Muzik

13 Nisan 2016 Çarşamba

AYŞE

Livera köyü ormanı, kalenin yamacından başlar, yukarıya doğru yayılır, köyü kucakladıktan sonra Sümela’nın karşı yamaçlarına kadar uzanır gider. Bu uzantı sırasında bazı yerlerde seyrekleşir ve yayla yerlerine izin verir. Pek çok çeşit ağacın barındığı, harika doğa güzellikleri insanın aklını başından alabilir niteliktedir.
Köyün kızları kadınları, ormanı iyi bilir. Gizli kalmış, ayak basılmamış yerlerini, çam sakızı kokan pınarlarını da bilirler. Baharda kuğular gelince hangi ağaca tüneyerek öter, nerede kuru odun, nerede mantar bulunabileceği gibi her şeyi, daha doğrusu ormanın sırrını bilirler. Tuhaftır, orman da onların sırrını bilir ama özenle saklar. Genç kızlar hiç kimseye açamadığı sırlarını, beğendikleri mesela, gürgen ağaçlarına anlatır, arada bir o ağaçlardan sanki; “ola ki dertlerine çözüm” beklerler.
Gürgen ağaçları sır tutar. Söyleneni sessizce dinler hiç kimseye aktarmaz, laf taşımazlar. Ola ki sır duyulursa kabahatli o ağaç olur. Bunun için bir zamanlar şöyle bir türkü dizilmişti.
Ey gürgen karagürgen
Budan dalından budan
Ben yar bulur alırım
Sen yaptığından utan

Ayşe’nin dert ortağı olan koca gürgen sır tutardı. O kadar büyüktü ki Livera üstünden uçan tüm kuşlar gelse, dalları arasında bir kış boyunca barınabilirdi. Ayşe ise onun gölgesine oturur belki de birilerine iletilmek üzere sessizce anlatırdı içinden geçenleri. Dert ortağına anlattıklarının ya orada kalacağını ya da gerçekte ulaşması gereken yere ulaştırılacağını da bilirdi. Yahut öyle sanırdı…
İyi günlerinin birinde Kemal ve oğlu

O gün mezere çayırlarından sağa döndü, madene giden kamyon yolunun bir kısmını örten koca gürgenin aşağıya doğru uzanan kalın kökü üzerine oturdu. Dertlerini, daha doğrusu sırlarını sessizce ama arada bir, bir tür ağıt şekline dönüştürüp hem söyledi hem ağladı.
Ezgin ve kırık duygular içindeydi. Bir hafta önce, çok da belirgin olmayan bir kısmet bulundu kendisine. Bulundu bulmasına da, buna pek sevinemedi, bir alınganlık sardı yüreğini. 36 yaşına gelmişti de ancak, daha yenice bir kısmet yakalayabilmişti. Alınganlığının nedeni ise, adamı henüz hiç görmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Meryemana ormanlarında ağaç kesim işinde çalışan bir adammış. O da 30 yaşın üzerindeymiş ve kendisi gibi yoksulmuş. Haberi orada çalışan Korkut Mehmet getirmişti.
Arkadaşları Raşi tarafındaki ormana girdi, kurumuş ağaç dalları toplayıp yük yapacaklardı. Ayşe keyifsizdi, hem iş yapmak istemiyor hem de iş yapacak derman bulamıyordu kendisinde. Dirseklerini dizlerine dayadı, yüzünü avuçları arasına aldı, daldı gitti.
Küçük kardeşleri evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Bu, onda bir burukluk oluşturuyor, yaptığı işlerden tat alamıyordu. Bir süre öylece durdu, sonra başını yukarıya doğru kaldırdı gürgenin yaprakları izin verseydi, gökyüzünü görebilecekti. Artık ona, yani o ağaca bir daha hiçbir şey anlatmamaya karar verdi. Şimdilik tanımıyor olsa da bir isteyeni vardı ya, bu ona yetiyordu. “Şansım açıldı galiba” diye düşündü.
Epey yukarılardan arkadaşı Makbule’nin sesini duydu;
“Ayşe!”
“İhuuuu!” diye haykırdı. Moralinin bozuk olduğu anlaşılsın istemedi. 
“Burada devrilmiş bir kuru ağaç var. Sesime doğru gel.”
Artık durmanın, hayal kurmanın zamanı değildi. Yerinden doğruldu, sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Güneş orman aralarından bir görünüp bir kayboluyor. Vakit epey geçmiş, hava da yağmur işaretleri vardı. Aşağılardan bir ses;
“Hey kızlar yüklerinizi yaptınız mı?”
Karşı yamaçtan başka biri;
“Yaptık, yaptık!”
Yukarılarda orman içinden bir diğeri;
“Şose yolun dönemecindeki pınarda buluşalım!” diye haykırdı.

***

Buluşma yerine vardı, yüklerini yol kenarına bırakmış dinlenmekte olan diğer kadınlar da oradaydı. O kalabalığın içinde Korkut Mehmet’in karısını da fark etti. Yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. “Mutlaka bir haber getirmiştir” diye hesap etti. Oturanlara yaklaşınca selam verdi, yavaş bir hareketle yere çömeldi, yükünü indirdi. Kadınların bir kısmı azıklarını çıkarmış yemek yiyorlardı. Kimisi yükünün ağırlığından, kimisi de romatizma ve diz ağrısından şikâyet ediyordu.
Ayşe de torbasını açtı, peynirini ve ekmeğini çıkardı, yükünün yan tarafına koydu. Ağzının kuruduğunu hissetti, yerinden kalktı biraz ilerideki çeşmeye gitti. Eğildi, avuçlarını oluğun akan suyuna tutarak içti. İnşallah, Korkut Mehmet’in karısı Zehra bu kadınlara benden söz etmez diye geçirdi kalbinden. Sadece önüne bakarak yükünün olduğu yere doğru yürüdü.

***

Ekmeğini yiyen kadınlar yükünü sırtına alıyor ve ikişer, üçerli gruplar halinde yola koyuluyorlardı. Zehra ile Ayşe en sona kaldı.
“Hadi biz de gidelim kız” dedi Zehra ve yükünü sırtlamaya yöneldi. Ayşe, yerinden kolayca kalkması için onun yanına gidip yardım etti. Sonra da kendi yükünü sırtladı. Yavaş konuşurlarsa hiç kimse duymaz diye düşündü Korkut Mehmet’in karısı;
“Ayşe” dedi. “Bu akşam yeni bir haber geldi. Eğer istiyorsan önümüzdeki cuma günü, seni isteyen Kemal, Kınalı Köprü’de bekleyecek. İstediğin saati söyle, ona söyleyelim. Köprüde buluşup, Kuştul’dan yukarı çıkar Zavera’ya gidersiniz.”
Ne diyeceğini bilemedi.
“Zehra abla aceleye getirme, sıkıştırma beni. Hazır olduğumda haber ederim sana” dedi.          

***
Madene çıkan dönemeçli araba yolunu dikey olarak kesen patika yolun çıkışında ayrıldılar. Zehra kuzey, Ayşe ise orta mahallede oturuyordu. Ayrılmış olmaları yükünü de hafifletmiş gibi oldu Ayşe’nin. Artık tanımıyor olsa da kesin olarak bir isteyeni var. Bu düşünce ona tarifi zor bir güç ve keyif verdi. O nedenle sırtındaki yüke aldırış etmeden sekerek inmeye başladı mahalleye aşağı giden yolu. Birisi görse “çıldırmış bu kız” diyebilirdi.
Aynı anda Maçka’yı, Kizera ve İskopiya köylerini gören sırtın dönemecinde durdu. Kemal’in köyü Zavera, İskopiya Dağı’nın ardında Hamsiköy vadisindeydi. Oralar hakkında hiçbir fikri yoktu. Fakat Livera’dan gelin gideceği için kendisine saygılı davranılacağı düşüncesi geçti aklından.
Evi aşağıdaki küçük düzlüğün içinde elma ağaçlarının arasındaydı. Dikkatle baktı, kimseyi göremedi. İçini kaplayan mutluluk devam ediyordu. Yeniden sekerek ve sırtındaki odun yüküne aldırış etmeden evine doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe, sırtındaki yükü de hoplayıp duruyordu.

1956’nın mayısı, olanca güzelliği ile serpildi Maçka ve köylerin üzerine. Yaylacılar o sene erken göç etti dağlara. Ve güneş her sabah Suma Dağı’nın arkasından doğar. Dağın gölgesi köyün karşısındaki Hortokop kayalıklarına boydan boya yayılır. Saatler ilerledikçe gölge dereye aşağı doğru iner öylece kaybolur gider. Akşama doğru tersi olur; Hortokop Dağı’nın gölgesi Kınalı köprüden başlayarak Livera’ya doğru tırmanmaya başlar. Havanın bulutlu yahut yağmurlu olmadığı günler hep böyle bir seyir izler güneş ve dağların gölgesi.
Mayıs ayı boyunca Guguk sesleri duyulur Suma ormanlarından. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ses bir başka yaşama sevinci verir köylülere.

***

Üç erkek kardeşi evlenmiş ve ikisi baba evinden ayrılmıştı. Kendisi gibi bekâr olan bir oğlan kardeşi daha vardı. Askerden yeni gelmiş ve geçen hafta başında sığırları alarak yaylaya göçmüştü. Babası öleli iki seneden çok oluyor. Anası ise ev içinde ufak tefek bazı işler yapabiliyorsa da romatizma ağrıları nedeniyle, bezgin ve iş göremeyen bir haldeydi. Kendisini isteyen birisinin olduğunu ailesinden hiç kimseye anlatmadı. Daha doğrusu kendisinde böyle bir cesaret bulamadı. Birkaç kez anasına açmak istediyse de başaramadı. Korkut Mehmet’in karısı Zehra, arada bir gelip haberler getiriyor ama ona da net olarak evet veya hayır diye bir şey söyleyemiyordu. Ne var ki her geçen gün sabrı tükeniyor, halen baba evinde yaşamayı kendi adına bir fazlalık olarak düşünüyordu. Arada bir “Neden kendisine ait bir evi olmasın?” diye bir soru da geçerdi aklından.

***

Korkut’un karısı evin başındaki yoldan geçiyordu. “Ayşe!” diye seslendi. Kapıya çıktı. Kadınla göz göze geldi. Koşarak yanına gitti. Zehra sağı solu kontrol eder gibi yaptı ve başka kimsenin duymaması için kulağına yanaştı;
“Yarın Kemal gelecek ormana gideceğiz. Sen de gel, orada tanıştıracağım sizi.”
Dili tutuldu sanki belli belirsiz bir “olur” çıktı dudakları arasından. 
Mayıs ayının sonuna doğru tarlalarda ikilemeler başlayacaktı. Tarla işleri tamam olunca yaylaya gidecek, kardeşi Hüseyin de köye dönecekti. İşte tam bu sırada sevgilisine kaçmayı başarabilirdi.
Neredeyse bir hafta olacak yağmur yağmadı. Bu fırsattan yararlanan köylüler acele ile mısır tarlalarının ikilemelerini bitirmek istiyordu. Ayşe ise ne kadar erken bitirirse o kadar tez gideceğini, daha doğrusu kaçacağını düşünüyor. Henüz cesaretini toparlayıp, aklından geçenleri hiç kimseye anlatamadı.

***

O sabah erkenden dışarı çıktı, güzel ve güneşli bir gün yaşanacağı anlaşılıyordu. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu ve her zamankinden daha maviydi. Mısır tarlasında ağabeyi ve yengesi ile ikileme yapacaklardı. Kemal ile görüştüğünün üzerinden iki hafta geçti. Yakışıklı biri değildi ama güçlü kuvvetli, adama güven veren bir hali vardı. Mayısın son cumartesi günü yani 26’sında akşama doğru evden çıkacaktı. Kemal onu Kınalı köprünün karşı ayağında bekleyecekti. Evdekilere bahane olarak; öte mahalledeki arkadaşına gideceğini söyleyecek ve bir daha geri dönmeyecekti. Bu fikir biraz hatalı gibi geldi ona. Kazma sapının ucundan iki eli ile tuttu ve çenesini de ellerinin üzerine dayadı. “Bir gören olur da eve haber verir ve arkamdan gelenler olur. Kolayca yakalanabilirim” diye düşündü. “Hayır, bu planı değiştirmeliyim” dedi kendi kendine. Bu durgun halini fark eden yengesi;
“Yoruldun mu Ayşe abla?” diye sordu.
“Yok yok, dalmışım işte.”    
Beş gün sonra bu iş bitecek, ailesine ve köyüne veda edecek. O güne kadar çok çalışıp tarla işlerini hiç olmasa azaltmak istiyordu. Çok fazla durgunlaştığını hatta zayıflamaya başladığını bile hesap ediyordu. “Evdekilerin hiç biri, bütün bu olup bitenleri fark edemedi” diye düşünüyor ve garip bir suçluluk duygusuna kapılıyordu.
Aklından geçirdiği gibi, hesabı tutturdu. Cuma günü öğleden sonra tarla işleri tamamlandı. O sabah yaylaya gideceğini söyledi evdekilere. Ve yaylaya götürmek üzere bir ekmek pişirdi. Yanına biraz patates ekleyerek yükünü tamamladı.

***

Artık bir süreden beri tasarladığı kaçma planını uygulama zamanı geldi. Yaylaya gider gibi evden çıkacak mümkün mertebe hiç kimse ile karşılaşmadan yola koyulacaktı. Taşboğazı’nı geçince orman içi yoldan çıkacak, aralardan aşağı Pangal’a inecekti. Oralarda onu tanıyan olmazdı. Sonra da Coşandere yamaçlarından aşağı inecek, Kınalıköprü’ye ulaşacaktı. Ola ki tanıyan birisi denk gelirse; “Yayladan geliyorum, Verizena değirmenine mısır bırakmıştım, unlarımı almaya gidiyorum” diyecekti. Bütün bu planları kafasında kuruyordu ama içinden bir ses; “geri dön, gitme!” diyordu. Bu durum onu o kadar rahatsız etmeye başladı ki gözünün önüne, bilmediği tanımadığı canlılar geliyor sivri oklarını fırlatıp dehşet saçıyorlardı. Hem gidiyor hem de onlarla cebelleşiyordu. Bir ara dayanamamış olmalı ki iki avucu ile yüzünü kapattı ve can havli ile bir çığlık attı. Çığlık onu kendine getirdi sanki. Avuçlarını yüzünden çekti etrafına bakındı. Raşi çayırlarının yukarısından gidiyordu ve görünürde sesini duyan olmamış, diye hesap etti.

***

Kararını değiştirebilmesi için, Taşboğazı’na kadar biraz daha yolu vardı. Orada yoldan çıkıp da orman içinden aşağı döndüğünde bir daha geri dönmeyecekti. Bütün bu düşünceler içinde yürüdüğünü sanıyordu, oysa olduğu yerde dikiliyor ve İskopiya tepesine doğru bakıyordu.
Yayla yolunu hiç bu kadar tenha görmemişti. Her seferinde pek çok insanla karşılaşırdı. Sanki her şey onun kaçmasına yardım ediyor ve onu görmemek için hiç kimse yola çıkmamıştı. Ağır ama kararsız adımlarla yeniden yürümeye başladı. Orman içi yol ala karanlıktı. Arada bir güneşli yerlerden geçiyor olsa da genel olarak güneş ışığına hasret bir yoldan gidiyordu. Bir kuşun “pırrr” diye uçtuğu oluyor, korkudan yüreği ağzına geliyordu.
Son dönemeci de döndü, Vanya Suyu’na çok az bir mesafe kaldı. Taşboğazı geride kaldı artık. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Verdiği kararı yeniden düşünmeye başladı. Başı uğulduyor, bilmediği yerlere, tanımadığı adamlara gitmek ürküntü veriyordu ona. Vanya Suyu çeşmesinin yanında durdu. Oradan aşağıya doğru bir parça ağaçsız açık yer vardı. İşte şu çimeni aşıp da yeniden ormanın içine girerse, geri dönülmez bir yol üzere olacağı kesindi.
Vanya Suyu büyükçe iki taşın arasından çıkar ve kısa bir akıntıdan sonra çeşmeye ulaşır. Tam orada aktığı taşın üzerinde küçük bir çukurluk var. Orasının Hazreti Ali’nin ayak izi olduğu, hemen yanında bir de nal izi var ki Düldül’ün ayak izi olduğuna inanılır.
Sırtındaki torbayı bir kenara bırakıp suyun gözesine doğru yöneldi. Dizlerinin üzerine çömelerek nal izinden kana kana su içti, ellerini yıkadı, sonra bahtının açık olması için dua etti. Torbasının yanına döndü. Avuçlarını gökyüzüne doğru kaldırarak gelecek günlerin iyi olması için yeniden dua etmeye başladı. Ve sonunda “Utandırma beni Allah’ım” diyerek avuçlarını yüzüne sürdü. Torbasını kaldırdı sırtına bağladı, ağır adımlarla suyun akarına, aşağı doğru yürümeye başladı. O anda en çok arzuladığı şey; tanıdık biri denk gelse de, “Gitme Ayşe!” diye ardından seslense.               

***

Haber bir gün sonra baba evine ulaştığında kardeşler, ocak başında oturuyordu. Ayşe, ocağın tam orta yerine bir sessizlik bombası gibi düşmüştü sanki. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyor, sigara üstüne sigara tüttürüyorlardı.
Küçük kardeş Hüseyin, haberi yaylada aldı. Ağabeylerinin aksine ablasının zorla kaçırıldığını düşünüyordu. Eninde sonunda gerçeği öğrenecek, eğer düşündüğü gibi çıkar da zorla kaçırılmışsa elinden kimse kurtulamayacaktı. Mutlaka hesap soracağını düşünüyordu.
Köylülerin pek çoğuna soruldu, ancak hiç kimseden en ufak bir bilgi, bir ipucu alınamadı.
“Bu işin içinde bir iş var” dedi anaları.
“Birisinin yardımı olmadan kız kaçırmak olacak iş değil. Bir gün mutlaka öğreneceğiz ama iş işten geçmiş olacak. Dört erkek kardeş bir kıza sahip çıkamadı. Yazıklar olsun! Babanız sağ olsaydı on kere bulmuştu onu ve kaçıran adamı. O kadar şaşkın oldunuz ki hükümete bile şikâyet edemediniz. Artık oturun oturduğunuz yerde. O bir yolunu bulur, haber verir ya da çıkar gelir.”  
Oğlanlar analarının bu sözüne cevap veremedi. Her biri kızgındı, içten içe kinleniyorlardı ve bunu bir onur yahut erkeklik sorunu gibi algılamaya başlamışlardı. Öyle ya, konu komşu ne der. “Kız kardeşlerini kurda kuşa kaptırmış, nasıl da adam gibi ortalıkta dolaşıyorlar” denilmez mi?

***

Ayşe Kemalini Kınalıköprü’de, köprünün öte yakasında buldu. Hiç konuşmadan hatta elele tutuşmadan Larhan Deresi boyunca yürüdüler. Sonra, gecenin karanlığında iskopiya yamaçlarını tırmanmaya başladılar. Arada bir gereksiz ama cevabın mutlaka olumlu olması gerekli küçük sorularla yolculuğu renklendirmeye özen gösterdikleri de oluyordu.
Zavera bayırlarından aşağı dönünce Kemal iyice dillendi. Yiğit bir delikanlı oluşundan çalışkanlığına kadar pek çok şey anlattı Ayşe’ye. Eve vardıklarında sabah olmak üzereydi. Evin kapısına varınca birkaç kez “Ana!” diye seslendi Kemal. Uykulu haliyle saçları karmakarışık, yaşlı bir kadın karanlığa doğru açtı kapıyı.
“Geldin mi Kemal” dedi.
“Geldik ana.”
“Hiç kimse ile karşılaşmadınız değil mi?”
“Hayır ana, orman içlerinden geldik, hiç kimse görmedi bizi.”
Döndü, karanlık evin içine doğru yürüdü kadın, el yordamıyla kara lambayı buldu, yaktı. Kapının önünde biraz bekleyenler lambanın yaydığı ziyayı görünce girdiler. Ayşe doğruca ev sahibi kadının yani kaynanasının yanına gitti boynuna sarılmak istedi. Hiç ummadığı bir tepki ile karşılaştı;
“İstemem” dedi.
Şaştı kaldı, aslında hayalinde canlandırdığı kaynana bu değildi. Küçük bir iskemle fark etti, kenara çekip oturdu. Kara lambanın izin verdiği kadar evin içini izlemeye koyuldu. Burası onların yayla evinden daha küçük ve daha döküntü bir yerdi. Tek odalıydı ve kaynanasının orada, o odada yattığı anlaşılıyordu.
Kaynanası yatağını ocağın yanına taşırken dikkatle izledi, gözü hiç tutmadı, daha doğrusu sevimli bulmadı. Üstelik olabildiğince çirkin bir kadın gibi geldi ona. “Ana oğul burada yaşıyor ama burası yaşanacak bir yer değil” diye geçti içinden.
Kemal sahana döktüğü ayrana bir parça mısır ekmeği ufaladı. Sonra iki şimşir kaşık getirdi birisini Ayşe’ye uzattı.
 O gece yatağa girdiklerinde, döşeğin kuru otlardan yapılmış olduğunu fark etti.
“Kemal, evinizin tek odası mı var?” diye sordu kocasına fısıltı ile.
“Evet.”
“Yünden yapılı döşeğiniz yok mu?”
“Hayır, yok.”
Ayşe ilk kez ve gerçekten pişmanlık duymaya başladı. Yine de;
“Omuz omuza çalışırsak bizi kimse durduramaz” dedi ve sağ eli ile Kemalin sol yüzünü okşadı. Nasırlı avucu yüzünü çizdi adamın, ama fark ettirmedi.

***

Gelin olduğunun daha beşinci günüydü kaynanasından sert bir azar işitti. İneği iyi sağamadığını söylüyordu. Cevap vermedi ona ama yinede kadının kızgınlığı geçmedi. Kemali çağırdı;
“Çıkın evimden” dedi.
“Nereye gideriz ana?”
“Mezere evine taşının, orası sizin olsun” dedi ve somurtarak uzaklaştı.
Mezere evi dediği yer, tepenin başında bir yerdeydi, yani orası köy değil yayla idi. Kaynana kararlıydı, evin- den çıkmalarını kesin olarak istiyordu.

İki hafta oldu Ayşe Mezere evinde kalıyor. Sadece adı ev, başkaca hiçbir özelliği olmayan bu yapının içinde yaşamak kolay iş değildi. Rüzgâr bir yandan giriyor, diğer yandan çıkıyor. Kemal ise Meryemana vadisine ağaç kesme işinde çalışıyordu. Bir sefer gelmiş o gece kalmış ve sabah erkenden yine gitmişti. Evde yiyecek namına hiçbir şey yoktu. Biraz ilerde bir pınar vardı ama oradan su alacak bir kabı bile yoktu.
Çok aşağılardan, vadinin eteğinden Erzurum, Gümüşhane yolu geçiyordu. Gece olduğunda arabaların motor sesleri duyulurdu. İşte o sesler Ayşe’ye arkadaş olurdu da sabahı ancak yakalardı.

***

 “Açlık ne kötü şey” diye geçti içinden. Kuşluk vakti oldu, iki gündür hiçbir şey yememişti. Köye aşağı doğru giderek birilerinden ekmek istemeyi geçirdi aklından. “Artık geriye anamın evine dönemem, dönsem bile kabul etmezler. Zaten ağabeylerim başlık parası alamadıkları için kızgın olabilir. Burada kalsam açlıktan bir kedi gibi öleceğim. Ne yapsam? Kimden yardım istesem” diye düşünerek patika yoldan aşağı yürümeye başladı. Bazen dizleri onu taşımıyor düşüyor sonra kalkıyor yine yürümeye gayret ediyordu. Gözlerinin önünden parça parça karaltılar geçtiğini fark etti, başı döndü olduğu yere çöktü, kendinden geçti.

Annesini gördü uzaktan. Ona doğru koşuyordu. Oysa annesi yürümek özürlüydü. Bu bir rüya olmalı diye düşündü. Elinde bir bohça vardı ve içindeki sıcak ekmeğin kokusunu bu kadar uzaklıktan duyumsayabildi. Biraz sonra yanına geldi. Bir kovadan su dökerek kızının yüzünü yıkamaya başladı.
“Gelin!” diye bir ses işitti.
Annesi neden “gelin” diye hitap ediyordu ona, diye geçti içinden. Gözlerini açtı. İki genç kadın gördü başından aşağı dikilmiş. Birisi elini başının altından geçirmiş yastık oluşturuyor diğeri de bir avucunu ıslatıp yüzüne sürüyordu.
“Ne oldu sana gelin?” diye sordu yüzünü ıslatan.
Dikkatle baktı onlara, hiç birini tanımıyordu.
“Livera’dan gelen gelin sen misin?”
Cevap veremedi. Her şeyi hissediyor anlıyor da cevap veremiyordu.
“Kemal’in hanımı mısın?” diye sordu diğeri.
“Evet” dedi usulcacık, sonra da “Çok açım” diyebildi.
İki kadın yol kenarındaki çimlerin üzerine çektiler onu. Çantalarından peynir ekmek vardı, çıkarıp önüne serdiler. Ayşe hem yedi hem de derdini anlattı.

Artık bu köyde tanıdığı insanlar vardı. Sabahları aşağı köye iniyor, tarla işlerinde olanlara yardım ediyor, karnını da doyuruyor, akşam olunca yine evine dönüyordu. Evine gidince gözü hep kapıda olurdu, Kemal gelecek diye bekleyip dururdu.
Bu kez tam bir hafta üzerine geldi kocası. Torbasında yuvarlak bir Trabzon ekmeği vardı.
Ayşe olup bitenleri anlattı ona. Artık Livera’ya giderek ailesi ile tanışmasının zamanı geldiğini de söyledi. Kemal sessizce dinledi karısını.
“Nasıl istersen, acaba bizi oraya kabul etmezler mi?” diye sordu.
“Bilmem” dedi Ayşe. “Onu da konuşuruz.”

***

Livera’ya vardıklarında akşam olmak üzereydi. Doğruca eski komşu Kemal’in evine gitmeye karar verdiler. O Ayşe’nin baba dostu olan iyi bir adamdı. İki sene önce babası öldüğünde eve gelmiş ve:
“Ağlama kızım, diyerek başını okşamıştı.”
O nedenle, baba dostu saydığı adamı kendisine yakın hissediyordu.
Baba dostunu, akşamın alacakaranlığında avluda otururken buldular. Kocasının önüne geçti hızlı adımlarla yürüdü. Giderek yaşlı adamın önünde durdu eline uzandı; “İzniniz olursa öpeyim” dedi. Ardından Kemal de uzandı.
“Nerelerdeydin kızım, aranmadık yer koymadılar. Oturun bakayım, nasılsınız iyi misiniz?”
Ayşe yan tarafta duran kısa bir kütüğün üzerine ilişti. Kemal de hanımının yanına gidip oturdu. Evin hanımı ve çocukları konuşmaları duyunca geldiler. Ayşe yerinden kalktı;
“Elini öpeyim Şerife teyze” dedi. Kadın elini uzattı ama;
“Buraya geldiğinden kimsenin haberi var mı?” diye sordu.
“Hayır” cevabını alınca eve girmelerini istedi.

***

Uzun uzadıya konuştular o gece. Ayşe, ağabeyleri ile barışmak için geldiğini o yüzden kendisine yardım etmelerini istedi hane sahiplerinden. Baba dostu adam gece vakti kardeşlerini çağırmayı uygun bulmadı. Mademki onu tercih ederek gelmişlerdi, ailesi ile barıştırmak işini boynuna düşen bir görev olarak kabullendi. Nasıl hareket etmesi gerektiğinin planlarını yaptı. İki yetişkin oğlunu bu iş için görevlendirdi;
“Yarın sabah Ayşe’nin ağabeylerini davet edeceğiz. Geldiklerinde bir uyumsuzluk olur da enişteleri ile kavga etmek isterlerse engel olmamız gerekecek. Bunu bilin ve uyanık olun” dedi oğullarına.        

***

Sabah oldu, Şerife kadın çorbayı hazırladı. Yuvarlak yer sofrasının etrafına dizildiler, ortadaki bakır sahana kaşık sallamaya başladılar. Uzun zamandır ilk kez karnının doyacağını düşündü Ayşe.
Hane sahibi, konuklarını ikaz etti;
“Evimde güvendesiniz, rahat olun, gelecek olanlara karşı saygıda kusur etmeyin geri yanını bana bırakın” dedi ve Ayşe’nin ağabeylerine haberci gönderdi.
Çeyrek saat sürmedi, kardeşlerden ikisi geldi. Uzun boylu olanı Zeki, kısasının adı da Mehmet’ti. Üçüncü kardeş Hüseyin henüz gelmedi.
 Gelir gelmez “Nerede onlar?” diye sordu uzun boylu olanı.
“Acele etmeyin” dedi ihtiyar. “Önce konuşalım. Kavga çıkarmanızı istemiyorum, benim yanımda Ayşe’yi dövmek isterseniz buna izin veremem, bunu da bilesiniz.”
“Olur mu Kemal amca” dedi Zeki. Dedi ama hareketleri hiç güven vermiyordu.
“Bakın, olanlar olmuş, artık bu işin geri dönüşü yok. Olay çıkarmanızı istemiyorum. Siz de yardım edin ki yuvalarını kursunlar.”
“Bize akıl verme, kız kardeşimizi teslim et” diye kükredi Zeki.

Ayşe ile kocası konuşulanları odadan dinliyordu. Uzun süren pazarlıklardan sonra huzura çıkarıldılar. Saygı ile kardeşlerinin yanına giderken, zeki bir ok gibi fırladı eniştesine bir tokat çaktı.  Bu hareketi karşılık bulmadı ama o sırada evin delikanlıları bu davranışı affetmedi. Kıyasıya bir kavga başladı. Ayşe ile kocası bundan yararlanarak tekrar odaya girdi.
Bağrışmaları duyan mahalle komşuları koşarak yetişti. Zeki ile evin delikanlıları kıyasıya vuruşuyor. Aracılık edenler kavgayı durdurmakta başarılı olamıyordu. O sırada Mehmet kavgayı bırakıp Ayşe’nin yanına döndü. Kocası Kemal ile pazarlığa girişti. Kemal de iş yatışsın diye cebindeki yüz on liranın yüz lirasını kayın biraderine vermek zorunda kaldı. Parayı alan Mehmet yatıştı. Barışmaktan yana tavır takınmaya başladı. Komşuların da araya girmesiyle kavga yatıştırıldı ama kavgayı ilk başlatan Zeki’nin yüzü gözü kan içinde kaldı.

***

Kemal ile Ayşe bu barıştan hiçbir şey elde edemedi. Üstelik ceplerindeki parayı da kaptırdılar. Ne yapmaları gerektiği konusunda uzun uzadıya düşünmeye başladılar. Hiçbir çıkış yolu bulamadılar. Umutsuzca köylerine dönmek üzere yola girdiler. Yoksulluk ve şanssızlık bir şemsiye gibi üzerlerini örtüyordu sanki.

İki sene boyunca fukaralıkla dalaşıp durdular. Bir komşuları küçük bir buzağı hediye etti onlara. Onu büyütmeye gayret ediyorlardı. Ele gelir zenginlikleri sadece o idi. Belki de o yüzden buzağıyı bir yaşındaki çocuk gibi nazlandırır, sever okşardı Ayşe. Kemal arada bir gündeliğe gidiyor üç beş kuruş kazanıyordu ama o da içkisine yetmiyordu. Bu içki işine epey zamandır devam ediyordu. Ayşe ise, kahreden acılar içinden geçtiğini düşünüyor, bazen ne kadar derin nefes alsa, nefesine doyamıyordu. Ne toprakları ne de çalışacak bir işleri yoktu. Hayatında değişen tek olumlu şey; bu zaman içinde bir kızı doğmuştu ve onu hayata bağlayan yegâne varlıktı.  

***

Karakaban Dağı tarafından gelerek Hamsiköy’ün batısındaki tepelere yayılan kara bulutların etkisinde kaldığı da olurdu arada bir. Hiçbir şekilde sır vermeyen, acele ile nereye gittikleri, ne yapacakları belli olmayan, somurtkan, insana kasvet veren o kara bulutların etkisinden bir türlü kurtulamazdı. Yine öyle, kasvetli bir akşamüzeriydi. Avludaki oturma taşının üstüne koyduğu tahta parçasına oturuyordu. Çocuğu kucağında olduğu halde gözü, Hamsiköy tepelerinde hızla hareket eden yağmur bulutlarındaydı. Dağ yolundan aşağı doğru iki kadın, sırtlarında odun yükü olduğu halde sekerek ama acele ile geliyordu. Elini kaşına siper ederek dikkatle baktı. Neden sonra kim olduklarını bilebildi.
Kocası her sabah iş aramak bahanesi ile çıkıyor geç vakitlerde dönüyordu. Oysa anlatacak ne kadar çok derdi vardı ama dinleyecek kimsesi yoktu. Yukarıdan aşağıya gelen kadınlar yanından geçeceklerdi. Epey yaklaştıklar, Gözü üzerlerindeydi. Geldiler ve selam verirken biraz öte tarafına yüklerini indirdiler. Bu gelenler aşağı mahallenin kadınlarıydı. Biraz yaşlı olanı Şahender diğeri de Sakineydi. Yorgun bir halleri vardı. Yükünü bırakan Ayşe’nin yanına doğru yürüdü.
“Nasılsın Ayşe gelin” dedi Şahender.
“İyiyim abla, bu günüme şükür, hasta değilim işte.”
“Bebeğini kucağıma ver de evden bir maşrapa su getir, susadık kız.”
O da öyle yaptı.
Suyu getirirken, çocuğu kucağında oynatan kadın;
“Bunun adını ne koydun kız?”
“Fatma”
“O niye?”
“Annemin adıydı, unutulsun istemedim.”
Maşrapayı Şahender’in yanına koydu sonra da bebeğini kucağına aldı. Yorgun kadınlardan su içen; “Su gibi aziz olasın Ayşe” dedi. Sonra da geçim derdinden konuşmaya başladılar. Söz sözü açtı, Ayşe için çözüm yolu aramaya başladılar. Ne var ki her yol, öncelikle toprak sahibi olmaya çıkıyordu. Hava kararmak üzereydi. Şahender yerinden kalktı, yüküne doğru giderken durdu, geriye döndü.
“Kız Ayşe!”
“Buyur Abla”
“Kız, insanlar İstanbul’a gidiyor. Oralarda fabrikalar varmış, fabrikalarda çalışanlar çok para kazanıyormuş. Kocana söyle, alın başınızı gidin. Buralarda durmakla hiçbir şey elde edemezsiniz. Gidin, gidin, göreceksin kaderiniz bile değişecek.”
“Bilmem ki nasıl olur abla. Hiç bilmediğimiz yerler, oralarda barınabilir miyiz? İstanbul nere Zavera nere?”
“Buralarda umutsuzca beklemekten iyidir kız. Kocana söyle çekin gidin.”
Cevap veremedi Ayşe, fakat küçük de olsa bir umut doğdu içine. Yüklerini tekrar sırtlayıp iniş aşağı giden kadınlara, gözden kayboluncaya kadar baktı. Akşam ezanı okunuyordu, Kemal henüz gelmedi, bebeği kucağında olduğu halde ağır adımlarla evine girdi.
***

Kocası geldiği zaman imam yatsı ezanını çoktan okumuştu. Bebeğini uyutmuş ocak ateşinin aydınlığında ona bir bluz örüyordu. Kemal de ocağın öbür başına geçip oturdu, Ayşe yerinden kalktı ona ayırdığı bir tas çorbayı uzattı. Sonra da yan tarafa geçerek elişini eline aldı;
“Kemal çok yoruldun mu bugün?” diye sordu.
“Yorulmadım ama iş de bulamadım.”
“Bak ne diyeceğim. İnsanlar İstanbul’a gurbete gidiyor. Orada karı koca fabrikalarda çalışıp çok para kazanıyorlar. Yeni bir ev bile alabiliyorlar. Düşündüm de; biz de gitsek fena mı olur?”
“Bilmem hiç düşünmedim. Oralara gidince bir tanıdık bulmak lazım. İstanbul’da tanıdık kimsemiz yok.” Biraz düşünür gibi yaptı; “Ama Zonguldak’ta dayım var. Ona gitsek bize yardımcı olabilir mi acaba?”                   

***

Gurbete gitmek kararını verince önce danayı sattılar. Sonra da bir keçe ve yorgandan ibaret olan yatak takımını sarıp sarmaladılar. Bir sahan, bir tencere ve iki tahta kaşıktan ibaret olan mutfak malzemelerini de yüklerinin arasına sıkıştırdılar. Zavera’dan aşağı yürüyerek şose yola indiler. Hamsiköy tarafından gelen bir kamyona bindiler ve o gün Trabzon Limanı’na ulaştılar. Günlerden çarşamba idi. Oysa batıya, Zonguldak tarafına doğru gidecek gemi, perşembe günleri saat onbirde hareket ederdi. İki kişilik üçüncü sınıf Zonguldak bileti alınca, on lira paraları arttı.
                              ***
Gemi bir ikindi vakti Zonguldak limanının açığında demirledi. Yaklaşan kayıklardan birisine indirildiler. Karaya ayak bastıkları zaman, yorgun ve bitkin bir haldeydiler. Trabzon’dan ayrılalı dört gün olmu8ştu. Ayşe ve bebeğini deniz tutmuş, sarhoş gibiydiler. Üstelik karınları da açtı. Bir yandan açlık diğer yandan deniz tutması başlarını dönüyordu. Doğrusu Kemal de ondan daha iyi durumda değildi.        
15 gün önceden dayıya mektup yazmışlardı ama yine de onu bulamayacağı korkusu sardı Kemali. Zonguldak iskelesinin önündeki parkın çıkış tarafında bir ıhlamur ağacının altında oturdular. Zavera’ya sadece yamaçları benzeyen bambaşka bir dünyanın içine adım atmakta olduklarını anladılar. Bir taraf dağ, diğer taraf deniz. Akşam karanlığı yaklaşıyor bebek durmadan ağlıyor. Kemal bir ekmek bulmak için parkın dışına çıkmaya karar verdi. Yaşlı bir adam;
“Kemal” diye ünledi biraz uzaktan. Cevap alamayınca yürüdü geldi, avucunu Kemalin sırtına şaplattı.
“Dayı!” diye haykırdı Kemal.
Olup biteni izleyen Ayşe o adamın “dayı” olduğunu anladı. Ayıp olmasın saygılı bir gelin olduğu anlaşılsın diye büyüğüne daha edepli görünmek amacıyla toparlandı.

***

Zonguldak’a geleli üç sene olmuş. Şehrin yukarı mahallesinde bir yamacın başındaki tek odalı gecekonduda yaşayıp gidiyorlar. Zonguldaklılar genellikle kömür ocaklarında çalışır. Oysa Kemal kömür işini hiç sevmedi. Bir benzinlikte araba yıkayarak gündeliğini çıkarıyordu.
Bu sırada bir de erkek çocukları doğdu. Gerçi zengin olamadılar ama Zavera köyünden daha iyi durumda oldukları kesindi. Ayşe arada bir mahalleli kadınlarla şehirdeki evlere temizliğe gidiyor, kazandığı para ile çocuklarının eksiklerini gideriyordu. Kemal ise kazandığı paranın önemli bir kısmı ile her akşam içerdi. Hatta parası yetmediği zamanlarda “sende para vardır” diyerek karısını zorladığı da olurdu.

***

O kış biraz sert geçti, evleri ve yatakları muntazam olmadığı için geceleri üşüdüler. Belki de o yüzden, Kemal güneşi gördüğü zaman sırtını dönüp ısınmaktan haz duyardı. Bahar gelmiş her yan yeşillenmeye başlamıştı. Ayşe bir sabah uyandı, çocukları okula hazırlayacaktı. Evin içi oldukça soğuk ve rutubetliydi. Sobayı yakmak için dışarıya çıkıp odun alması gerekiyordu. Dış kapıyı açıp çıktı fakat öksürmeye başladı. Ardı arkası kesilmeden öksürüp durdu. Öksürük nedenini sabahın soğuğuna bağladı. Bir gün sonra öksürüğü ile beraber ağzından kan geldiğini gördü. Umursamadı, geçer diye düşündü, işine devam etti.

***

Hastalığı gün geçtikçe ilerliyor, vücudu suya düşmüş şeker gibi erimeye devam ediyordu. Kemal yine eskisi gibi, her akşam içiyor, evde olup bitenlerin farkında bile olmuyordu.
Kız ilkokulu bitirmiş oğlan da son sınıfa geçmişti. Maçka’nın Zavera köyünden ayrılalı on dört yıl olmuş. Bu ona bir asır gibi geliyordu. Kardeşlerinden hiçbiri ne soruyor ne de bir selam gönderiyordu. Dalyan gibi olduğunu sanan Ayşe, küçücük zayıf bir kadın haline gelmiş. Kocası onu bir sefer doktora götürdü. Doktor; “Bu kadın verem hastalığına yakalandı. Artık biraz geç kalındı. Bakımını iyi yapabilirseniz yaşayabilir” dedi. Doktorun bu açıklaması ile tüm umutları denizin ufkundan uçup gitti sanki.

Bir akşam vaktiydi, kocasının erken gelmesi için dua etti. Çünkü çocuklarına yemek yapabilecek takati yoktu. O kadar çok terlemiş ve o kadar çamaşır değiştirmişti ki artık daha da değişecek hiçbir çamaşırı kalmamıştı. Kemal yine bildiği gibi yaptı ve o gece eve hiç gelmedi.
Sabahın çok erken bir vaktinde kapı çalındı. O kötü haber bir bomba gibi evin tam orta yerine düştü; “Kemal biraz ileride yol kenarında boylu boyunca uzanmış yatıyor, öldü” dedi adam. Haberi getiren başka bir şey söylemeden döndü gitti. Çocuklar, kapıyı çalanın ne dediğini tam olarak anlayamadı. Ayşe ise orada, kapının önünde öylece dondu kaldı. Hiçbir şey hissetmiyor narkoz almış bir kedi gibi duygusuzca çocuklarına bakıyordu. Neden sonra onlara sarılıp; “Biz şimdi ne olacağız?” diyerek hıçkırarak ağlamaya başladı. Kendisi evden dışarı çıkabilecek halde değildi.
Ölen, ölümüyle beraber bu dünya ve sıkıntılarından kurtulur. Ne var ki geride kalanlar aynı sıkıntıları katlayarak yaşamla boğuşmaya devam eder. O gün akraba, hemşeri ve komşuların yardımıyla Kemal’i karşı mahalledeki mezarlığa defnettiler.

***

Kemal öleli üç gün oldu. Ne yapacağını, nasıl geçineceğini, bu hasta haliyle çocuklara nasıl bakacağını akıl edemez oldu. Yine ateşi çıktı ve artık sürekli olarak kan tükürüyor. Ölümün sivri pençesini ta yüreğinin derinlerinde hissediyordu artık. Bu hasta haliyle hayata son bir yön vermek geçti gönlünden. Kızını yanına çağırdı, büyük ağabeyine gönderilmek üzere bir mektup yazdırdı. Çok hasta olduğunu, kocasının birkaç gün önce öldüğünü, kendisinin de her an ölümü beklediğini kaydettirdi. Çocuklarının ortada kalabileceği endişesi taşıdığı için ağabeyinden başka hiç kimseden yardım göremeyeceğini de yazdırdı.  Aklına gelen daha pek çok şeyi anlattıktan sonra zarfı kapattırdı.

Mektubun postaya verilmesinden iki hafta sonra bir akşam vakti kapısı çalındı. O yine hasta yatağında ateşler içinde yatıyordu. Kızı Fatma koşarak kapıyı açtı, bir adam;
“Burası Kemal’in evi mi kızım?” diye sordu.
Çocuk geriye annesinin yanına döndü durumu anlattı.
“Gelsin” dedi anası.
Gelen ağabeyi Mehmet idi. Ağabey kız kardeşini yatağın içinde bir deri bir kemik olarak gördüğü zaman şaştı kaldı. Böylesini hiç beklemiyordu. Yıllar önce eniştesinden aldığı yüz lira geldi aklına, utandı kendisinden, kızardı bozardı. Şaşkınlığından “geçmiş olsun” bile diyemedi. Ayşe ise gözlerini ona dikti, konuşamadı ama öz ağabeyini karşısında gördüğü için sevinç gözyaşlarını da tutamadı. Mehmet dikkatle yeğenlerine baktı. Çocukların eli yüzü ve giysileri kir içinde ve ayaklarındaki kara lastikler yırtıktı. Ne yapacağına nereden başlayacağına karar veremedi ama “Hadi hazırlanın gidiyoruz” diyebildi.

***

Trabzon’a, Livera’ya döndüklerinde ziyarete gelen komşular eli boş gelmedi. Hayatında hiç görmediği kadar yiyecek ve içecekle doldu odası. Ne var ki sağlığı yerinde değil iştahı da yoktu, canı hiçbir şey yemek istemiyordu. Sadece kendisinin ve çocuklarının artık emin ellerde olduğunu düşünüyor bir parça mutlu oluyordu.
Köye gelişinin ikinci perşembe günü akşam vakti, emanetini teslim ederken yanında hiç kimse yoktu. Ölümünden sonra odasına ilk giren kızı Fatma oldu. Önce dikkatle baktı dondu kaldı. Annesinin başı yana dönmüş, gözleri açıktı ve ağzından akan kan yastığını kızıla boyamıştı. Bir uzun çığlık atarken cenazenin üzerine kapandı.

Mezarlıktan dönerken Mehmet’in karısı kocasına sitem ile karışık dert yandı:
“Biz zaten kendi çocuklarımıza bakmakta zorluk çekiyorduk, şimdi iki kişi daha katıldı aramıza. Onları ne yapmayı düşünüyorsun?

“Öyle düşünme hanım, hanemize iki çalışabilir insan daha katıldı. Artık daha güçlü olacağız” dedi.

Hiç yorum yok: