Köyde
yoksulluğun ne olduğu bilinirdi ama “Buralarda yoksul var mı?” sorusuna da
kimse kolayca cevap veremezdi. Hoş böyle bir soru da kimsenin aklına gelmezdi.
Kuzey
yarım küreyi per perişan eden ikinci büyük savaş daha yeni sonlanmıştı. Her
yanda açlık sefalet ve yoksulluk kol geziyordu. Bizim köylüler de
katılmadığımız bu savaştan nasiplerini aldı. Gaz, tuz, bez en çok kıtlığı
duyulan şeylerdi. Bazı evlerde kendir liflerini işleyerek ailesini giydirmek
için çırpınan neneler, teyzeler ve halaların dokuma tezgâhları çalışırdı.
Geceleri tezgâh başında gündüzleri tarlalarda olurdu kadınlar.
Bizim
oralarda mevsimler kendilerine has özelliklerin keyfini çıkararak, üstelik bu
keyfi insanlara da hissettirerek, yaşatarak gelir geçerler. Kışın kar'ı yüksek
dağlarda ana yaşmağı, köy içindeki ağaçlarda salkım saçak pamuk yığınları gibi
görünür. İlkbahar ve yazın yeşili; dünyanın hiç bir yerinde bu kadar çoğulcu
olamaz. Hele son baharın sarı yaprakları; sarı rengin tüm tonları sanki bizim
ormanlardan yayılır tüm dünyaya. Renklerin anavatanı bizim vadinin yamaçlarındaki
ormanlardır desem çok da abartmış olmam.
Gel
gör ki yaşamanın tüm zorlukları da oralarda şekillenir. İnsanlar hayatın her
aşamasına en zor koşullarda direnir. Bu direniş ile sanki mitolojik çağda Doğu
Karadeniz'de yaşamış olan Amazonların torunları olduklarını kanıtlarlar bir
bakıma.
Bitmez
tükenmez yağmurlar insanların yaşamını sıkıntıya soksa da doğayı olabildiğince
zenginleştirir ve güzelleştirir. Bu yüzden olmalı ki bitki örtüsü çok zengindir
oralarda. İnsanlara dünyanın en güzel renklerini, en güzel meyvelerini, en
güzel mevsimlerini, en güzel yaşam alanlarını sağlasa da; kibirli, gururlu
biraz da kendini beğenmişlik içindedir. Yaşamı zorlaştırır, geçit vermez
engeller oluşturur. Yamaçlar, bayırlar, yarlar, ormanlarla kaplanır insanların
yürümesine engel oluşturur.
Savaş
sonrası yıllarda kıtlık, yoksunluk, yoksulluk, yokluk her alanda yaygındı. Ne
ilgisi varsa, çayırlıklar bile yeteri kadar ot üretemezdi. Kışın ortasında
hayvanların yiyecekleri sorun olmaya başlardı. "Eğer kara kış ortasında otlar
tükenirse?" endişesi herkesin yüreğini ağzına getirirdi.
Kızlara
gelinlere, yaşlı kadınlara, hamile kadınlara bu kez başka bir iş düşerdi.
Meryemana ormanlarına taflan yaprağına giderlerdi. Taflan kışın yapraklarını
dökmez ve yetiştiği ormanlar bizim köye dört beş saat uzaklıktaydı. Gidiş dönüş
sekiz on saatlik iş idi.
Geceden
yola çıkılmalı ki gün akşam olmadan köye dönülebilsin. İpler, tirmaçlar,
fenerler ve azık olarak da bir parça mısır ekmeği ile biraz peynir akşamdan
hazırlanırdı.
Yarı
gecelerde yola çıkardı insanlar. Pangal ormanlarındaki patika yollardan
kadınlar, kızlar tek sıra halinde giderlerdi. Herkesin elinde fener olmazdı.
Eli fenerli olanlar aralarda giderdi. Yinede de yeteri kadar aydınlanmazdı
yollar. Karanlıkta ayağını taşlara vuranlar, kayarak düşenler bir çığlık atardı
boşluğa doğru. Çığlık sesi karşı yamaçlarda yankılanırdı. Yürüyenler durur ve
sorarlar, çok önemli bir şey olmadıysa onlarda haykırarak şenlendirirlerdi
ormanı.
Yollar
uzun ve çileliydi. Gecenin sessizliğinde yukarı ormanlardan, Galyan
tepelerinden çakal ve kurt ulumaları duyulurdu. Çok aşağılardan coşan derenin
akan sesi gelirdi. Yaban hayvanları ile karşılaşılabileceği kuşkusu yolcuları
ürkütürdü. Sesi güzel olanlar türkü söylerdi. Bu türkü söylemeler bir bakıma güven
verirdi onlara. Yürüyenler türkücülerin türkülerine eşlik ederdi. Ola ki, yaban
hayvanları taflan yolcularının seslerini duysun ve uzak gitsinler.
Taflan
yolculuğunda türkülere ara verildiği zaman kız kaçıran ayı masalları
anlatılırdı. Ayılarında iyi kalpli kötü kalpli olanlarının masalları
anlatılırdı. Yaban adamı masalları da anlatılırdı. Gerçekte yaban adamı
olmadığını herkes bilirdi ama ama yinede anlatırlardı. Yaban adamları kime denk
gelirse kaçırırlarmış. Ama masalları genellikle hoş bir şekilde sonuçlanırdı.
Mağaralarında dertleşecek adam ararlardı çoğunlukla.
Arada
bir Taşboğazı ve Mangana tepelerinden inen vadilerden taşlar yuvarlanırdı,
yamaçlardan aşağı, delice zıplayarak uçuşurlar, yolcuların yakınlarından
geçerlerdi. Herkes korkarak bir ağacın arkasına saklanmaya çalışır ve
bildikleri duaları sessizce okurlardı.
İskalita
bayırlarını geçerken gün ağarır, fenerler söndürülürdü. Bazıları bohçasından
çıkardığı mısır ekmeğini ısırarak sabah kahvaltısı yaparken bir yandan da yürümeye
devam ederlerdi. Artık Meryemana ormanlarına bir saatlik yol kalmıştır.
Yolculuk
sona erdiğinde önce bir çoban ateşi yakarlardı. Herkes toplanır, döne döne
ısınırdı. Sonra da ısınanlar, manastırın karşısından başlayarak sesli kayaya
kadar çıkan ormanlara yayılırdı.
Taflan
dallarını keserken de türküler söylerlerdi. Bu türküleri ormanın sessizliğinden
korktukları için söylerlerdi aslında. Arada bir arkadaşlarına haykırarak
seslenir ve yüklerinin ne kadarını hazırladıklarını öğrenirlerdi. Hiç durmadan
çalışır bir an önce köye dönüşün hesaplarını yaparlardı. Eğer sis yok da
görünüyorsa, Güneş tam tepeye gelmeden taflanlar hazır olurdu. Artık dönüş
zamanıdır ve yolculuğun en zahmetli bölümü başlayacaktır. Sırtlarında taflan
yükleri ile inişli çıkışlı patika yollarda saatlerce sürecek olan geri dönüş
yolculuğu.
Çayır
ve mısır tarlalarının verimsiz olduğu yılların ardından kış ayları hep böyle
geçerdi. Ramazanlara denk gelindiği zamanlarda yol hikăyeleri daha bir çetin
hal alırdı. Herkes orucunu tutardı. Bir eşeğin bile zor taşıyabileceği yükün
altında ağır ağır yürürken, açlığa da direnmeye çalışırlardı genç kızlar yaşlı
veya hamile kadınlar. Direnemeyen hem ağlar hem de sırtındaki taflan yükünün
ağırlığı altında iki büklüm, tırmanılırdı yokuşlar.
Ağlayarak
ağıtlarını söyleyenleri tüm orman sessizlik içinde dinlerdi. O yüzden kuşlar ve
yaban hayvanları bu ağıtları ezberlediler.
Sonraki
yıllarda, güzel öten kuşların, yanık yanık uluyan diğer hayvan sesleri bizim
kadınların ağıtlarına benzetildi.
Yürek
dağlayarak, yol ağıtı yakan kızların adları her yerde söylenirdi.
Ve o kızların ağlamaklı ezgileri hafızalara kopyalanır, dilden dile ulaşırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder