Sene 1971 aylardan Mart ve günlerden Pazardı. Güneşin kar
üzerinden yansıması ovanın rengini parlak beyaza dönüştürüyordu. Hava soğuktu
ama yinede duvar diplerinde oturanlar güneşin tadını çıkarabiliyordu. Okul
bahçesinde çocukların oynadığı yerlerde kar biraz erimiş bazı bölümlerde
çamurlar oluşmuştu. Ebe hanımın babası Latif ile birlikte evin duvarına
yaslanmış güneşin sıcaklığından yararlanmaya çalışıyoruz. O kışı, geçen 1970
kışından daha yumuşak buluyoruz.
Ovanın öte başından, Eleşkirt tarafından üç kişi göründü,
dikkatle o tarafa baktık.
“Gelenler asker” dedim, Latif de doğruladı.
Aramızda epey mesafe vardı ve gözlerimizi onlardan
ayıramıyorduk.
“Bu tarafa geliyorlar” dedim ve ayağa kalktım, elimi güneşe
siper ederek tekrar baktım.
“Mutlaka bana uğrarlar, bir çay demleyeyim. Üşümüşlerdir,
sıcak çay herkeseiyi gelir.”
“Haklısın” dedi Latif “sana uğrarlar çayı koy, ben de evime
gideyim.”
O gitti, ben de içeriye girdim. Sobaya kırık tezeklerden
attım, tutuşturdum. Çaydanlığa da güğümden su doldurdum, sobanın üzerine
koydum. Sonra tekrar dışarıya çıktım, giderek yine duvarın güneş gören tarafına
yaslandım. Askerler köye yaklaşıyordu. Bekçi Hasan koşarak geldi;
“Hocam” dedi “askerlerin bu kışta kıyamette gelmesi hayra
yorulmaz, önemli bir şey olmalı?”
“Endişe etme, gelsinler de soralım.”
Askerler yaklaştıkça bekçi Hasanın telaşı artıyordu;
“Mutlaka önemli bir şey vardır. Köyde bir olay duymadım ama
şimdi gelecekler önce beni bulacaklar. Hadi bakalım filancayı bize bul
diyecekler. Bu bekçilik işi de yapılacak iş değil be hocam. Adamı bulsan bir
türlü bulmasan başka türlü” dedi.
“Haklısın, işin gerçekten çok zor” dedim gülerek.
Askerler iyice yaklaştı, okulun sahasına girdiler.
Yaslandığım duvardan doğruldum, ağır adımlarla onlara doğru yürüdüm. Bekçi de
peşimden geldi. Bir asteğmen ile iki jandarma.
Elim uzattım;
“Hoş geldiniz arkadaşlar” dedim. Dedim ama elim havada
kaldı. Aynı karşılığı bulamadım.
“Öğretmen sen misin?” diye sordu asteğmen.
“Evet”
“Hakkında şikâyet var, evini arayacağız.”
Elimin havada kalmasının nedeni şimdi anlaşıldı.
“Neden olmasın saklı gizli neyim olabilir, buyurun girelim.”
Bekçi Hasan, onlar evime girerken geriye kaldı okulun arka
tarafına dolandı, köyün içine doğru hızlı adımlarla yürüdü. Ve haber bütün köye
yaydı.
“Sizi görünce çay hazırlığına başlamıştım. Yorgunsunuz,
isterseniz önce çay ikram edeyim aramayı sonra yaparsınız” dedim.
Duyan olmadı, postalları ile odamın içine daldılar. İşin ne
kadar ciddi olduğunu o anda fark ettim. Kafamın içi arı kovanı gibi uğuldamağa
başladı. Bir anda tüm öğretmenlik serüvenim gözümün önünden geçti. Nasıl bir
suç işlediğim konusunda hiçbir şey hatırlayamadım.
Asteğmen masamın üzerinde duran kitapların yanına gitti.
Birisini eline aldı;
“Nereden aldın bunları?” diye yüksek sesle ve sertçe sordu.
Sakin olmak için kendimi zorluyordum ama beceremedim.
“Bu nasıl soru komutan, benim işim bu kitaplarla. İçeriğini
merak ediyorsan, oku da gör” dedim.
Jandarmanın biri dış kapıda diğeri de odanın kapısına
dikildi. Tüfekleri çapraz tutuyorlar. Bir erlere bir de asteğmene baktım.
Kapana sıkışmış gibi hissettim kendimi. Asteğmen kitapları itina ile inceliyor,
anlamsız sorular soruyordu.
Ona direnmenin boş bir gayret olacağını anladım.
Üç kitabım da sakıncalı bulundu, üzerlerine adımı yazdı.
Cebinden çıkardığı ince bir iple bağladı. Bağladığı yere yine cebinden
çıkardığı mumu çakmağıyla eriterek akıttı. Sonra da odanın kapısında bekleyen
jandarmaya uzattı. O da yan çantasına koydu.
Ders harici toplam beş kitabım vardı.
Asteğmen;
Başka kitabın var mı?” diye sordu.
“Hepsi bu kadar, sakladığımı düşünüyorsan buyurun arayın.”
“Sana inandım. Tekrar gelebilirim, daha dikkatli ol, yasak
kitaplar bulundurma” dedi ve çıkıp gitti. Jandarmalar da peşinden yürüdü.
Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim, odamın ortasında
ayakta öylece kala kaldım. Neden sonra;
“Çılgınlık bu! Bilgiye, kitaba düşmanlık bu!' diyebildim.
Sobanın üstündeki çay suyu kaynamaya başladı.
'Artık bu sudan yapılacak çay içilmez!” diye bağırdım olanca
sesimle. Sesimin oda duvarlarında yankılandığını duyumsadım. Ne var ki benden
başka hiç kimse duymadı.
Sobanın yanına gittim, çaydanlığı sapından tuttum, odanın ve
evin dış kapısı hâlâ açıktı. O hırsla karların üzerine doğru fırlatıp attım.
Sonra da döndüm yatağımın üzerine oturdum.
Kapılar açık olduğu için sobanın yanması bir işe
yaramıyordu, odamın havası iyice soğudu, üşümeğe başladım. Nefesim buhar olup
havaya karışıyordu. Bir şey yapmalıydım, hiç olmasa bir şey kırmalı
dökmeliydim. Her yanım tir tir titremeğe başladı. Zaman geçtikçe titreme halim
nöbete dönüşüyor o hızla artıyordu.
“Bu çaydanlık sana ne kötülük yaptı?' dedi ve dikkatle yüzüme
baktı, sonra da. “burada neler oluyor?” diye sordu.
Başım önümde, oturduğum yerden yanıtladım;
“Latif ağabey, kitaplarımı alıp gittiler! Onları alanlar,
aldıranlar mesleğime saldırıyor. Bu ülkeye ve insanına saldırıyor. Ben
insanlara, öğrencilerime okumayı öneriyorum. Kitaplardan öğrendiklerimi
aktarıyorum. Devletin adamları ise bana, okumayı yasaklıyor, kitaplarımı
alıyorlar. Hem de suçlayarak. Odamın haline bak, kilimin üzerindeki çamurlara
bak, her taraf darman duman olmuş. Bunun bir açıklaması olmamalı mı?”
Latif’in yüzüne dikkatle baktım. Göz göze geldik.
Birbirimizden boş yere yardım bekledik. Gözleri dolu dolu oldu, biraz daha
söylesem ağlayabilirdi. Cebinden mendilini çıkardı ve arkasını döndü, odanın
kapısını açık bırakarak çıktı gitti. Açılan kapıdan soğuk hava ile karışık
berbat bir umutsuzluk doldu odama.
____________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder