Livera köyü ormanı, kalenin yamacından
başlar, yukarıya doğru yayılır, köyü kucakladıktan sonra Sümela’nın karşı
yamaçlarına kadar uzanır gider. Bu uzantı sırasında bazı yerlerde seyrekleşir
ve yayla yerlerine izin verir. Pek çok çeşit ağacın barındığı, harika doğa
güzellikleri insanın aklını başından alabilir niteliktedir.
Köyün
kızları kadınları, ormanı iyi bilir. Gizli kalmış, ayak basılmamış yerlerini,
çam sakızı kokan pınarlarını da bilirler. Baharda kuğular gelince hangi ağaca
tüneyerek öter, nerede kuru odun, nerede mantar bulunabileceği gibi her şeyi,
daha doğrusu ormanın sırrını bilirler. Tuhaftır, orman da onların sırrını bilir
ama özenle saklar. Genç kızlar hiç kimseye açamadığı sırlarını, beğendikleri
mesela, gürgen ağaçlarına anlatır, arada bir o ağaçlardan sanki; “ola ki dertlerine
çözüm” beklerler.
Gürgen
ağaçları sır tutar. Söyleneni sessizce dinler hiç kimseye aktarmaz, laf
taşımazlar. Ola ki sır duyulursa kabahatli o ağaç olur. Bunun için bir zamanlar
şöyle bir türkü dizilmişti.
Ey
gürgen karagürgen
Budan
dalından budan
Ben
yar bulur alırım
Sen
yaptığından utan
Ayşe’nin
dert ortağı olan koca gürgen sır tutardı. O kadar büyüktü ki Livera üstünden
uçan tüm kuşlar gelse, dalları arasında bir kış boyunca barınabilirdi. Ayşe ise
onun gölgesine oturur belki de birilerine iletilmek üzere sessizce anlatırdı
içinden geçenleri. Dert ortağına anlattıklarının ya orada kalacağını ya da
gerçekte ulaşması gereken yere ulaştırılacağını da bilirdi. Yahut öyle sanırdı…
O
gün mezere çayırlarından sağa döndü, madene giden kamyon yolunun bir kısmını
örten koca gürgenin aşağıya doğru uzanan kalın kökü üzerine oturdu. Dertlerini,
daha doğrusu sırlarını sessizce ama arada bir, bir tür ağıt şekline dönüştürüp
hem söyledi hem ağladı.
Ezgin
ve kırık duygular içindeydi. Bir hafta önce, çok da belirgin olmayan bir kısmet
bulundu kendisine. Bulundu bulmasına da, buna pek sevinemedi, bir alınganlık
sardı yüreğini. 36 yaşına gelmişti de ancak, daha yenice bir kısmet yakalayabilmişti.
Alınganlığının nedeni ise, adamı henüz hiç görmemiş olmasından kaynaklanıyordu.
Meryemana ormanlarında ağaç kesim işinde çalışan bir adammış. O da 30 yaşın
üzerindeymiş ve kendisi gibi yoksulmuş. Haberi orada çalışan Korkut Mehmet getirmişti.
Arkadaşları
Raşi tarafındaki ormana girdi, kurumuş ağaç dalları toplayıp yük yapacaklardı.
Ayşe keyifsizdi, hem iş yapmak istemiyor hem de iş yapacak derman bulamıyordu
kendisinde. Dirseklerini dizlerine dayadı, yüzünü avuçları arasına aldı, daldı
gitti.
Küçük
kardeşleri evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Bu, onda bir burukluk oluşturuyor,
yaptığı işlerden tat alamıyordu. Bir süre öylece durdu, sonra başını yukarıya
doğru kaldırdı gürgenin yaprakları izin verseydi, gökyüzünü görebilecekti.
Artık ona, yani o ağaca bir daha hiçbir şey anlatmamaya karar verdi. Şimdilik tanımıyor
olsa da bir isteyeni vardı ya, bu ona yetiyordu. “Şansım açıldı galiba” diye
düşündü.
Epey
yukarılardan arkadaşı Makbule’nin sesini duydu;
“Ayşe!”
“İhuuuu!”
diye haykırdı. Moralinin bozuk olduğu anlaşılsın istemedi.
“Burada
devrilmiş bir kuru ağaç var. Sesime doğru gel.”
Artık
durmanın, hayal kurmanın zamanı değildi. Yerinden doğruldu, sesin geldiği yöne
doğru yürüdü. Güneş orman aralarından bir görünüp bir kayboluyor. Vakit epey
geçmiş, hava da yağmur işaretleri vardı. Aşağılardan bir ses;
“Hey
kızlar yüklerinizi yaptınız mı?”
Karşı
yamaçtan başka biri;
“Yaptık,
yaptık!”
Yukarılarda
orman içinden bir diğeri;
“Şose
yolun dönemecindeki pınarda buluşalım!” diye haykırdı.
***
Buluşma
yerine vardı, yüklerini yol kenarına bırakmış dinlenmekte olan diğer kadınlar
da oradaydı. O kalabalığın içinde Korkut Mehmet’in karısını da fark etti.
Yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. “Mutlaka bir haber getirmiştir” diye hesap
etti. Oturanlara yaklaşınca selam verdi, yavaş bir hareketle yere çömeldi,
yükünü indirdi. Kadınların bir kısmı azıklarını çıkarmış yemek yiyorlardı.
Kimisi yükünün ağırlığından, kimisi de romatizma ve diz ağrısından şikâyet
ediyordu.
Ayşe
de torbasını açtı, peynirini ve ekmeğini çıkardı, yükünün yan tarafına koydu.
Ağzının kuruduğunu hissetti, yerinden kalktı biraz ilerideki çeşmeye gitti.
Eğildi, avuçlarını oluğun akan suyuna tutarak içti. İnşallah, Korkut Mehmet’in
karısı Zehra bu kadınlara benden söz etmez diye geçirdi kalbinden. Sadece önüne
bakarak yükünün olduğu yere doğru yürüdü.
***
Ekmeğini
yiyen kadınlar yükünü sırtına alıyor ve ikişer, üçerli gruplar halinde yola
koyuluyorlardı. Zehra ile Ayşe en sona kaldı.
“Hadi
biz de gidelim kız” dedi Zehra ve yükünü sırtlamaya yöneldi. Ayşe, yerinden
kolayca kalkması için onun yanına gidip yardım etti. Sonra da kendi yükünü
sırtladı. Yavaş konuşurlarsa hiç kimse duymaz diye düşündü Korkut Mehmet’in karısı;
“Ayşe”
dedi. “Bu akşam yeni bir haber geldi. Eğer istiyorsan önümüzdeki cuma günü,
seni isteyen Kemal, Kınalı Köprü’de bekleyecek. İstediğin saati söyle, ona söyleyelim.
Köprüde buluşup, Kuştul’dan yukarı çıkar Zavera’ya gidersiniz.”
Ne
diyeceğini bilemedi.
“Zehra
abla aceleye getirme, sıkıştırma beni. Hazır olduğumda haber ederim sana”
dedi.
***
Madene
çıkan dönemeçli araba yolunu dikey olarak kesen patika yolun çıkışında
ayrıldılar. Zehra kuzey, Ayşe ise orta mahallede oturuyordu. Ayrılmış olmaları
yükünü de hafifletmiş gibi oldu Ayşe’nin. Artık tanımıyor olsa da kesin olarak
bir isteyeni var. Bu düşünce ona tarifi zor bir güç ve keyif verdi. O nedenle
sırtındaki yüke aldırış etmeden sekerek inmeye başladı mahalleye aşağı giden
yolu. Birisi görse “çıldırmış bu kız” diyebilirdi.
Aynı
anda Maçka’yı, Kizera ve İskopiya köylerini gören sırtın dönemecinde durdu.
Kemal’in köyü Zavera, İskopiya Dağı’nın ardında Hamsiköy vadisindeydi. Oralar
hakkında hiçbir fikri yoktu. Fakat Livera’dan gelin gideceği için kendisine saygılı
davranılacağı düşüncesi geçti aklından.
Evi
aşağıdaki küçük düzlüğün içinde elma ağaçlarının arasındaydı. Dikkatle baktı,
kimseyi göremedi. İçini kaplayan mutluluk devam ediyordu. Yeniden sekerek ve
sırtındaki odun yüküne aldırış etmeden evine doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe,
sırtındaki yükü de hoplayıp duruyordu.
1956’nın
mayısı, olanca güzelliği ile serpildi Maçka ve köylerin üzerine. Yaylacılar o
sene erken göç etti dağlara. Ve güneş her sabah Suma Dağı’nın arkasından doğar.
Dağın gölgesi köyün karşısındaki Hortokop kayalıklarına boydan boya yayılır.
Saatler ilerledikçe gölge dereye aşağı doğru iner öylece kaybolur gider. Akşama
doğru tersi olur; Hortokop Dağı’nın gölgesi Kınalı köprüden başlayarak
Livera’ya doğru tırmanmaya başlar. Havanın bulutlu yahut yağmurlu olmadığı
günler hep böyle bir seyir izler güneş ve dağların gölgesi.
Mayıs
ayı boyunca Guguk sesleri duyulur Suma ormanlarından. Doğrusunu söylemek
gerekirse bu ses bir başka yaşama sevinci verir köylülere.
***
Üç
erkek kardeşi evlenmiş ve ikisi baba evinden ayrılmıştı. Kendisi gibi bekâr
olan bir oğlan kardeşi daha vardı. Askerden yeni gelmiş ve geçen hafta başında
sığırları alarak yaylaya göçmüştü. Babası öleli iki seneden çok oluyor. Anası
ise ev içinde ufak tefek bazı işler yapabiliyorsa da romatizma ağrıları
nedeniyle, bezgin ve iş göremeyen bir haldeydi. Kendisini isteyen birisinin
olduğunu ailesinden hiç kimseye anlatmadı. Daha doğrusu kendisinde böyle bir
cesaret bulamadı. Birkaç kez anasına açmak istediyse de başaramadı. Korkut Mehmet’in
karısı Zehra, arada bir gelip haberler getiriyor ama ona da net olarak evet
veya hayır diye bir şey söyleyemiyordu. Ne var ki her geçen gün sabrı
tükeniyor, halen baba evinde yaşamayı kendi adına bir fazlalık olarak
düşünüyordu. Arada bir “Neden kendisine ait bir evi olmasın?” diye bir soru da
geçerdi aklından.
***
Korkut’un
karısı evin başındaki yoldan geçiyordu. “Ayşe!” diye seslendi. Kapıya çıktı.
Kadınla göz göze geldi. Koşarak yanına gitti. Zehra sağı solu kontrol eder gibi
yaptı ve başka kimsenin duymaması için kulağına yanaştı;
“Yarın
Kemal gelecek ormana gideceğiz. Sen de gel, orada tanıştıracağım sizi.”
Dili
tutuldu sanki belli belirsiz bir “olur” çıktı dudakları arasından.
Mayıs
ayının sonuna doğru tarlalarda ikilemeler başlayacaktı. Tarla işleri tamam
olunca yaylaya gidecek, kardeşi Hüseyin de köye dönecekti. İşte tam bu sırada sevgilisine
kaçmayı başarabilirdi.
Neredeyse
bir hafta olacak yağmur yağmadı. Bu fırsattan yararlanan köylüler acele ile
mısır tarlalarının ikilemelerini bitirmek istiyordu. Ayşe ise ne kadar erken
bitirirse o kadar tez gideceğini, daha doğrusu kaçacağını düşünüyor. Henüz cesaretini
toparlayıp, aklından geçenleri hiç kimseye anlatamadı.
***
O
sabah erkenden dışarı çıktı, güzel ve güneşli bir gün yaşanacağı anlaşılıyordu.
Gökyüzünde tek bir bulut yoktu ve her zamankinden daha maviydi. Mısır tarlasında
ağabeyi ve yengesi ile ikileme yapacaklardı. Kemal ile görüştüğünün üzerinden
iki hafta geçti. Yakışıklı biri değildi ama güçlü kuvvetli, adama güven veren
bir hali vardı. Mayısın son cumartesi günü yani 26’sında akşama doğru evden
çıkacaktı. Kemal onu Kınalı köprünün karşı ayağında bekleyecekti. Evdekilere
bahane olarak; öte mahalledeki arkadaşına gideceğini söyleyecek ve bir daha
geri dönmeyecekti. Bu fikir biraz hatalı gibi geldi ona. Kazma sapının ucundan
iki eli ile tuttu ve çenesini de ellerinin üzerine dayadı. “Bir gören olur da
eve haber verir ve arkamdan gelenler olur. Kolayca yakalanabilirim” diye
düşündü. “Hayır, bu planı değiştirmeliyim” dedi kendi kendine. Bu durgun halini
fark eden yengesi;
“Yoruldun
mu Ayşe abla?” diye sordu.
“Yok
yok, dalmışım işte.”
Beş
gün sonra bu iş bitecek, ailesine ve köyüne veda edecek. O güne kadar çok
çalışıp tarla işlerini hiç olmasa azaltmak istiyordu. Çok fazla durgunlaştığını
hatta zayıflamaya başladığını bile hesap ediyordu. “Evdekilerin hiç biri, bütün
bu olup bitenleri fark edemedi” diye düşünüyor ve garip bir suçluluk duygusuna
kapılıyordu.
Aklından
geçirdiği gibi, hesabı tutturdu. Cuma günü öğleden sonra tarla işleri
tamamlandı. O sabah yaylaya gideceğini söyledi evdekilere. Ve yaylaya götürmek
üzere bir ekmek pişirdi. Yanına biraz patates ekleyerek yükünü tamamladı.
***
Artık
bir süreden beri tasarladığı kaçma planını uygulama zamanı geldi. Yaylaya gider
gibi evden çıkacak mümkün mertebe hiç kimse ile karşılaşmadan yola koyulacaktı.
Taşboğazı’nı geçince orman içi yoldan çıkacak, aralardan aşağı Pangal’a inecekti.
Oralarda onu tanıyan olmazdı. Sonra da Coşandere yamaçlarından aşağı inecek,
Kınalıköprü’ye ulaşacaktı. Ola ki tanıyan birisi denk gelirse; “Yayladan
geliyorum, Verizena değirmenine mısır bırakmıştım, unlarımı almaya gidiyorum”
diyecekti. Bütün bu planları kafasında kuruyordu ama içinden bir ses; “geri
dön, gitme!” diyordu. Bu durum onu o kadar rahatsız etmeye başladı ki gözünün
önüne, bilmediği tanımadığı canlılar geliyor sivri oklarını fırlatıp dehşet
saçıyorlardı. Hem gidiyor hem de onlarla cebelleşiyordu. Bir ara dayanamamış
olmalı ki iki avucu ile yüzünü kapattı ve can havli ile bir çığlık attı. Çığlık
onu kendine getirdi sanki. Avuçlarını yüzünden çekti etrafına bakındı. Raşi
çayırlarının yukarısından gidiyordu ve görünürde sesini duyan olmamış, diye
hesap etti.
***
Kararını
değiştirebilmesi için, Taşboğazı’na kadar biraz daha yolu vardı. Orada yoldan
çıkıp da orman içinden aşağı döndüğünde bir daha geri dönmeyecekti. Bütün bu
düşünceler içinde yürüdüğünü sanıyordu, oysa olduğu yerde dikiliyor ve İskopiya
tepesine doğru bakıyordu.
Yayla
yolunu hiç bu kadar tenha görmemişti. Her seferinde pek çok insanla
karşılaşırdı. Sanki her şey onun kaçmasına yardım ediyor ve onu görmemek için
hiç kimse yola çıkmamıştı. Ağır ama kararsız adımlarla yeniden yürümeye
başladı. Orman içi yol ala karanlıktı. Arada bir güneşli yerlerden geçiyor olsa
da genel olarak güneş ışığına hasret bir yoldan gidiyordu. Bir kuşun “pırrr”
diye uçtuğu oluyor, korkudan yüreği ağzına geliyordu.
Son
dönemeci de döndü, Vanya Suyu’na çok az bir mesafe kaldı. Taşboğazı geride
kaldı artık. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Verdiği kararı yeniden
düşünmeye başladı. Başı uğulduyor, bilmediği yerlere, tanımadığı adamlara gitmek
ürküntü veriyordu ona. Vanya Suyu çeşmesinin yanında durdu. Oradan aşağıya
doğru bir parça ağaçsız açık yer vardı. İşte şu çimeni aşıp da yeniden ormanın
içine girerse, geri dönülmez bir yol üzere olacağı kesindi.
Vanya
Suyu büyükçe iki taşın arasından çıkar ve kısa bir akıntıdan sonra çeşmeye
ulaşır. Tam orada aktığı taşın üzerinde küçük bir çukurluk var. Orasının Hazreti
Ali’nin ayak izi olduğu, hemen yanında bir de nal izi var ki Düldül’ün ayak izi
olduğuna inanılır.
Sırtındaki
torbayı bir kenara bırakıp suyun gözesine doğru yöneldi. Dizlerinin üzerine
çömelerek nal izinden kana kana su içti, ellerini yıkadı, sonra bahtının açık olması
için dua etti. Torbasının yanına döndü. Avuçlarını gökyüzüne doğru kaldırarak
gelecek günlerin iyi olması için yeniden dua etmeye başladı. Ve sonunda “Utandırma
beni Allah’ım” diyerek avuçlarını yüzüne sürdü. Torbasını kaldırdı sırtına
bağladı, ağır adımlarla suyun akarına, aşağı doğru yürümeye başladı. O anda en
çok arzuladığı şey; tanıdık biri denk gelse de, “Gitme Ayşe!” diye ardından
seslense.
***
Haber
bir gün sonra baba evine ulaştığında kardeşler, ocak başında oturuyordu. Ayşe,
ocağın tam orta yerine bir sessizlik bombası gibi düşmüştü sanki. Hiçbirinin
ağzını bıçak açmıyor, sigara üstüne sigara tüttürüyorlardı.
Küçük
kardeş Hüseyin, haberi yaylada aldı. Ağabeylerinin aksine ablasının zorla
kaçırıldığını düşünüyordu. Eninde sonunda gerçeği öğrenecek, eğer düşündüğü
gibi çıkar da zorla kaçırılmışsa elinden kimse kurtulamayacaktı. Mutlaka hesap
soracağını düşünüyordu.
Köylülerin
pek çoğuna soruldu, ancak hiç kimseden en ufak bir bilgi, bir ipucu alınamadı.
“Bu
işin içinde bir iş var” dedi anaları.
“Birisinin
yardımı olmadan kız kaçırmak olacak iş değil. Bir gün mutlaka öğreneceğiz ama
iş işten geçmiş olacak. Dört erkek kardeş bir kıza sahip çıkamadı. Yazıklar
olsun! Babanız sağ olsaydı on kere bulmuştu onu ve kaçıran adamı. O kadar
şaşkın oldunuz ki hükümete bile şikâyet edemediniz. Artık oturun oturduğunuz yerde.
O bir yolunu bulur, haber verir ya da çıkar gelir.”
Oğlanlar
analarının bu sözüne cevap veremedi. Her biri kızgındı, içten içe
kinleniyorlardı ve bunu bir onur yahut erkeklik sorunu gibi algılamaya başlamışlardı.
Öyle ya, konu komşu ne der. “Kız kardeşlerini kurda kuşa kaptırmış, nasıl da
adam gibi ortalıkta dolaşıyorlar” denilmez mi?
***
Ayşe
Kemalini Kınalıköprü’de, köprünün öte yakasında buldu. Hiç konuşmadan hatta
elele tutuşmadan Larhan Deresi boyunca yürüdüler. Sonra, gecenin karanlığında
iskopiya yamaçlarını tırmanmaya başladılar. Arada bir gereksiz ama cevabın
mutlaka olumlu olması gerekli küçük sorularla yolculuğu renklendirmeye özen
gösterdikleri de oluyordu.
Zavera
bayırlarından aşağı dönünce Kemal iyice dillendi. Yiğit bir delikanlı oluşundan
çalışkanlığına kadar pek çok şey anlattı Ayşe’ye. Eve vardıklarında sabah olmak
üzereydi. Evin kapısına varınca birkaç kez “Ana!” diye seslendi Kemal. Uykulu
haliyle saçları karmakarışık, yaşlı bir kadın karanlığa doğru açtı kapıyı.
“Geldin
mi Kemal” dedi.
“Geldik
ana.”
“Hiç
kimse ile karşılaşmadınız değil mi?”
“Hayır
ana, orman içlerinden geldik, hiç kimse görmedi bizi.”
Döndü,
karanlık evin içine doğru yürüdü kadın, el yordamıyla kara lambayı buldu,
yaktı. Kapının önünde biraz bekleyenler lambanın yaydığı ziyayı görünce girdiler.
Ayşe doğruca ev sahibi kadının yani kaynanasının yanına gitti boynuna sarılmak
istedi. Hiç ummadığı bir tepki ile karşılaştı;
“İstemem”
dedi.
Şaştı
kaldı, aslında hayalinde canlandırdığı kaynana bu değildi. Küçük bir iskemle
fark etti, kenara çekip oturdu. Kara lambanın izin verdiği kadar evin içini izlemeye
koyuldu. Burası onların yayla evinden daha küçük ve daha döküntü bir yerdi. Tek
odalıydı ve kaynanasının orada, o odada yattığı anlaşılıyordu.
Kaynanası
yatağını ocağın yanına taşırken dikkatle izledi, gözü hiç tutmadı, daha doğrusu
sevimli bulmadı. Üstelik olabildiğince çirkin bir kadın gibi geldi ona. “Ana
oğul burada yaşıyor ama burası yaşanacak bir yer değil” diye geçti içinden.
Kemal
sahana döktüğü ayrana bir parça mısır ekmeği ufaladı. Sonra iki şimşir kaşık
getirdi birisini Ayşe’ye uzattı.
O gece yatağa girdiklerinde, döşeğin kuru otlardan
yapılmış olduğunu fark etti.
“Kemal,
evinizin tek odası mı var?” diye sordu kocasına fısıltı ile.
“Evet.”
“Yünden
yapılı döşeğiniz yok mu?”
“Hayır,
yok.”
Ayşe
ilk kez ve gerçekten pişmanlık duymaya başladı. Yine de;
“Omuz
omuza çalışırsak bizi kimse durduramaz” dedi ve sağ eli ile Kemalin sol yüzünü
okşadı. Nasırlı avucu yüzünü çizdi adamın, ama fark ettirmedi.
***
Gelin
olduğunun daha beşinci günüydü kaynanasından sert bir azar işitti. İneği iyi
sağamadığını söylüyordu. Cevap vermedi ona ama yinede kadının kızgınlığı
geçmedi. Kemali çağırdı;
“Çıkın
evimden” dedi.
“Nereye
gideriz ana?”
“Mezere
evine taşının, orası sizin olsun” dedi ve somurtarak uzaklaştı.
Mezere
evi dediği yer, tepenin başında bir yerdeydi, yani orası köy değil yayla idi. Kaynana
kararlıydı, evin- den çıkmalarını kesin olarak istiyordu.
İki
hafta oldu Ayşe Mezere evinde kalıyor. Sadece adı ev, başkaca hiçbir özelliği
olmayan bu yapının içinde yaşamak kolay iş değildi. Rüzgâr bir yandan giriyor,
diğer yandan çıkıyor. Kemal ise Meryemana vadisine ağaç kesme işinde çalışıyordu.
Bir sefer gelmiş o gece kalmış ve sabah erkenden yine gitmişti. Evde yiyecek
namına hiçbir şey yoktu. Biraz ilerde bir pınar vardı ama oradan su alacak bir
kabı bile yoktu.
Çok
aşağılardan, vadinin eteğinden Erzurum, Gümüşhane yolu geçiyordu. Gece
olduğunda arabaların motor sesleri duyulurdu. İşte o sesler Ayşe’ye arkadaş
olurdu da sabahı ancak yakalardı.
***
“Açlık ne kötü şey” diye geçti içinden. Kuşluk
vakti oldu, iki gündür hiçbir şey yememişti. Köye aşağı doğru giderek birilerinden
ekmek istemeyi geçirdi aklından. “Artık geriye anamın evine dönemem, dönsem
bile kabul etmezler. Zaten ağabeylerim başlık parası alamadıkları için kızgın
olabilir. Burada kalsam açlıktan bir kedi gibi öleceğim. Ne yapsam? Kimden
yardım istesem” diye düşünerek patika yoldan aşağı yürümeye başladı. Bazen
dizleri onu taşımıyor düşüyor sonra kalkıyor yine yürümeye gayret ediyordu.
Gözlerinin önünden parça parça karaltılar geçtiğini fark etti, başı döndü olduğu
yere çöktü, kendinden geçti.
Annesini
gördü uzaktan. Ona doğru koşuyordu. Oysa annesi yürümek özürlüydü. Bu bir rüya
olmalı diye düşündü. Elinde bir bohça vardı ve içindeki sıcak ekmeğin kokusunu bu
kadar uzaklıktan duyumsayabildi. Biraz sonra yanına geldi. Bir kovadan su
dökerek kızının yüzünü yıkamaya başladı.
“Gelin!”
diye bir ses işitti.
Annesi
neden “gelin” diye hitap ediyordu ona, diye geçti içinden. Gözlerini açtı. İki
genç kadın gördü başından aşağı dikilmiş. Birisi elini başının altından
geçirmiş yastık oluşturuyor diğeri de bir avucunu ıslatıp yüzüne sürüyordu.
“Ne
oldu sana gelin?” diye sordu yüzünü ıslatan.
Dikkatle
baktı onlara, hiç birini tanımıyordu.
“Livera’dan
gelen gelin sen misin?”
Cevap
veremedi. Her şeyi hissediyor anlıyor da cevap veremiyordu.
“Kemal’in
hanımı mısın?” diye sordu diğeri.
“Evet”
dedi usulcacık, sonra da “Çok açım” diyebildi.
İki
kadın yol kenarındaki çimlerin üzerine çektiler onu. Çantalarından peynir ekmek
vardı, çıkarıp önüne serdiler. Ayşe hem yedi hem de derdini anlattı.
Artık
bu köyde tanıdığı insanlar vardı. Sabahları aşağı köye iniyor, tarla işlerinde
olanlara yardım ediyor, karnını da doyuruyor, akşam olunca yine evine dönüyordu.
Evine gidince gözü hep kapıda olurdu, Kemal gelecek diye bekleyip dururdu.
Bu
kez tam bir hafta üzerine geldi kocası. Torbasında yuvarlak bir Trabzon ekmeği
vardı.
Ayşe
olup bitenleri anlattı ona. Artık Livera’ya giderek ailesi ile tanışmasının
zamanı geldiğini de söyledi. Kemal sessizce dinledi karısını.
“Nasıl
istersen, acaba bizi oraya kabul etmezler mi?” diye sordu.
“Bilmem”
dedi Ayşe. “Onu da konuşuruz.”
***
Livera’ya
vardıklarında akşam olmak üzereydi. Doğruca eski komşu Kemal’in evine gitmeye
karar verdiler. O Ayşe’nin baba dostu olan iyi bir adamdı. İki sene önce babası
öldüğünde eve gelmiş ve:
“Ağlama
kızım, diyerek başını okşamıştı.”
O
nedenle, baba dostu saydığı adamı kendisine yakın hissediyordu.
Baba
dostunu, akşamın alacakaranlığında avluda otururken buldular. Kocasının önüne
geçti hızlı adımlarla yürüdü. Giderek yaşlı adamın önünde durdu eline uzandı;
“İzniniz olursa öpeyim” dedi. Ardından Kemal de uzandı.
“Nerelerdeydin
kızım, aranmadık yer koymadılar. Oturun bakayım, nasılsınız iyi misiniz?”
Ayşe
yan tarafta duran kısa bir kütüğün üzerine ilişti. Kemal de hanımının yanına
gidip oturdu. Evin hanımı ve çocukları konuşmaları duyunca geldiler. Ayşe yerinden
kalktı;
“Elini
öpeyim Şerife teyze” dedi. Kadın elini uzattı ama;
“Buraya
geldiğinden kimsenin haberi var mı?” diye sordu.
“Hayır” cevabını alınca eve girmelerini istedi.
“Hayır” cevabını alınca eve girmelerini istedi.
***
Uzun
uzadıya konuştular o gece. Ayşe, ağabeyleri ile barışmak için geldiğini o
yüzden kendisine yardım etmelerini istedi hane sahiplerinden. Baba dostu adam
gece vakti kardeşlerini çağırmayı uygun bulmadı. Mademki onu tercih ederek
gelmişlerdi, ailesi ile barıştırmak işini boynuna düşen bir görev olarak kabullendi.
Nasıl hareket etmesi gerektiğinin planlarını yaptı. İki yetişkin oğlunu bu iş
için görevlendirdi;
“Yarın
sabah Ayşe’nin ağabeylerini davet edeceğiz. Geldiklerinde bir uyumsuzluk olur
da enişteleri ile kavga etmek isterlerse engel olmamız gerekecek. Bunu bilin ve
uyanık olun” dedi oğullarına.
***
Sabah
oldu, Şerife kadın çorbayı hazırladı. Yuvarlak yer sofrasının etrafına
dizildiler, ortadaki bakır sahana kaşık sallamaya başladılar. Uzun zamandır ilk
kez karnının doyacağını düşündü Ayşe.
Hane
sahibi, konuklarını ikaz etti;
“Evimde
güvendesiniz, rahat olun, gelecek olanlara karşı saygıda kusur etmeyin geri
yanını bana bırakın” dedi ve Ayşe’nin ağabeylerine haberci gönderdi.
Çeyrek
saat sürmedi, kardeşlerden ikisi geldi. Uzun boylu olanı Zeki, kısasının adı da
Mehmet’ti. Üçüncü kardeş Hüseyin henüz gelmedi.
Gelir gelmez “Nerede onlar?” diye sordu uzun
boylu olanı.
“Acele
etmeyin” dedi ihtiyar. “Önce konuşalım. Kavga çıkarmanızı istemiyorum, benim
yanımda Ayşe’yi dövmek isterseniz buna izin veremem, bunu da bilesiniz.”
“Olur
mu Kemal amca” dedi Zeki. Dedi ama hareketleri hiç güven vermiyordu.
“Bakın,
olanlar olmuş, artık bu işin geri dönüşü yok. Olay çıkarmanızı istemiyorum. Siz
de yardım edin ki yuvalarını kursunlar.”
“Bize
akıl verme, kız kardeşimizi teslim et” diye kükredi Zeki.
Ayşe
ile kocası konuşulanları odadan dinliyordu. Uzun süren pazarlıklardan sonra
huzura çıkarıldılar. Saygı ile kardeşlerinin yanına giderken, zeki bir ok gibi
fırladı eniştesine bir tokat çaktı. Bu
hareketi karşılık bulmadı ama o sırada evin delikanlıları bu davranışı affetmedi.
Kıyasıya bir kavga başladı. Ayşe ile kocası bundan yararlanarak tekrar odaya girdi.
Bağrışmaları
duyan mahalle komşuları koşarak yetişti. Zeki ile evin delikanlıları kıyasıya
vuruşuyor. Aracılık edenler kavgayı durdurmakta başarılı olamıyordu. O sırada Mehmet
kavgayı bırakıp Ayşe’nin yanına döndü. Kocası Kemal ile pazarlığa girişti.
Kemal de iş yatışsın diye cebindeki yüz on liranın yüz lirasını kayın biraderine
vermek zorunda kaldı. Parayı alan Mehmet yatıştı. Barışmaktan yana tavır takınmaya
başladı. Komşuların da araya girmesiyle kavga yatıştırıldı ama kavgayı ilk
başlatan Zeki’nin yüzü gözü kan içinde kaldı.
***
Kemal
ile Ayşe bu barıştan hiçbir şey elde edemedi. Üstelik ceplerindeki parayı da
kaptırdılar. Ne yapmaları gerektiği konusunda uzun uzadıya düşünmeye başladılar.
Hiçbir çıkış yolu bulamadılar. Umutsuzca köylerine dönmek üzere yola girdiler.
Yoksulluk ve şanssızlık bir şemsiye gibi üzerlerini örtüyordu sanki.
İki
sene boyunca fukaralıkla dalaşıp durdular. Bir komşuları küçük bir buzağı hediye
etti onlara. Onu büyütmeye gayret ediyorlardı. Ele gelir zenginlikleri sadece o
idi. Belki de o yüzden buzağıyı bir yaşındaki çocuk gibi nazlandırır, sever
okşardı Ayşe. Kemal arada bir gündeliğe gidiyor üç beş kuruş kazanıyordu ama o
da içkisine yetmiyordu. Bu içki işine epey zamandır devam ediyordu. Ayşe ise,
kahreden acılar içinden geçtiğini düşünüyor, bazen ne kadar derin nefes alsa,
nefesine doyamıyordu. Ne toprakları ne de çalışacak bir işleri yoktu. Hayatında
değişen tek olumlu şey; bu zaman içinde bir kızı doğmuştu ve onu hayata
bağlayan yegâne varlıktı.
***
Karakaban
Dağı tarafından gelerek Hamsiköy’ün batısındaki tepelere yayılan kara
bulutların etkisinde kaldığı da olurdu arada bir. Hiçbir şekilde sır vermeyen,
acele ile nereye gittikleri, ne yapacakları belli olmayan, somurtkan, insana
kasvet veren o kara bulutların etkisinden bir türlü kurtulamazdı. Yine öyle,
kasvetli bir akşamüzeriydi. Avludaki oturma taşının üstüne koyduğu tahta
parçasına oturuyordu. Çocuğu kucağında olduğu halde gözü, Hamsiköy tepelerinde
hızla hareket eden yağmur bulutlarındaydı. Dağ yolundan aşağı doğru iki kadın,
sırtlarında odun yükü olduğu halde sekerek ama acele ile geliyordu. Elini
kaşına siper ederek dikkatle baktı. Neden sonra kim olduklarını bilebildi.
Kocası
her sabah iş aramak bahanesi ile çıkıyor geç vakitlerde dönüyordu. Oysa anlatacak
ne kadar çok derdi vardı ama dinleyecek kimsesi yoktu. Yukarıdan aşağıya gelen
kadınlar yanından geçeceklerdi. Epey yaklaştıklar, Gözü üzerlerindeydi.
Geldiler ve selam verirken biraz öte tarafına yüklerini indirdiler. Bu gelenler
aşağı mahallenin kadınlarıydı. Biraz yaşlı olanı Şahender diğeri de Sakineydi.
Yorgun bir halleri vardı. Yükünü bırakan Ayşe’nin yanına doğru yürüdü.
“Nasılsın
Ayşe gelin” dedi Şahender.
“İyiyim
abla, bu günüme şükür, hasta değilim işte.”
“Bebeğini
kucağıma ver de evden bir maşrapa su getir, susadık kız.”
O
da öyle yaptı.
Suyu
getirirken, çocuğu kucağında oynatan kadın;
“Bunun
adını ne koydun kız?”
“Fatma”
“O
niye?”
“Annemin
adıydı, unutulsun istemedim.”
Maşrapayı
Şahender’in yanına koydu sonra da bebeğini kucağına aldı. Yorgun kadınlardan su
içen; “Su gibi aziz olasın Ayşe” dedi. Sonra da geçim derdinden konuşmaya
başladılar. Söz sözü açtı, Ayşe için çözüm yolu aramaya başladılar. Ne var ki
her yol, öncelikle toprak sahibi olmaya çıkıyordu. Hava kararmak üzereydi.
Şahender yerinden kalktı, yüküne doğru giderken durdu, geriye döndü.
“Kız
Ayşe!”
“Buyur
Abla”
“Kız,
insanlar İstanbul’a gidiyor. Oralarda fabrikalar varmış, fabrikalarda
çalışanlar çok para kazanıyormuş. Kocana söyle, alın başınızı gidin. Buralarda
durmakla hiçbir şey elde edemezsiniz. Gidin, gidin, göreceksin kaderiniz bile
değişecek.”
“Bilmem
ki nasıl olur abla. Hiç bilmediğimiz yerler, oralarda barınabilir miyiz?
İstanbul nere Zavera nere?”
“Buralarda
umutsuzca beklemekten iyidir kız. Kocana söyle çekin gidin.”
Cevap
veremedi Ayşe, fakat küçük de olsa bir umut doğdu içine. Yüklerini tekrar
sırtlayıp iniş aşağı giden kadınlara, gözden kayboluncaya kadar baktı. Akşam
ezanı okunuyordu, Kemal henüz gelmedi, bebeği kucağında olduğu halde ağır adımlarla
evine girdi.
***
Kocası
geldiği zaman imam yatsı ezanını çoktan okumuştu. Bebeğini uyutmuş ocak
ateşinin aydınlığında ona bir bluz örüyordu. Kemal de ocağın öbür başına geçip
oturdu, Ayşe yerinden kalktı ona ayırdığı bir tas çorbayı uzattı. Sonra da yan
tarafa geçerek elişini eline aldı;
“Kemal
çok yoruldun mu bugün?” diye sordu.
“Yorulmadım
ama iş de bulamadım.”
“Bak
ne diyeceğim. İnsanlar İstanbul’a gurbete gidiyor. Orada karı koca fabrikalarda
çalışıp çok para kazanıyorlar. Yeni bir ev bile alabiliyorlar. Düşündüm de; biz
de gitsek fena mı olur?”
“Bilmem
hiç düşünmedim. Oralara gidince bir tanıdık bulmak lazım. İstanbul’da tanıdık
kimsemiz yok.” Biraz düşünür gibi yaptı; “Ama Zonguldak’ta dayım var. Ona gitsek
bize yardımcı olabilir mi acaba?”
***
Gurbete
gitmek kararını verince önce danayı sattılar. Sonra da bir keçe ve yorgandan
ibaret olan yatak takımını sarıp sarmaladılar. Bir sahan, bir tencere ve iki
tahta kaşıktan ibaret olan mutfak malzemelerini de yüklerinin arasına
sıkıştırdılar. Zavera’dan aşağı yürüyerek şose yola indiler. Hamsiköy tarafından
gelen bir kamyona bindiler ve o gün Trabzon Limanı’na ulaştılar. Günlerden
çarşamba idi. Oysa batıya, Zonguldak tarafına doğru gidecek gemi, perşembe
günleri saat onbirde hareket ederdi. İki kişilik üçüncü sınıf Zonguldak bileti
alınca, on lira paraları arttı.
***
Gemi
bir ikindi vakti Zonguldak limanının açığında demirledi. Yaklaşan kayıklardan
birisine indirildiler. Karaya ayak bastıkları zaman, yorgun ve bitkin bir haldeydiler.
Trabzon’dan ayrılalı dört gün olmu8ştu. Ayşe ve bebeğini deniz tutmuş, sarhoş
gibiydiler. Üstelik karınları da açtı. Bir yandan açlık diğer yandan deniz tutması
başlarını dönüyordu. Doğrusu Kemal de ondan daha iyi durumda değildi.
15
gün önceden dayıya mektup yazmışlardı ama yine de onu bulamayacağı korkusu sardı
Kemali. Zonguldak iskelesinin önündeki parkın çıkış tarafında bir ıhlamur
ağacının altında oturdular. Zavera’ya sadece yamaçları benzeyen bambaşka bir
dünyanın içine adım atmakta olduklarını anladılar. Bir taraf dağ, diğer taraf
deniz. Akşam karanlığı yaklaşıyor bebek durmadan ağlıyor. Kemal bir ekmek
bulmak için parkın dışına çıkmaya karar verdi. Yaşlı bir adam;
“Kemal”
diye ünledi biraz uzaktan. Cevap alamayınca yürüdü geldi, avucunu Kemalin
sırtına şaplattı.
“Dayı!”
diye haykırdı Kemal.
Olup
biteni izleyen Ayşe o adamın “dayı” olduğunu anladı. Ayıp olmasın saygılı bir
gelin olduğu anlaşılsın diye büyüğüne daha edepli görünmek amacıyla toparlandı.
***
Zonguldak’a
geleli üç sene olmuş. Şehrin yukarı mahallesinde bir yamacın başındaki tek
odalı gecekonduda yaşayıp gidiyorlar. Zonguldaklılar genellikle kömür
ocaklarında çalışır. Oysa Kemal kömür işini hiç sevmedi. Bir benzinlikte araba
yıkayarak gündeliğini çıkarıyordu.
Bu
sırada bir de erkek çocukları doğdu. Gerçi zengin olamadılar ama Zavera
köyünden daha iyi durumda oldukları kesindi. Ayşe arada bir mahalleli
kadınlarla şehirdeki evlere temizliğe gidiyor, kazandığı para ile çocuklarının
eksiklerini gideriyordu. Kemal ise kazandığı paranın önemli bir kısmı ile her
akşam içerdi. Hatta parası yetmediği zamanlarda “sende para vardır” diyerek
karısını zorladığı da olurdu.
***
O
kış biraz sert geçti, evleri ve yatakları muntazam olmadığı için geceleri üşüdüler.
Belki de o yüzden, Kemal güneşi gördüğü zaman sırtını dönüp ısınmaktan haz duyardı.
Bahar gelmiş her yan yeşillenmeye başlamıştı. Ayşe bir sabah uyandı, çocukları
okula hazırlayacaktı. Evin içi oldukça soğuk ve rutubetliydi. Sobayı yakmak
için dışarıya çıkıp odun alması gerekiyordu. Dış kapıyı açıp çıktı fakat
öksürmeye başladı. Ardı arkası kesilmeden öksürüp durdu. Öksürük nedenini
sabahın soğuğuna bağladı. Bir gün sonra öksürüğü ile beraber ağzından kan geldiğini
gördü. Umursamadı, geçer diye düşündü, işine devam etti.
***
Hastalığı
gün geçtikçe ilerliyor, vücudu suya düşmüş şeker gibi erimeye devam ediyordu.
Kemal yine eskisi gibi, her akşam içiyor, evde olup bitenlerin farkında bile olmuyordu.
Kız
ilkokulu bitirmiş oğlan da son sınıfa geçmişti. Maçka’nın Zavera köyünden ayrılalı
on dört yıl olmuş. Bu ona bir asır gibi geliyordu. Kardeşlerinden hiçbiri ne
soruyor ne de bir selam gönderiyordu. Dalyan gibi olduğunu sanan Ayşe, küçücük
zayıf bir kadın haline gelmiş. Kocası onu bir sefer doktora götürdü. Doktor;
“Bu kadın verem hastalığına yakalandı. Artık biraz geç kalındı. Bakımını iyi
yapabilirseniz yaşayabilir” dedi. Doktorun bu açıklaması ile tüm umutları
denizin ufkundan uçup gitti sanki.
Bir
akşam vaktiydi, kocasının erken gelmesi için dua etti. Çünkü çocuklarına yemek
yapabilecek takati yoktu. O kadar çok terlemiş ve o kadar çamaşır değiştirmişti
ki artık daha da değişecek hiçbir çamaşırı kalmamıştı. Kemal yine bildiği gibi
yaptı ve o gece eve hiç gelmedi.
Sabahın
çok erken bir vaktinde kapı çalındı. O kötü haber bir bomba gibi evin tam orta
yerine düştü; “Kemal biraz ileride yol kenarında boylu boyunca uzanmış yatıyor,
öldü” dedi adam. Haberi getiren başka bir şey söylemeden döndü gitti. Çocuklar,
kapıyı çalanın ne dediğini tam olarak anlayamadı. Ayşe ise orada, kapının
önünde öylece dondu kaldı. Hiçbir şey hissetmiyor narkoz almış bir kedi gibi
duygusuzca çocuklarına bakıyordu. Neden sonra onlara sarılıp; “Biz şimdi ne
olacağız?” diyerek hıçkırarak ağlamaya başladı. Kendisi evden dışarı çıkabilecek
halde değildi.
Ölen,
ölümüyle beraber bu dünya ve sıkıntılarından kurtulur. Ne var ki geride
kalanlar aynı sıkıntıları katlayarak yaşamla boğuşmaya devam eder. O gün akraba,
hemşeri ve komşuların yardımıyla Kemal’i karşı mahalledeki mezarlığa defnettiler.
***
Kemal
öleli üç gün oldu. Ne yapacağını, nasıl geçineceğini, bu hasta haliyle
çocuklara nasıl bakacağını akıl edemez oldu. Yine ateşi çıktı ve artık sürekli
olarak kan tükürüyor. Ölümün sivri pençesini ta yüreğinin derinlerinde
hissediyordu artık. Bu hasta haliyle hayata son bir yön vermek geçti gönlünden.
Kızını yanına çağırdı, büyük ağabeyine gönderilmek üzere bir mektup yazdırdı.
Çok hasta olduğunu, kocasının birkaç gün önce öldüğünü, kendisinin de her an
ölümü beklediğini kaydettirdi. Çocuklarının ortada kalabileceği endişesi
taşıdığı için ağabeyinden başka hiç kimseden yardım göremeyeceğini de
yazdırdı. Aklına gelen daha pek çok şeyi
anlattıktan sonra zarfı kapattırdı.
Mektubun
postaya verilmesinden iki hafta sonra bir akşam vakti kapısı çalındı. O yine
hasta yatağında ateşler içinde yatıyordu. Kızı Fatma koşarak kapıyı açtı, bir
adam;
“Burası
Kemal’in evi mi kızım?” diye sordu.
Çocuk
geriye annesinin yanına döndü durumu anlattı.
“Gelsin”
dedi anası.
Gelen
ağabeyi Mehmet idi. Ağabey kız kardeşini yatağın içinde bir deri bir kemik
olarak gördüğü zaman şaştı kaldı. Böylesini hiç beklemiyordu. Yıllar önce eniştesinden
aldığı yüz lira geldi aklına, utandı kendisinden, kızardı bozardı.
Şaşkınlığından “geçmiş olsun” bile diyemedi. Ayşe ise gözlerini ona dikti, konuşamadı
ama öz ağabeyini karşısında gördüğü için sevinç gözyaşlarını da tutamadı. Mehmet
dikkatle yeğenlerine baktı. Çocukların eli yüzü ve giysileri kir içinde ve
ayaklarındaki kara lastikler yırtıktı. Ne yapacağına nereden başlayacağına
karar veremedi ama “Hadi hazırlanın gidiyoruz” diyebildi.
***
Trabzon’a,
Livera’ya döndüklerinde ziyarete gelen komşular eli boş gelmedi. Hayatında hiç
görmediği kadar yiyecek ve içecekle doldu odası. Ne var ki sağlığı yerinde
değil iştahı da yoktu, canı hiçbir şey yemek istemiyordu. Sadece kendisinin ve
çocuklarının artık emin ellerde olduğunu düşünüyor bir parça mutlu oluyordu.
Köye
gelişinin ikinci perşembe günü akşam vakti, emanetini teslim ederken yanında
hiç kimse yoktu. Ölümünden sonra odasına ilk giren kızı Fatma oldu. Önce dikkatle
baktı dondu kaldı. Annesinin başı yana dönmüş, gözleri açıktı ve ağzından akan
kan yastığını kızıla boyamıştı. Bir uzun çığlık atarken cenazenin üzerine kapandı.
Mezarlıktan
dönerken Mehmet’in karısı kocasına sitem ile karışık dert yandı:
“Biz
zaten kendi çocuklarımıza bakmakta zorluk çekiyorduk, şimdi iki kişi daha
katıldı aramıza. Onları ne yapmayı düşünüyorsun?
“Öyle
düşünme hanım, hanemize iki çalışabilir insan daha katıldı. Artık daha güçlü
olacağız” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder