Muzik

14 Nisan 2016 Perşembe

FADİME

1932 yılının kışı daha öncekilerden çok uzun sürdü, gibi geldi köylülere. Kar yağar en çok bir hafta kalır, sonra da eriyip giderdi. Aradan çok geçmez yine yağar, dereye kadar iner her yer bembeyaz olur bir kaç güne kalmadan eriyerek dağlara doğru çekilirdi. İyi ki nisan ayı geldi. Hem soğuk havalardan hem de kardan kurtuldular. Her yer yeşillendi, önce papatyalar sonra diğer çiçeklerin cümbüşü insanlara yaşama sevinci dağıtmaya başladı.

Nisan ayı ile beraber, koyun ve kuzular meralara çıkarılır yayılırdı. Meleyerek koşuşmaları bayırları, çayırları bir cennet bahçesine çevirirdi. Karşı ormanlardan duyulan guguk sesi, tepeler üzerlerinde uçuşan beyaz bulutlar, yaşama dair insan direncini daha da güçlendirirdi.

Zigana ve Meryemana vadilerinden gelen dereler Maçka’da birleşir. Değirmendere adını alarak kayalıklar arasından çağlayarak deli dolu ve hızla Trabzon’a doğru akar. Dağlardaki karların erimesi sona erene kadar, hep aynı şamata ve çılgınlıkta akar gider. Bazen yatağına sığmaz etrafını yıkar. Sonra o yıkıntıları da önüne katar, denize doğru acele ile gider. Hozari köyü tarlalarında bel belleyenler çılgınca ve bulanık akan bu suyun gürültülü sesine alışıktır.

Tarla bellemeleri başlayalı birkaç gün oldu. Temel Çavuş’un iki oğlu, karısı ve gelini Hozarialtı’nı gören tarlalarında bellemeye başladı. Çavuş çalışmazdı, tarla işleri ona göre değildi. Toprakla cebelleşmeyi sevmezdi ve tarlaya karşı pek ilgisizdi. Buna karşılık karısına, oğluna, gelinine, torunlarına karşı sert davranan, her hareketlerinde kusur arayan sonra da kıyameti koparan bir adamdı. Ev halkı tarlada çalışırken, O bir tahta parçası buldu erik ağacının dibine attı. Sonra da gitti üzerine oturdu, tabakasını çıkardı bir sigara sardı.

Hozarialtı şose yolundan Maçka’ya doğru giden katırcıları izledi bir süre. Ardından, çalışanlarına baktı keyifle. Baş tarafta gelini, onun yanında karısı ve iki oğlu, aynı anda belleri yere saplıyor bir ileri bir de geri hareketten sonra toprağı yarıp deviriyorlardı. Bu uyumlu çalışmayı nasıl becerebildiklerini düşündü. “Keşke birkaç tane daha oğlum olsaydı” diye geçirdi içinden. Böyle düşünürken bir şimşek çaktı beyninde. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Küçük oğlu Recebin on beş yaşını doldurduğu için evlenme zamanın geldiğini hesap etti. ‘Sahi, nasıl olmuş da bunu akıl edememişim’ diye söylenerek gülümsedi. Yeniden tabakasını çıkardı bir sigara daha sardı. Öteki sönmeden yenisini tutuşturmayı pek severdi. Yeni sigaradan derin bir nefes çekip gökyüzüne doğru üfledi. Karısına seslendi;
“Hediye!”
“Buyur Çavuş” dedi kadın. Kocasına öyle hitap ederdi.
“Recep’in evlenme zamanı gelmedi mi?”
Dinleyenler, bir plan kurulduğunu hemen anladı.
“Ona sorsana Çavuş.”
“Kararı ben veririm ona neden sorayım, sen bir şey söyle, gerisini bana bırak.”
“Evlenme zamanı gelmiş olsa bile ikinci gelin, en azından bir oda ister” dedi karısı.
“Onu düşünme, evin kıble tarafına bir oda daha eklerim, olur biter.”
Temel’in söyledikleri hakkında hiç kimse fikir yürütmedi. Daha doğrusu yürütmek istemedi.
“Recep!” diye ünledi.
“Buyur baba!”
“Ne dersin ha, evlenmek ister misin?”
“Sen bilirsin baba” dedi utana sıkıla.
“Sevdiğin var mı sevdiğin?”
“Yok baba.”
Sustu Temel. Yeni bir gelin almak demek, ailenin daha da güçlenmesi, çalışacak adam sayısının artması demekti. Orası öyle de, bu iş o kadar kolay olmayacak. Başlık parası, elbise parası, eve eklenecek yeni bir oda, neresinden baksan beş yüz liraya gereksinimi olacak. “Ne etmeli nasıl yapmalı ki bu işi ucuza bağlamalı” diye düşünmeye başladı. Artık sigaranın biri sönüyor diğeri yanıyor. Yerinden kalktı, tarlanın başından geçen patika yola çıktı. Kuşluk vaktinin güneşi sırtını ısıtmaya başladı. Kafasına koyduğu işi en kısa zamanda yapmak isteyen, aceleci bir kişiliği vardı. Durdu, evine doğru baktı. Yeni gelin için yaptıracağı odanın planını çizdi hafızasında.

Değirmendere’nin deli dolu akarken çıkardığı uğultuyu dinledi bir süre. Galyan tarafındaki yoldan sırtında odun taşıyan ve iki büklüm yürüyen kadınlar geliyordu. Dikkatle baktı onlara, uzakta oldukları için kim olduklarını seçemedi. “Alacağım gelin güçlü olmalı, yük taşırken iki büklüm yürümemeli” diye söylendi. Geriye döndü, keyiflendi uzun hava bir türkü mırıldanarak yürüdü. Gitti erik ağacı altına koyduğu tahtanın üzerine tekrar oturdu.

Karısı Limni köyündendi ve ana tarafından akrabasıydı. Kayın biraderinin yetişkin bir kızı vardı, Fadime. Tam da istediği gibi bir gelin olabilirdi. Yük taşırken bana mısın diyenlerden değildi. Hem akraba oldukları için başlık parası vermeyebilir işi ucuza kapatabilirdi.
“Hediye!” diye ünledi karısına yeniden.
“Buyur Çavuş!”
“Ağabeyinin kızı Fadime”yi isteyen olmuş mu?”
“Bilmem, duymadım.”
Bir süre hiç kimsenin sesi çıkmadı.
Gelini, karısı ve oğulları bellemeye devam ediyorsa da, Recebin yüreği pırpırladı. Fadime bir kaç yaş ondan büyüktü. Üstelik onu bir abla gibi sever ve sayardı. Babasının dileği gerçek olmasın diye yürekten dua etti sessizce.
“Bu akşam gidip konuşalım mı Hediye.”
“Gidelim, çok zaman oldu ziyaretlerine gidemedim zaten” dedi kadın.

***

Hozari köylüleri Fadime gelini çalışkanlığı ile tanıdı. O geldikten sonra Temel Efendinin ahırındaki inek sayısı hızla arttı. Torunlar evi şenlendirdi. Ve on iki yıl içinde, Fadime’den altı torun sahibi oldu. Büyük gelininden de on olmak üzere toplam onaltı torun sahibi oldu Temel.

 Artık köy içinde ona sadece ismi ile değil “Temel Ağa” diye hitap etmeye başladılar. Ev içinde dediğim dedik, görüntüsü daha da belirgin hale geldi. Oğulları babalarının yanında kendi çocuklarıyla konuşamaz, gelinler de kucaklarına alamazdı. Gerekli bulduğu zamanlarda o dövebilirdi ama onun izni olmadan hiç kimse torunlara fiske vuramazdı.

O yıllarda her yerde olduğu gibi Hozari’de de yoksulluk, alın yazısıydı. Kadınlar için, hayat daha da zordu. Çünkü sabun bulmak kolay bir iş değildi. Bit salgın bir haşarat idi. Çamaşırların dikiş yerlerine saklanır, yıkanmış çamaşır giydiğini sanan insanlar o böcekle yaşamak zorunda kalırdı. Üstelik ona özel çeşitli hastalıklar da yaygındı. İşte bu yüzden çamaşır yıkamak başlı başına bir sorundu. Meşe ağacının külleri biriktirilir ve “dola” yapılırdı. Küller bir torbaya koyulur ve içi su dolu bir leğene yatırılırdı. Çamaşır zamanı, leğende oluşan kül suyu bir kazana aktarılarak kaynatılırdı. Bu kaynama sırasında çamaşırlar, kazana atılırdı. Bir süre kaynadıktan sonra alınır ve bir çeşme ya da dere kenarına götürülürdü. Durulanana kadar yıkanır ve bir tahta parçası ile dövülürdü. Bu iş hem zahmetli hem de zaman bakımından, yani diğer işlere zaman ayırmak bakımından tam bir külfetti.

Fadime bir gün, ‘uşaklarını’ yıkadı, taradı ve temiz çamaşırlarını giydirdi. Sonra da ev işlerini tamamladıktan sonra su almak için çeşmeye gitti. Çeşme evden biraz uzakta ve oraya giden yol ağaçların arasından geçerdi. Suya vardığında az kalsın aklı başından çıkacaktı. Biraz önce yıkayıp temiz elbiseler giydirdiği çocukları, çamurların içinde keyifle oynuyorlardı. Elbiseleri, elleri, yüzleri çamur içindeydi. Ne yapacağını bilemedi, yakaladığının poposuna bir tokat şaplattı. Çocuklar ağlayarak eve doğru yürüdü. O da su kovasını doldurdu, kolunu sapına geçirdi, tabanını da belindeki kuşağa oturttu yürüdü. Evin dış kapısından girince kayın babası ile burun buruna geldi. Yüzü mosmor kesilmiş ve elinde bir maşrapa vardı.

“Benden izinsiz uşakları nasıl döversin” diye bağırdı ve elindeki bakır maşrapayı Fadime’nin yüzünün ortasına indirdi. Kadın bir çığlık attı ve kuşağının üzerine oturttuğu su kovasının sapını bıraktı. Dökülen su evin içine yayıldı. Daha da hırslanan Temel, tekme tokatla gelinini yere serdi. Fadime can havliyle ağlayıp bağırıyordu ama o anda yardımına gelecek hiç kimse yoktu. Temel ocağın yanında duran odunlardan birini kaptı rast gele vuruyor. Ne kadar dövdüğünü bilen olmadı. Yeteri kadar cezalandırdığına kanaat getirmiş olacak ki son bir tekme daha attı ve gelinini bırakıp dışarı çıktı.

Alnından akan kan, göz çukurlarını doldurup yüzünden aşağı akmaya başladı. İlk önce ne olduğunu neresinin kanlandığını anlayamadı. Ellerini yüzüne götürdü, sonra da avuçlarına dikkatle baktı.
Halası çığlığını ancak duymuş olmalı ki koşarak geldi. Onu kanlar içinde görünce ne yapacağını bilemedi.
“Ne oldu sana kızım?” diye sordu ellerini dizlerine vururken o da ağlamaya başladı.
“Babam dövdü halam, öldürecekti beni.”
“Elleri kırılsın, uçurumlardan yuvarlansın, değirmen derenin suları götürsün onu, boğulsun inşallah.”
İçerisi biraz karanlıktı kolundan tuttu dış kapının eşiğine kadar götürdü. Fadime peştamalı ile akan kanları silmeye çalışıyordu.
“Dokunma!” diye bağırdı halası.
Evin bütün çocukları Fadime”nin başına toplandı. Dehşetle ona baktılar ve ağlamaya başladılar.
Islak bir bez getirdi halası, yüzünden akan kanları silmeye başladı. Alel usul yaralarını sardı.
Temel ortalarda gözükmüyor, akşam da olmak üzereydi. Fadime, Halasından izin alarak babasının köyüne doğru yola çıktı. Nereye gittiğini halası ve kendinden başkası bilmeyecekti. Kalandar soğukları olabildiğince etkiliydi. Deniz tarafından esen nemli rüzgâr insanı delip geçiyordu sanki.
Bir saattir yol yürüyordu. Rüzgâr ve soğuk sanki biraz hafiflemiş ama şimdi de kar yağışı başlamış. Başındaki ağrı bir türlü geçmiyor, arada bir dengesi bozuluyor yanlış adım attığını sanıyordu. Daha da fenası başının içinde tık tık diye bir damlama hissediyordu.
Limni’ye yaklaştığı zaman kar yağışı iyice hızlandı. O da yoruldu takati de tükenmek üzereydi. Üzerine yağan kar vücut sıcaklığından erimiş, elbisesi sırılsıklam ıslanmıştı. Vücuduna sızan kar suyu tenine değiyor ürperiyordu.
Kapıyı anası açtı. Alacakaranlıkta kızının yüzünü görünce kısa bir çığlık attı. Elinden tutarak ocağın yanına götürdü. Ateşin aydınlığında bir daha baktı ona. Gözlerinin çevresi mosmor, alnı sarılıydı.
“Ne oldu sana kızım?” diye, hayretle sordu.
“Anlatırım anne, hele biraz dinleneyim. Dizlerim taşımıyor beni artık.”
Babası kızının sesini duyunca odasından çıktı, yanına gidip aynı soruyu sordu.
Fadime’nin başı zonkluyor, midesi bulanıyor, usu dönüyordu. Aslında bir an önce yatmak istiyordu. Annesi yanan ocağın yanında yer gösterdi, o da oturdu.
Babası tekrar sorunca:
“Ahıra gitmiştim, tosuna ot verecektim. Birden başını salladı ve boynuzları beni bu hale getirdi.”
“Geçmiş olsun kızım, beterin beteri var, ucuz kurtulmuşsun” dedi.
Annesi, kendi çamaşırlarından getirdi, bir süre ocağın ateşinde ısıttı. Kocasına dönerek; “sen odana git, kız çamaşırlarını değişecek” adam da söyleneni yaptı. O çamaşır değişirken annesi sıcak çorba hazırladı. Fadime çorbasını içerken annesi bir keçe serdi ocağın yanına.

Karanlık çöktüğü halde Fadime ortalıkta görünmedi. Temel ve oğulları telaşlandı. Önce komşulara soruldu, bilen kimse çıkmadı. Hediye kadın sözünde durdu, nereye gittiğini söylemedi. Her yeri, merekteki otların arasını bile aradılar. Temel’e göre, Fadime yok olmuş yoklara karışmıştı. “Çok dövmüşüm galiba” diye söylendi. Sonra da babasının evine gidebileceği geldi aklına. Dışarıda yaman bir kar yağışı vardı. Bu vakitte Limni’ye adam göndermek hiç de akıllıca olmayacaktı. İnatçı Temel iki oğlunu görevlendirdi;
“Gidin arayın bulun Fadime gelini. Neler demez duyan, işiten komşular. Namuslarına sahip çıkamadı derler.”

Oğullar sırtlarına birer keçe kabalak geçirip yola çıktı. Çok gitmeden sulu sepken, sırılsıklam yaptı onları. Kabalaklar pek de işe yaramadı. Vücutlarından aşağı sızan kar suyu, bacak aralarına kadar indi. Islandıkça üşüdüler, üşüdükçe yürümeleri zorlaştı.

Limni köyüne varıp kapıyı tıkladıklarında evdekiler uykudaydı. Yan taraftaki komşu evin köpeği onları hissetmiş olmalı ki havlamaya başladı. Tekrar tekrar tıkladılar. Neden sonra Fadime’nin anası uyandı. Bir çıra yakarak kapıya yaklaştı.
“Kim o!”
“Ana, benim, Recep!”
Gelenleri tanıdı, kapıyı açtı ama şaştı kaldı;
“Gece vakti, karda kışta, ne oldu ki buralara kadar geldiniz?” diye sordu.
“Fadime geldi mi, burada mı?” dedi heyecanla.
“He. Burada, uyuyor.”
“Şükürler olsun” dedi Recep, ellerini gökyüzüne doğru açarak.
Girdiler, kadın tutuşturduğu çırayı duvardaki yerine koyunca her yer aydınlandı. Fadime ocağın kenarında yatıyordu. Onu gören kocası gülümsedi.
“Önce ocağı yak anam, sırılsıklam olduk” dedi.
Konuşmalara ev halkı da uyandı. Fadime de kalktı yatağının içine oturdu. Yüzü iyice şişmiş, neredeyse gözleri görünmeyecek duruma gelmişti.
Adam damadını karşısında görünce;
“Hayırdır, Recep oğlum neden geldiniz?” diye sordu.
“Fadime anlatmadı mı size. Babam dövdü onu, o da kaçtı size geldi. Aramadığımız yer kalmadı, nihayet buraya gelebileceğini düşündük.”
“Baban mı dövdü? Bana öyle demedi. Tosun boynuzladı dedi.”
“Hayır. Babam dövdü. Bilirsin sinirli adamdır, bazen ne yaptığını bilmez.”
“Ben bilseydim baban dövdü, eve sokmazdım şunu.”
Kızına doğru baktı;
“Kalk bakayım, kocanın peşine takıl, doğru evine git” diye azarladı.
Fadime korkarak ve yarım ağızla;
“Gözlerim kapandı, göremiyorum nasıl giderim baba?”
Babası da geri adım atacak adamlardan değildi.
İkinci bir dayak yemeyi göze alamazdı Fadime. Yerinden doğruldu, parmakları ile şişmiş olan göz kapağını aralayınca, ocağın başında oturanları görebildi. Kocası ve kayın biraderi ocağın alevi karşısında kurunuyorlar.
Gecenin geç vaktinde çıktılar. Kar yağışı biraz yavaşlamıştı ama zifiri bir karanlık vardı. Fadime arkadan, iki kardeş önden, yola koyuldular. Recep’in elinde yanan bir çıra vardı. Ağabeyi ise daha sonra işe yarayacak olan çıraları taşıyordu. Fadime bir elinin parmakları ile gözkapaklarını aralık tutmaya, bir yandan da patika yolda yürümeye çalışıyordu.
Sulu sepken yağış azalmış, onun yerine fukara yaması büyüklüğündeki kar taneleri çıra ışığında seçiliyordu. Fadime düşe kalka yürürken, gizliden gizliye ağlıyor ve değirmen derenin coşkulu sesi sanki ona yarenlik ediyordu. Kocası ve kayın biraderi, arkalarından yaralı bir insanın geldiğini düşünmüyorlardı bile.

Eve yaklaştıklarında köpek havladı. Temel, sesi duyunca uyandı. Yatağından çıktı, ocağın yanına gitti. Karanlıkta külleri karıştırdı, bir köz buldu. Üfleyerek çırayı tutuşturdu. Tutuşan çırayı duvardaki yerine taktı, bekledi. Karısı da kalkıp geldi. Hiç konuşmadılar, öylece oturdular bir süre. Kadın ocağın yan tarafında duran odunları ateşe sürdü. Közlere üfleyerek tutuşturdu.
Kapı tıklandı. Temel kıvrak bir hareketle yerinden fırladı, gitti açtı. Sonra da ocağın başına dönerek oturdu. Girenler de öyle yaptı. Fadime ise kapıya yakın bir yerde oturdu. İçin için ağlamaya devam ediyordu. Oğlanlar ocağın ateşinde elbiselerini kurutmaya, ısınmaya başladı.
Temel susuyordu.
Büyük oğlu susuyordu.
Fadime’nin kocası Recep de susuyordu.
Neden sonra, evin anası Fadime’nin yanına gitti.
“Sen de ocağın yanına gel kızım, üstünü başını kurut ısın, böyle olursa hasta olacaksın.”
Fadime oralı olmadı.
“Çok mu dövmüşüm?” diye, sanki duvarlara bir soru sordu Temel.
Başkaca konuşan olmadı.
Ahırdaki ineklerden biri “möööö” diye bağırdı.
“Bir derdi mi var acaba” diye söylendi Temel.
“Oysa yeteri kadar ot koymuştum önlerine” dedi karısı.
Fadime yerinden kalktı, odasına doğru yürüdü.
“Ahırdaki sığır kadar olamadım” dedi, yumuşak, sakin ve ağlamaklı bir sesle.
Duyanı olmadı, kendi söyledi kendi işitti.
Odasına girdi, karanlıktan hiç bir şey görünmüyordu, el yordamıyla sandığını açtı, çamaşırlarını aramaya koyuldu.

Başı zonkluyor, ıslak gömleği tenine değdikçe tir tir titriyordu.

Hiç yorum yok: