Kafdağı eteklerinde bir çoban yaşarmış. Birkaç koyunu varmış
ve her gün onların peşinde, yeşil otların bol olduğu yamaçlarda dolaşır
dururmuş. Bir ömür boyu o dağ senin bu
bayır benim diyerek koyunlarıyla beraber yaşamış.
Harika kaval çalarmış adam. Yaşı altmışı geçmişti ama kavala
üflediği zaman sesini duyan bütün kuşlar susarmış. Sadece kuşlar değil, tüm
yaban hayvanları huşu içinde dinlermiş. O kadar ki gökyüzü boşluğunda yüzen
bulutlar dahi onu duyunca daha sessizce kayarlarmış gidecekleri yol boyunca.
Kaf dağının dört yanına yayılmış olan Kafya ülkesinde, o
çobanın kavalından çıkan melodileri üflermiş diğer kaval çalanlar. Genç kızlar,
genç oğlanlar onun kavalında üretilen oyun havaları ile keyiflenirlermiş.
Düğünlerde hep onun nağmeleri tercih edilirmiş.
Bir seferinde koyunlarını, taze otu bol olan Kaf dağının
eteklerine doğru yaymış. Kendisi de bir taşın üzerine oturarak kaval çalmaya
başlamış. Kavalına üfledikçe koyunlarının daha iştahla otladığına inanırmış. O
taşın üzerinde oturup da kavala ne kadar üflediğini anımsayamazdı. Fark ettiği
tek şey, koyunlarının karnı doyunca geri dönüşleri olurmuş.
O sırada kavalına bir oyun havası üflemeye başlamış.
Başlamış ama hiç ummadığı bir şey olmuş. Taşın altından bir yılan çıkmış. Boylu
postlu epey kocaman bir yılanmış. Kıvrılarak ona doğru yaklaşmış ve başını
kaldırmış. Korkmuş adam, kavalına üfleyememiş, ayağa kalkmış.
Yılan dile gelmiş;
“Korkma çoban, sana zarar vermem. İstedim ki sen çalasın ben
oynayayım.”
Ne yapacağını nasıl hareket edeceğini bilememiş adam. Yılan
yine konuşmuş;
“Haydi çal, korkma benden, seni mutlu ederim.”
Çoban ikirciklenmiş olsa da başka yol gelmemiş aklına.
Kavalını dudaklarına yanaştırmış ve yeniden üflemeye başlamış. O çalmış yılan
oynamış, yılan oynadıkça da çalmaya devam etmiş. Koyunlar dahi gelip bu olayı
izlemişler. Ne kadar çalıp oynadıklarını bilen olmamış ama oynamaktan kan er
içinde kalmış yılan. Sonra da boylu boyunca uzanmış yeşil çimen üzerine. Bu
durumu sadece koyunlar ve çoban izlemiş. Ve yılan başını kaldırmış çobanın
ayaklarına doğru tükürmüş. Tık diye bir ses duymuş adam. Eğilip bakmış ki küçük
bir altın, pabucunun ucunda duruyor. Yılan;
“Sana hediyemdir al onu, senin olsun. Buralara tekrar
gelirsen bana uğra, yalnızlıktan sıkılıyorum sen çalarsın ben de oynarım.”
“Olur” dedi adam. Artık korkusunu yenmiş yeni bir arkadaş
edinmenin keyfini hissetmeye başlamıştı.
O günden sonra arada bir oralara gidermiş çoban. Yine o
taşın üzerine oturur kavalına üflermiş. Yılan da duyar, deliğinden çıkarmış.
Birisi çalar diğeri oynarmış. Oyunun sonunda başını kaldırıp küçük bir altın
tükürürmüş adamın önüne. Bu durumu, yani yılanla dostluğunu hiç kimseye,
evdekilere bile anlatmamış adam.
Yılanla olan dostluk uzun yıllar boyunca öylece devam etmiş.
Ne var ki insanoğlu ölümlüdür. Adam iyice yaşlanmış, hastalanmış yatağa
düşmüştü. Çobanlık işini artık oğlu yapmaya başlamıştı.
Aradan bir zaman geçmiş, yılanı hatırlamış hasta ihtiyar.
Bir akşam oğluna anlatmaya karar vermiş;
“Evlat” demiş. “Kaf dağının eteğinde Kafura deresinin göl
oluşturduğu yerin biraz yukarısında küçük bir düzlük var. Orada, üzerine
oturulabilecek semer şeklinde bir taş var. O tarafa git, o taşın üzerine otur
ve kavalına üfle, yayvan oyun havasını çal. Taşın altından bir yılan çıkar,
sakın korkma. Sen çaldıkça o oynar. Yorulduğu zaman durur ve küçük bir altın
atar sana, sonra da ya deliğine girer ya da boylu boyunca uzanır. Dokunma
sakın, sadece verdiği altını al.”
Oğul şaşmış kalmış bu öyküye fakat babasının dediğini de
yapmaya karar vermiş.
O sabah koyunlarını Kafura deresine doğru sürmüş. Giderek
babasının tarif ettiği taşı bulmuş. Koyunlar yeşil çimenlerde yayılırken o da
kavalını çıkarıp yayvan oyun havasını üflemeye başlamış. Biraz sonra gerçekten
bir yılan çıkmış taşın altından. Dikkatle bakmış kaval çalana, sonra da
oynamaya başlamış. O oynamış kavalcı çalmış. Yılan yorulunca durmuş, dişlerinin
arasından bir altın fırlatmış kavalcının ayakları dibine.
İhtiyarın oğlu bu işe şaşmış kalmış ama babasının ne kadar
da sırlarla dolu bir adam olduğunu düşünmeden edememiş. Akşam eve gidince
altını babasına vermiş ve olup bitenleri anlatmış.
Artık oğul çoban, kazanmanın yolunu bulmuş. Her gün gidiyor
çalıyor ve bir altın alarak geri dönüyormuş. Aradan epey zaman geçmiş,
altınları çoğalmaya başlamış. Bir gün, fikrine takılan düşünce onu rahatsız
etmeye başmış. Her gün gidip kaval çalmaktansa, yılan yorulduğunda onu
kolaylıkla öldürüp içindeki tüm altınları alayım, diye düşünmeye başlamış. Bu
düşünce gün geçtikçe kafasında şekilleniyor ve bir plan haline dönüşüyormuş.
Kararını vermiş; o gün yılanı öldürecek ve içindeki
altınların tamamını alacakmış. Kuşağının içine kısa saplı bir balta
yerleştirmiş ve koyunlarının peşinden Kafura deresine doğru yollanmış. Gideceği
yere varınca her zaman oturduğu taşın üzerine oturmuş ve kavalına üflemeye
başlamış. Biraz sonra yılan, ağır hareketlerle deliğinden çıkmış. Önce biraz
durmuş kavalcının yüzüne bakarak dinlemiş. Sonra da deli gibi kıvrılarak,
oynamaya başlamış. Oyun uzun sürmüş, iyice yorulmuş. Durmuş, başını kaldırmış
ve dişlerinin arasındaki altını fırlatmış. Bunun son fırlatışı olduğunu nereden
bilebilirdi. Altını fırlatınca olduğu yere uzanmış. Kavalcı “işte fırsat” diye
geçirmiş içinden. Sağ elini usulca kuşağının içine doğru uzatmış, baltayı
sapından yakalamasıyla yılana doğru fırlatması bir olmuş. Bir anda her yan
karanlık olmuş, koyunlar çobanlarına doğru koşmaya başlamış.
Çobanın yanına varınca ortalık aydınlanmaya başlamış,
gördükleri manzara karşısında şaşkına dönmüş hayvanlar. Yılan çobanı sokmuş
öldürmüş fakat meydanlık yerde bir balta ve yılanın kuyruk ucu duruyormuş.
Yılan ise ortalıkta gözükmüyormuş.
Yatağına boylu boyunca uzanmış ihtiyar adam, akşam geç
saatlere kadar boşa beklemiş. Oğlu ve koyunlar eve dönmeyince kafası allak
bullak olmuş. Sabah olunca yatağından güç bela çıkmış. Üstünü başını giyinmiş,
evden çıkmış. Gideceği yeri çok iyi biliyormuş. Arada bir oturup dinlenerek
akşama doğru ancak ulaşabilmiş Kafura deresine. Kaval çaldığı düze varınca gördüğü
manzara karşısında donup kalmış. Oğlu orada öylece boylu boyunca yatıyormuş.
Sürünerek yanına varmış ve çoktan öldüğünü anlamış. Oğlunun kavalına uzanmış
eline almış, yılanı oynattığı melodiyi üflemeye başlamış. Hem üflüyor hem de
gözlerinden boşalan yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyormuş. Çaldıkça çalmış
nihayet yılan taşın altından çıkarken görünmüş, ağır hareketlerle ihtiyarın
önüne kadar sürünmüş. Ne var ki canı hiçte oynamak istemiyormuş.
İhtiyar kavalını dudaklarından çekerken;
“Oynasana be yılan!” diye inlemiş.
Yılan yine dile gelmiş ve adamın oğlunu işaret ederek;
“Sende o evlat acısı bende de bu kuyruk acısı olduktan
sonra, ne senin çaldığının tadı olur ne de benim oynamamın.” 02.01.2010 / Ankara
______________
Bu masal belki farklı şekilde ama Anadolu’nun pek çok yerinde
anlatılır, bilinir. Yeniden hatırlansın istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder