Muzik

14 Nisan 2016 Perşembe

BİZİM KÖYÜN KADINLARI

Köyde yoksulluğun ne olduğu bilinirdi ama “Buralarda yoksul var mı?” sorusuna da kimse kolayca cevap veremezdi. Hoş böyle bir soru da kimsenin aklına gelmezdi.

Kuzey yarım küreyi per perişan eden ikinci büyük savaş daha yeni sonlanmıştı. Her yanda açlık sefalet ve yoksulluk kol geziyordu. Bizim köylüler de katılmadığımız bu savaştan nasiplerini aldı. Gaz, tuz, bez en çok kıtlığı duyulan şeylerdi. Bazı evlerde kendir liflerini işleyerek ailesini giydirmek için çırpınan neneler, teyzeler ve halaların dokuma tezgâhları çalışırdı. Geceleri tezgâh başında gündüzleri tarlalarda olurdu kadınlar.

Bizim oralarda mevsimler kendilerine has özelliklerin keyfini çıkararak, üstelik bu keyfi insanlara da hissettirerek, yaşatarak gelir geçerler. Kışın kar'ı yüksek dağlarda ana yaşmağı, köy içindeki ağaçlarda salkım saçak pamuk yığınları gibi görünür. İlkbahar ve yazın yeşili; dünyanın hiç bir yerinde bu kadar çoğulcu olamaz. Hele son baharın sarı yaprakları; sarı rengin tüm tonları sanki bizim ormanlardan yayılır tüm dünyaya. Renklerin anavatanı bizim vadinin yamaçlarındaki ormanlardır desem çok da abartmış olmam.
Gel gör ki yaşamanın tüm zorlukları da oralarda şekillenir. İnsanlar hayatın her aşamasına en zor koşullarda direnir. Bu direniş ile sanki mitolojik çağda Doğu Karadeniz'de yaşamış olan Amazonların torunları olduklarını kanıtlarlar bir bakıma.

Bitmez tükenmez yağmurlar insanların yaşamını sıkıntıya soksa da doğayı olabildiğince zenginleştirir ve güzelleştirir. Bu yüzden olmalı ki bitki örtüsü çok zengindir oralarda. İnsanlara dünyanın en güzel renklerini, en güzel meyvelerini, en güzel mevsimlerini, en güzel yaşam alanlarını sağlasa da; kibirli, gururlu biraz da kendini beğenmişlik içindedir. Yaşamı zorlaştırır, geçit vermez engeller oluşturur. Yamaçlar, bayırlar, yarlar, ormanlarla kaplanır insanların yürümesine engel oluşturur.

Savaş sonrası yıllarda kıtlık, yoksunluk, yoksulluk, yokluk her alanda yaygındı. Ne ilgisi varsa, çayırlıklar bile yeteri kadar ot üretemezdi. Kışın ortasında hayvanların yiyecekleri sorun olmaya başlardı. "Eğer kara kış ortasında otlar tükenirse?" endişesi herkesin yüreğini ağzına getirirdi.

Kızlara gelinlere, yaşlı kadınlara, hamile kadınlara bu kez başka bir iş düşerdi. Meryemana ormanlarına taflan yaprağına giderlerdi. Taflan kışın yapraklarını dökmez ve yetiştiği ormanlar bizim köye dört beş saat uzaklıktaydı. Gidiş dönüş sekiz on saatlik iş idi.

Geceden yola çıkılmalı ki gün akşam olmadan köye dönülebilsin. İpler, tirmaçlar, fenerler ve azık olarak da bir parça mısır ekmeği ile biraz peynir akşamdan hazırlanırdı.

Yarı gecelerde yola çıkardı insanlar. Pangal ormanlarındaki patika yollardan kadınlar, kızlar tek sıra halinde giderlerdi. Herkesin elinde fener olmazdı. Eli fenerli olanlar aralarda giderdi. Yinede de yeteri kadar aydınlanmazdı yollar. Karanlıkta ayağını taşlara vuranlar, kayarak düşenler bir çığlık atardı boşluğa doğru. Çığlık sesi karşı yamaçlarda yankılanırdı. Yürüyenler durur ve sorarlar, çok önemli bir şey olmadıysa onlarda haykırarak şenlendirirlerdi ormanı.

Yollar uzun ve çileliydi. Gecenin sessizliğinde yukarı ormanlardan, Galyan tepelerinden çakal ve kurt ulumaları duyulurdu. Çok aşağılardan coşan derenin akan sesi gelirdi. Yaban hayvanları ile karşılaşılabileceği kuşkusu yolcuları ürkütürdü. Sesi güzel olanlar türkü söylerdi. Bu türkü söylemeler bir bakıma güven verirdi onlara. Yürüyenler türkücülerin türkülerine eşlik ederdi. Ola ki, yaban hayvanları taflan yolcularının seslerini duysun ve uzak gitsinler.

Taflan yolculuğunda türkülere ara verildiği zaman kız kaçıran ayı masalları anlatılırdı. Ayılarında iyi kalpli kötü kalpli olanlarının masalları anlatılırdı. Yaban adamı masalları da anlatılırdı. Gerçekte yaban adamı olmadığını herkes bilirdi ama ama yinede anlatırlardı. Yaban adamları kime denk gelirse kaçırırlarmış. Ama masalları genellikle hoş bir şekilde sonuçlanırdı. Mağaralarında dertleşecek adam ararlardı çoğunlukla.

Arada bir Taşboğazı ve Mangana tepelerinden inen vadilerden taşlar yuvarlanırdı, yamaçlardan aşağı, delice zıplayarak uçuşurlar, yolcuların yakınlarından geçerlerdi. Herkes korkarak bir ağacın arkasına saklanmaya çalışır ve bildikleri duaları sessizce okurlardı.

İskalita bayırlarını geçerken gün ağarır, fenerler söndürülürdü. Bazıları bohçasından çıkardığı mısır ekmeğini ısırarak sabah kahvaltısı yaparken bir yandan da yürümeye devam ederlerdi. Artık Meryemana ormanlarına bir saatlik yol kalmıştır.

Yolculuk sona erdiğinde önce bir çoban ateşi yakarlardı. Herkes toplanır, döne döne ısınırdı. Sonra da ısınanlar, manastırın karşısından başlayarak sesli kayaya kadar çıkan ormanlara yayılırdı.

Taflan dallarını keserken de türküler söylerlerdi. Bu türküleri ormanın sessizliğinden korktukları için söylerlerdi aslında. Arada bir arkadaşlarına haykırarak seslenir ve yüklerinin ne kadarını hazırladıklarını öğrenirlerdi. Hiç durmadan çalışır bir an önce köye dönüşün hesaplarını yaparlardı. Eğer sis yok da görünüyorsa, Güneş tam tepeye gelmeden taflanlar hazır olurdu. Artık dönüş zamanıdır ve yolculuğun en zahmetli bölümü başlayacaktır. Sırtlarında taflan yükleri ile inişli çıkışlı patika yollarda saatlerce sürecek olan geri dönüş yolculuğu.

Çayır ve mısır tarlalarının verimsiz olduğu yılların ardından kış ayları hep böyle geçerdi. Ramazanlara denk gelindiği zamanlarda yol hikăyeleri daha bir çetin hal alırdı. Herkes orucunu tutardı. Bir eşeğin bile zor taşıyabileceği yükün altında ağır ağır yürürken, açlığa da direnmeye çalışırlardı genç kızlar yaşlı veya hamile kadınlar. Direnemeyen hem ağlar hem de sırtındaki taflan yükünün ağırlığı altında iki büklüm, tırmanılırdı yokuşlar.

Ağlayarak ağıtlarını söyleyenleri tüm orman sessizlik içinde dinlerdi. O yüzden kuşlar ve yaban hayvanları bu ağıtları ezberlediler.

Sonraki yıllarda, güzel öten kuşların, yanık yanık uluyan diğer hayvan sesleri bizim kadınların ağıtlarına benzetildi.

Yürek dağlayarak, yol ağıtı yakan kızların adları her yerde söylenirdi.
Ve o kızların ağlamaklı ezgileri hafızalara kopyalanır, dilden dile ulaşırdı.


Hiç yorum yok: