Adalet Partisi tek başına iktidara gelince; Başbakan Demirel
1961 anayasasının getirdiği temel hak ve özgürlüklerin Türkiye için lüks
olduğunu söylemeğe başladı. O yıllarda
çok da dikkat çekmeyen önemli bir şey daha oldu. ABD Başkanı John.F. Kennedy
1961 yılında ‘Barış Gönüllüleri’ adı altında bir programı yürürlüğe koydu. Buna
göre; özel olarak seçilen gönüllüler gittikleri ülkelerin insanlarına
Amerikalıları tanıtacaklar, Amerikalıların da o ülke insanlarını tanımaları
için çaba harcayacaklardı.
Adalet Partisi 1969 seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak, ikici
kez iktidar oldu. Demokrat parti kökenli Milletvekilleri, 27 Mayıs ihtilalinde
ceza alanların af edilmesini istiyordu. Gerçekte bunu Başbakan Demirel de
istiyordu ama sorunun çözümü o kadar da kolay değildi. İsteklerine yanıt
alamayan milletvekilleri partiden ayrıldı. İstifalar iktidarın parlamentodaki
sandalye sayısını azalttı. Partide iç huzursuzluklar başladı.
Benzer bir huzursuzluk da ordunun içinde yaşanıyordu. Bir
kısım subaylar “milli devrimci bir stratejisi” geliştirmek isterken, diğer bir
kısmı da “sol” bir arayış içindeydi.
Üniversite, sendika, sivil toplum kuruluşları da genel bir
umutsuzluk içinde ve sorunların çözümü için yasaların elverdiği ölçüde,
hükümete karşı mücadele veriyorlardı.
Ben 1971 yılında Eleşkirt’in bir köyünde er öğretmen olarak
çalışıyordum. Oraya tayin olmadan önce, Türkiye Öğretmenler sendikasının
Yüksekova şube başkanıydım. Bu haber, Eleşkit’e benden önce ulaştı.
Gazete almak olanağım yoktu, köyüm kasabaya epey uzaktı.
Radyo haberleri ile yetinirdim. Ülkede genel durum sıkıcı bir hal almıştı.
Şubat ayında Jandarmalar evimi bastı. Erzurum’dan birkaç kitap almıştım, onları
alıp götürdüler. Giderken de ikaz etmeyi unutmadılar; “Ders kitabı dışında
kitap bulundurmayacaksın” dediler. Bu durum beni derinden sarstı. Ortamı daha
bir dikkatle izlemeğe başlamıştım. İstanbul ve Ankara’da öğrenci olayları
dinmek bilmiyordu. Üniversite hocalarının evleri bombalanıyor, sorumlu olarak
da yine üniversite gençliği gösteriliyordu. Hükümet, sorunların çözümünde
yetersiz kalıyor, polis ve jandarma öğrencilere çok sert davranıyordu.
Sınıfımda çalışırken bile güvenlik kaygılarım vardı. Yirmi
bir yaşında, heyecanlı ama idealist bir kişiliğim vardı. Gözümü daldan budaktan
esirgemezdim, ancak bir gece evimden çıkarılıp kapının önünde kurşunlara hedef
olmayı da kendime yediremiyordum; kaygılarım vardı.
Köyün imamı bir tarikatın şeyhiydi. Hem devletten maaş
alıyor hem de köylüden zekat olarak ekin topluyordu. Gerektiğinde para da
toplardı. İşte o adamı şeyhini ve tarikatını eleştirmekten geri kalmıyordum.
Köylülerden hiç kimse “Neden eleştiriyorsun?” diye sormazdı. Tarikatın adamları
da de bu tutumum için doğrudan hiçbir şey demezdi.
Hem devletin adamları hem de tarikatçılarla sorunlarım
vardı. Bir gün mutlaka birileri ile hesaplaşmam gerekeceğini göz ardı
etmiyordum. Kuşkum, bu karşılaşmanın mertçe olup olamayacağından
kaynaklanıyordu. Bu endişe ile karne tatili dönüşü, ucuz bir av tüfeği satın almıştım.
On iki Mart 1971 günü Erzurum radyosundan saat öğlen
haberlerini dinledim. Komutanların bildirisi okunuyordu. Nefesimi tuttum,
radyonun sesini biraz daha açtım dikkatle dinlemeye başladım. Askerler Hükümeti
ikaz ediyordu. Aslında durumu tam olarak kavrayamadım, ancak bu iş hoşuma
gitmişti. Bana kalırsa da işler yolunda gitmiyordu. Evimi basıp kitaplarımı
almışlardı. Köylülere maskara olmuştum. “Devletin adamlarının” adalet üzere
olmayan işlerle uğraştıklarını düşünüyordum. Jandarma kitaplarıma el koymuş,
savcıdan da tehdit almıştım.
Paşalar o anda idareyi ele almadılar ama alabileceklerini
söylediler. “O zaman bu bildiri ne anlama geliyor?” diye, düşündüysem de bir mana
veremedim. Radyoyu kapattım sınıfa gittim. Aklım o bildiriye takılı kaldı.
Akşam haberlerinde Demirel hükümetinin istifa ettiğinin haberi verildi.
O sene kış olanca şiddetiyle sürüp gidiyordu. Mart ayı her
yerde soğuk geçer ama Eleşkirt ovasında daha da soğuk geçerdi. Tezek bulmakta
güçlük çekiyordum. Fiyatlar almış başını gidiyordu. Bekçi Hasan’la aylık otuz
liraya anlaştım. Sabah akşam olmak üzere, günde iki kez sobamı yakacaktı.
Böylece hem tezek aramak derdinden hem de soba yakıp kül boşaltmaktan kurtulmuş
olacaktım. 1971’in Martında böyle bir durumdaydım.
Tarih 15 Mart, Bekçi Hasan o sabah erken geldi, kapıyı açtı
girdi. Anahtarın biri onda dururdu. Sobanın küllerini boşalttı, sonra da tezek
doldurmağa başladı. Henüz yatağın içindeyim. Dış kapı açıldı, Şaşı Ferzande
içeriye girdi. Köyün adamlarından biriydi. Daha önce aramızda herhangi bir
olumsuz olay geçmemişti ama bir dostluğumuz da yoktu. Benden en az 15 yaş büyüktü.
Belki bir iki kez selamlaşmışlığımız olmuştur. Girdi, yatağımın yanına kadar geldi,
sonra sobanın yanına döndü. Bekçi tezekleri tutuştururken o, ıslık çalarak
odamın içinde ileri geri dolaşmaya başladı. Kirli şapkasının siperliğini
üzerine indirdiği gözleri görünmüyordu. Dikkatle izliyor davranışına bir anlam
vermeğe çalışıyordum. Hafızamı yokladım, hiçbir bağ kuramadım. Soru işaretleri
kafamın içinde yer değiştirmeye başladı. Adam ise evin içinde ıslık çalarak tur
atmaya devam ediyordu. Bir anlam vermek için düşünüyor fakat hiçbir şey aklıma gelmiyordu.
Birisinin evine girip bu şekilde hareket etmek hayra yorulacak iş değildi. Ne
olursa olsun, daha fazla ileri gitmesine izin vermemeliydim;
“Ferzande” dedim. “Bu hareketin dostça değil. Ne yapmak
istediğini söyle.”
“Burası devletin evi, kendi evin mi sanıyorsun” dedi,
dudaklarını kıvırarak.
Yatağımdan bir ok gibi fırladım, yakalamak istedim, atik
davrandı kaçtı. Yinede dış kapıya kadar kovaladım. Pijamalar içinde peşinden
koşmayı uygun bulmadım. Zaten dışarıda bir metre kar vardı ve hava soğuktu.
Geriye döndüm, bekçi olup bitenleri izledi ve ne diyeceğini bilemedi.
“Neden böyle yaptı?” diye sordum.
“Vallahi bilmiyorum hoca.”
“Daha önce köy içinde duyduklarınla yan yana getir bakalım.
Kimin adına hareket ediyor olabilir.”
“Vallah bilmiyorum.”
Bekçinin bu yeminli ve olumsuzluk içeren sözlerinden
hoşlanmadım. Elbiselerimin yanına gittim. Gömleğimi giyinmeğe hazırlanıyordum,
Bekçi Hasan, kül kovasını alıp çıktı. Dışarı çıkınca köze basmış gibi bağırdı!
“Hoca! Ferzande’nin elinde silah var kendini koru!”
Don gömlek içinde, hızla kapının arkasına geçtim. Kapı biraz
aralıktı, önce silahlı elini içeriye uzattı. O anda kapıya dayandım. Elini kapı
ile pervazı arasına sıkıştırdım. Can havli ile dayanıyor, kapıya payanda olmaya
çalışıyordum. Her iki taraftan itilen kapı ne tarafa gideceğine karar
veremiyordu. Baskın geldiğimi sanıyordum ve bana göre, zamanın donduğu anı
yaşıyordum.
“Elim sıkıştı” diye bağırmaya başladı adam. Eli odanın
içinde kendisi koridordaydı. Becerebilsem, daha doğrusu adamı vurmayı göze
alabilsem, silahını alıp onu vurabilirdim. Ama aklıma hiçte öyle bir şey
gelmedi. Bekçi Hasan olup bitenleri dışarıdan izliyor ne yapacağına bir türlü
karar veremiyordu. Neden sonra;
“Bırak onu hoca bir şey yapamaz, ben buradayım!” diyebildi.
Tehlikede olan bendim, bekçi Hasan silahlı adamı ikaz etmesi
gerekirken çözümü bende aradı. Söylemek istediği belki de o değildi diye
düşündüm. Adamın kolu, kapı ile pervazı arasında sıkışık vaziyette bir zaman
daha geçti. Elinin morardığını fark ettim. Bu kez Ferzande bekçiye yalvarmaya
başladı;
“Kolum kopacak Hasan, söyle ona da bıraksın, vallahi
vurmayacağım!”
Konuşulanları duyuyor, şaşkınlığımı bir türlü atamıyor ne
yapacağıma da karar veremiyordum. İnsan ölümle burun buruna geldiğinde yapacak
çok az şey kalıyor galiba. Kendimi toparlamaya çalışarak bekçiye seslendim, ne
dediğimin çok da farkında değildim; “Bırakırım ama eğer beni vurursa sorumluluk
senindir!”
Adamın eline baktım daha da morarmıştı. Tabanca hâlâ elinde
ve parmağı tetikteydi. Kapıyı hafiften araladım sonra da arkasından çekildim,
ateş edilebileceği ihtimalini düşündüm. Bir süre olduğum yerden ayrılmadım
bekledim. Kar üzerindeki ayak seslerini duydum. Gitmiş olmalıydı. Gözüm duvarda
asılı tüfeğime ilişti, koşup aldım, içine mermi sürdüm. Koşarak dış kapıya çıktım,
kimseyi göremedim. Tezekliğin arkasına saklanmışlardır diye hesabederek havaya
bir el ateş ettim. Sonra da geri dönüp, kapıyı kapattım.
Odam soğudu, üşüdüm, soba tutuştu ancak henüz ısı
yaymıyordu. Elbiselerimi giyinmeye başladım. Her tarafım tir tir titriyordu.
Güç bi hal giyindim, sonra sobanın yanına gidip oturdum. Tüfeğimi dizlerimin
üstüne koydum. Şaşkındım, ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Fırtına
dinmiş gibiydi ama ”neden?” sorusuna bir cevap bulamıyordum. Bekçi Hasan,
seslenerek kapıyı tıkladı.
“Gir!” dedim.
Girdi, sobanın yanına geldi dikildi. O da suskun ve
şaşkındı. Bir süre öylece kaldık. Sessizliği O bozdu; saydı döktü, küfretti
adama. Ferzande ile bekçinin akraba olduğunu biliyordum. Dikkatle yüzüne
baktım;
“İyi dinle beni, sana bir zarf vereceğim, ilköğretim
müdürüne götüreceksin. İçine, sana verdiğim saati dakikayı da yazacağım.
Oyalanma tez git, ver ve gel” dedim.
Masamın yanına
gittim, üzerinde zarf ve kâğıt vardı.
“Şikâyet etme hoca, özür dilesin, karakola düşerse
öldürürler onu. Oldum olası korkarım hükümetten.”
“Devlet memuruyum. Olup bitenleri devlet de bilmeli.”
Kararlı olduğumu anlayınca daha ileri gitmedi. Hazırladığım
zarfı verdim, çıktı gitti.
Mektupta İlköğretim müdürüne olayı anlattım. Savcılığa
müdürümün şikâyet etmesini istedim. Çünkü Savcı senebaşı eğitim toplantısına
gelmiş ve beni bir bakıma tehdit etmişti. O nedenle ilk karşılaşmamızı hiç unutmadım
ve onunla bir daha karşılaşmak istemiyordum.
Köy muhtarı, Ocak ayının ilk Cuma günü sarı bir zarf
tutuşturmuştu elime. Cumhuriyet savcılığından geliyordu. Açtım okudum; bir
konuda bilgime başvurulacağı, yazılıydı. “Savcı ile ne işim olabilir, hangi
bilgime başvurmak istiyor” diye düşünmeye başladım. Hiçbir şey hatırlayamadım.
Cumartesi sabahı ovada hafif bir sis ile beraber, kar yağışı
devam ediyordu. Hiçbir şeye, hatta kurtların saldırısına uğramaya bile
aldırmadan yürüdüm gittim. Şose yola kadar yürüyerek gittim. Orada denk gelirse
bir kamyon ile Eleşkirt’e gidecektim.
Eleşkirt’e varınca yüzüm ellerim soğuktan uyuşmuştu. Hiç
oyalanmadan Savcının bürosuna gittim. Kapıyı tıkladım, içeriden belli belirsiz
bir ses duydum, açtım girdim. Odanın sıcaklığı yüzümü acıttı sanki. Savcı masasında
oturmuş yakınında olan sobaya doğru ayaklarını uzatmıştı. Beni görünce kalktı,
gitti yerine oturdu.
Elimdeki zarfı uzattım;
“Beni istemişsiniz Efendim” dedim. Zarfı almadı.
“Zarf sende kalsın, soracaklarıma doğru cevap ver.”
Sorguya çekileceğim hiç aklıma gelmezdi.
“Elbette doğruyu söylerim, öğretmen olduğumu biliyorsunuz.”
“Müfettiş Müslim ile tanışıyor musun?”
“Evet.”
“Çok para harcadığını izliyoruz. Bu paralar nereden geliyor
sence?”
Böyle bir şey aklımın ucundan geçmezdi. Bir hafta önce
evine, yemeğe davet etmişti beni. Yemekte tarhana çorbası, makarna ve yoğurt
vardı. Üç ve beş yaşlarında iki çocuğu vardı. Çocukların elbiselerinin, eski
olduğu dikkatimi çekmişti. Alçak gönüllü, neredeyse izinsiz konuşmayan hanımı
geldi gözümün önüne. Yatılı bölge okulu lojmanlarında kalıyorlardı. Çok para
harcamakla suçlanan müfettiş, gerçekte kıt kanaat geçinen bir insandı. Savcı benden
bir cevap bekliyordu;
“Cevap versene” diye ikaz etti.
“Bu saçma bir soru” dedim.
“Burada ben istediğimi sorarım” dedi.
İşin çığırından çıkmakta olduğunu sezdim.
“Sözünü ettiğiniz adam lojmanda oturuyor. Araştırmak için
beni çağırmanız gerekmezdi” dedim.
“Burada soruları ben sorarım” diyerek ikinci kez ikaz etti.
“sorduklarıma cevap ver.”
Zaten odanın sıcaklığına çarpılmıştım, şimdi de bu adam
çarpacak diye geçti aklımdan.
“Bakın Beyefendi, Odanızın kapısında Cumhuriyet Savcısı
yazıyor. Ben de Cumhuriyetin hem öğretmeni hem de askeriyim. Yani er öğretmenim
ve iki kez, devletin adamıyım. Bana böyle sorular soramazsın, suçum varsa
tutuklarsın.”
O anda çok sinirlenmiştim ve birisi dokunsa güm diye
patlayabilirdim. Odada iki kişiydik ve Savcı gözüme çok çirkin görünmeye
başladı. Demek ki ben de aynı görüntüyü vermişim ona;
“Seninle tekrar karşılaşacağız, şimdi gidebilirsin” dedi.
Kapıyı açtım, hiç bir şey söylemeden çıktım gittim.
İşte şimdi yüzünü bile görmek istediğim o savcıya gerçekten
işim düştü,.
Kapı çalındı, tüfeğim elimdeydi;
“Kim o?” diye bağırdım.
“Latif, ben latif” dedi dışarıdaki. Gittim kapıyı açtım göz
göze geldik. Latif, bitişik sağlık evinde oturan ebe’nin babasıydı. Kızının
yanında kalıyordu.
“Neler oluyor hocam?” diye sordu. Olup bitenleri kısaca
anlattım. O da ne diyeceğini bilemedi. Bir süre sustuk. Sonra tahta iskemleleri
çekip sobaya yakın oturduk. Dikkatle beni izliyordu. Sessizlik ikimizi de
rahatsız eder hale geldi. Birimizin bir şey konuşması gerekiyordu. O da onu hissetmiş
olmalı ki;
“Bizim Kars’ta bir olay olmuştu” dedi.
Konuşmaya başlayınca elimdeki tüfeği yere uzattım, sanki
içimde bir balon vardı ve havası inmeye başlamıştı.
“İki aile arasında kan davası vardı. Her iki taraf da belalı
adamlardı. Birbirleriyle karşılaşmamaya özen gösterirlerdi. Kadere bak ki yol
üzerinde bir çeşme başında istemeyerek karşılaştılar. Biri oturuyor, diğeri de
at üzerinde oraya doğru gidiyordu. Atın üstündeki hasmını fark eder etmez
silahını çekti. Öteki onu gördü, fakat iş işten geçmişti. Üstelik silahsızdı ve
kendini savunacak hiçbir şansı, kaçacak bir yeri yoktu. Ellerini yüzüne
kapattı, sırtını hasmına döndü. Adam ona arkadan ateş etmek istemedi, atın
üstünde olduğu halde etrafında dönmeğe başladı. Göğsünden ya da anlından vurmak
istiyordu. Atlı döndü, diğeri döndü, atlı döndü diğeri döndü. Bir türlü önden
nişan alamadı ona. Uzun bir can pazarından sonra atlı durdu;
“İyi dinle beni adam; bu kez seni öldürmeyeceğim, kendime
hasmını arkadan vurdu dedirtmem. Aha da gidiyorum ama bir gün yüz yüze
karşılaşırsak göğsünü kalbura çevireceğim, unutma!” dedi ve çekip gitti.
Demem o ki bizim oralarda adam öldürmenin de kendine göre
bir yiğitlik adabı var. Nasıl insan bu Ferzande, kim söylemiş ona, git
öğretmene silah çek, onu öldür. Bu cesareti kim verdi ona, köpeksiz köy bulmuş
değneksiz geziyor.”
Anlatılanı dinledim, cevap veremedim. Şaşkınlığımı bir türlü
üzerimden atamıyordum. Yeniden sessizlik başladı. Belki birkaç dakika öylece
kaldık. Ben sobaya Latif bana bakıyordu.
Kapı çalındı. İkimiz de ayağa kalktık. “Sen otur” anlamında
işaret etti bana. Gitti açtı, gelen bekçiydi. İçeri girer girmez;
“Yolumu kesti, gidersem beni vuracağını söyledi” dedi
ağlayarak.
Demek ki bu adam, beni öldürmeden rahat durmayacak diye
düşündüm. Latif ile göz göze geldik. Sorun benimdi ve çözüm de bende olmalıydı.
Bekçiye dedim ki;
“Bu adama teslim olmak da onu öldürmek de bana yakışmaz,
hadi bakalım birlikte gidelim.”
Tüfeğimi tekrar elime aldım.
“Yanına mermi almayı unutma, ihtiyacın olabilir” dedi Latif.
Bekçi, gitmeyelim diye ısrar etmeye başladı. Paltomu giydim,
kapıdan çıktım. Kararlılığımı gördü;
“Yalnız gitmesin yetiş ona, başına bir hal gelirse sen de
sorumlu olursun” dedi Latif.
Batı taraftaki ters yoldan yürüdüm. Bekçi de arkamdan geliyordu.
Kardan önce yol vardı oralarda, şimdi göz kararı ile gitmem
gerekecek. Sabah soğuğu olabildiğince etkiliydi, üstüne üstlük sis vardı. Bazı
yerlerde kar bel hizasına kadar geliyor, bata çıka gidiyorduk. Tüfeğimin demir
kısmı soğuktan elime yapıştı. Diğer elimle ahşap kısmından tuttum yapışan elimi
sertçe çektim. Avucum ateşe değmiş gibi yandı.
Bir kurt sürüsüne denk gelmemek için içimden dua ettim.
Köyden epeyce uzaklaşmıştık.
“Birisi koşarak bize doğru geliyor” dedi bekçi.
Geriye döndüm, sis arasından bir adamın siluetini fark
ettim. Durduk bekledik, elim tetikteydi. Yaklaştı adam;
“Ferzande’nin babası” dedi bekçi.
Biraz daha bekledik, gelenin elinde sadece değnek olduğunu
gördüm, yine de dikkatli olmak gerekir diye hesap ettim. Adam geldi, yetmişli
yaşlarında bir ihtiyardı. Şikâyete gitmeyin demek için koşmuş bunca yolu.
Türkçeyi iyi konuşamıyordu, üstelik kekemeydi. Derdini anlatırken bütün
sözcükleri birbirine karıştırdı.
“Ne diyor?” diye sordum Bekçiye.
“Oğlu Karakola düşerse öldürürler onu. Kulunuz köleniz olayım.”
diye yalvarıyor.
Adamın konuşmalarından sıkıldım;
“Bak efendi, şu anda çok üzgünüm, gidelim. Seni sıkıntıya
sokmam. Şu anda sağlıklı düşünecek durumda değilim” dedim. Orada karların
içinde, adamı ikna etmek epey zamanımı aldı. Geri dönerken ağladı, oğluna
lanetler okudu.
Sabah çayını içemeden yola çıkmışım. Aç karnına soğuk havaya
direnmeye çalışıyordum. Çabuk yürürsem ısınabilirim, düşüncesiyle adımlarımı
sıklaştırdım.
Yol üzerinde bir köy vardı, oradan tek atlı bir kızak
kiraladım. Kızağın sahibi öne, bekçi teknenin ortasına bende kızağın arka
kısmına ama yüzüm geriye dönük olarak oturdum. Bu araçla şose yola kadar
gidecek orada araba bekleyecektim.
Kızağa oturunca daha üşüdüm. Atın nefesi, soba bacasından
çıkan dumanlar gibi yükseliyor kokusu bana kadar geliyordu. Birazdan sis
çekildi, görüş mesafemiz açıldı, bu bana güven vermeye başladı.
Uzaktan atlı bir adam bize yetişmeye çalışıyordu. El kol
hareketleriyle bir şeyler anlatıyor ama sesi henüz duyulacak mesafede değildi.
Kızağı çeken atın boynundaki ziller sesinin duyulmasını engelliyor. Atlıyı
gördüğümü, yol arkadaşlarıma söylemedim. Bir an önce araba yoluna ulaşmak
istiyordum. Tüfeğim bana garip bir güven duygusu veriyordu. İşler çığırından
çıkacak gibi gözüküyordu. Gerektiğinde silahımı kullanmakta tereddüt etmem diye
söylendim içimden.
Atlı iyice yaklaştı yol arkadaşlarım sesini duydu;
“Maho bunlar Ferzande’yi şikâyet edecekler, götürme onları”
adam Kürtçe söyledi ama anladım;
“Kızakçı!” dedim sesimi yükselterek; “şoseye az kaldı
buradan yürüyerek de gidebilirim. Beni burada bırakırsan sana beş para vermem.
Bu gelen beni geri döndürmek istiyorsa boşa uğraşmasın. İkimizden birinin,
ölüsü ancak geri döner.”
İkirciklendi adam, durdu. Arkadan gelen yetişti.
Kararlılığımı gördüler. Geleni ikna etmek kolay olmadı.
Nihayet şosenin kenarında kızaktan indim, kızakçının
parasını ödedim.
“Yeter mi Maho” dedim.
“Çoktur hoca, paran yoksa sonra verirsin.”
Cevap vermeden, asfalt boyunca yürümeğe başladım. Nefesimin
oluşturduğu buz sarkıtları bıyıklarımdan aşağı bir sarkaç gibi sallanıyordu.
İkisini çekip kopardım. Bıyıklarım da beraber koptu. Üst dudağım kanadı.
Eleşkirt’e vardığım zaman saat on bire geliyordu. İlköğretim
müdürüne uğradım, olup biteni anlattım. Müdür savcıya gitmemi önerdi. Bunu ben
de biliyordum. Savcı ile yüzleşmek istemiyordum. İşte şimdi Savcının işaret
ettiği o an geldi, diye düşündüm. “Kadere bak” diye söylendim; istemeyerekte
olsa ondan adalet isteyecektim. Su ve ekmekten sonra hayatın en kıymetli
şeyini, olmazsa olmazını isteyecektim. Odası, giriş katındaydı. Merdivenlerden
indim. Kapısını çekinerek çaldım, içerden ses gelmedi, yinede açtım. Odanın
sıcaklığı, daha önce gittiğimde olduğu gibi fevkaladeydi. Ceketini çıkarmış
masasının üzerine açtığı bir dergiye bakıyordu. Beni görünce;
“Sen öğretmendin, değil mi?” diye sordu.
“Evet efendim.”
“Bir sorunun mu var?”
Olup bitenleri anlattım, dinledi. Başkaca soru sormadı;
“Memurlar kahvesinde otur bekle” dedi. “Seni ararsam orada
bulayım.”
Sanki “işte düştün elime” der gibi geldi bana. Kim bilir belki
de ben öyle hissettim. Başımı eğerek selam verdim, kapıyı açıp çıktım. Dışarıda
parlak bir kar beyazlığı ile soğuk hava umutsuzluk yansıtıyordu sanki. Çatılardan
buz sarkıtları yerlere kadar uzanıyordu. Cadde boyunca tek tük insanlar acele
ile yürüyordu.
Hava kararmaya başlamıştı, memurlar kahvesi penceresinin
önünden hiç ayrılmadım. Ferzande elleri önünde, kelepçeli olarak iki jandarma
tarafından adliyeye götürüldüğünü gördüm. Askerler arasında yürüyor babası da
arkadan gidiyordu. Köylümü şikâyet ettiğim için kendimden utandım. Camın önünde
öylece gözüm hükümet konağının kapısına takıldı kaldı.
Savcının çağıracağını boş yere bekledim. Ne aradı ne de sordu.
Yarım saat sonra Ferzande serbest bırakıldı, hükümet
konağının kapısından neşe içinde çıkarken gördüm onu. Bu kez sadece babası ile
birlikte yan yana yürüyordu. Camın önünden ayrıldım, sobaya yakın bir masaya
iliştim. Üşüdüğümü hissettim, sonra da bu üşümenin açlıktan olabileceği geldi
aklıma. Bir çay istedim.
Ferzande’yi salıveren, müfettişim hakkında çirkin bir
araştırma başlatan adamdan daha başka ne bekleyebilirdim. Tekrar karşılaşmayı
istememiş miydi? Kazandı işte.
“Hayır hayır…” dedi içimden bir ses, “Adamın günahını
almamalısın, yanlış düşünüyorsun. Cinayet işlenmediği için böyle bir karar
vermiştir. Hukuku ondan daha iyi bilemezsin.”
O güne kadar mahkemelere işim düşmemiş ve yargının nasıl
işlediği konusunda bir fikrim yoktu. O bakımdan çayımı içerken savcıdan yana olmuşum.
Sonra da;
“ee... şimdi halim ne olacak?” diye kendime bir soru sordum.
Köye gidecek olsam, adam bana karşı Ali kıran baş kesen olabilir. Hem
öğrencilerim hem köylülerim karşısında on paralık itibarımın kalmayacağını
hesap ettim.
O gece Musa’nın otelinde kaldım. Otel ve kahve iç içe idi.
Odalar her zamanki gibi rutubet ve tütün kokuyordu. Soğuk yatağa girdim ama
uyuyamadım. Düştüğüm bu durumdan nasıl çıkabileceğimin hesabını yapmaya
başladım. Savcı görevini yapmış, kenara çekilmişti. Kaymakamın yetkisi yok
muydu acaba? Evet, bu işi Kaymakam ile çözmeliydim. O Eleşkirt’in amiriydi.
Sabah erken kalktım. Gece geç vakitlerde kararımı vermiştim,
derdimi bir de kaymakama anlatacaktım. O mutlaka bir çözüm burdu.
Hükümet konağının koridorları soğuktu ve Kaymakam henüz
gelmemişti. Üşümemek için koridor boyunca bir ileri bir geri yürümeğe başladım.
Neden sonra Kaymakam geldi, Onu görünce güler yüzle selam verdim. Daha çok
yüzünden ve boynundan şişman, orta boylu, göbekli bir adamdı.
“Bu saatte okulunda olman gerekmez miydi?” diye sordu.
“Sizinle görüşmek istiyorum efendim.”
“Dinliyorum!” diyerek ciddi bir tavır takındı.
“Olanları biliyor olmalısınız efendim. Dün evimde silahlı
saldırıya uğradım. Savcı saldırganı salıverdi. Kendimi kimsesiz hissetmeğe
başladım. O bakımdan size müracaat etmeyi uygun buldum.”
“Ben ne yapabilirim, köyüne git. Devletin memuruna kimse bir
şey yapamaz.”
Böyle bir ifade beklemiyordum, konuşacak söz bırakmadı bana.
Ne diyeceğime karar vermekte zorlandım. Durumumu belli etmemeğe çalıştıysam da
pek beceremedim geceden düşündüklerim ağzımdan dökülmeye başladı, iş çığırından
çıktı;
“Size iki alternatif öneriyorum efendim; ben er öğretmenim.
Ya beni kışlama geri gönderirsiniz ya da başka bir köye atarsınız.”
“Böyle konuşamazsın, senden fikir mi alacağım, okuluna git! Devletin
memuruna kimse bir şey yapamaz. Arkanda devlet var” diye bağırınca, konu ile
ilgili her şeyi bildiğini düşündüm. İki sinirli adamın biri birini anlaması
zorlaştı.
“Evet ama dünden bu yana devleti arıyorum, bir türlü
bulamıyorum. Siz her şeyi benden daha iyi biliyorsunuz! Cinayete teşebbüs
etmek, öğretmenlere karşı olursa suç sayılmaz mı kaymakam bey?” dedim
bağırarak. Artık akıl ile konuşmuyor duygularım ne diyorsa ona göre hareket
ediyordum.
“Ben savcı değilim.”
O başka ben başka telden konuşuyorduk.
“Sizden haber alana kadar burada, Eleşkirt’te bekleyeceğim!
Ne düşündüğümü söyledim. Bundan sonra olabilecek olayların, olası gelişmelerin
sorumlusu sizsiniz.”
Dedim ve baş hareketiyle selam verdim, çıkıyordum ki;
“Dur bakalım ben sana çık demedim!”
Dinlemedim, kapıyı dışarıdan usulca kapattım. Aslında daha
sakin olmayı planlamıştım, başaramadım. Artık herkesten kuşkulanmaya başladım.
Kim dost, kim düşman seçemez hale geldim.
Köye dönmedim, Eleşkirt’te kalıyor otel ile memurlar kahvesi
arasında gidip geliyordum. Diğer öğretmenler de hikâyemi duydu. Üzülenler de
oldu, devrimci mücadele omuzlarımızda yükselecek diyenlerde. Hiç gereği yokken
tanımadığım insanlar sahip çıkmaya başladı bana.
Müfettiş Müslim ile karşılaştım; hatır sordum, kaymakam ile konuştuklarımı
anlattım.
“Sen çılgın bir adamsın. Benim hakkımda savcılığa ifade
vermişsin ve bana söylemedin” dedi.
“Üzülmeni istemedim hocam. Ama iyi savundum seni, inan bana.
Sahi Rusya’dan gelen paraları ne yaptın?” dedim gülümseyerek.
“Öylemi sordu sana?”
“Seni sorguya almadı mı, Rusya’dan aldığın paraları ne
yaptın diye sormadı mı?”
Müfettişin yüz rengi değişti;
“Hayır, bana sadece bazı öğretmenler hakkında sorular
sordu.”
“Ona yakışan, insanların birbirlerini suçlamak mı olmalıydı?
Bu adam Abdülhamit’in kadısı sanki…
“...?”
“Boş ver o tarafını şimdi bana ne öneriyorsun hocam, başım
belâda biliyorsun.”
“Olanlara çok üzüldüm.”
“Bana kalırsa görevimi yapıyordum. Acaba işim gereği
birilerinin nasırına mı basmışım.”
“Gençsin, tecrübesizsin, sanıyorsun ki öğretmen olduğun için
herkes seni anlayacak, öyle mi?”
“Tecrübe kazanıyorum hocam. Kötülere boyun eğmeyeceğim.”
Dikkatle yüzüme baktı elini uzattı, tuttum;
“Kendine dikkat et. Ağrı Milli Eğitim müdür yardımcısı
arkadaşımdır. Ona git, selamımı söyle. İyi bir insandır. Anlat ona, başına
gelenleri, bilsin.”
“Derdimi başkalarına anlattığımı Kaymakam öğrenirse ne
olur?”
“Bir şey olmaz, git konuş. Kaymakam’la aranızda geçen
konuşmaları da bilsin. Ne kadar çok insana derdini anlatırsan o kadar iyi
olur.”
Arada bir, kaymakamın görebileceği yerlerde dolaşıyordum,
fakat hiçbir faydası olmuyordu. Köyüme dönmediğimi biliyor bir şey de
söylemiyordu. Bir akşam ilköğretim müdürü ile karşılaştım, hal hatır
sorulduktan sonra;
“Bu böyle olmaz köyüne dönmelisin, aksi halde ceza alırsın,
yazık olur sana. Hem burada otelde kalmak pahalıya mal olmuyor mu?” dedi.
“Ölümden daha ağır ceza mı olur müdürüm?” dedim.
“Seni sevdiğim, düşündüğüm için söyledim, sen bilirsin.”
Ne Savcıya ne Kaymakama ne de Müdüre güvenmiyordum artık.
Ruh sağlığımın bozulduğunu fark ediyor, verdiğim karardan daha isabetli bir yol
bulamıyordum. Sorunumun kaymakam tarafından çözülmesi gerektiğine inanıyordum.
Günler geçmek bilmiyordu. Ağrı’ya Milli Eğitim müdür
yardımcısı, Müslim beyin arkadaşına gittim. Müfettişin adını duyunca ilgi
gösterdi, dostça karşıladı. Olup bitenleri anlattım.
“Bu anlattıkların bize de iletildi. Konuyu vali bey’e
aktardık. Vali de kaymakamla aynı görüşte, Devletin memuruna, öğretmenine kimse
bir şey yapamaz, köyüne dönsün, diyor.”
“Bu kararı çok saçma buluyorum hocam. Sizden bir dileğim
yok. Sadece olayları bilmenizi istiyorum. Sonucun ne olacağı da belli değil. Ön
bilginiz olsun istedim, gelecek günlerde neler olacağı bilinmez.”
“Anlıyorum, direncini kaybetme ortalarda da çok dolaşma,
diyeceğim bu” dedi ayrılırken.
Köyümden ayrıldığımın üzerinden on beş gün geçmişti. Sinir
savaşımı devam ediyordu, sonucun ne olacağı konusunda endişeler içindeydim.
Öldürülürsem, savcının katilimi koruyacağı gibi bir vehim içindeydim. Aslında
Öldürülmekten korkmuyor, Devletin adamlarının yaptıklarından kahroluyordum.
Gündüzleri kahvede gazete okuyor, çay içiyordum. Orada oturduğumu kaymakam da
müdür de biliyordu.
Martın son günüydü, bir Nisanda durumum belli olmaz ise
askerlik şubesine müracaat etmeye karar verdim. Düşündüğüm gibi olmadı,
ilköğretim müdürü o akşam kahveye geldi. Kapıdan girince beni gördü, üşümüş bir
hali vardı. Selam verdi, bir sandalye çekerek yanıma yaklaştı, oturdu. Olayın
başladığı günden beri aramız serindi. Daha doğrusu bana öyle geliyordu.
Öğretmenine yeteri kadar sahip çıkmadığını düşünüyordum. Doğrudan konuya girdi;
“Seni merkeze yakın Sürmeli köyüne tayin ettik. Yarın git
başla. Oradaki öğretmenler iyi insanlardır, hem de o köylüdürler. Yeni yerin
hayırlı olsun.”
Ne diyeceğimi bilemedim, kısa bir şaşkınlıktan sonra
toparlandım;
“Süleyman Bey, amacım sorun çıkarmak değildi, bunu sizde
biliyor olmalısınız. Öğretmenlerin başına bir hal geldiğinde, üstelik haklı
oldukları zaman bile devletin diğer adamları da onlara karşı tavır alırsa ne
yapmaları, nasıl davranmaları gerekir? Adam öldürmeğe teşebbüs, suç sayılmaz
mı? Böyle adalet olur mu? İstediğim kitabı bile okuyamıyorum. Biliyorsun evimi
bastılar kitaplarımı aldılar. Şimdi de ikinci dönemin sonuna geldik, tayinimin
çıktığını söylüyorsunu. Olacak iş mi? Doğru bir iş mi? Bu beyler adaletli
davranmış olsaydı bu durumlara düşer miydik? Ders yılının sonuna geldik, bir
yıldır emek verdiğim öğrencilerim ortada kaldı. Olacak şey mi bu? Sene başındaki
toplantıdan bu tarafa savcı bazı arkadaşları rahatsız ediyor. Eleşkirtli
öğretmenler, doğu kültür ocaklarını kurmaya çalışıyorlar. Bunu biliyor
olmalısınız. Birbirimize kıyalım mı, çatışalım mı? Orta yol yok mu? Bu durumu
tetikleyenler göz yumanlar devleti aciz duruma düşürmüyor mu?”
Sinirlerim boşaldı sanki aklıma geleni gelmeyeni saydım
döktüm. Süleyman Bey sağa sola bakınmaya başladı. Duyan birileri var mı diye
tedirgin olduğu her halinden belliydi.
“Devletin Adamları öğretmenlere destek olmuyor. Yinede
köylünün aydınlanmasını, öğretmenden bekliyorlar, bu nasıl bir çelişkidir
hocam.”
Ben konuştukça, İlköğretim müdürü paltosuna daha da sıkı
sarıldı. Dinliyordu fakat yüzüme bakamıyordu. Söz arasına girmek istemedi
sanırım, bir an önce bitirmemi beklediği her halinden anlaşılıyordu.
“Ben bu kadarını görebiliyorsam siz daha çok şey biliyor ve
görüyor olmalısınız. Adalet olmayan yerde yaşamak zorlaşır. Beni öldürmek
isteyen adam o akşam salıverildi. Sizce öcümü tek başıma almam için bana şans
mı tanındı? Böylece beni bitirmek mi istediler?”
Aklıma gelenleri
saydım döktüm o hep dinledi. Kalkmadan önce;
“Seni anlıyorum ama emekliliğime az kaldı, sorun yaşamak
istemiyorum. Bu tür sorunlarla ancak gençler uğraşabilir. Sana katılıyorum ama
benimle konuştuklarını kimseye söyleme lütfen. Yarın sabah yeni okuluna git
görevine başla.” dedi.
Yerinden kalktı sandalyesini masanın altına sürdü. İyi
akşamlar dilemek bile gelmedi aklına, yürüdü gitti.
________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder