Muzik

16 Nisan 2016 Cumartesi

HALİL

İlk derse girdiğim gün, oraya uygun bir öğretmen olmadığımı düşündüm. Ne öğrencilerim Türkçe ne de ben Kürtçe konuşabiliyordum, şaştım kaldım. Dilini bilmediğim insanlarla nasıl iletişim kurabileceğimi düşünmeye başladım.

“Öncelikle, çocukların dilini öğrenmem gerekir” diye geçti aklımdan.

Öğretmen okulunda, bu ve benzeri sorunlar hiçbir zaman gündeme gelmemişti. Ülkemde var olan insanların tümünü tıpkı benim gibi Türk ve inanç bakımından da Sünni olduğunu sanıyordum.

Okulda iki öğretmendik. Diğer arkadaşım Muzaffer er öğretmen ben ise yeni mezundum. Bir seferinde Muzaffer’e dert yandım;

“Bende köylüyüm ama buradaki köylülerle ortak bir yan arıyorum. Farklı bir kültür, farklı bir dünya var burada. Dil bilmeden ne öğretebilirim. Öğretmenler toplumu inşa edecek olan, daha doğrusu ileri toplumu oluşturacak mühendislerdir. İleri toplum oluşturma konusunda buradaki insanlara ne verebilirim. Dil sorun olunca, neyi nasıl öğreteceğim?

Sadece okuryazar insan yetiştirmek sorunları çözer mi?

Öğrencilere ait bir helâ bile yok. Öğrenciler bir yana köyde de kimsenin öyle bir derdi yok. Tuvalet alışkanlığı olmayan insanlara ilk önce ne öğretebilirim. Öğretmen okulundan mezun olurken Hocalarım, ne böyle bir okuldan ne de böyle bir köyden söz etmedi.”

“Bu ilk günlerin, yarın daha sakin olursun aldırma” dedi arkadaşım sakince.

* * *

Üçüncü sınıftaki çocuklarım, bir adamın peşinden koşarak taşladı. Pencereden gördüm, koşarak dışarı çıktım, neler olup bittiğini merak ettim.

“Neden taşladınız adamı?”
“Öğretmenim” dedi Celal. “Halil o. Okulumuzun öğrencisidir.”
Hayret ettim;
“Bir adamdı o, yani yaşlı bir adam.”
“Evet” dedi çocuklar hep bir ağızdan.
“Okula gelmiyor kaçıyor.”
“Babası ile İran’a, mal kaçakçılığına gidiyor” dedi Osman.
“Sus!” dedi Celal. “Her şeyi anlatma.”

* * *

Son dersten sonra eski, yeni tüm kayıt defterlerini çıkardım, masamın üzerine serdim. Aramaya başladım. Evet, kayıtlarda Halil isimde birisi vardı ve 19 yaşında gözüküyordu. Öğrencilerin anlatmasına bakılırsa gerçek yaşı daha fazlaymış. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım.

Yerimden kalktım pencerenin yanına gittim. Akşam güneşi Oremar tepesinden kayıplara karıştı. Soğuk hava kendini hissettiriyor, bunu köy içinde insanların koşarak ve sakınarak yürümesinden anlamak mümkün oluyor. Bazı evlerinin bacalarından dumanlar çıkmaya başladı. Karşı yamaçtaki mezraya, Halil’in mahallesine doğru baktım. Oradaki evlerin de bacaları tütüyordu. Artık birazdan her yana bir tezek dumanı kokusu yayılacak.

Halil’i düşündüm, kendimi onun yerine koydum. Önce onun adına utandım, sıkıldım ve sonra “bana öyle bir şey yapılsaydı affetmezdim” diye geçti aklımdan. Okula ve öğrencilere kin duymasında haklı olabilirdi.
Okul ile Halil’i barıştırmaya karar verdim.

* * *

Gürırmak ovaya bakan bir sırtın üzerine kurulmuş küçük bir köydü. Karşı yamaçta bulunan dört ev de köye ait bir mezraydı. Orada yaşayan insanlarla henüz tanışmamıştım.

Halil’in babası her zaman evinde bulunmuyor İran’a kaçağa gidiyormuş. O yıllarda Türkiye’de bulunmayan veya pahalı olan tül perde, çeşitli kumaşlar, pilli saatler, radyolar, çeşitli bibloluk eşyalar, tükenmez kalemler İran’dan alınarak kaçak olarak ülkeye sokulur ve satılırdı. Kaçakçılar dağ yollarından kervanlarla gider gelirdi.

* * *

Bir öğlen vakti, adamın evde olduğunun haberini aldım. Yanıma Türkçeyi iyi konuşan bir kılavuz öğrenci aldım ve Halillerin evine doğru yollandım. Evlere yaklaşınca Halil, geldiğimi görünce kaçtı. Doğruca evine gittim. Kapıyı tıkladım, babası beni tanımıyordu birden karşısında görünce; “Nerden çıktı bu adam” der gibi yüzünün rengi değişti. Selam verdim. Yanımda gelen çocuğu tanıdı, istemeyerek de olsa selamımı aldı ve içeriye buyur etti. Tek ama büyükçe bir odadan ibaret bir eve girdik. Bir tarafında yanan ocak, etrafını az da olsa ısıtıyordu. Beni de ocak başına buyur etti.

Türkçeyi düzgün konuşamıyordu, önce şundan bundan söz ettik. Tedirginliği geçsin istedim. Anlayamadığım sözcükleri olunca, kılavuz öğrencime tercüme yaptırıyorum.

Konuşmalar sıcak bir şekle dönüşünce, adam artık normal konuk gibi görmeye başladı beni.

“Memurları oldum olası sevmem ama öğretmenler farklı oluyormuş” dedi.
Kadını çay demledi, çaylar yudumlanırken İran’dan konuştuk ne alıp sattığından söz ettik.

Ve artık Halil’i konuşmaya sıra geldi diye düşündüm. Babam yaşında bir adam olduğu için ona baba diye hitap etmekte sakınca görmedim.

“Bak baba” dedim “oğlun okuma yazmayı öğrenemedi. Gelecek sene askere gidecek, belli ki çok zorluk çekecek. Bana gönder, hem okuma yazma öğreteyim hem de İlkokul diplomasını vereyim. Askere gidince mektup yazabilsin. O da, sen de bana dua edersiniz.”

“Bu yaştan sonra okusa ne olacak?” dedi.

“Öyle deme, hayat devam ediyor. Müsaade eyle oğlun geri kalmasın, herkes gibi okuryazar olsun.”
“Daha önce gönderdim okuyamadı.”
“O başka, şimdi sorumlusu benim, öğrenemezse kabahat benimdir.”
Çok direndi ama yine de, “evet” dedirttim ona.
Yanından ayrılırken memnundu yüzü gülüyordu.

“Burada konuştuklarımız burada kalır. Devlet memurudur beni şikâyet eder diye, sakın aklından geçirme. İran’a gider de güzel kalem bulursan bana da getir. Parasını öderim ha…” dedim. Gülümsedi, sıkıca sıktı elimi.

O sabah Halil okula geldi. Öğrencilerim başına toplandı. Lojmanın penceresinden gördüm. Cama tıkladım, çocuklar bana bakıp biraz geri çekildiler. Halil’i yanıma çağırdım. Yürüdü geldi, kapıyı tıklattı;

“Gel” diye bağırdım. Kapı açıldı utangaç bir eda ile girdi. Sandalyeye oturması için işaret ettim. Gitti oturdu, ben de karşısındaki somyanın üzerine oturdum.

“Nasılsın?” diye sordum gözlerine bakarak. Cevap veremedi, utangaç bir tavırla yere baktı. Kalkıp yanına gittim, elimi omzuna koydum.

“Türkçe bilmiyor musun?” diye sordum. Yine ses çıkarmadı. Pencerenin yanına gidip cama tıkladım. Güzel konuşan bir öğrencime, gelmesi için işaret ettim. Koşarak geldi çocuk.

“Evlat” dedim, “Söyleyeceklerimi Halil’e anlat. “O benden yaşça büyük ama onu bir arkadaş olarak kabul ediyorum.”
Çocuk söylenenleri aktardı.

“Okula geldiği süre zarfında sınıfta benim masamda oturacak. Arkadaşlarına da söyle Halil’in arkadaşım olduğunu bilsinler.”

Çocuk anlattıklarımı tercüme etti…

Söylenenlerden hoşlandı, Halil’in yüzünde güller açtı. Yerinden kalktı elimi öpmek istedi. İzin vermedim, sadece elini sıktım ve yanaklarından öptüm. Bir süre elini tuttum, sol elimi yeni arkadaşımın sırtına koydum. Göz göze geldik bir şeyler söylemek istediğini anladım ama Türkçe konuşamıyordu. Tercümana da bir şey söylemedi. O anda Halil’i mutlu görmekten çok büyük haz aldım.

Otuz yapraklı defterlerden bir tane verdim ona. Kalemi de yoktu, kendi kullandığımı verdim. Artık o arkadaşımdı, kalemi de farklı olması gerekiyordu.

İnanılması zor, ama bir ay içinde okuma yazmayı söktü. Ailesinde ve köyde yaşayan insanların isimlerini yazmayı başardı. Artık diğer öğrencilerim de ona saygı duymaya başladı. Köyde herkes Halil ile olan arkadaşlığımdan söz eder oldu.

Nisan sonuna doğru havalar ısındı. Dağların güney yamaçlarında karlar erimeğe başladı. İran’a giden yollar açıldı. Kaçak mal almağa gitmenin zamanı geldi.

İşte o günlerin birinde Halil okula gelmedi.

Daha sonraki günlerde de gelmedi.

Oysa arkadaşıma ilkokul diploması vermek istiyordum. Ne kadar haber gönderdiysem de onu bir daha gören olmadı.

Belli ki o da İran seferine çıkmıştı. Takvimler 1970’in ilkbaharını işaret ediyordu.
07.01.1999
 ______________
Bu anı / öykü "SANAT SOKAĞI - yıl: 4 - Sayı: 18 -Nisan 2007" dergisinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: