Muzik

16 Nisan 2016 Cumartesi

ELLİ TÜKENMEZ KALEM

1970 yılının on beş günlük karne tatili yaklaşıyordu. Akşamları, karda kışta yolculuk yapmanın zorlukları üzerine konuşurduk Muzafferle. Aynı evde kalıyor aynı odayı paylaşıyorduk. Her muhabbetten sonra ne olursa olsun, izine gitmek fikrimiz ağır basardı. Kar ve kış zaten yaşantımızın bir parçasıydı. Bizi korkutan şey, üç gün sürecek olan kış yolculuğunun riskleriydi.

O kadar ki, köyden Yüksekova’ya gidebilmemiz bile başlı başına ciddi bir işti.

Cumartesi günü karneleri dağıttık. Yolculuk için tatlı bir telaş başladı. Çantalarımızı hazırladık, paçalarımızı çorapların içine soktuk, evimizin kapısını kilitledik ve çıktık.

Keremağa köprüsüne kadar yaklaşık bir saatlik yaya yolumuz vardı. Karın yüzeyi her ne kadar donmuş olsa da bazı yerlerde bata çıka yürüdük.

Akşama doğru Yüksekova’ya vardık. Otelde diğer köylerden gelen öğretmenlerle buluştuk. Onlar da yol hazırlıklarını yapmıştı.

Bizi Van’a kadar götürecek bir minibüs kiralamaya karar verdik. Van’a her gün bir minibüs giderdi. Oysa sadece biz öğretmenler bir arabaya biraz fazla gelirdik. Pazar sabahı arabayı kiraladık ve yola çıktık.

Her yer bembeyaz kar örtüsü altındaydı. Güneş ise ortalığı, gözleri kör edebilecek kadar parlatıyordu. Yolculuk neşeli başladı. Araba Yeniköprü’den Başkale tarafına döndüğü zaman üşümeye başladık. Herkes paltosuna sıkı sıkıya sarılmaya başladı.

Minibüs yola devam ediyordu ama hiç kimsenin ağzından ses çıkmıyordu. Kim bilir, belki de herkes ailesi ile kucaklaşacağı anı hayal ediyordu.

Yol vadiden çıktı, araba beyazlar arasından süzülerek Başkale’ye doğru ilerliyordu. Araba ilerledikçe biz üşüyorduk. Gökyüzü bulutlanmaya başladı, güneş arada bir görünüp sonra da bulutların arkasında kayboluyordu. Hava bozdu bozacak.

Başkale’nin girişinde Jandarmalar yol kontrolü için arama yapıyordu, bizi de durdurdular. Çavuş kapımızı açtı, inmemizi istedi. Buna en çok ben sevindim, çünkü ayaklarım donmak üzereydi. Sıra ile aşağı indik. İnenlerin tek sıra halinde dizilmeleri istendi. Önce ceplerimiz arandı. Sıra çantaların aramasına geldiğinde bizim Muzaffer;
“Komutan” dedi. “Hepimiz öğretmeniz, bizlerde kaçak eşya olmaz.”
“Olsun, biz yine de görevimizi yapalım” dedi çavuş.

Eşyalarımız kar üzerine serildi, tek tek arandı. Salih arkadaşımızın eşyaları arasında bir paket tükenmez kalem buldular. Çavuş Muzaffere göstererek;
“Bunlar ne?” diye sordu.
“Kalemin kaçağı mı olurmuş komutan” dedi gülümseyerek.

Kalemleri İran, Urumiye’den almıştı. Kış gelmeden Kaymakamdan özel izin belgesi alarak topluca gitmiştik. Aslında herkes ufak tefek hediyelik şeyler almıştı ama bu kalemlerin sayısı biraz fazlaydı. O yıllarda Türkiye’de öyle şeyler bulunmazdı. Ülkeye kaçak yollardan girerlerdi. Gaziantep, Doğubeyazıt ve Yüksekova pazarlarında güneş gözlüğü, pilli saat, çeşitli kalemler ve bu gibi şeyler satılırdı. İlginç olanı, satıldığı yerde kaçak sayılmayan malları satın alıp giderken, kaçakçı olarak yakalanabilirdiniz.

Daha sonraki yıllarda Doğubeyazıt’dan güneş gözlüğü almıştım. Ağrı’ya doğru giderken arabamız durduruldu, arama yapıldı. Gözlüğümü gördüler, Öğretmen olduğum için hakkımda başkaca işlem yapılmadı da gözlüklerimi aldılar. Komutan bu davranışımın vatan hainliği olduğunu söylediğinde yer yarılsa da içine girseydim keşke. İşte şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyaydık.

Arama tamamlandı, başka bir şey bulamadılar. Çavuş askerlere emir verdi;
“Bu adama kelepçe vurun!”

Salih’in ellerini kelepçeleyip arkasında bağladılar. Kalemler için tutanak düzenlendiler. Dolmakalemi dondu Çavuşun yazamadı, başka bir kalem ile yazdı. Ve arkadaşımızı savcılığa götüreceklerini söylediler.

“Aman komutan, yaman komutan” dediysek de dinlemedi. Yol ortasında, kar üzerinde kala kaldık. “Hiç olmasa savcılığa kadar araba ile götürelim üşümesin” dedim ama faydası olmadı.

“Şimdi ne olacak?” diye sormaya başladık birbirimize. Salih arkadaşımızı burada bırakıp gitmek olacak iş değildi. En azından sonucu beklemeliydik. Arabaya bindik Salih’in arkasından yürüdük. Bu kez minibüs sürücüsü sorun çıkarmaya başladı;
“Bu gün Van’dan geri dönecektim. Eğer geç kalırsak otel paramı ödemelisiniz” dedi.
“Bir çaresine bakarız” dedi Hamza.

Karakolun önünde durduk. Hamza ile beraber içeriye girdim. Salih’in ifadesi alınıyordu. Komutan bizi görünce iyi davrandı, oturacak yer gösterdi. Sonra da açıklamada bulundu;
“İfadesini alıp savcılığa sevk edeceğim, ondan sonrası savcı ve hâkimin işi. Ne olacağına onlar karar verecek.”
Cevap veremedik, sustuk.
“Hoca adamın, kaçakçılıkla ne işi olur, kim öğretti buna bu işi? Elli kalemden ne kadar para kazanmayı düşünmüş acaba? Şimdi daha mı iyi oldu?” dedi zaptı yazan asker.

Salih’in yüzünden düşen bin parça oluyordu. Utancından ne yapacağını bilemiyordu.
Hamza dert yandı Çavuşa;
“Bizde zor durumda kaldık. Arkadaşı bırakıp gidemiyoruz. Diğer taraftan, minibüs şoförü fark istiyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz?”

Duymadı sanki Çavuş.
Sıkıntılı bir bekleyiş başladı. Nihayet Salih’i savcının odasına götürdüler. Biz iki kişi arkasından yürüdük. O içeri girerken kapıda bir jandarma nöbet tutuyordu, durduk. Buz gibi koridorda bir öteyi bir beriyi adımlamaya başladık.

Savcının kapısına doğru yaklaşınca geri çeviriyordu asker. İçeriden gelen emir üzerine olmalı ki dışarı çıkarıldık.

Diğer arkadaşlar karakolda, sobanın yanında keyif çatıyordu. Üşümemek için, Hükümet binasının saçak altı boyunu adımlamaya başladık. Bir ara, Savcı penceresinden izledi bizi. “Buradan da kovulur muyuz?” diye geçti içimden. Yine de adımlamaya ara vermedik. Hatırı sayılır bir soğuk vardı ve ağzımdan çıkan sıcak nefes, bıyıklarımda buz sarkıtları oluşturuyordu.

Güneş temelli kayboldu, hava da yüzünü ekşitti. Yürümeyi bıraktık, dış kapının arkasına siperlendik. Soğuk hava ile baş başa kaldık. 

Oradaki beklememiz yarım saati buldu.

Salih dış kapıyı açtığında burun buruna geldik. Tek başınaydı yanında hiç kimse yoktu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı, o bana bakıyordu ben de ona.
“Ne oldu, anlatsana, patlatma adamı” dedim.
“Bu kadar çok kalemi ne yapacaksın diye sordu bana.”
“Sen ne dedin?”
“Arkadaşlarıma hediye edecektim efendim dedim.”
“Eee! Adamı ne sandın kardeşim.”
“Dikkatle yüzüme baktı, sonra da; bir öğretmenin elli arkadaşı olabilir, kalemlerini iade edin ve serbest bırakın” dedi askere.

Dikkatle gözlerinin içine baktım, galiba doğru söylüyordu.
“Gidelim mi yani?”
“Elbette gidelim, baksana kalemler cebimde.”
Üşümem geçti, artık dolu yağsa, havanın ısısı eksi elliye inse bana mısın demezdim.
  _________________

Hiç yorum yok: