Emriye halasının ateşini ölçtü, derece
kırkı gösteriyor, telefona koştu, Nezir Doktoru aradı. Acele gelmesini istedi,
sonra geri döndü. Bir havlu ıslatıp hastanın ellerini, ayaklarını ovdu. Hala
hiçbir şey olmamışçasına öylece yatıyor. Dün akşam da böyle olmuştu. Yine ateşi
çıkmış ve doktor çağırmışlardı. Sanki akşamın karanlığı ile halanın ateşi beraber
aynı anda geliyordu. Çocukları öteki odaya gönderdi ve halanın diğer
yeğenlerine telefon ile haber verdi.
Tam donanımlı bir ambulans
aşağıda, apartmanın önünde durdu. İçinden önce doktor, ardından elinde bir el
çantası olan hemşire çıktı. Merdivenleri koşarak tırmandılar. Kapı açıktı ve
doktor hastanın odasını biliyordu, kimseye bir şey sormadan girdi. Yumuşak bir
sesle “Neyin var Hala” dedi elindeki çantayı açarken. Cevap veremedi hasta
kadın. Bu sırada hemşire, hastanın başucunda bulunan çengele bir serum torbası astı.
Doktorla göz göze geldi, ‘evet’ anlamında başını salladı doktor. Acele koluna
bir damaryolu açtı, ve kordonun ucunu oraya ekledi.
Hala, üç aydan bu
yana Ankara’da yeğenlerinin yanındaydı. Hastaydı ve bakacak başka kimsesi
yoktu. Çocuksuz bir kadındı ve yetmişini çoktan geçmişti. Kocasının ölümüyle
düzeni temelli bozulmuş, evinde kimsesiz ve yapayalnız kalmıştı. Hastalandı ama
hastalığının ne olduğunu hiçbir doktor bilemedi. Daha doğrusu doktorlara
inanmıyordu. Kendine özgü bir kadındı ve hastalığı da ona özel olmalıydı. “İnsan
hasta olmasa hastayım der mi?” diye dert yanardı ziyaretine gelenlere.
Hastalığının ilk
günlerinde kemik erimesi teşhisi koymuştu Trabzon’daki doktorlar. O ise genç
doktorların teşhislerine hiçbir zaman itibar etmedi. Onlar daha yeni yetmeydi,
doktor dediğin yaşlı, başlı aksaçlı biri olmalıydı. İşte şimdi başucunda duran
bu doktor kırklı yaşlarındaydı ve onu da hiç sevmemişti. Bütün kan tahlili
sonuçlarının çok iyi olduğunu söylüyordu. Sürekli yatmasına itiraz etmiş
yatarsa, yatağın onu kendine çekeceğini söylemişti. Ev sahibesi yeğeni de bir
seferinde doktoru desteklemişti de Emriye Hala onun bu tavrına çok alınmıştı.
Serum iyi gelmiş olmalı.
Göz kapaklarını biraz araladı sonra yine kapattı. Hemşire koltuk altındaki dereceyi
aldı, biraz yukarı kaldırarak baktı. O sırada Hala da gözlerini açtı ona
bakıyordu, göz göze geldiler.
“Geçmiş olsun
teyzeciğim,” dedi hemşire. “ateşiniz düşmüş.”
Dudaklarını
kıpırdattı, ne dediği anlaşılmadı ama herhalde teşekkür etti.
“Serum sana iyi
gelecek, Pazar günü geleyim de dışarı çıkalım parklarda dolaşalım, gezelim
ister misin?”
Gülümsedi, sonra da
uykusu gelmiş gibi gözlerini tekrar kapattı. Bu bir uyku hali değil, yorgunluk
bitkinlik ve umutsuzluktan kaynaklanan bir göz kapatmasıydı sanki.
Gözlerini kapattığında
kendisini köyünde buldu. Gençliğinde çekingen bir kızdı, kumral uzun boylu, ama
güler yüzlü ve alımlıydı. Güzelliğinin de farkındaydı aslında. Düğünlerde
derneklerde delikanlıların ilgisini çekerdi. Ağabeyi ile başı dertteydi. O tutucu
bir adam ve evin tek erkek oğluydu. Belki de o yüzden kız kardeşlerini baskı
altında tutmak gibi bir görev üstlenmişti kendiliğinden. Kızlardan dolayı bir
söz duyacak olsa dünyayı başlarına yıkardı. Onlara söz söyleyen delikanlılarla
her an kavgaya hazırdı. Öyle olunca da mahallenin delikanlıları bu evin kızlarıyla
konuşmayı göze almazdı.
Her genç kız gibi o
da evlenmeyi hayal ederdi. Komşu kadınlar; “Ne zaman evleneceksin kız?” diye
sorardı ki kıkır kıkır bir gülmek tutardı onu. Sonra da “Aman ağabeyim duymasın”
demeyi ihmal etmezdi. Tek başına kaldığı zamanlarda derin düşüncelere dalar,
nasıl bir evlilik yapacağının planlarını yapardı. Aslında eş seçmek gibi bir
şansının olmayacağını da bilirdi. Kararı o değil büyükleri verecekti. Yine de
bir kısım hayatını kendisinin tanzim edebileceğini sanarak avunurdu. Sonra da;
hiç olmazsa evlendiğinde yeni elbiseleri, ayağında yeni pabuçları olacak diye
düşünür mutlu olurdu.
Mayıs ayında tarla
ikilemeleri yapılır. Bunun için gençler ırgatlıklara çağrılırdı. Erkekler bir
sırada kadınlar kızlar diğer sırada kazma sallardı. Hoş yan yana çalıştıkları
da olurdu. Bu durum tarlada çalışanların sayısı çok az olunca ancak mümkün
olabilirdi. Oysa tarla işlerinin tez elden bitirilmesi gerekirdi ki çok kişi
aynı anda çalışmalıydı. Çünkü ekinler erken yetişsin, ekmeklik mısır tez gelsin
istenirdi. Sesi güzel olanlar hem çalışır hem de türkü söylerler. Söylenen
nağmeler genellikle sevgililere işaret gönderirdi. Tüm çalışanlar bu türküleri
keyifle dinler, sonra da kimin işaret edildiği yorumları yapılırdı. Türkülere
eşlik edenler de olurdu ki heyecan daha da artardı.
İşte böyle, sıcak
bir mayıs günüydü ve Osman ustanın ırgatlığı vardı. O da oradaydı. Güldursun kadın
sırasından çıkarak Emriyeye yaklaştı. Bir süre yan yana çapaladılar. Sonra da
fısıltılı bir sesle;
“Kız Emriye” dedi.
“Buyur Güldursun
abla”
“Seni seven birisi
var kız, istetecek seni babandan kız!”
Sağına soluna baktı
konuşulanları duyan olmasın istedi. Öyle bir yerdeydiler ki duyulmaması olacak
iş değildi. Çünkü tüm ırgat omuz omuza çalışıyordu. Demek ki Güldursun, bu
haberin herkes tarafından duymasını uygun gördü. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra
da ‘kim duyarsa duysun’ diye düşündü.
“Kimdir o, beni
seven?”
“Mustafa, bana dedi
ki; git Emriye’ye söyle; onu seviyorum, evet derse isteteceğim onu.”
Aklından her
delikanlı geçebilirdi ama Mustafa en son geçecek olan adamdı. O sessiz sakin
bir delikanlıydı. Oysa gönlünden daha oynak birisi geçiyordu. Kazmasını yere
dikti, iki elini üst üste koyarak sapının ucundan tuttu, alnını da ellerine
dayadı. Öylece çok beklediğini sandıysa da belki iki saniyelik bir duruş oldu.
Sağında solunda çalışan kazmacılara baktı, aklından geçenleri
anlayabileceklerini sandı. Sonra, sırasındakilere uydu, elindeki kazmayı sertçe
yere çaktı. Hem kazma salladı hem de Mustafa’yı düşünmeye başladı. Onunla bir
ömrü birlikte geçirip geçiremeyeceğine karar vermek istiyordu. Güldursun kadın
içten içe kıkırdayarak izledi onu. Sonra da kulağına yanaşarak;
“Daha iyisini
bulamazsın kız,” dedi. “ağzı var dili yok.”
Cevap vermedi,
doğru söylüyor olabilirdi; ağzı var dili yok. ‘Mustafa’nın bu halini iyiye mi
yoksa kötüye mi yormak gerekir?’ diye düşünmeye başladı.
Akşam eve
gittiğinde yeni haberi anasına anlatmak istedi. Uygun yer olarak da ahırı
seçti. İnekleri sağarken yanaştı anasına ve sakince anlattı.
“Allah yazdıysa
olur kızım” dedi kayıtsızca. Bu işe anasının da heyecanlanacağını düşündü ama
hiç de, öyle olmadı.
Biraz sonra haber
evin içinde dalgalandı. Babası ile anası, Mustafa’yı Allah’ın emri olarak uygun
bulduysa da ağabeyi Nuh dedi peygamber demedi.
Aslında Mustafa’nın
evindekiler de sıkıntıdaydı. Altı kız ve üç erkek kardeş iki odalı bir evi paylaşıyordu.
Gelin de gidecek olursa eve sığmayacaklardı. Gerçi bu durum Mustafa’nın değil
babasının sorunuydu. Evlerinin yukarı tarafında merek olarak kullanılan tek göz
bir yerleri daha vardı. Orasını düzenleyerek gelin odası yapmayı düşündüler.
Banyosu tuvaleti yoktu ama daha sonra bir eklenti yapılabilirdi. Bu haber
halaya da ulaştırıldı.
Bir perşembe günü
akşamı ki o gece cumanın gecesiydi ve hayırlı bir geceydi, kalabalık bir heyet
ile kız istemeye gidilecek. Molla Hüseyin, Visirli Emin, Zenolu Ali Çavuş,
Sünnetçi Adem ve Ayaz Ahmet, fındıklıktan yukarı doğru çıkıyorlar. Mustafa’nın
babası Saffet en öndeydi. Köpek havlamaya başlayınca sesi karşı yamaçta
yankılandı. Hala köpeğin havladığı tarafa baktı, gelenleri gördü. Adamların neden
geldiğini zaten biliyordu, koşarak eve girdi ve diğer kapıdan çıktı, dışarıda
pencerenin altına saklandı. Babası da misafirlerin geleceği kapıdan çıktı,
köpeğin havladığı tarafa baktı, gelenleri gördü. Sonra da köpeği yanına
çağırdı, götürdü tasmasını taktı, bağladı.
Düğünü yapıldığı
zaman ağabeyi askerdi. Öyle olmasaydı asla izin vermezdi. Askerden döndüğü
zaman iş işten geçmişti. Artık söylenecek söz yapılacak hiçbir iş kalmamıştı. Hala
ise Mustafa ile evliliğine rıza göstermediğini bildiği için ağabeyine gidip de
hoş geldin demeye cesaret edemedi.
Aslında korkusu
boşunaymış. Bir akşam evinde yemek hazırlığı içindeydi ki;
“Emriye!” diye bir ses
duydu.
Sesi tanıdı, bu
gelen ağabeyiydi. Önce korktu ses çıkarmadı, onu dövmeye ya da azarlamaya
gelmiş olabilir miydi? Tekrar aynı sesi duydu, yapacak başka bir şeyi yok,
kapıya doğru yöneldi. Adı üçüncü kez çağrıldığında kapıyı açtı. Göz göze
geldiler, hâlâ korku içindeydi ve ne yapacağını bilemiyordu.
“Neden cevap
vermedin Emriye, tanımadın mı sesimi?”
“Tanıdım, tanımam
mı ağabeyimin sesini. Kızdın mı bana ağabey?”
“Yok canım, neden
kızayım, bu senin suçun değildi.”
Boynunu büktü
sustu…
“Bunca yıldır
görüşmedik, sarılmayacak mısın boynuma?”
İki adım yürüdü ve
kardeşler kucaklaştı. Sonra da ağabeyinin elinden tutarak eve girdiler. İçin
için ağlıyor, bir iskemle verdi ağabeyine o da peykenin üstünde yatağın
kenarına oturdu. Hem ağladı hem de şöyle söyledi; “Ben böyle olsun istemezdim kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı”
Ağabeyi de
duygulandı, boynunu büktü yere bakıyordu onu dinlerken. Yanan ocakta asılan
zincire takılı küçük bir kazan vardı, çorba pişiyordu. Yerinden kalktı, duvarda
asılı duran şimşir kepçeyi aldı ve karıştırmaya başladı.
“Karnın aç mı
ağabey, ben de yemedim beraber yiyelim mi?” diye sordu.
“Olur, olur” dedi. “Çoktandır
seninle aynı sofrayı paylaşmadım.”
Yuvarlak tahta
sofrayı yanaştırdı ve yemek hazırlığına başladı.
“Kocan nerede?”
“Gurbete gitti
ağabey, gideli çok oldu, sadece bir mektubu geldi.”
Doktor Nezir;
“Uyuyor musun teyzem?” diye sordu.
Gözlerini açtı
baktı ona. Hasan’a benzetmiş doktoru. Bakışlarında bir kin duygusu okundu.
Doktor hastasını konuşturmak için başka şeyler de sordu. Yavaş yavaş yüz
ifadesi düzeldi;
Teşekkür etti
bakışlarıyla belli belirsiz.
“Bana ihtiyacın
olursa telefon ederler, hemen gelirim. Daha önce de söylemiştim sana, mümkünse
yatma teyzem. Sabah olunca kalk otur. Evin içinde de olsa biraz yürü.” Sonra da
yanağını okşadı; “Hadi bakalım, şimdilik hoşça kal, geçmiş olsun.”
Doktor gittikten
sonra; söylendi içinden, verip veriştirdi arkasından, ama kimse fark edemedi.
“Karnın açtır,
çorba ister misin?” diye sordu yeğeni. Elini yorganın altına çekerek gözlerini
kapattı, duymazdan geldi söyleneni. Işıktan rahatsız olduğunu düşünen yeğeni
tavan lambasını söndürdü. Yanına gitti elini tuttu.
“Oldu mu, şimdi,
rahat mısın?” diye sordu. O da yeğeninin elini sıkmak istedi fakat gücü
yetmedi. durumu hisseden yeğeni yanına, yere oturdu;
“Hep yanında
olacağım, rahat ol” dedi.
Emriye Hala o
saniyede köyüne uçtu.
Kocasının öldüğü
günü hatırladı. “Beni buralarda bırakıp da nerelere gidiyorsun” diyerek ağlamıştı
tabutun ardından. “Beni de götürsene, gurbete gitmiyorsun, geri dönmeyeceksin
artık, ne zaman alacaksın beni yanına?” diye çığlıkla karışık ağladı,
dinleyenler üzmüş, böyle iki sevdalının, bu şekilde ayrıldığına hiç tanık
olmamışlardı. Elli dört yıllık hayat arkadaşı ona sormadan, izin istemeden
almış başını gidiyordu işte.
Bu uzun
beraberlikten çocukları olmamıştı. Kimisi kabahatin onda, kimileri de kocasında
olduğunu söy- lerdi. Trabzon ve çevresinde ne kadar cinci hoca varsa hepsini
dolaşıp çare aradılar. Her biri başka şey söyledi. Kirpi eti yedirenler de
oldu, kabuğu içinde pişirilmiş salyangoz yedirenler de. Boynunda kolye gibi
asılan bir muskası da vardı, ondan da hiçbir fayda göremedi.
Birbirlerinden destek alarak sevdakâr bir ömür
yaşamışlardı. Birkaç yıl önce Hacca bile gitmişlerdi.
Eşinin hastalığını
öğrendikleri gün akılları başlarından çıkacaktı sanki. Morfin yutmuş gibi
oldular. Adı bile ürküntü veren o hastalığa yakalanmıştı kocası.
“Sen ölürsen ben ne
yaparım hacı’m” demişti ona. O da boynunu bükerek:
“Ben ölürsem bu boş
ev korkutur seni. Yetmişinden sonra evlen desem, onu da beceremezsin.”
“Öyle konuşma Hacı’m,
seni unutabilir miyim?”
“Senin için hayat
devam ediyor olacak. Artık yetmişine girdin, su verenin, yemek verenin olmayacak,
ne yapacaksın? Tek başına doktora bile gidemeyeceksin.”
Bu sözleri duyunca
ağlamaya başladı hala. Kocasının boynuna sarıldı yanağını yanağına değdirdi,
gözlerinden akan yaş kocasının bıyıklarından aşağı süzüldü. Bir süre öylece
durup ağladılar. Kapı önünden birisi geçecek olsa hıçkırıklarını duyabilirdi.
O günden sonra dört
yıl daha yaşadı kocası. Hastalığının verdiği sıkıntıyı, acıyı birlikte
göğüslediler. Hala sağlıklıydı ve onun her hizmetini yaptı. Kocası ile aynı gün
aynı saatte ölmeyi dilerdi Allah’tan. Ne var ki diğer dileklerinde olduğu gibi
bu dileği de kabul olmamıştı.
Hacı’sı ölünce yapayalnız
kaldı, artık basit işlerini bile yapamaz oldu. İneklerinin çoğunu sattı, sadece
iki tane bıraktı. Onların bile bakımını tam olarak yapamıyordu. Ama köy yerinde
olan insanın mutlaka inekleri olması gerektiğini, olmazsa ayıp olacağını düşünürdü.
Öyle düşünürdü de, değil ineklerinin bakımını yapmak acıktığında kendisine
çorba pişirecek takati yoktu.
Mezere ve yayladaki
evini, çayır ve tarlasını bir yıllığına kayın biraderi Hasan’a verdi. Buna
karşılık herhangi bir ücret talep etmedi. İkinci sene diğer kayın biraderinin
çocuklarına vermek istiyordu. Babaları daha önceden ölmüş ve gerçekten ihtiyacı
olan insanlardı. Ne var ki Hasan buna izin vermedi; ‘Kardeşim öldü yeri yurdu
da bana kaldı’ diye söylermiş köy içinde. Aslında tarla ve çayırlıklarından
elde edilen gelir, çalışanlarının gündeliğini ancak karşılayacak kadardı. Ama Hasan’ın
bu tavrı onu çok üzdü. Henüz hayatta iken toprağına el konulmasına tahammül
edemedi bu durum uykularının kaçmasına neden oluyordu. Bütün bunları başkalarına
anlatırken dudakları titrer sinirli haline engel olamazdı. Gücü yetse Hasan’ın
boğazını sıkacaktı.
Muhtara ve köyde
sözü dinlenen diğer adamlara anlattı derdini. Ancak hiçbir çözüm yahut hiçbir
fayda edinemedi. Bir gün, bastonuna dayanarak ve arada bir oturup kalkarak
Maçka’ya, karakola gitti, Hasanı şikayet etti, ama oradakiler de ilgilenmedi onunla.
Bir komşusu savcıya gitmesini önermiş, o da öyle yapmıştı, fakat savcıdan da
bir netice alamadı. Bir sabah vakti ziyaretine giden bir komşu kadın ‘kaymakamlığa
başvur’ demişti ona. Daha o gün bastonundan destek alarak yine Maçka’ya kadar
gitti. Ne çare ki kaymakam da dinlemedi onu. Hükümet binasının merdivenlerinden
inmeye çalışırken; “Mademki haklıyı haksızı ayırt etmeyecekler, bu kadar
kocaman binayı neden yaptılar buraya?’ diye düşündü. Yüreğini zift gibi bir
umutsuzluk sardı.
Hastalığı iyice
ağırlaştı, kendisine en yakın gördüğü insana, Ankaradaki yeğenine haber saldı o
da gidip aldı Ankara’ya götürdü onu. İşte şimdi Ankara’da olmasının nedeni bu
idi.
Gözlerini araladı,
açık kapıdan koridora doğru baktı. Demek ki yeğeni burada, bu evde yaşıyordu. Oysa
onun kafasında olan Ankara daha başka bir yerdi. “Hoş, buradaki hayat çok da
farklı değilmiş bizim oranın yaşam biçiminden” diye düşündü. Köyünden yurdundan
ilk kez ayrıldı da keşke sağlığı yerinde olsaydı.
Geldiği ilk akşam
bir tepsi üzerine sıralanmış sıcak yemekler ikram ettiler ona. Köyde kalsaydı o
gece belki de aç acına girecekti yatağına. Garip ama ezginlik veren bir
mutluluk duygusu sardı içini. Yeğeni köydeki evinin kapısına vardığında “Hala!”
diye seslendi. Gökten bir güç kuvvet yahut bir melek indiğini sanmıştı. Duydu
onu, fakat ses veremedi. Kapısı aralıktı ve yatıyordu. Evin içi düzenli değildi
duvarlar badanasız her taraf toz ve kir içinde eşyaları karma karışıktı.
Yatağının içindeydi hastaydı. Üzerine eski bir battaniye çektmişti. Sobanın
yanında bir sepette odunlar vardı ama sobası yanmıyordu, hava soğuktu. Elindeki
tepsiyi masanın üzerine koydu sonra da ona yanaştı. ‘Halam’ diyerek elinden
tutup yatağın içinde oturmasına yardım etti, kucaklaştılar.
“Sesinden tanıdım
seni İsmet” dedi.
“Neden cevap
vermedin hala?” diye sorunca; başını yan tarafa çevirdi, gözlerinden yaşlar
süzülmeye başladı. Peştamalı ile yüzünü silmeye çalışırken, yeğeni mendilini çıkarıp,
uzattı. Almak istemeyince bu kez o yardım etti, sildi yüzünü, sonra da tekrar
kucakladı:
“Ağlama” dedi.
Ardından sofrayı
hazırladı. Çorba henüz sıcaktı. Ekmek de getirmişti. Hasta yatağında, için için
ağlamaya devam ederken İsmet duvarda asılan havluyu aldı, ıslattı. İtiraz
ettiyse de halasının ellerini ovuşturdu yüzünü sildi. Kendine gelir gibi
olunca, elinden tuttu sofraya kadar yürümesine yardım etti. Sıcak çorba iyi
geldi ona.
“Dolapta yemeklerim
var ama sofraya taşıyacak adamım yok” dedi.
“Ben de onun için
geldim hala. Bu yemekleri yedikten sonra dolabını açacağım. Senin yemeklerinden
de yiyeceğiz.”
“Ankara’dan yeğenim
gelecek de bana çorba getirecek diye aklımdan geçmezdi. Ne kadar sevindirdin
beni bilemezsin. Param var, her şeyim var. Ama paranın da işe yaramadığı bir
durumdayım… Çocuklarım olsun diye Allah’a çok yalvardım. Demek ki Allah’ın
günahkâr bir kuluydum. Enişten de çok dualar yaptı, ikimizin de duası kabul
olmadı. Çocuksuz olmak kimsesiz olmak ne demektir? Kimsesiz olmak ne demektir
bilemezsin” dedi tekrar ederek ve sustu.
“Sen bizim
canımızsın halamızsın.”
“Biliyorum,
biliyorum eksik olmayın, sağ olun. Bilemezsin, yaşamak için yeteri kadar güç ve
direnci sizlerden alıyorum” dedi ve yine gözlerinden akan bir çift damla,
yanaklarından aşağı süzüldü.
Yeğen de ağlamamak
için kendini zorladı, konuşmanın akışını bir türlü değiştiremedi.
“Kaderim böyleymiş
kaderim… Kadere alın yazısına karşı gelinmez. Benim yazılarım kara, çok kara
yazıldı… Ölürsem eğer, anlımı açın, göğsümü yarın da yazılarıma bakın, okuyun,
o zaman hak vereceksiniz bana.”
Hala hayal görmeye
devam ediyor tuttuğu eli de bırakmıyor, ne sıkıyor ne de gevşetiyor. Yeğeni usulca
çekti elini. Başını döndürmeden gözlerini açtı, kız kardeşini adı ile çağırdı;
“Kezban” dedi. Konuşmayan hala konuştu. Yeğeni bu haline sevindi. Demek ki
kendine geliyor, diye yorumladı.
Her iki dakika bir,
kız kardeşini adı ile çağırıyor artık. Nefes alıp vermesi sıklaştı ancak
temposunu bozmadan kız kardeşinin ismini tekrar edip duruyor. Arada bir, sanki
kızarak yanına çağırıyor. Bu çağırması ile sanki sitem gönderiyordu ona. Yeğeni
ise;
“Halam o burada
değil biliyorsun, İstanbul’da yaşıyor. İster misin telefon edeyim gelsin.”
Cevap veremedi,
işine devam etti; aynı ismi tekrar edip durdu.
Nefes alıp vermesi biraz
daha da sıklaştı, sanki çok uzun yoldan koşarak gelmiş gibi. Bir önceki
akşamdan uykusuz olan ev halkı çevresine toplandı arada bir sorular yöneltiyorlar
ama o hiç birini duymadı, sadece kız kardeşinin ismini tekrar edip durdu.
Yeğeni yoruldu el
değiştirdi. Hala önce bir irkildi sonra uzatılan eli tutunca yeniden
hayallerine daldı.
Eski bir Kalandar
günü geldi aklına. Ocak ayının eski adı Kalandar’dır. 14 Ocak da Kalandar’ın
ilk günüdür. On üçü on dörde bağlayan gece, köy gençleri çeşitli eğlenceler
yaparlar. Daha çok şakaya dayalı eğlenceler yaparlar. Maskeli olarak mahalledeki
evleri gezerler. Kenarına ip bağlanmış bir torbayı açılan kapıdan içeri atarak
tekrar kapatırlar. Ev sahipleri de bu durumu bildiği için kapının dışında olan
kişileri merak etmezler. Çünkü torbayı atanların tanınmaması önemlidir. İşin
kuralı öyledir. Kalandarlık yapan gençler ise her ihtimale karşı tanınmamak
için ceketlerini ters giyerler ve çok kez yüzlerini kömür karası ile
boyarlardı. Tanınanlara hediye verilmez. Hane sahipleri durumlarına göre kuruyemiş
ya da meyve verirler. İçerden “Çek” diye bir ses gelir. O zaman kapı acele ile
açılarak torba çekilir. Torbayı kurtarır kurtarmaz kaçarlar. Bazı evlere birden
fazla torba atanlar da olur. Ev sahibi bunu anlar da torbayı tanırsa istenmeyen
şeyler koyabilir içine. Bu da Kalandarcılara hane sahiplerinin bir şakası olur.
Kalandar sonrasında kim kime ne tür şakalar yaptığı ayrıca anlatılır.
O yıllarda evlerde
musluktan akan su olmazdı. Mahalle çeşmelerinden özel kaplarla taşınırdı.
Kalandar sabahı suya ilk giden kişi uygun bir yere bir mısır koçanı bırakır.
Bırakır ki “ben yeni yılda çalışmaya başlayan ilk kişiyim” demek ister. Yani o
sene onun işleri rast gidecek ve diğerlerinden daha başarılı olacak. Bu mısır koçanı
işini yorumlayan bazıları da; Cin taifesine bir ikram olarak bırakıldığından
söz ederler. Cinler de insanlar gibi yer içer evlenir ve ürerlermiş. Ne var ki
görünmez olan bu yaratıklarla iyi geçinmek gerekir miş. İşte Kalandar sabahının
böyle de bir inceliği olur.
Doğu Karadeniz’de
evler en az iki katlı olur. Alt katta sığırlar üstte de insanlar yaşar.
Kalandar’ın ilk günü ahıra gidilir. Ahırın kapısı besmele ile açılır; “Ey yeni yıl; üst katta erkek uşaklar, alt
katta dişi buzaklar ver” diye dilek dilenir. Sonra da ahırdan bir dana
çıkarılarak eve, yani üst kata getirilir. Eğer dana kapıdan girerken sağ ayağı
ile girerse o sene işler yolunda gidecek. Sol ayağı ile girerse dikkat etmek
gerekecek ki o sene bir terslik olmasın.
İşte bu yüzden kalandar’ın
ilk gününde kimse kimsenin evine gitmez. Gitmez, çünkü o ev halkının işi o sene
ters giderse bu durum o kişiden bilinir. Yıl boyunca olabilecek uğursuzlukların
o kişiden kaynaklandığına inanılır.
1959’un ocak ayında
hala’nın babası hasta yatıyordu. Ve kalandar’ın ilk gününde vakit öğlene
yaklaşıyordu. Emriye Hala baba evine gitti. Doğruca babasının odasına girdi.
Hal hatır sordu. Biraz sonra anası kapıyı açtı, kızını görünce azarladı;
“Bugün Kalandar’ın
ilk günü, sen neden geldin? Zaten çocuksuz nesli kurumuş bir kadınsın. Hanemize
de zararın dokunacak” diyerek sinirli sinirli konuştu. Dikkatle anasının yüzüne
baktı. Son derece ciddi konuştuğuna şaştı kaldı. Oysa anası hiçbir zaman bu
kadar sert konuşmazdı. Cevap vermedi, ağlamaya başladı. Kalktı kapıyı açtı,
hıçkırıklara boğularak yürüdü gitti. Babası hasta yatağının içinde doğrularak
oturdu, kadınına kızdı;
“Sen deli misin be kadın,
bu bizim kızımız. Neler söylüyorsun, çıldırdın mı, ağzından çıkanı kulağın işitiyor
mu?”
Bu dışlanmışlık
duygusunu ömrü boyunca atamadı üzerinden.
Şimdi Ankara’da
ölüm döşeğinde yatarken hayaline takıldı. ‘Çocuksuz nesli kurumuş bir kadın’
olarak Allah’ın huzuruna nasıl gideceğini düşünüyor ve çok korkuyor.
Yeğeni diğer eliyle
halasının alnını okşadı. Hiç tepki vermedi.
“Beyaz koyunlar
görüyorum” dedi, ama anlaşılır bir şekilde söyledi.
Herkes biri birine
baktı. Koyunlar da nereden çıktı şimdi.
“Say onları” dedi
yeğeni. “daha kolay uyursun.”
“Uyumak istemiyorum”
dedi gözleri kapalı olduğu halde. Artık konuşuyordu hala.
Yan komşu Cemile
kapıyı çaldı. Seksenine girmiş boylu poslu dinç bir kadındı. Açılan kapıdan
girince oturanlara baktı, hiçbir şey söylemeden hastaya yanaştı. Tecrübeli bir
kadın halanın ayaklarına tuttu;
“Soğudular” dedi.
Halanın konuştuğunu,
koyunlar gördüğünü söylediler ona.
“Artık Kuran
okuyun, ölüm işareti beyaz koyunlar, herkes bildiği duayı okusun, bir kitap
verin ben de okuyayım” dedi sessizce.
Dediğini yaptılar;
sessizce dualar, ayetler okunmaya başlandı.
Yeğeninin elini
bıraktı;
“Hasan!” diye
bağırdı, acı bir sesle.
Daha önce kız
kardeşini aralıklarla çağıran hala bu kez ‘Hasan’ dedi ve ardından söyledikleri
anlaşılamadı.
‘Yarım saat oluyor Hasan’
demekten bitkin düştü.
Yanında bekleyenler
Hasan’ın toprağına el koyan adam olduğunu biliyorlardı, lânet okudular ona.
Yeğeni elini
tutunca rahatladı, ondan güç alıyordu sanki. Yine öyle yaptı, elini avuçları
arasına aldı. Hala rahatlar gibi oldu ve bir saniye sonra köyündeki evine döndü.
Fakirlik günleri
geldi hayaline. Açlık çektiği de oldu. Ne var ki karı koca çok çalışmış yoksulluğun
belini kırmışlardı. Kocası tutumlu bir adamdı. Boş yere beş kuruş harcamazdı.
Paraya ihtiyacı olan komşular ona giderlerdi. Her zaman yeteri kadar parası
olurdu yanında. Hiç kimseyi boş çevirdiği görülmedi. Bu durumdan bir tür keyif
alırdı. Ödünç verdiği paraları duvarda asılı duran takvimin kartonuna yazardı.
Getirenlerin adını siler, vermeyenlere de hiçbir zaman, neden getirmedin diye
sormazdı.
Emriye Hala’nın okuryazarlığı yoktu. Kocası
öldükten sonra takvimin kartonunda yazılı olan isimleri komşu çocuklara okutmuş
ve paralarını tahsil etmek istemişti. Borçluların pek çoğu inkâr etti ‘kocana
ödedim’ diyenler de oldu.
Hala sakince:
“Ödemiş olsaydın bu
kartonda ismin olmazdı” derdi. Ama dediğine diyeceğine bin pişman ederlerdi
onu. Hacı Tevfik’le çok cebelleşti. Parasını istedi alamadı. Halaya göre üç
yüz, Tevfik’e göre ise yüz liralık bir borcu vardı. Tevfik halayı cahil ve deli
bir kadın olmakla suçladı. O da bu suçlamadan ar etti, bir daha aramadı,
sormadı onu. Arada bir lânetler okurdu parasını vermeyenlere, Hasan’a, ayrıca karakol
komutanına, savcıya ve kaymakama.
Nefes alma şekli
aynı sıklıkta devam ediyor. Artık o kadar sık nefes alıp vermeye başladı ki; bu
duruma hiçbir bünye dayanamaz, diye düşündü yanındakiler.
Kadınlardan biri
ılık su ile ıslattığı havluyu anlına yüzüne ellerine sürdü. Diğeri çay kaşığı
ile dudakları arasına su damlattı.
Yeğenleri ve komşu
Cemile çevresinde oturmuş kimisi kuran okuyor kimisi de elini yüzünü siliyor.
Dudakları ve ağzının kuruduğu her halinden belli oluyor. Daha sık aralıklarla
su damlatıyorlar dudaklarına. Arada bir yüzünü okşadıkları da oluyor ama hiçbir
tepki vermiyor. Nefes alışı düzelmedi, daha da hızlandı. O kadar sıkça nefes
almaya nasıl dayanabildiğine bir akıl erdiremedi orada olanlar.
Odanın içinde ağır
bir hava oluştu. Pencereyi açtılar, Ocak ayının on yedinci gecesi soğuk bir
hava üfledi içeriye, pencere tekrar kapatıldı.
“Beni duyuyor musun
hala” diye sordu küçük yeğeni. Sonra da dikkatle baktı yüzüne. Bir mimik göstermesini
bekliyordu. Duymadı, duysa bile hiçbir belirti göstermedi.
Bir seferinde
doktoru tahlil sonuçları hakkında bilgiler verdi evdekilere. Tüm değerlerinin
son derece iyi ve sağlıklı olduğunu söylemişti. Sonra da sürekli yatmamasını,
buna dikkat edilmesini istemişti. Hala ise hiç kimseyi dinlemeden yatıyor, hep
yatmak istiyordu. Ne var ki Doktorun geldiğini duyunca kalkıyor salona gidip oturuyordu.
Doktor son gelişinde hastası ile baş başa kalmış ve her şeyi anlatmıştı ona.
İşini bitirip salona döndüğünde;
“Sürekli
yatmamasını söyledim ama yine dinlemeyecek beni” dedi.
“Geleceğinizi
duyunca kalkıyor, siz gidince yine yatıyor.”
“Ender görülecek
bir hal, buna hastalık da denmez başka bir adı olmalı.”
“Ölümü istemek.”
“Evet… Ölümü
istemek.”
Kocasının ölümünden
sonra yaşadıkları, hiçbir tutunacak dal bırakmadı ona. Her şeyi talan edilmiş.
Son kalan beş bin lirasının da hastalığı sırasında doktorlara bile yetmediğini
biliyordu, Yeğeni bile olsa kimseye borçlu kalmak istemiyordu. Alacağı olduğu
halde borçlanmasını kendine yediremedi. Onurlu, gururlu bir kadındı. Hiç
kimseye yük olmak istemiyordu. Hakkını gasp edenlerden öcünü almak isterdi ama
gücü yetmiyordu. Belki de ondan dolayı; Doktoru ne dediyse tam tersini yaptı.
Şu anda bile takati olsa kalkar ve yanındakileri ‘gidin yatın!’ diye kovalayabilirdi.
Yanında oturanlar
uykulu gözlerle onu izliyor. Bazıları içinden ağlıyor bazıları ise ayetler okuyordu.
Çay kaşığı ile arada
bir dudaklarına su vermeye devam ediyorlar. Çünkü dudaklarının kuruduğu net
olarak görülüyor.
Yine uçup gitti. Bu
kez uçarken beyaz koyunlar da onunla beraberdi. Yan yana uçuyorlar. Rüyada
olduğunu anladıysa da ‘gerçeğe bu kadar uygun bir rüya olamaz’ diye karar
verdi. Ne kadar da çok beyaz koyunlar varmış bu dünyada. Hem koyunlarla yan
yana uçuyor hem de hayal meyal Trabzon’dan gelişini hatırlamaya çalışıyor. Bindiği
uçağı net olarak hatırladı.
İç hatlar
terminalindeki çıkış kapısının önünde bekleniyordu. Yolcuların tümü çıkışa
geldiği halde o görünürde yoktu. Görevliden öğrendiler ki uçaktan inmeden
tekerlekli sandalyeye alınmış. Sandalyesi ile asansörlü bir kamyona bindirilmiş.
Asansörlü kamyonun
kabini camekânlıydı çıkışa yaklaşınca boynunu uzatarak yeğenini görmek istedi,
göremedi. İçinden ‘eğer gelmediyse’ diye bir kuşku duydu. Bu düşünce korkuttu
onu. Kabini aşağı indirdiler tekerlekli sandalye ile biraz götürülmüştü ki;
“Bu ne hal hala,
kalkıp yürüsene kız” diyerek, boynuna sarıldı, kucakladı onu gülerek.
“Yürüyemiyorum,
belim tutmuyor belim!” demişti.
“Dene bakalım” dedi
ve ellerinden tutarak kaldırdı. O sırada tekerlekli sandalyeyi götürdüler.
Ayaküstü duramadı, tekerlekli sandalyeyi de götürdüler, çaresiz sırtına alıp
arabasına kadar taşıdı onu. Bu kez;
“Çantamı aldın mı
çantamı?” diye sorunca geriye, bagaj bandına doğru koşmuştu.
‘Bak şimdi ne güzel
uçuyorum, hem de beyaz koyunlarla birlikte. Ne tekerlekli sandalyeye ihtiyacım
var ne de uçağa. Hiçbir ağrı, sızı duymuyorum’ diye geçirdi içinden.
Uçarken daha da
yükseldi, artık çok uzakları görebiliyor. Koyunların küçük beyaz kuzuları da
varmış meğer. ‘Nasıl olmuş da fark edememişim’ diye ah’landı. Bir tanesini
yakaladı, kucağına aldı, sevdi onu gülümseyerek. Bu gülümsemesini yeğenleri de
fark etti. Uçmak ne güzel diye düşündü. Sonra da; Maçka dağları uzaktan
gözüktü. Beyaz koyunlar ve beyaz kuzularla beraber yan yana uçmaya devam etti.
Artık keyfi yerinde, yüzü gülüyor. Üstelik bu gülümsemesi yeğenlerini de mutlu
ediyor, umutlanıyor.
Karakaban Dağı’ndan
aşağıya doğru süzülerek alçaldı. O önde beyaz koyunlar arkasında ve yanında olmak
üzere uçuyorlar. Evini gördü, komşu çocukları kapının önünde misket oynuyor.
Bundan mutluluk duydu. “Oynasın çocuklar, ben artık Ankara’da yaşıyorum” diye hesap
etti.
Hasanı, sonra da
Hacı Tevfik’i gördü. İkisi de bir solucan gibi Velizena kayalıklarından aşağı
sürünerek gidiyor. Tiksindi, iğrenç buldu daha bakmadı onlara. Maçka’ya aşağı
doğru uçtu. Meydanın orta yerinde, şehitler anıtının yanında bir kalabalık
gördü. Kalabalığın üzerine doğru alçaldı. Hiç kimse, ne onu ne beyaz koyunları
ne de beyaz kuzuları göremedi.
Kalabalığın
ortasında, anıtın karşı tarafında üç direk dikilmiş. Üç direğe üç adam belinden
bağlanmış. Direklere bağlanan adamlar konuşuyor, el kol hareketleriyle bir
şeyler anlatıyorlar. Ama ne söyledikleri hiç anlaşılmıyor. Anıtın yanındaki
şehitler de üç sıra halinde dizilmiş bir adım önlerinde komutanları var.
Komutan direklere bağlı adamları suçlu bulmuş ve ne tür bir ceza vereceğini
düşünüyor.
İyice görebilmek
için biraz daha alçaldı hala, her şeyi görmek istiyordu. Beyaz koyunlar ve
beyaz kuzular da alçaldı. Direklere bağlı olan adamları tanıdı. Birinci direğe
bağlı olan Karakol Komutanı, ikincisi Savcı, üçüncüsü de Kaymakam. Şehitlerin
komutanına olanca sesiyle ünledi, bir şey diyecekti ama diyeceğini unuttu. “Zaten
beni duyamazlar” diye geçti içinden.
Şehitlerin Komutanı,
Maçkalıları üç sıra haline soktu. Üç uzun kuyruk oluştu ve kuyruğun ucu
Coşandere’ye kadar ulaştı. Sonra da bir emir verdi; Maçkalılar yürüyerek,
direklere bağlı adamların yanından geçecek. Her geçen, ceza olarak bağlı
adamlardan birisinin yüzüne tükürecek. Bu cezayı olumlu bulduysa da Üzerleri
hep salya sümük olduğu için tiksinti duydu. İğrendi onlardan, daha da bakamadı, Trabzon’a
doğru havalandı.
Hacca gittiğinde orada
mahşeri bir kalabalık görmüştü. İşte, şimdi o yoğunlukta bir kentin üzerinden
uçuyor. ‘Ne kadar da çok insan yaşarmış Trabzon’da’ dedi kendi kendine. Görsünler
diye peştamalını çıkarıp salladı aşağıdakilere. Hiç kimse fark etmedi onu.
Halanın yanında
bekleyenler oturdukları yerde sızıp kaldı. Ev sahibesi yeğeni hâlâ elinden tutuyor
arada bir yanındaki bardaktan çay kaşığı ile su alarak dudaklarına veriyor.
Onunda uykusu geldi, uyumamak için direniyor.
Artık hastanın
nefes alması daha da sıklaştı, dayanılacak gibi değil.
Herkes uyumuş,
halanın elini tutan yeğeni yerde oturuyor elini tutuyor, hem de başını döşeğe
yaslamış uykusuna direnmeye çalışıyor. Aniden zıpladı. Halasına baktı, nefes
almıyordu. Kulağını yaklaştırdı ağzına, iyice dinledi. Hayır nefes almıyor.
“Hala!” diye bir
çığlık attı.
Diğerleri de
yerlerinden fırladı.
“Hala nefes almıyor,
hala öldü” dedi.
Herkes yanaştı,
dikkatle izlediler.
“Gerçekten de nefes
almıyor” diyenler oldu.
Vücudu soğumaya
başladı. Kambur olan ihtiyar hala upuzun, boylu boyunca yatıyor artık. Epey
zamandan beri asık olan yüzü sanki gülümsüyor mutlu gibi görünüyor. Üzerinden
buhar çıkıyor, hoş gibi bir koku yayıyor odaya.
Yeni bir günün
doğmasına yarım saat daha vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder