1932 yılının kışı daha öncekilerden çok
uzun sürdü, gibi geldi köylülere. Kar yağar en çok bir hafta kalır, sonra da
eriyip giderdi. Aradan çok geçmez yine yağar, dereye kadar iner her yer
bembeyaz olur bir kaç güne kalmadan eriyerek dağlara doğru çekilirdi. İyi ki nisan
ayı geldi. Hem soğuk havalardan hem de kardan kurtuldular. Her yer yeşillendi, önce
papatyalar sonra diğer çiçeklerin cümbüşü insanlara yaşama sevinci dağıtmaya başladı.
Nisan ayı ile
beraber, koyun ve kuzular meralara çıkarılır yayılırdı. Meleyerek koşuşmaları
bayırları, çayırları bir cennet bahçesine çevirirdi. Karşı ormanlardan duyulan
guguk sesi, tepeler üzerlerinde uçuşan beyaz bulutlar, yaşama dair insan direncini
daha da güçlendirirdi.
Zigana ve Meryemana
vadilerinden gelen dereler Maçka’da birleşir. Değirmendere adını alarak
kayalıklar arasından çağlayarak deli dolu ve hızla Trabzon’a doğru akar.
Dağlardaki karların erimesi sona erene kadar, hep aynı şamata ve çılgınlıkta
akar gider. Bazen yatağına sığmaz etrafını yıkar. Sonra o yıkıntıları da önüne
katar, denize doğru acele ile gider. Hozari köyü tarlalarında bel belleyenler
çılgınca ve bulanık akan bu suyun gürültülü sesine alışıktır.
Tarla bellemeleri
başlayalı birkaç gün oldu. Temel Çavuş’un iki oğlu, karısı ve gelini Hozarialtı’nı
gören tarlalarında bellemeye başladı. Çavuş çalışmazdı, tarla işleri ona göre
değildi. Toprakla cebelleşmeyi sevmezdi ve tarlaya karşı pek ilgisizdi. Buna
karşılık karısına, oğluna, gelinine, torunlarına karşı sert davranan, her hareketlerinde
kusur arayan sonra da kıyameti koparan bir adamdı. Ev halkı tarlada çalışırken,
O bir tahta parçası buldu erik ağacının dibine attı. Sonra da gitti üzerine
oturdu, tabakasını çıkardı bir sigara sardı.
Hozarialtı şose yolundan
Maçka’ya doğru giden katırcıları izledi bir süre. Ardından, çalışanlarına baktı
keyifle. Baş tarafta gelini, onun yanında karısı ve iki oğlu, aynı anda belleri
yere saplıyor bir ileri bir de geri hareketten sonra toprağı yarıp
deviriyorlardı. Bu uyumlu çalışmayı nasıl becerebildiklerini düşündü. “Keşke
birkaç tane daha oğlum olsaydı” diye geçirdi içinden. Böyle düşünürken bir
şimşek çaktı beyninde. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Küçük oğlu Recebin
on beş yaşını doldurduğu için evlenme zamanın geldiğini hesap etti. ‘Sahi,
nasıl olmuş da bunu akıl edememişim’ diye söylenerek gülümsedi. Yeniden tabakasını
çıkardı bir sigara daha sardı. Öteki sönmeden yenisini tutuşturmayı pek
severdi. Yeni sigaradan derin bir nefes çekip gökyüzüne doğru üfledi. Karısına
seslendi;
“Hediye!”
“Buyur Çavuş” dedi
kadın. Kocasına öyle hitap ederdi.
“Recep’in evlenme
zamanı gelmedi mi?”
Dinleyenler, bir
plan kurulduğunu hemen anladı.
“Ona sorsana Çavuş.”
“Kararı ben veririm
ona neden sorayım, sen bir şey söyle, gerisini bana bırak.”
“Evlenme zamanı
gelmiş olsa bile ikinci gelin, en azından bir oda ister” dedi karısı.
“Onu düşünme, evin
kıble tarafına bir oda daha eklerim, olur biter.”
Temel’in
söyledikleri hakkında hiç kimse fikir yürütmedi. Daha doğrusu yürütmek istemedi.
“Recep!” diye
ünledi.
“Buyur baba!”
“Ne dersin ha,
evlenmek ister misin?”
“Sen bilirsin baba”
dedi utana sıkıla.
“Sevdiğin var mı
sevdiğin?”
“Yok baba.”
Sustu Temel. Yeni
bir gelin almak demek, ailenin daha da güçlenmesi, çalışacak adam sayısının
artması demekti. Orası öyle de, bu iş o kadar kolay olmayacak. Başlık parası,
elbise parası, eve eklenecek yeni bir oda, neresinden baksan beş yüz liraya
gereksinimi olacak. “Ne etmeli nasıl yapmalı ki bu işi ucuza bağlamalı” diye
düşünmeye başladı. Artık sigaranın biri sönüyor diğeri yanıyor. Yerinden
kalktı, tarlanın başından geçen patika yola çıktı. Kuşluk vaktinin güneşi
sırtını ısıtmaya başladı. Kafasına koyduğu işi en kısa zamanda yapmak isteyen,
aceleci bir kişiliği vardı. Durdu, evine doğru baktı. Yeni gelin için
yaptıracağı odanın planını çizdi hafızasında.
Değirmendere’nin
deli dolu akarken çıkardığı uğultuyu dinledi bir süre. Galyan tarafındaki
yoldan sırtında odun taşıyan ve iki büklüm yürüyen kadınlar geliyordu. Dikkatle
baktı onlara, uzakta oldukları için kim olduklarını seçemedi. “Alacağım gelin
güçlü olmalı, yük taşırken iki büklüm yürümemeli” diye söylendi. Geriye döndü,
keyiflendi uzun hava bir türkü mırıldanarak yürüdü. Gitti erik ağacı altına
koyduğu tahtanın üzerine tekrar oturdu.
Karısı Limni
köyündendi ve ana tarafından akrabasıydı. Kayın biraderinin yetişkin bir kızı
vardı, Fadime. Tam da istediği gibi bir gelin olabilirdi. Yük taşırken bana
mısın diyenlerden değildi. Hem akraba oldukları için başlık parası vermeyebilir
işi ucuza kapatabilirdi.
“Hediye!” diye
ünledi karısına yeniden.
“Buyur Çavuş!”
“Ağabeyinin kızı
Fadime”yi isteyen olmuş mu?”
“Bilmem, duymadım.”
Bir süre hiç
kimsenin sesi çıkmadı.
Gelini, karısı ve
oğulları bellemeye devam ediyorsa da, Recebin yüreği pırpırladı. Fadime bir kaç
yaş ondan büyüktü. Üstelik onu bir abla gibi sever ve sayardı. Babasının dileği
gerçek olmasın diye yürekten dua etti sessizce.
“Bu akşam gidip
konuşalım mı Hediye.”
“Gidelim, çok zaman
oldu ziyaretlerine gidemedim zaten” dedi kadın.
***
Hozari köylüleri
Fadime gelini çalışkanlığı ile tanıdı. O geldikten sonra Temel Efendinin ahırındaki
inek sayısı hızla arttı. Torunlar evi şenlendirdi. Ve on iki yıl içinde, Fadime’den
altı torun sahibi oldu. Büyük gelininden de on olmak üzere toplam onaltı torun
sahibi oldu Temel.
Artık köy içinde ona sadece ismi ile değil “Temel
Ağa” diye hitap etmeye başladılar. Ev içinde dediğim dedik, görüntüsü daha da
belirgin hale geldi. Oğulları babalarının yanında kendi çocuklarıyla konuşamaz,
gelinler de kucaklarına alamazdı. Gerekli bulduğu zamanlarda o dövebilirdi ama
onun izni olmadan hiç kimse torunlara fiske vuramazdı.
O yıllarda her
yerde olduğu gibi Hozari’de de yoksulluk, alın yazısıydı. Kadınlar için, hayat
daha da zordu. Çünkü sabun bulmak kolay bir iş değildi. Bit salgın bir haşarat
idi. Çamaşırların dikiş yerlerine saklanır, yıkanmış çamaşır giydiğini sanan
insanlar o böcekle yaşamak zorunda kalırdı. Üstelik ona özel çeşitli hastalıklar
da yaygındı. İşte bu yüzden çamaşır yıkamak başlı başına bir sorundu. Meşe
ağacının külleri biriktirilir ve “dola” yapılırdı. Küller bir torbaya koyulur
ve içi su dolu bir leğene yatırılırdı. Çamaşır zamanı, leğende oluşan kül suyu
bir kazana aktarılarak kaynatılırdı. Bu kaynama sırasında çamaşırlar, kazana
atılırdı. Bir süre kaynadıktan sonra alınır ve bir çeşme ya da dere kenarına
götürülürdü. Durulanana kadar yıkanır ve bir tahta parçası ile dövülürdü. Bu iş
hem zahmetli hem de zaman bakımından, yani diğer işlere zaman ayırmak bakımından
tam bir külfetti.
Fadime bir gün, ‘uşaklarını’
yıkadı, taradı ve temiz çamaşırlarını giydirdi. Sonra da ev işlerini tamamladıktan
sonra su almak için çeşmeye gitti. Çeşme evden biraz uzakta ve oraya giden yol
ağaçların arasından geçerdi. Suya vardığında az kalsın aklı başından çıkacaktı.
Biraz önce yıkayıp temiz elbiseler giydirdiği çocukları, çamurların içinde
keyifle oynuyorlardı. Elbiseleri, elleri, yüzleri çamur içindeydi. Ne
yapacağını bilemedi, yakaladığının poposuna bir tokat şaplattı. Çocuklar
ağlayarak eve doğru yürüdü. O da su kovasını doldurdu, kolunu sapına geçirdi,
tabanını da belindeki kuşağa oturttu yürüdü. Evin dış kapısından girince kayın
babası ile burun buruna geldi. Yüzü mosmor kesilmiş ve elinde bir maşrapa
vardı.
“Benden izinsiz
uşakları nasıl döversin” diye bağırdı ve elindeki bakır maşrapayı Fadime’nin
yüzünün ortasına indirdi. Kadın bir çığlık attı ve kuşağının üzerine oturttuğu su
kovasının sapını bıraktı. Dökülen su evin içine yayıldı. Daha da hırslanan
Temel, tekme tokatla gelinini yere serdi. Fadime can havliyle ağlayıp bağırıyordu
ama o anda yardımına gelecek hiç kimse yoktu. Temel ocağın yanında duran
odunlardan birini kaptı rast gele vuruyor. Ne kadar dövdüğünü bilen olmadı.
Yeteri kadar cezalandırdığına kanaat getirmiş olacak ki son bir tekme daha attı
ve gelinini bırakıp dışarı çıktı.
Alnından akan kan,
göz çukurlarını doldurup yüzünden aşağı
akmaya başladı. İlk önce ne olduğunu neresinin kanlandığını anlayamadı.
Ellerini yüzüne götürdü, sonra da avuçlarına dikkatle baktı.
Halası çığlığını ancak
duymuş olmalı ki koşarak geldi. Onu kanlar içinde görünce ne yapacağını bilemedi.
“Ne oldu sana
kızım?” diye sordu ellerini dizlerine vururken o da ağlamaya başladı.
“Babam dövdü halam,
öldürecekti beni.”
“Elleri kırılsın,
uçurumlardan yuvarlansın, değirmen derenin suları götürsün onu, boğulsun inşallah.”
İçerisi biraz
karanlıktı kolundan tuttu dış kapının eşiğine kadar götürdü. Fadime peştamalı
ile akan kanları silmeye çalışıyordu.
“Dokunma!” diye
bağırdı halası.
Evin bütün
çocukları Fadime”nin başına toplandı. Dehşetle ona baktılar ve ağlamaya başladılar.
Islak bir bez
getirdi halası, yüzünden akan kanları silmeye başladı. Alel usul yaralarını
sardı.
Temel ortalarda
gözükmüyor, akşam da olmak üzereydi. Fadime, Halasından izin alarak babasının köyüne
doğru yola çıktı. Nereye gittiğini halası ve kendinden başkası bilmeyecekti.
Kalandar soğukları olabildiğince etkiliydi. Deniz tarafından esen nemli rüzgâr
insanı delip geçiyordu sanki.
Bir saattir yol
yürüyordu. Rüzgâr ve soğuk sanki biraz hafiflemiş ama şimdi de kar yağışı
başlamış. Başındaki ağrı bir türlü geçmiyor, arada bir dengesi bozuluyor yanlış
adım attığını sanıyordu. Daha da fenası başının içinde tık tık diye bir damlama
hissediyordu.
Limni’ye yaklaştığı
zaman kar yağışı iyice hızlandı. O da yoruldu takati de tükenmek üzereydi.
Üzerine yağan kar vücut sıcaklığından erimiş, elbisesi sırılsıklam ıslanmıştı.
Vücuduna sızan kar suyu tenine değiyor ürperiyordu.
Kapıyı anası açtı.
Alacakaranlıkta kızının yüzünü görünce kısa bir çığlık attı. Elinden tutarak
ocağın yanına götürdü. Ateşin aydınlığında bir daha baktı ona. Gözlerinin
çevresi mosmor, alnı sarılıydı.
“Ne oldu sana
kızım?” diye, hayretle sordu.
“Anlatırım anne,
hele biraz dinleneyim. Dizlerim taşımıyor beni artık.”
Babası kızının
sesini duyunca odasından çıktı, yanına gidip aynı soruyu sordu.
Fadime’nin başı
zonkluyor, midesi bulanıyor, usu dönüyordu. Aslında bir an önce yatmak istiyordu.
Annesi yanan ocağın yanında yer gösterdi, o da oturdu.
Babası tekrar sorunca:
“Ahıra gitmiştim,
tosuna ot verecektim. Birden başını salladı ve boynuzları beni bu hale getirdi.”
“Geçmiş olsun
kızım, beterin beteri var, ucuz kurtulmuşsun” dedi.
Annesi, kendi
çamaşırlarından getirdi, bir süre ocağın ateşinde ısıttı. Kocasına dönerek;
“sen odana git, kız çamaşırlarını değişecek” adam da söyleneni yaptı. O çamaşır
değişirken annesi sıcak çorba hazırladı. Fadime çorbasını içerken annesi bir
keçe serdi ocağın yanına.
Karanlık çöktüğü
halde Fadime ortalıkta görünmedi. Temel ve oğulları telaşlandı. Önce komşulara
soruldu, bilen kimse çıkmadı. Hediye kadın sözünde durdu, nereye gittiğini
söylemedi. Her yeri, merekteki otların arasını bile aradılar. Temel’e göre,
Fadime yok olmuş yoklara karışmıştı. “Çok dövmüşüm galiba” diye söylendi. Sonra
da babasının evine gidebileceği geldi aklına. Dışarıda yaman bir kar yağışı
vardı. Bu vakitte Limni’ye adam göndermek hiç de akıllıca olmayacaktı. İnatçı
Temel iki oğlunu görevlendirdi;
“Gidin arayın bulun
Fadime gelini. Neler demez duyan, işiten komşular. Namuslarına sahip çıkamadı derler.”
Oğullar sırtlarına
birer keçe kabalak geçirip yola çıktı. Çok gitmeden sulu sepken, sırılsıklam
yaptı onları. Kabalaklar pek de işe yaramadı. Vücutlarından aşağı sızan kar
suyu, bacak aralarına kadar indi. Islandıkça üşüdüler, üşüdükçe yürümeleri
zorlaştı.
Limni köyüne varıp
kapıyı tıkladıklarında evdekiler uykudaydı. Yan taraftaki komşu evin köpeği
onları hissetmiş olmalı ki havlamaya başladı. Tekrar tekrar tıkladılar. Neden
sonra Fadime’nin anası uyandı. Bir çıra yakarak kapıya yaklaştı.
“Kim o!”
“Ana, benim, Recep!”
Gelenleri tanıdı,
kapıyı açtı ama şaştı kaldı;
“Gece vakti, karda
kışta, ne oldu ki buralara kadar geldiniz?” diye sordu.
“Fadime geldi mi,
burada mı?” dedi heyecanla.
“He. Burada,
uyuyor.”
“Şükürler olsun”
dedi Recep, ellerini gökyüzüne doğru açarak.
Girdiler, kadın tutuşturduğu
çırayı duvardaki yerine koyunca her yer aydınlandı. Fadime ocağın kenarında
yatıyordu. Onu gören kocası gülümsedi.
“Önce ocağı yak
anam, sırılsıklam olduk” dedi.
Konuşmalara ev
halkı da uyandı. Fadime de kalktı yatağının içine oturdu. Yüzü iyice şişmiş,
neredeyse gözleri görünmeyecek duruma gelmişti.
Adam damadını
karşısında görünce;
“Hayırdır, Recep
oğlum neden geldiniz?” diye sordu.
“Fadime anlatmadı
mı size. Babam dövdü onu, o da kaçtı size geldi. Aramadığımız yer kalmadı,
nihayet buraya gelebileceğini düşündük.”
“Baban mı dövdü? Bana
öyle demedi. Tosun boynuzladı dedi.”
“Hayır. Babam
dövdü. Bilirsin sinirli adamdır, bazen ne yaptığını bilmez.”
“Ben bilseydim
baban dövdü, eve sokmazdım şunu.”
Kızına doğru baktı;
“Kalk bakayım,
kocanın peşine takıl, doğru evine git” diye azarladı.
Fadime korkarak ve
yarım ağızla;
“Gözlerim kapandı,
göremiyorum nasıl giderim baba?”
Babası da geri adım
atacak adamlardan değildi.
İkinci bir dayak
yemeyi göze alamazdı Fadime. Yerinden doğruldu, parmakları ile şişmiş olan göz
kapağını aralayınca, ocağın başında oturanları görebildi. Kocası ve kayın
biraderi ocağın alevi karşısında kurunuyorlar.
Gecenin geç
vaktinde çıktılar. Kar yağışı biraz yavaşlamıştı ama zifiri bir karanlık vardı.
Fadime arkadan, iki kardeş önden, yola koyuldular. Recep’in elinde yanan bir
çıra vardı. Ağabeyi ise daha sonra işe yarayacak olan çıraları taşıyordu.
Fadime bir elinin parmakları ile gözkapaklarını aralık tutmaya, bir yandan da
patika yolda yürümeye çalışıyordu.
Sulu sepken yağış
azalmış, onun yerine fukara yaması büyüklüğündeki kar taneleri çıra ışığında
seçiliyordu. Fadime düşe kalka yürürken, gizliden gizliye ağlıyor ve değirmen
derenin coşkulu sesi sanki ona yarenlik ediyordu. Kocası ve kayın biraderi,
arkalarından yaralı bir insanın geldiğini düşünmüyorlardı bile.
Eve
yaklaştıklarında köpek havladı. Temel, sesi duyunca uyandı. Yatağından çıktı,
ocağın yanına gitti. Karanlıkta külleri karıştırdı, bir köz buldu. Üfleyerek
çırayı tutuşturdu. Tutuşan çırayı duvardaki yerine taktı, bekledi. Karısı da
kalkıp geldi. Hiç konuşmadılar, öylece oturdular bir süre. Kadın ocağın yan
tarafında duran odunları ateşe sürdü. Közlere üfleyerek tutuşturdu.
Kapı tıklandı.
Temel kıvrak bir hareketle yerinden fırladı, gitti açtı. Sonra da ocağın başına
dönerek oturdu. Girenler de öyle yaptı. Fadime ise kapıya yakın bir yerde
oturdu. İçin için ağlamaya devam ediyordu. Oğlanlar ocağın ateşinde
elbiselerini kurutmaya, ısınmaya başladı.
Temel susuyordu.
Büyük oğlu
susuyordu.
Fadime’nin kocası Recep
de susuyordu.
Neden sonra, evin
anası Fadime’nin yanına gitti.
“Sen de ocağın yanına
gel kızım, üstünü başını kurut ısın, böyle olursa hasta olacaksın.”
Fadime oralı
olmadı.
“Çok mu dövmüşüm?”
diye, sanki duvarlara bir soru sordu Temel.
Başkaca konuşan
olmadı.
Ahırdaki ineklerden
biri “möööö” diye bağırdı.
“Bir derdi mi var
acaba” diye söylendi Temel.
“Oysa yeteri kadar
ot koymuştum önlerine” dedi karısı.
Fadime yerinden
kalktı, odasına doğru yürüdü.
“Ahırdaki sığır
kadar olamadım” dedi, yumuşak, sakin ve ağlamaklı bir sesle.
Duyanı olmadı,
kendi söyledi kendi işitti.
Odasına girdi,
karanlıktan hiç bir şey görünmüyordu, el yordamıyla sandığını açtı,
çamaşırlarını aramaya koyuldu.
Başı zonkluyor,
ıslak gömleği tenine değdikçe tir tir titriyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder