1970 yılının on beş günlük karne tatili yaklaşıyordu.
Akşamları, karda kışta yolculuk yapmanın zorlukları üzerine konuşurduk
Muzafferle. Aynı evde kalıyor aynı odayı paylaşıyorduk. Her muhabbetten sonra
ne olursa olsun, izine gitmek fikrimiz ağır basardı. Kar ve kış zaten
yaşantımızın bir parçasıydı. Bizi korkutan şey, üç gün sürecek olan kış
yolculuğunun riskleriydi.
O kadar ki, köyden Yüksekova’ya gidebilmemiz bile başlı
başına ciddi bir işti.
Cumartesi günü karneleri dağıttık. Yolculuk için tatlı bir
telaş başladı. Çantalarımızı hazırladık, paçalarımızı çorapların içine soktuk,
evimizin kapısını kilitledik ve çıktık.
Keremağa köprüsüne kadar yaklaşık bir saatlik yaya yolumuz
vardı. Karın yüzeyi her ne kadar donmuş olsa da bazı yerlerde bata çıka
yürüdük.
Akşama doğru Yüksekova’ya vardık. Otelde diğer köylerden
gelen öğretmenlerle buluştuk. Onlar da yol hazırlıklarını yapmıştı.
Bizi Van’a kadar götürecek bir minibüs kiralamaya karar
verdik. Van’a her gün bir minibüs giderdi. Oysa sadece biz öğretmenler bir
arabaya biraz fazla gelirdik. Pazar sabahı arabayı kiraladık ve yola çıktık.
Her yer bembeyaz kar örtüsü altındaydı. Güneş ise ortalığı, gözleri
kör edebilecek kadar parlatıyordu. Yolculuk neşeli başladı. Araba Yeniköprü’den
Başkale tarafına döndüğü zaman üşümeye başladık. Herkes paltosuna sıkı sıkıya sarılmaya
başladı.
Minibüs yola devam ediyordu ama hiç kimsenin ağzından ses
çıkmıyordu. Kim bilir, belki de herkes ailesi ile kucaklaşacağı anı hayal
ediyordu.
Yol vadiden çıktı, araba beyazlar arasından süzülerek
Başkale’ye doğru ilerliyordu. Araba ilerledikçe biz üşüyorduk. Gökyüzü
bulutlanmaya başladı, güneş arada bir görünüp sonra da bulutların arkasında
kayboluyordu. Hava bozdu bozacak.
Başkale’nin girişinde Jandarmalar yol kontrolü için arama
yapıyordu, bizi de durdurdular. Çavuş kapımızı açtı, inmemizi istedi. Buna en
çok ben sevindim, çünkü ayaklarım donmak üzereydi. Sıra ile aşağı indik.
İnenlerin tek sıra halinde dizilmeleri istendi. Önce ceplerimiz arandı. Sıra
çantaların aramasına geldiğinde bizim Muzaffer;
“Komutan” dedi. “Hepimiz öğretmeniz, bizlerde kaçak eşya
olmaz.”
“Olsun, biz yine de görevimizi yapalım” dedi çavuş.
Eşyalarımız kar üzerine serildi, tek tek arandı. Salih
arkadaşımızın eşyaları arasında bir paket tükenmez kalem buldular. Çavuş
Muzaffere göstererek;
“Bunlar ne?” diye sordu.
“Kalemin kaçağı mı olurmuş komutan” dedi gülümseyerek.
Kalemleri İran, Urumiye’den almıştı. Kış gelmeden Kaymakamdan
özel izin belgesi alarak topluca gitmiştik. Aslında herkes ufak tefek hediyelik
şeyler almıştı ama bu kalemlerin sayısı biraz fazlaydı. O yıllarda Türkiye’de
öyle şeyler bulunmazdı. Ülkeye kaçak yollardan girerlerdi. Gaziantep,
Doğubeyazıt ve Yüksekova pazarlarında güneş gözlüğü, pilli saat, çeşitli
kalemler ve bu gibi şeyler satılırdı. İlginç olanı, satıldığı yerde kaçak
sayılmayan malları satın alıp giderken, kaçakçı olarak yakalanabilirdiniz.
Daha sonraki yıllarda Doğubeyazıt’dan güneş gözlüğü
almıştım. Ağrı’ya doğru giderken arabamız durduruldu, arama yapıldı. Gözlüğümü
gördüler, Öğretmen olduğum için hakkımda başkaca işlem yapılmadı da
gözlüklerimi aldılar. Komutan bu davranışımın vatan hainliği olduğunu
söylediğinde yer yarılsa da içine girseydim keşke. İşte şimdi de benzer bir
durumla karşı karşıyaydık.
Arama tamamlandı, başka bir şey bulamadılar. Çavuş askerlere
emir verdi;
“Bu adama kelepçe vurun!”
Salih’in ellerini kelepçeleyip arkasında bağladılar.
Kalemler için tutanak düzenlendiler. Dolmakalemi dondu Çavuşun yazamadı, başka
bir kalem ile yazdı. Ve arkadaşımızı savcılığa götüreceklerini söylediler.
“Aman komutan, yaman komutan” dediysek de dinlemedi. Yol
ortasında, kar üzerinde kala kaldık. “Hiç olmasa savcılığa kadar araba ile
götürelim üşümesin” dedim ama faydası olmadı.
“Şimdi ne olacak?” diye sormaya başladık birbirimize. Salih
arkadaşımızı burada bırakıp gitmek olacak iş değildi. En azından sonucu
beklemeliydik. Arabaya bindik Salih’in arkasından yürüdük. Bu kez minibüs
sürücüsü sorun çıkarmaya başladı;
“Bu gün Van’dan geri dönecektim. Eğer geç kalırsak otel
paramı ödemelisiniz” dedi.
“Bir çaresine bakarız” dedi Hamza.
Karakolun önünde durduk. Hamza ile beraber içeriye girdim.
Salih’in ifadesi alınıyordu. Komutan bizi görünce iyi davrandı, oturacak yer
gösterdi. Sonra da açıklamada bulundu;
“İfadesini alıp savcılığa sevk edeceğim, ondan sonrası savcı
ve hâkimin işi. Ne olacağına onlar karar verecek.”
Cevap veremedik, sustuk.
“Hoca adamın, kaçakçılıkla ne işi olur, kim öğretti buna bu
işi? Elli kalemden ne kadar para kazanmayı düşünmüş acaba? Şimdi daha mı iyi
oldu?” dedi zaptı yazan asker.
Salih’in yüzünden düşen bin parça oluyordu. Utancından ne
yapacağını bilemiyordu.
Hamza dert yandı Çavuşa;
“Bizde zor durumda kaldık. Arkadaşı bırakıp gidemiyoruz.
Diğer taraftan, minibüs şoförü fark istiyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz?”
Duymadı sanki Çavuş.
Sıkıntılı bir bekleyiş başladı. Nihayet Salih’i savcının
odasına götürdüler. Biz iki kişi arkasından yürüdük. O içeri girerken kapıda
bir jandarma nöbet tutuyordu, durduk. Buz gibi koridorda bir öteyi bir beriyi
adımlamaya başladık.
Savcının kapısına doğru yaklaşınca geri çeviriyordu asker.
İçeriden gelen emir üzerine olmalı ki dışarı çıkarıldık.
Diğer arkadaşlar karakolda, sobanın yanında keyif çatıyordu.
Üşümemek için, Hükümet binasının saçak altı boyunu adımlamaya başladık. Bir
ara, Savcı penceresinden izledi bizi. “Buradan da kovulur muyuz?” diye geçti
içimden. Yine de adımlamaya ara vermedik. Hatırı sayılır bir soğuk vardı ve
ağzımdan çıkan sıcak nefes, bıyıklarımda buz sarkıtları oluşturuyordu.
Güneş temelli kayboldu, hava da yüzünü ekşitti. Yürümeyi
bıraktık, dış kapının arkasına siperlendik. Soğuk hava ile baş başa
kaldık.
Oradaki beklememiz yarım saati buldu.
Salih dış kapıyı açtığında burun buruna geldik. Tek
başınaydı yanında hiç kimse yoktu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı, o bana
bakıyordu ben de ona.
“Ne oldu, anlatsana, patlatma adamı” dedim.
“Bu kadar çok kalemi ne yapacaksın diye sordu bana.”
“Sen ne dedin?”
“Arkadaşlarıma hediye edecektim efendim dedim.”
“Eee! Adamı ne sandın kardeşim.”
“Dikkatle yüzüme baktı, sonra da; bir öğretmenin elli
arkadaşı olabilir, kalemlerini iade edin ve serbest bırakın” dedi askere.
Dikkatle gözlerinin içine baktım, galiba doğru söylüyordu.
“Gidelim mi yani?”
“Elbette gidelim, baksana kalemler cebimde.”
Üşümem geçti, artık dolu yağsa, havanın ısısı eksi elliye
inse bana mısın demezdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder