Muzik

16 Nisan 2016 Cumartesi

BİR BAYRAM SABAHI

Bayram yaklaşıyordu, bir arkadaşım tatilini Homs’da geçirmek için, benim de kendisi ile gitmemi istiyordu. Doğrusu ben de istekliydim. Neden derseniz, Libya’ya gittiğimde yetmişinin üzerinde bir adamla tanışmıştım. Babası bindokuzyüzün başında Libya savaşlarında Osmanlı askeri olarak bulunmuş bir Tonya’lıydı. Savaş sonrası memleketine gitmiş ama nasıl olmuşsa olmuş, bir cinayet işlemişti. Yakalanmamak için Libya’ya geri dönmüş. Trablus yakınlarında bir aileye sığınmış. Sonra da o ailenin kızı ile evlenince temelli orada kalmış. Bir daha memlekete dönmemiş.

O adamın oğlu olan, bu sözünü ettiğim ihtiyar ile Trablus yakınlarındaki Souk El Khamis kasabasında tanışmıştım. Daha doğrusu o benimle tanıştı. Trabzonlu olduğumu ve Tonya’yı bildiğimi anlayınca sıkı dost oldu benimle. Birkaç sözcük Türkçe bilirdi, ben de biraz Arapça, o şekilde anlaşabiliyorduk. Fakat köklü muhabbet için Hataylı arkadaşım Cemil’i bulmamız gerekiyordu.  Tanıştığımızdan bir süre sonra Homs’a taşındı, gitmeden önce;
“Yolun düşerse beklerim ha…” demişti.

Şimdi de oraya gitmek gibi bir şans çıkınca işime geldi doğrusu. Adresini bilmiyordum ama yaşlı adam olduğu için, camilerin birinde bulabilirim diye düşündüm.  Homs kasabasının çok da büyük bir yer olmadığını biliyordum.

Homs, Bingazi tarafında, yani bize göre doğuda ama uzakta bir yerdeydi.

Arife günü, öce Trablus’a vardık. Orada Homs’a gitmek isteyen bir arabaya bindik. Oralarda bizde olduğu gibi şehirlerarası işleyen otobüsler yok. Adamın biri, sizin yolcu olduğunuzu anlarsa ve pazarlıkta da uylaşırsanız yolculuk başlar.

Arap şoförlerin bir huyunu sevmem. Çöl yollarında genellikle keskin dönemeçler olmaz. O nedenle gaz pedalının üzerine birkaç kiloluk taş koyar ve oturduğu yere bağdaş kurar. Sadece direksiyonu tutar. Araba artık taşın insafına göre hız yapar. Ve o yollarda saatte 200 km’den daha yavaş giden olmaz, olsa da ayıplanır.

Arabaya binmeden bu taş işini konuştum adamla. Aval aval yüzüme baktı. Belki de içinden “Deli mi ne bu adam?” diye geçirdi. Kararlı olduğumu anlayınca, istemeyerek de olsa “peki” dedi.

Tripoli’nin doğuya çıkan bulvarı görülmeye değer. Çok çeşitli ağaçlar yolun her iki tarafına sıralanmış, ama yolun üzerini kapatarak bir tünel biçimi görünümü oluştururlar.

Bulvarı seyretmek çok sürmedi. Araba hızını aldı. Yol arada bir denize yaklaşıyor sonra biraz uzaklaşarak uzayıp gidiyor. Arada bir denizi biraz yüksekten görüyorduk.

Yolculuğun yarım saati geride kaldı. Şoförün canı sıkılmış olmalı ki sol ayağını poposunun altına çekti, sağ ayağı ile gaz pedalını idare etmeye başladı.

Hareketi hoş değildi ama yol üzerinde münakaşa etmek de işime gelmedi.

Arada bir küçük yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Genellikle, yol ve deniz arasındaki yerleşim yerlerinin çoğu gecekondu mahallelerine benziyordu. Oralardaki gecekondular bizdeki gibi değil, evler portakal sandıklarından yapılır. Diledikleri zaman başka bir yere kolaylıkla taşıyabilirler.

İki saattir yoldayız, durup dinlenmek yeri yok, durmadan gidiyoruz.

Akdeniz’in güney sahili kuzeyine, yani bizim Akdeniz sahillerine hiç benzemiyor. Bir tarafınız deniz diğer tarafınız çöl. Denizden çok da yüksek olmayan uzun düzlükler boyunca gidiyoruz.

Homs’a vardığımızda küçük bir meydanın kenarında indirdi bizi. O anda yabancı olduğumuz ve birisini aramakta olduğumuz apaçık belli oluyordu. Bekleyen arkadaşımızı bulmamız zor olmadı. Birkaç adım atınca seslendi. Karşılaşınca kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk.

Çalıştığı Türk firmasının şantiyesi kasabaya yakındı. Yürüyerek gittik. Şantiyede çalışanların Türkçe konuşması garibime gitti. Meğerki uzun zamandır böyle bir ortamı özlemişim.

Mutfak bakımından bizden daha şanslıydılar. Düzenli yemek pişiren aşçıları üstelik, yemek salonları bile vardı. O gece muhabbet güzel geçti.

Sabah olunca bayram namazına hazırlanmaya başladık.

Güneş kendisini henüz göstermiş, ılık bir rüzgâr çölden denize doğru akıyor, tenimizi yalayarak geçip gidiyordu.

Cami Homs ortamına göre konforlu bir yapıydı, girdik ve ortalarda bir yerde oturduk.

İmamın vaazından bir kısmını anlayabiliyordum.  Bu durumdan, “artık Arapçayı biraz olsun öğrendim” diye garip bir keyif aldım.

Bayram namazını kıldık. İmam hutbeye çıktı cemaate nasihatler etti. Sonra ağır adımlarla indi ve yerine geçti. Duaya başladı.

Duanın ne kadar sürdüğünü anlayamadım, ortalık birden karıştı, o anda kendimi dış kapıya yakın bir yerde buldum. Durumu kavramakta gecikmedim. Meğerki dua bitmiş, cemaat imamla bayramlaşmak için sıra kapmak telaşındaydı.

Etrafıma bakındım; sadece bizim Türk gurubu ve siyah Araplar açıkta kalmışız. Siyah derili Araplarla göz göze gelince, gülümsedim. Arkadaşlarıma dedim ki;
“Biz de burada ayrıca bir bayramlaşmak kuyruğu oluşturalım.”

Yakaladığım ilk siyahiyle kucaklaştım, bayramlaştım. Ağır bir koku vardı üzerinde ama olsun. Elinden tutup yan tarafıma çektim. Arkadaşlarım da sıraya girdi. Bayramlaşan yeniden sıraya giriyordu. Diğer siyahlar bu işi o anda kavrayamadı. Yanımdakini kısaca uyardım, o da onlara anlattı.

Caminin mihrap tarafında resmi, dış kapı tarafında sivil bayramlaşma harika bir şekilde devam ediyordu. Bizimkisi kendiliğinden oluşan bir durumdu. O anda öyle karar vermişim hepsi bu.

Diğer gurup bizimkinden kalabalık değildi. Bir arkadaşım gurubumuzu diğerlerine ekleştirdi.

Siyahilerin gözlerinin içi gülüyordu, arkadaşlarım ise hoş bir eylemin parçası olduğu için keyifliydi.

Bayram güzel geçti ama o gün orada, Tonya torunu ihtiyarı, bütün aramalarıma rağmen bulamadım. Yine de her bayram namazında hem o ihtiyar, hem de El-Hums Camisi cemaati gözümün önüne gelir.


___________________

Hiç yorum yok: