediğini
hissetti.
Kaymakam odacısını
çağırdı, su getirmesini istedi. Muhtarın yüzünü boynunu ıslattılar, kendisine
gelince; “Bu söylediğiniz gerçekten doğru mu Kaymakam Bey?” diye sorabildi.
Sene 1923, aylardan
Şubat 24, günlerden Cumartesi ve Şalvaroğlu Ğorğor, bütün köylüleri ama çoluk
çocuk ve kadınlar dahil olmak üzere herkesi büyük kilisenin avlusuna topladı. Meydana
sığmayanlar çevre yolları, metropolitlik bahçesini, hatta bitişik fındık bahçelerini
de doldurdu. Sadece Hıristiyanlar değil, köydeki tüm Müslümanlar da bu kalabalığın
içindeydi. Ortalık ana baba gününe dönmüş her kafadan bir ses çıkıyordu. Korku,
kuşku, endişe ve ‘ne olacağız’ sorusu insanları çıldırtacak gibiydi. Aslında
burada ne söyleneceğini herkes biliyordu ama her işin bir çıkar yolu vardı, olmalıydı
ve bu mesele de çözümlenebilirdi.
Muhtar Şalvaridis,
kilise avlusunun ortasında selvi ağaçlarına yakın yerde bulunan çan kulesinin
ikinci katına çıktı. Herkes ona bakıyordu. Hava bulutlu güneş görünmüyor.
Sumaha Dağı’nı saran dumanlar mezere eteklerine kadar yayıldı. Deniz tarafından
akan beyaz bulutlar Mulaga tepelerini görünmez hale getirmiş, yağmur işareti
yok ama sıkıcı bir havanın varlığını herkes algılayabiliyordu. Muhtar;
“Kardeşlerim,
arkadaşlarım, köylülerim …” diyebildi. Sözler boğazına düğümlendi, konuşamadı
sustu.
Yüzlerce insanın
gözü kulağı onun üzerindeydi.
Neden sonra;
“Yıllardan buyana
bizi üzen geyikler öyküsünün gerçek anlamı şimdi daha iyi anlaşıldı. Hepimiz iyiye
yorum yaptık, başımıza gelebilecek bu felaketi hayal bile edemedik. Devletin hakkımızda
verdiği kararı duymuş olmalısınız. Hepimizi bütün köy halkını Yunanistan’a
sürecekler. Bizim için bu kararı verenler,
bir bakıma idam fermanımızı da uygulamaya koydu. Bundan böyle ne siz
Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” dedi ve sustu.
Herkes ona bakıyor
ama söylediklerinin doğru olmadığı düşünülüyordu.
Son sözlerini de
kısık ve boğazına düğümlenir şekilde söyledi;
“Artık hazırlanın…
şunu da bilin ki taşıyabileceğinizden gayri hiçbir şey götürmenize izin verilmeyecek…”
Turnasoğlu Yorgo
kalabalığın ortasına doğru yürüdü elini havaya kaldırarak bağırdı;
“Olmaz öyle şey,
biz Osmanlıyız, Yavuz Sultan Selim’in akrabalarıyız” dedi.
İnsanlar şaşkındı,
pek çoğu onu duymadı, doğrusu hiç kimse ne diyeceğini ne yapabileceğini de
bilemiyordu.
Tarhanoğlu
Lazaridis iki elini havaya kaldırarak haykırdı;
“Böyle saçmalık mı
olur? Ben ne bilirim Yunanı, Trabzonluyum ben. Kimse köyümden çıkaramaz beni.”
Livera Son Rum Öğretmeninin kızı Desmina Hanım Yusuf Bulut ile (2006 / Trabzon) |
Onu da duyan olmadı
sanki.
Bayram oğlu
Anastasios selvi ağaçları tarafındaki duvarın üzerine sıçradı, avuçlarını
ağzına boru yaptı olanca gür sesiyle;
“Evimiz köyümüz ne
olacak, insan insana böyle zulüm yapar mı?”
“Unutmayın ki
Osmanlı olmanız, Yavuz Selimin akrabası olmanız yetmez, Müslüman değiliz! Başka
dindeniz!” dedi yaşlı bir adam.
“Ama Allahımız
aynı!” diye bağırdı kalabalık arasından genç bir delikanlı.
“Geyikleri
hatırlayın, her suçun bir bedeli olmalı, katillerini yakalayamadık. Bu
beceriksizliğin cezasını hep beraber ödeyeceğiz. Kendimizi kandırmayalım,
hakkımızda verilen kararı değiştiremeyiz, bir an önce yol hazırlığına
başlayalım!” Bu son sözü papaz evi tarafındaki
duvarının üzerinde ayakta duran ve peştamalının ucunu sıkıca tutup çekiştiren
bir geç kadın haykırdı. Onun tam önünde duvarın dibinde duran güçlü kuvvetli
bir başka kadın; “Alın yazısını kimse değiştiremez” dedi ve arkasından iki
parmağı ile bir istavroz çizdi göğsüne.
Muhtar başını
yukarıya kaldırdı kulede asılı olan çan’a baktı. Sonra da elini uzatıp ipini
tuttu, hızla kendine doğru çekti. Çıkan ses yukarıda Ziya kayalıklarına, diğer
taraftan Hortokop Dağı’nı aşarak Mulaga vadisine doğru son kez yayıldı. Ve
sonra, titreyen bacakları ile ağır ağır kuleden inmeye başladı, bütün köylüler
olup bitenler karşısında donup kalmış, dilleri tutulmuştu sanki…
Bu efsane aynı adlı kitapta yayınlandığı sene pek çok gazetede reklamı yapılmıştı |
Bu öykü kaleme
alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri, Müslüman
olanlar gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçti. Geyiklerin Livera üzerindeki
laneti halen devam ediyor. Livera köyü ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsane/öyküye
inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla seviyor yaylalarını,
dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler
hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü duymaya görsün yanar da
tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, Hıristiyan Müslüman hiç fark
etmez, o anda memleketi oraya taşırlar…
___________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder