Bayram yaklaşıyordu, bir arkadaşım tatilini Homs’da geçirmek
için, benim de kendisi ile gitmemi istiyordu. Doğrusu ben de istekliydim. Neden
derseniz, Libya’ya gittiğimde yetmişinin üzerinde bir adamla tanışmıştım. Babası
bindokuzyüzün başında Libya savaşlarında Osmanlı askeri olarak bulunmuş bir
Tonya’lıydı. Savaş sonrası memleketine gitmiş ama nasıl olmuşsa olmuş, bir
cinayet işlemişti. Yakalanmamak için Libya’ya geri dönmüş. Trablus yakınlarında
bir aileye sığınmış. Sonra da o ailenin kızı ile evlenince temelli orada
kalmış. Bir daha memlekete dönmemiş.
O adamın oğlu olan, bu sözünü ettiğim ihtiyar ile Trablus
yakınlarındaki Souk El Khamis kasabasında tanışmıştım. Daha doğrusu o benimle
tanıştı. Trabzonlu olduğumu ve Tonya’yı bildiğimi anlayınca sıkı dost oldu
benimle. Birkaç sözcük Türkçe bilirdi, ben de biraz Arapça, o şekilde anlaşabiliyorduk.
Fakat köklü muhabbet için Hataylı arkadaşım Cemil’i bulmamız gerekiyordu. Tanıştığımızdan bir süre sonra Homs’a
taşındı, gitmeden önce;
“Yolun düşerse beklerim ha…” demişti.
Şimdi de oraya gitmek gibi bir şans çıkınca işime geldi
doğrusu. Adresini bilmiyordum ama yaşlı adam olduğu için, camilerin birinde
bulabilirim diye düşündüm. Homs
kasabasının çok da büyük bir yer olmadığını biliyordum.
Homs, Bingazi tarafında, yani bize göre doğuda ama uzakta
bir yerdeydi.
Arife günü, öce Trablus’a vardık. Orada Homs’a gitmek isteyen
bir arabaya bindik. Oralarda bizde olduğu gibi şehirlerarası işleyen otobüsler yok.
Adamın biri, sizin yolcu olduğunuzu anlarsa ve pazarlıkta da uylaşırsanız
yolculuk başlar.
Arap şoförlerin bir huyunu sevmem. Çöl yollarında genellikle
keskin dönemeçler olmaz. O nedenle gaz pedalının üzerine birkaç kiloluk taş
koyar ve oturduğu yere bağdaş kurar. Sadece direksiyonu tutar. Araba artık
taşın insafına göre hız yapar. Ve o yollarda saatte 200 km’den daha yavaş giden
olmaz, olsa da ayıplanır.
Arabaya binmeden bu taş işini konuştum adamla. Aval aval
yüzüme baktı. Belki de içinden “Deli mi ne bu adam?” diye geçirdi. Kararlı
olduğumu anlayınca, istemeyerek de olsa “peki” dedi.
Tripoli’nin doğuya çıkan bulvarı görülmeye değer. Çok çeşitli
ağaçlar yolun her iki tarafına sıralanmış, ama yolun üzerini kapatarak bir
tünel biçimi görünümü oluştururlar.
Bulvarı seyretmek çok sürmedi. Araba hızını aldı. Yol arada
bir denize yaklaşıyor sonra biraz uzaklaşarak uzayıp gidiyor. Arada bir denizi
biraz yüksekten görüyorduk.
Yolculuğun yarım saati geride kaldı. Şoförün canı sıkılmış
olmalı ki sol ayağını poposunun altına çekti, sağ ayağı ile gaz pedalını idare
etmeye başladı.
Hareketi hoş değildi ama yol üzerinde münakaşa etmek de
işime gelmedi.
Arada bir küçük yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Genellikle,
yol ve deniz arasındaki yerleşim yerlerinin çoğu gecekondu mahallelerine
benziyordu. Oralardaki gecekondular bizdeki gibi değil, evler portakal
sandıklarından yapılır. Diledikleri zaman başka bir yere kolaylıkla taşıyabilirler.
İki saattir yoldayız, durup dinlenmek yeri yok, durmadan
gidiyoruz.
Akdeniz’in güney sahili kuzeyine, yani bizim Akdeniz
sahillerine hiç benzemiyor. Bir tarafınız deniz diğer tarafınız çöl. Denizden
çok da yüksek olmayan uzun düzlükler boyunca gidiyoruz.
Homs’a vardığımızda küçük bir meydanın kenarında indirdi
bizi. O anda yabancı olduğumuz ve birisini aramakta olduğumuz apaçık belli
oluyordu. Bekleyen arkadaşımızı bulmamız zor olmadı. Birkaç adım atınca
seslendi. Karşılaşınca kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk.
Çalıştığı Türk firmasının şantiyesi kasabaya yakındı.
Yürüyerek gittik. Şantiyede çalışanların Türkçe konuşması garibime gitti.
Meğerki uzun zamandır böyle bir ortamı özlemişim.
Mutfak bakımından bizden daha şanslıydılar. Düzenli yemek
pişiren aşçıları üstelik, yemek salonları bile vardı. O gece muhabbet güzel
geçti.
Sabah olunca bayram namazına hazırlanmaya başladık.
Güneş kendisini henüz göstermiş, ılık bir rüzgâr çölden
denize doğru akıyor, tenimizi yalayarak geçip gidiyordu.
Cami Homs ortamına göre konforlu bir yapıydı, girdik ve
ortalarda bir yerde oturduk.
İmamın vaazından bir kısmını anlayabiliyordum. Bu durumdan, “artık Arapçayı biraz olsun
öğrendim” diye garip bir keyif aldım.
Bayram namazını kıldık. İmam hutbeye çıktı cemaate
nasihatler etti. Sonra ağır adımlarla indi ve yerine geçti. Duaya başladı.
Duanın ne kadar sürdüğünü anlayamadım, ortalık birden karıştı,
o anda kendimi dış kapıya yakın bir yerde buldum. Durumu kavramakta gecikmedim.
Meğerki dua bitmiş, cemaat imamla bayramlaşmak için sıra kapmak telaşındaydı.
Etrafıma bakındım; sadece bizim Türk gurubu ve siyah Araplar
açıkta kalmışız. Siyah derili Araplarla göz göze gelince, gülümsedim. Arkadaşlarıma
dedim ki;
“Biz de burada ayrıca bir bayramlaşmak kuyruğu oluşturalım.”
Yakaladığım ilk siyahiyle kucaklaştım, bayramlaştım. Ağır
bir koku vardı üzerinde ama olsun. Elinden tutup yan tarafıma çektim.
Arkadaşlarım da sıraya girdi. Bayramlaşan yeniden sıraya giriyordu. Diğer
siyahlar bu işi o anda kavrayamadı. Yanımdakini kısaca uyardım, o da onlara
anlattı.
Caminin mihrap tarafında resmi, dış kapı tarafında sivil
bayramlaşma harika bir şekilde devam ediyordu. Bizimkisi kendiliğinden oluşan
bir durumdu. O anda öyle karar vermişim hepsi bu.
Diğer gurup bizimkinden kalabalık değildi. Bir arkadaşım
gurubumuzu diğerlerine ekleştirdi.
Siyahilerin gözlerinin içi gülüyordu, arkadaşlarım ise hoş
bir eylemin parçası olduğu için keyifliydi.
Bayram güzel geçti ama o gün orada, Tonya torunu ihtiyarı,
bütün aramalarıma rağmen bulamadım. Yine de her bayram namazında hem o ihtiyar,
hem de El-Hums Camisi cemaati gözümün önüne gelir.
___________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder