Muzik

17 Nisan 2016 Pazar

KUYRUK ACISI

Kafdağı eteklerinde bir çoban yaşarmış. Birkaç koyunu varmış ve her gün onların peşinde, yeşil otların bol olduğu yamaçlarda dolaşır dururmuş.  Bir ömür boyu o dağ senin bu bayır benim diyerek koyunlarıyla beraber yaşamış.

Harika kaval çalarmış adam. Yaşı altmışı geçmişti ama kavala üflediği zaman sesini duyan bütün kuşlar susarmış. Sadece kuşlar değil, tüm yaban hayvanları huşu içinde dinlermiş. O kadar ki gökyüzü boşluğunda yüzen bulutlar dahi onu duyunca daha sessizce kayarlarmış gidecekleri yol boyunca.

Kaf dağının dört yanına yayılmış olan Kafya ülkesinde, o çobanın kavalından çıkan melodileri üflermiş diğer kaval çalanlar. Genç kızlar, genç oğlanlar onun kavalında üretilen oyun havaları ile keyiflenirlermiş. Düğünlerde hep onun nağmeleri tercih edilirmiş.

Bir seferinde koyunlarını, taze otu bol olan Kaf dağının eteklerine doğru yaymış. Kendisi de bir taşın üzerine oturarak kaval çalmaya başlamış. Kavalına üfledikçe koyunlarının daha iştahla otladığına inanırmış. O taşın üzerinde oturup da kavala ne kadar üflediğini anımsayamazdı. Fark ettiği tek şey, koyunlarının karnı doyunca geri dönüşleri olurmuş.

O sırada kavalına bir oyun havası üflemeye başlamış. Başlamış ama hiç ummadığı bir şey olmuş. Taşın altından bir yılan çıkmış. Boylu postlu epey kocaman bir yılanmış. Kıvrılarak ona doğru yaklaşmış ve başını kaldırmış. Korkmuş adam, kavalına üfleyememiş, ayağa kalkmış.

Yılan dile gelmiş;
“Korkma çoban, sana zarar vermem. İstedim ki sen çalasın ben oynayayım.”

Ne yapacağını nasıl hareket edeceğini bilememiş adam. Yılan yine konuşmuş;

“Haydi çal, korkma benden, seni mutlu ederim.”

Çoban ikirciklenmiş olsa da başka yol gelmemiş aklına. Kavalını dudaklarına yanaştırmış ve yeniden üflemeye başlamış. O çalmış yılan oynamış, yılan oynadıkça da çalmaya devam etmiş. Koyunlar dahi gelip bu olayı izlemişler. Ne kadar çalıp oynadıklarını bilen olmamış ama oynamaktan kan er içinde kalmış yılan. Sonra da boylu boyunca uzanmış yeşil çimen üzerine. Bu durumu sadece koyunlar ve çoban izlemiş. Ve yılan başını kaldırmış çobanın ayaklarına doğru tükürmüş. Tık diye bir ses duymuş adam. Eğilip bakmış ki küçük bir altın, pabucunun ucunda duruyor. Yılan;

“Sana hediyemdir al onu, senin olsun. Buralara tekrar gelirsen bana uğra, yalnızlıktan sıkılıyorum sen çalarsın ben de oynarım.”

“Olur” dedi adam. Artık korkusunu yenmiş yeni bir arkadaş edinmenin keyfini hissetmeye başlamıştı. 

O günden sonra arada bir oralara gidermiş çoban. Yine o taşın üzerine oturur kavalına üflermiş. Yılan da duyar, deliğinden çıkarmış. Birisi çalar diğeri oynarmış. Oyunun sonunda başını kaldırıp küçük bir altın tükürürmüş adamın önüne. Bu durumu, yani yılanla dostluğunu hiç kimseye, evdekilere bile anlatmamış adam.

Yılanla olan dostluk uzun yıllar boyunca öylece devam etmiş. Ne var ki insanoğlu ölümlüdür. Adam iyice yaşlanmış, hastalanmış yatağa düşmüştü. Çobanlık işini artık oğlu yapmaya başlamıştı.

Aradan bir zaman geçmiş, yılanı hatırlamış hasta ihtiyar. Bir akşam oğluna anlatmaya karar vermiş;

“Evlat” demiş. “Kaf dağının eteğinde Kafura deresinin göl oluşturduğu yerin biraz yukarısında küçük bir düzlük var. Orada, üzerine oturulabilecek semer şeklinde bir taş var. O tarafa git, o taşın üzerine otur ve kavalına üfle, yayvan oyun havasını çal. Taşın altından bir yılan çıkar, sakın korkma. Sen çaldıkça o oynar. Yorulduğu zaman durur ve küçük bir altın atar sana, sonra da ya deliğine girer ya da boylu boyunca uzanır. Dokunma sakın, sadece verdiği altını al.”

Oğul şaşmış kalmış bu öyküye fakat babasının dediğini de yapmaya karar vermiş.

O sabah koyunlarını Kafura deresine doğru sürmüş. Giderek babasının tarif ettiği taşı bulmuş. Koyunlar yeşil çimenlerde yayılırken o da kavalını çıkarıp yayvan oyun havasını üflemeye başlamış. Biraz sonra gerçekten bir yılan çıkmış taşın altından. Dikkatle bakmış kaval çalana, sonra da oynamaya başlamış. O oynamış kavalcı çalmış. Yılan yorulunca durmuş, dişlerinin arasından bir altın fırlatmış kavalcının ayakları dibine.

İhtiyarın oğlu bu işe şaşmış kalmış ama babasının ne kadar da sırlarla dolu bir adam olduğunu düşünmeden edememiş. Akşam eve gidince altını babasına vermiş ve olup bitenleri anlatmış.

Artık oğul çoban, kazanmanın yolunu bulmuş. Her gün gidiyor çalıyor ve bir altın alarak geri dönüyormuş. Aradan epey zaman geçmiş, altınları çoğalmaya başlamış. Bir gün, fikrine takılan düşünce onu rahatsız etmeye başmış. Her gün gidip kaval çalmaktansa, yılan yorulduğunda onu kolaylıkla öldürüp içindeki tüm altınları alayım, diye düşünmeye başlamış. Bu düşünce gün geçtikçe kafasında şekilleniyor ve bir plan haline dönüşüyormuş.

Kararını vermiş; o gün yılanı öldürecek ve içindeki altınların tamamını alacakmış. Kuşağının içine kısa saplı bir balta yerleştirmiş ve koyunlarının peşinden Kafura deresine doğru yollanmış. Gideceği yere varınca her zaman oturduğu taşın üzerine oturmuş ve kavalına üflemeye başlamış. Biraz sonra yılan, ağır hareketlerle deliğinden çıkmış. Önce biraz durmuş kavalcının yüzüne bakarak dinlemiş. Sonra da deli gibi kıvrılarak, oynamaya başlamış. Oyun uzun sürmüş, iyice yorulmuş. Durmuş, başını kaldırmış ve dişlerinin arasındaki altını fırlatmış. Bunun son fırlatışı olduğunu nereden bilebilirdi. Altını fırlatınca olduğu yere uzanmış. Kavalcı “işte fırsat” diye geçirmiş içinden. Sağ elini usulca kuşağının içine doğru uzatmış, baltayı sapından yakalamasıyla yılana doğru fırlatması bir olmuş. Bir anda her yan karanlık olmuş, koyunlar çobanlarına doğru koşmaya başlamış.

Çobanın yanına varınca ortalık aydınlanmaya başlamış, gördükleri manzara karşısında şaşkına dönmüş hayvanlar. Yılan çobanı sokmuş öldürmüş fakat meydanlık yerde bir balta ve yılanın kuyruk ucu duruyormuş. Yılan ise ortalıkta gözükmüyormuş.

Yatağına boylu boyunca uzanmış ihtiyar adam, akşam geç saatlere kadar boşa beklemiş. Oğlu ve koyunlar eve dönmeyince kafası allak bullak olmuş. Sabah olunca yatağından güç bela çıkmış. Üstünü başını giyinmiş, evden çıkmış. Gideceği yeri çok iyi biliyormuş. Arada bir oturup dinlenerek akşama doğru ancak ulaşabilmiş Kafura deresine. Kaval çaldığı düze varınca gördüğü manzara karşısında donup kalmış. Oğlu orada öylece boylu boyunca yatıyormuş. Sürünerek yanına varmış ve çoktan öldüğünü anlamış. Oğlunun kavalına uzanmış eline almış, yılanı oynattığı melodiyi üflemeye başlamış. Hem üflüyor hem de gözlerinden boşalan yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyormuş. Çaldıkça çalmış nihayet yılan taşın altından çıkarken görünmüş, ağır hareketlerle ihtiyarın önüne kadar sürünmüş. Ne var ki canı hiçte oynamak istemiyormuş.

İhtiyar kavalını dudaklarından çekerken; 
“Oynasana be yılan!” diye inlemiş. 
Yılan yine dile gelmiş ve adamın oğlunu işaret ederek; 
“Sende o evlat acısı bende de bu kuyruk acısı olduktan sonra, ne senin çaldığının tadı olur ne de benim oynamamın.”                                        02.01.2010 / Ankara

______________


Bu masal belki farklı şekilde ama Anadolu’nun pek çok yerinde anlatılır, bilinir. Yeniden hatırlansın istedim.

Hiç yorum yok: