Muzik

16 Nisan 2016 Cumartesi

DEVLETİN ADAMLARI

Adalet Partisi tek başına iktidara gelince; Başbakan Demirel 1961 anayasasının getirdiği temel hak ve özgürlüklerin Türkiye için lüks olduğunu söylemeğe başladı.  O yıllarda çok da dikkat çekmeyen önemli bir şey daha oldu. ABD Başkanı John.F. Kennedy 1961 yılında ‘Barış Gönüllüleri’ adı altında bir programı yürürlüğe koydu. Buna göre; özel olarak seçilen gönüllüler gittikleri ülkelerin insanlarına Amerikalıları tanıtacaklar, Amerikalıların da o ülke insanlarını tanımaları için çaba harcayacaklardı.

Bize gelen barış gönüllüleri, diledikleri köylere yerleştiler. Oralarda Türk konukseverliğinin sağladığı olanaklar ile evlere kadar girdiler. 1965 yılında ortaokul ve liselerde İngilizce dersi vermeğe bile başladılar. Kültürel sosyal ve etnik yapımızı fotoğrafladılar, bir bakıma ülkemizin röntgen’ini çekmeğe başladılar.

Adalet Partisi 1969 seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak, ikici kez iktidar oldu. Demokrat parti kökenli Milletvekilleri, 27 Mayıs ihtilalinde ceza alanların af edilmesini istiyordu. Gerçekte bunu Başbakan Demirel de istiyordu ama sorunun çözümü o kadar da kolay değildi. İsteklerine yanıt alamayan milletvekilleri partiden ayrıldı. İstifalar iktidarın parlamentodaki sandalye sayısını azalttı. Partide iç huzursuzluklar başladı.

Benzer bir huzursuzluk da ordunun içinde yaşanıyordu. Bir kısım subaylar “milli devrimci bir stratejisi” geliştirmek isterken, diğer bir kısmı da “sol” bir arayış içindeydi.

Üniversite, sendika, sivil toplum kuruluşları da genel bir umutsuzluk içinde ve sorunların çözümü için yasaların elverdiği ölçüde, hükümete karşı mücadele veriyorlardı.

Ben 1971 yılında Eleşkirt’in bir köyünde er öğretmen olarak çalışıyordum. Oraya tayin olmadan önce, Türkiye Öğretmenler sendikasının Yüksekova şube başkanıydım. Bu haber, Eleşkit’e benden önce ulaştı.

Gazete almak olanağım yoktu, köyüm kasabaya epey uzaktı. Radyo haberleri ile yetinirdim. Ülkede genel durum sıkıcı bir hal almıştı. Şubat ayında Jandarmalar evimi bastı. Erzurum’dan birkaç kitap almıştım, onları alıp götürdüler. Giderken de ikaz etmeyi unutmadılar; “Ders kitabı dışında kitap bulundurmayacaksın” dediler. Bu durum beni derinden sarstı. Ortamı daha bir dikkatle izlemeğe başlamıştım. İstanbul ve Ankara’da öğrenci olayları dinmek bilmiyordu. Üniversite hocalarının evleri bombalanıyor, sorumlu olarak da yine üniversite gençliği gösteriliyordu. Hükümet, sorunların çözümünde yetersiz kalıyor, polis ve jandarma öğrencilere çok sert davranıyordu.

Sınıfımda çalışırken bile güvenlik kaygılarım vardı. Yirmi bir yaşında, heyecanlı ama idealist bir kişiliğim vardı. Gözümü daldan budaktan esirgemezdim, ancak bir gece evimden çıkarılıp kapının önünde kurşunlara hedef olmayı da kendime yediremiyordum; kaygılarım vardı.

Köyün imamı bir tarikatın şeyhiydi. Hem devletten maaş alıyor hem de köylüden zekat olarak ekin topluyordu. Gerektiğinde para da toplardı. İşte o adamı şeyhini ve tarikatını eleştirmekten geri kalmıyordum. Köylülerden hiç kimse “Neden eleştiriyorsun?” diye sormazdı. Tarikatın adamları da de bu tutumum için doğrudan hiçbir şey demezdi.

Hem devletin adamları hem de tarikatçılarla sorunlarım vardı. Bir gün mutlaka birileri ile hesaplaşmam gerekeceğini göz ardı etmiyordum. Kuşkum, bu karşılaşmanın mertçe olup olamayacağından kaynaklanıyordu. Bu endişe ile karne tatili dönüşü, ucuz bir av tüfeği satın almıştım.

On iki Mart 1971 günü Erzurum radyosundan saat öğlen haberlerini dinledim. Komutanların bildirisi okunuyordu. Nefesimi tuttum, radyonun sesini biraz daha açtım dikkatle dinlemeye başladım. Askerler Hükümeti ikaz ediyordu. Aslında durumu tam olarak kavrayamadım, ancak bu iş hoşuma gitmişti. Bana kalırsa da işler yolunda gitmiyordu. Evimi basıp kitaplarımı almışlardı. Köylülere maskara olmuştum. “Devletin adamlarının” adalet üzere olmayan işlerle uğraştıklarını düşünüyordum. Jandarma kitaplarıma el koymuş, savcıdan da tehdit almıştım.

Paşalar o anda idareyi ele almadılar ama alabileceklerini söylediler. “O zaman bu bildiri ne anlama geliyor?” diye, düşündüysem de bir mana veremedim. Radyoyu kapattım sınıfa gittim. Aklım o bildiriye takılı kaldı. Akşam haberlerinde Demirel hükümetinin istifa ettiğinin haberi verildi.
          
O sene kış olanca şiddetiyle sürüp gidiyordu. Mart ayı her yerde soğuk geçer ama Eleşkirt ovasında daha da soğuk geçerdi. Tezek bulmakta güçlük çekiyordum. Fiyatlar almış başını gidiyordu. Bekçi Hasan’la aylık otuz liraya anlaştım. Sabah akşam olmak üzere, günde iki kez sobamı yakacaktı. Böylece hem tezek aramak derdinden hem de soba yakıp kül boşaltmaktan kurtulmuş olacaktım. 1971’in Martında böyle bir durumdaydım.

Tarih 15 Mart, Bekçi Hasan o sabah erken geldi, kapıyı açtı girdi. Anahtarın biri onda dururdu. Sobanın küllerini boşalttı, sonra da tezek doldurmağa başladı. Henüz yatağın içindeyim. Dış kapı açıldı, Şaşı Ferzande içeriye girdi. Köyün adamlarından biriydi. Daha önce aramızda herhangi bir olumsuz olay geçmemişti ama bir dostluğumuz da yoktu. Benden en az 15 yaş büyüktü. Belki bir iki kez selamlaşmışlığımız olmuştur. Girdi, yatağımın yanına kadar geldi, sonra sobanın yanına döndü. Bekçi tezekleri tutuştururken o, ıslık çalarak odamın içinde ileri geri dolaşmaya başladı. Kirli şapkasının siperliğini üzerine indirdiği gözleri görünmüyordu. Dikkatle izliyor davranışına bir anlam vermeğe çalışıyordum. Hafızamı yokladım, hiçbir bağ kuramadım. Soru işaretleri kafamın içinde yer değiştirmeye başladı. Adam ise evin içinde ıslık çalarak tur atmaya devam ediyordu. Bir anlam vermek için düşünüyor fakat hiçbir şey aklıma gelmiyordu. Birisinin evine girip bu şekilde hareket etmek hayra yorulacak iş değildi. Ne olursa olsun, daha fazla ileri gitmesine izin vermemeliydim;

“Ferzande” dedim. “Bu hareketin dostça değil. Ne yapmak istediğini söyle.”
“Burası devletin evi, kendi evin mi sanıyorsun” dedi, dudaklarını kıvırarak.
Yatağımdan bir ok gibi fırladım, yakalamak istedim, atik davrandı kaçtı. Yinede dış kapıya kadar kovaladım. Pijamalar içinde peşinden koşmayı uygun bulmadım. Zaten dışarıda bir metre kar vardı ve hava soğuktu. Geriye döndüm, bekçi olup bitenleri izledi ve ne diyeceğini bilemedi.

“Neden böyle yaptı?” diye sordum.
“Vallahi bilmiyorum hoca.”
“Daha önce köy içinde duyduklarınla yan yana getir bakalım. Kimin adına hareket ediyor olabilir.”
“Vallah bilmiyorum.”
Bekçinin bu yeminli ve olumsuzluk içeren sözlerinden hoşlanmadım. Elbiselerimin yanına gittim. Gömleğimi giyinmeğe hazırlanıyordum, Bekçi Hasan, kül kovasını alıp çıktı. Dışarı çıkınca köze basmış gibi bağırdı!
“Hoca! Ferzande’nin elinde silah var kendini koru!”

Don gömlek içinde, hızla kapının arkasına geçtim. Kapı biraz aralıktı, önce silahlı elini içeriye uzattı. O anda kapıya dayandım. Elini kapı ile pervazı arasına sıkıştırdım. Can havli ile dayanıyor, kapıya payanda olmaya çalışıyordum. Her iki taraftan itilen kapı ne tarafa gideceğine karar veremiyordu. Baskın geldiğimi sanıyordum ve bana göre, zamanın donduğu anı yaşıyordum.
“Elim sıkıştı” diye bağırmaya başladı adam. Eli odanın içinde kendisi koridordaydı. Becerebilsem, daha doğrusu adamı vurmayı göze alabilsem, silahını alıp onu vurabilirdim. Ama aklıma hiçte öyle bir şey gelmedi. Bekçi Hasan olup bitenleri dışarıdan izliyor ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Neden sonra;
“Bırak onu hoca bir şey yapamaz, ben buradayım!” diyebildi.

Tehlikede olan bendim, bekçi Hasan silahlı adamı ikaz etmesi gerekirken çözümü bende aradı. Söylemek istediği belki de o değildi diye düşündüm. Adamın kolu, kapı ile pervazı arasında sıkışık vaziyette bir zaman daha geçti. Elinin morardığını fark ettim. Bu kez Ferzande bekçiye yalvarmaya başladı;
“Kolum kopacak Hasan, söyle ona da bıraksın, vallahi vurmayacağım!”

Konuşulanları duyuyor, şaşkınlığımı bir türlü atamıyor ne yapacağıma da karar veremiyordum. İnsan ölümle burun buruna geldiğinde yapacak çok az şey kalıyor galiba. Kendimi toparlamaya çalışarak bekçiye seslendim, ne dediğimin çok da farkında değildim; “Bırakırım ama eğer beni vurursa sorumluluk senindir!”

Adamın eline baktım daha da morarmıştı. Tabanca hâlâ elinde ve parmağı tetikteydi. Kapıyı hafiften araladım sonra da arkasından çekildim, ateş edilebileceği ihtimalini düşündüm. Bir süre olduğum yerden ayrılmadım bekledim. Kar üzerindeki ayak seslerini duydum. Gitmiş olmalıydı. Gözüm duvarda asılı tüfeğime ilişti, koşup aldım, içine mermi sürdüm. Koşarak dış kapıya çıktım, kimseyi göremedim. Tezekliğin arkasına saklanmışlardır diye hesabederek havaya bir el ateş ettim. Sonra da geri dönüp, kapıyı kapattım.

Odam soğudu, üşüdüm, soba tutuştu ancak henüz ısı yaymıyordu. Elbiselerimi giyinmeye başladım. Her tarafım tir tir titriyordu. Güç bi hal giyindim, sonra sobanın yanına gidip oturdum. Tüfeğimi dizlerimin üstüne koydum. Şaşkındım, ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Fırtına dinmiş gibiydi ama ”neden?” sorusuna bir cevap bulamıyordum. Bekçi Hasan, seslenerek kapıyı tıkladı.
“Gir!” dedim.

Girdi, sobanın yanına geldi dikildi. O da suskun ve şaşkındı. Bir süre öylece kaldık. Sessizliği O bozdu; saydı döktü, küfretti adama. Ferzande ile bekçinin akraba olduğunu biliyordum. Dikkatle yüzüne baktım;
“İyi dinle beni, sana bir zarf vereceğim, ilköğretim müdürüne götüreceksin. İçine, sana verdiğim saati dakikayı da yazacağım. Oyalanma tez git, ver ve gel” dedim.

 Masamın yanına gittim, üzerinde zarf ve kâğıt vardı.
“Şikâyet etme hoca, özür dilesin, karakola düşerse öldürürler onu. Oldum olası korkarım hükümetten.”
“Devlet memuruyum. Olup bitenleri devlet de bilmeli.”
Kararlı olduğumu anlayınca daha ileri gitmedi. Hazırladığım zarfı verdim, çıktı gitti.

Mektupta İlköğretim müdürüne olayı anlattım. Savcılığa müdürümün şikâyet etmesini istedim. Çünkü Savcı senebaşı eğitim toplantısına gelmiş ve beni bir bakıma tehdit etmişti. O nedenle ilk karşılaşmamızı hiç unutmadım ve onunla bir daha karşılaşmak istemiyordum.

Köy muhtarı, Ocak ayının ilk Cuma günü sarı bir zarf tutuşturmuştu elime. Cumhuriyet savcılığından geliyordu. Açtım okudum; bir konuda bilgime başvurulacağı, yazılıydı. “Savcı ile ne işim olabilir, hangi bilgime başvurmak istiyor” diye düşünmeye başladım. Hiçbir şey hatırlayamadım.

Cumartesi sabahı ovada hafif bir sis ile beraber, kar yağışı devam ediyordu. Hiçbir şeye, hatta kurtların saldırısına uğramaya bile aldırmadan yürüdüm gittim. Şose yola kadar yürüyerek gittim. Orada denk gelirse bir kamyon ile Eleşkirt’e gidecektim.

Eleşkirt’e varınca yüzüm ellerim soğuktan uyuşmuştu. Hiç oyalanmadan Savcının bürosuna gittim. Kapıyı tıkladım, içeriden belli belirsiz bir ses duydum, açtım girdim. Odanın sıcaklığı yüzümü acıttı sanki. Savcı masasında oturmuş yakınında olan sobaya doğru ayaklarını uzatmıştı. Beni görünce kalktı, gitti yerine oturdu.

Elimdeki zarfı uzattım;
“Beni istemişsiniz Efendim” dedim. Zarfı almadı.
“Zarf sende kalsın, soracaklarıma doğru cevap ver.”
Sorguya çekileceğim hiç aklıma gelmezdi.
“Elbette doğruyu söylerim, öğretmen olduğumu biliyorsunuz.”
“Müfettiş Müslim ile tanışıyor musun?”
“Evet.”
“Çok para harcadığını izliyoruz. Bu paralar nereden geliyor sence?”

Böyle bir şey aklımın ucundan geçmezdi. Bir hafta önce evine, yemeğe davet etmişti beni. Yemekte tarhana çorbası, makarna ve yoğurt vardı. Üç ve beş yaşlarında iki çocuğu vardı. Çocukların elbiselerinin, eski olduğu dikkatimi çekmişti. Alçak gönüllü, neredeyse izinsiz konuşmayan hanımı geldi gözümün önüne. Yatılı bölge okulu lojmanlarında kalıyorlardı. Çok para harcamakla suçlanan müfettiş, gerçekte kıt kanaat geçinen bir insandı. Savcı benden bir cevap bekliyordu;
“Cevap versene” diye ikaz etti.
“Bu saçma bir soru” dedim.
“Burada ben istediğimi sorarım” dedi.
İşin çığırından çıkmakta olduğunu sezdim.
“Sözünü ettiğiniz adam lojmanda oturuyor. Araştırmak için beni çağırmanız gerekmezdi” dedim.
“Burada soruları ben sorarım” diyerek ikinci kez ikaz etti. “sorduklarıma cevap ver.”
Zaten odanın sıcaklığına çarpılmıştım, şimdi de bu adam çarpacak diye geçti aklımdan.
“Bakın Beyefendi, Odanızın kapısında Cumhuriyet Savcısı yazıyor. Ben de Cumhuriyetin hem öğretmeni hem de askeriyim. Yani er öğretmenim ve iki kez, devletin adamıyım. Bana böyle sorular soramazsın, suçum varsa tutuklarsın.”
O anda çok sinirlenmiştim ve birisi dokunsa güm diye patlayabilirdim. Odada iki kişiydik ve Savcı gözüme çok çirkin görünmeye başladı. Demek ki ben de aynı görüntüyü vermişim ona;
“Seninle tekrar karşılaşacağız, şimdi gidebilirsin” dedi.
Kapıyı açtım, hiç bir şey söylemeden çıktım gittim.
İşte şimdi yüzünü bile görmek istediğim o savcıya gerçekten işim düştü,.

Kapı çalındı, tüfeğim elimdeydi;
“Kim o?” diye bağırdım.
“Latif, ben latif” dedi dışarıdaki. Gittim kapıyı açtım göz göze geldik. Latif, bitişik sağlık evinde oturan ebe’nin babasıydı. Kızının yanında kalıyordu.

“Neler oluyor hocam?” diye sordu. Olup bitenleri kısaca anlattım. O da ne diyeceğini bilemedi. Bir süre sustuk. Sonra tahta iskemleleri çekip sobaya yakın oturduk. Dikkatle beni izliyordu. Sessizlik ikimizi de rahatsız eder hale geldi. Birimizin bir şey konuşması gerekiyordu. O da onu hissetmiş olmalı ki;
“Bizim Kars’ta bir olay olmuştu” dedi.
Konuşmaya başlayınca elimdeki tüfeği yere uzattım, sanki içimde bir balon vardı ve havası inmeye başlamıştı.
“İki aile arasında kan davası vardı. Her iki taraf da belalı adamlardı. Birbirleriyle karşılaşmamaya özen gösterirlerdi. Kadere bak ki yol üzerinde bir çeşme başında istemeyerek karşılaştılar. Biri oturuyor, diğeri de at üzerinde oraya doğru gidiyordu. Atın üstündeki hasmını fark eder etmez silahını çekti. Öteki onu gördü, fakat iş işten geçmişti. Üstelik silahsızdı ve kendini savunacak hiçbir şansı, kaçacak bir yeri yoktu. Ellerini yüzüne kapattı, sırtını hasmına döndü. Adam ona arkadan ateş etmek istemedi, atın üstünde olduğu halde etrafında dönmeğe başladı. Göğsünden ya da anlından vurmak istiyordu. Atlı döndü, diğeri döndü, atlı döndü diğeri döndü. Bir türlü önden nişan alamadı ona. Uzun bir can pazarından sonra atlı durdu;
“İyi dinle beni adam; bu kez seni öldürmeyeceğim, kendime hasmını arkadan vurdu dedirtmem. Aha da gidiyorum ama bir gün yüz yüze karşılaşırsak göğsünü kalbura çevireceğim, unutma!” dedi ve çekip gitti.

Demem o ki bizim oralarda adam öldürmenin de kendine göre bir yiğitlik adabı var. Nasıl insan bu Ferzande, kim söylemiş ona, git öğretmene silah çek, onu öldür. Bu cesareti kim verdi ona, köpeksiz köy bulmuş değneksiz geziyor.”

Anlatılanı dinledim, cevap veremedim. Şaşkınlığımı bir türlü üzerimden atamıyordum. Yeniden sessizlik başladı. Belki birkaç dakika öylece kaldık. Ben sobaya Latif bana bakıyordu.

Kapı çalındı. İkimiz de ayağa kalktık. “Sen otur” anlamında işaret etti bana. Gitti açtı, gelen bekçiydi. İçeri girer girmez;
“Yolumu kesti, gidersem beni vuracağını söyledi” dedi ağlayarak.

Demek ki bu adam, beni öldürmeden rahat durmayacak diye düşündüm. Latif ile göz göze geldik. Sorun benimdi ve çözüm de bende olmalıydı. Bekçiye dedim ki;
“Bu adama teslim olmak da onu öldürmek de bana yakışmaz, hadi bakalım birlikte gidelim.”
Tüfeğimi tekrar elime aldım.
“Yanına mermi almayı unutma, ihtiyacın olabilir” dedi Latif.

Bekçi, gitmeyelim diye ısrar etmeye başladı. Paltomu giydim, kapıdan çıktım. Kararlılığımı gördü;
“Yalnız gitmesin yetiş ona, başına bir hal gelirse sen de sorumlu olursun” dedi Latif.

Batı taraftaki ters yoldan yürüdüm. Bekçi de arkamdan geliyordu.

Kardan önce yol vardı oralarda, şimdi göz kararı ile gitmem gerekecek. Sabah soğuğu olabildiğince etkiliydi, üstüne üstlük sis vardı. Bazı yerlerde kar bel hizasına kadar geliyor, bata çıka gidiyorduk. Tüfeğimin demir kısmı soğuktan elime yapıştı. Diğer elimle ahşap kısmından tuttum yapışan elimi sertçe çektim. Avucum ateşe değmiş gibi yandı.

Bir kurt sürüsüne denk gelmemek için içimden dua ettim.
Köyden epeyce uzaklaşmıştık.
“Birisi koşarak bize doğru geliyor” dedi bekçi.
Geriye döndüm, sis arasından bir adamın siluetini fark ettim. Durduk bekledik, elim tetikteydi. Yaklaştı adam;
“Ferzande’nin babası” dedi bekçi.
Biraz daha bekledik, gelenin elinde sadece değnek olduğunu gördüm, yine de dikkatli olmak gerekir diye hesap ettim. Adam geldi, yetmişli yaşlarında bir ihtiyardı. Şikâyete gitmeyin demek için koşmuş bunca yolu. Türkçeyi iyi konuşamıyordu, üstelik kekemeydi. Derdini anlatırken bütün sözcükleri birbirine karıştırdı.

“Ne diyor?” diye sordum Bekçiye.
“Oğlu Karakola düşerse öldürürler onu. Kulunuz köleniz olayım.” diye yalvarıyor.
Adamın konuşmalarından sıkıldım;
“Bak efendi, şu anda çok üzgünüm, gidelim. Seni sıkıntıya sokmam. Şu anda sağlıklı düşünecek durumda değilim” dedim. Orada karların içinde, adamı ikna etmek epey zamanımı aldı. Geri dönerken ağladı, oğluna lanetler okudu.

Sabah çayını içemeden yola çıkmışım. Aç karnına soğuk havaya direnmeye çalışıyordum. Çabuk yürürsem ısınabilirim, düşüncesiyle adımlarımı sıklaştırdım.

Yol üzerinde bir köy vardı, oradan tek atlı bir kızak kiraladım. Kızağın sahibi öne, bekçi teknenin ortasına bende kızağın arka kısmına ama yüzüm geriye dönük olarak oturdum. Bu araçla şose yola kadar gidecek orada araba bekleyecektim.

Kızağa oturunca daha üşüdüm. Atın nefesi, soba bacasından çıkan dumanlar gibi yükseliyor kokusu bana kadar geliyordu. Birazdan sis çekildi, görüş mesafemiz açıldı, bu bana güven vermeye başladı.

Uzaktan atlı bir adam bize yetişmeye çalışıyordu. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyor ama sesi henüz duyulacak mesafede değildi. Kızağı çeken atın boynundaki ziller sesinin duyulmasını engelliyor. Atlıyı gördüğümü, yol arkadaşlarıma söylemedim. Bir an önce araba yoluna ulaşmak istiyordum. Tüfeğim bana garip bir güven duygusu veriyordu. İşler çığırından çıkacak gibi gözüküyordu. Gerektiğinde silahımı kullanmakta tereddüt etmem diye söylendim içimden.

Atlı iyice yaklaştı yol arkadaşlarım sesini duydu;
“Maho bunlar Ferzande’yi şikâyet edecekler, götürme onları” adam Kürtçe söyledi ama anladım;
“Kızakçı!” dedim sesimi yükselterek; “şoseye az kaldı buradan yürüyerek de gidebilirim. Beni burada bırakırsan sana beş para vermem. Bu gelen beni geri döndürmek istiyorsa boşa uğraşmasın. İkimizden birinin, ölüsü ancak geri döner.”

İkirciklendi adam, durdu. Arkadan gelen yetişti. Kararlılığımı gördüler. Geleni ikna etmek kolay olmadı.

Nihayet şosenin kenarında kızaktan indim, kızakçının parasını ödedim.
“Yeter mi Maho” dedim.
“Çoktur hoca, paran yoksa sonra verirsin.”

Cevap vermeden, asfalt boyunca yürümeğe başladım. Nefesimin oluşturduğu buz sarkıtları bıyıklarımdan aşağı bir sarkaç gibi sallanıyordu. İkisini çekip kopardım. Bıyıklarım da beraber koptu. Üst dudağım kanadı.

Eleşkirt’e vardığım zaman saat on bire geliyordu. İlköğretim müdürüne uğradım, olup biteni anlattım. Müdür savcıya gitmemi önerdi. Bunu ben de biliyordum. Savcı ile yüzleşmek istemiyordum. İşte şimdi Savcının işaret ettiği o an geldi, diye düşündüm. “Kadere bak” diye söylendim; istemeyerekte olsa ondan adalet isteyecektim. Su ve ekmekten sonra hayatın en kıymetli şeyini, olmazsa olmazını isteyecektim. Odası, giriş katındaydı. Merdivenlerden indim. Kapısını çekinerek çaldım, içerden ses gelmedi, yinede açtım. Odanın sıcaklığı, daha önce gittiğimde olduğu gibi fevkaladeydi. Ceketini çıkarmış masasının üzerine açtığı bir dergiye bakıyordu. Beni görünce;
“Sen öğretmendin, değil mi?” diye sordu.
“Evet efendim.”
“Bir sorunun mu var?”

Olup bitenleri anlattım, dinledi. Başkaca soru sormadı;
“Memurlar kahvesinde otur bekle” dedi. “Seni ararsam orada bulayım.”

Sanki “işte düştün elime” der gibi geldi bana. Kim bilir belki de ben öyle hissettim. Başımı eğerek selam verdim, kapıyı açıp çıktım. Dışarıda parlak bir kar beyazlığı ile soğuk hava umutsuzluk yansıtıyordu sanki. Çatılardan buz sarkıtları yerlere kadar uzanıyordu. Cadde boyunca tek tük insanlar acele ile yürüyordu.

Hava kararmaya başlamıştı, memurlar kahvesi penceresinin önünden hiç ayrılmadım. Ferzande elleri önünde, kelepçeli olarak iki jandarma tarafından adliyeye götürüldüğünü gördüm. Askerler arasında yürüyor babası da arkadan gidiyordu. Köylümü şikâyet ettiğim için kendimden utandım. Camın önünde öylece gözüm hükümet konağının kapısına takıldı kaldı.

Savcının çağıracağını boş yere bekledim. Ne aradı ne de sordu.

Yarım saat sonra Ferzande serbest bırakıldı, hükümet konağının kapısından neşe içinde çıkarken gördüm onu. Bu kez sadece babası ile birlikte yan yana yürüyordu. Camın önünden ayrıldım, sobaya yakın bir masaya iliştim. Üşüdüğümü hissettim, sonra da bu üşümenin açlıktan olabileceği geldi aklıma. Bir çay istedim.

Ferzande’yi salıveren, müfettişim hakkında çirkin bir araştırma başlatan adamdan daha başka ne bekleyebilirdim. Tekrar karşılaşmayı istememiş miydi? Kazandı işte.

“Hayır hayır…” dedi içimden bir ses, “Adamın günahını almamalısın, yanlış düşünüyorsun. Cinayet işlenmediği için böyle bir karar vermiştir. Hukuku ondan daha iyi bilemezsin.”

O güne kadar mahkemelere işim düşmemiş ve yargının nasıl işlediği konusunda bir fikrim yoktu. O bakımdan çayımı içerken savcıdan yana olmuşum. Sonra da;
“ee... şimdi halim ne olacak?” diye kendime bir soru sordum. Köye gidecek olsam, adam bana karşı Ali kıran baş kesen olabilir. Hem öğrencilerim hem köylülerim karşısında on paralık itibarımın kalmayacağını hesap ettim.

O gece Musa’nın otelinde kaldım. Otel ve kahve iç içe idi. Odalar her zamanki gibi rutubet ve tütün kokuyordu. Soğuk yatağa girdim ama uyuyamadım. Düştüğüm bu durumdan nasıl çıkabileceğimin hesabını yapmaya başladım. Savcı görevini yapmış, kenara çekilmişti. Kaymakamın yetkisi yok muydu acaba? Evet, bu işi Kaymakam ile çözmeliydim. O Eleşkirt’in amiriydi.

Sabah erken kalktım. Gece geç vakitlerde kararımı vermiştim, derdimi bir de kaymakama anlatacaktım. O mutlaka bir çözüm burdu.

Hükümet konağının koridorları soğuktu ve Kaymakam henüz gelmemişti. Üşümemek için koridor boyunca bir ileri bir geri yürümeğe başladım. Neden sonra Kaymakam geldi, Onu görünce güler yüzle selam verdim. Daha çok yüzünden ve boynundan şişman, orta boylu, göbekli bir adamdı.
“Bu saatte okulunda olman gerekmez miydi?” diye sordu.
“Sizinle görüşmek istiyorum efendim.”
“Dinliyorum!” diyerek ciddi bir tavır takındı.
“Olanları biliyor olmalısınız efendim. Dün evimde silahlı saldırıya uğradım. Savcı saldırganı salıverdi. Kendimi kimsesiz hissetmeğe başladım. O bakımdan size müracaat etmeyi uygun buldum.”
“Ben ne yapabilirim, köyüne git. Devletin memuruna kimse bir şey yapamaz.”

Böyle bir ifade beklemiyordum, konuşacak söz bırakmadı bana. Ne diyeceğime karar vermekte zorlandım. Durumumu belli etmemeğe çalıştıysam da pek beceremedim geceden düşündüklerim ağzımdan dökülmeye başladı, iş çığırından çıktı;

“Size iki alternatif öneriyorum efendim; ben er öğretmenim. Ya beni kışlama geri gönderirsiniz ya da başka bir köye atarsınız.”
“Böyle konuşamazsın, senden fikir mi alacağım, okuluna git! Devletin memuruna kimse bir şey yapamaz. Arkanda devlet var” diye bağırınca, konu ile ilgili her şeyi bildiğini düşündüm. İki sinirli adamın biri birini anlaması zorlaştı.
“Evet ama dünden bu yana devleti arıyorum, bir türlü bulamıyorum. Siz her şeyi benden daha iyi biliyorsunuz! Cinayete teşebbüs etmek, öğretmenlere karşı olursa suç sayılmaz mı kaymakam bey?” dedim bağırarak. Artık akıl ile konuşmuyor duygularım ne diyorsa ona göre hareket ediyordum.
“Ben savcı değilim.”
O başka ben başka telden konuşuyorduk.
“Sizden haber alana kadar burada, Eleşkirt’te bekleyeceğim! Ne düşündüğümü söyledim. Bundan sonra olabilecek olayların, olası gelişmelerin sorumlusu sizsiniz.”
Dedim ve baş hareketiyle selam verdim, çıkıyordum ki;
“Dur bakalım ben sana çık demedim!”

Dinlemedim, kapıyı dışarıdan usulca kapattım. Aslında daha sakin olmayı planlamıştım, başaramadım. Artık herkesten kuşkulanmaya başladım. Kim dost, kim düşman seçemez hale geldim.

Köye dönmedim, Eleşkirt’te kalıyor otel ile memurlar kahvesi arasında gidip geliyordum. Diğer öğretmenler de hikâyemi duydu. Üzülenler de oldu, devrimci mücadele omuzlarımızda yükselecek diyenlerde. Hiç gereği yokken tanımadığım insanlar sahip çıkmaya başladı bana.

Müfettiş Müslim ile karşılaştım; hatır sordum, kaymakam ile konuştuklarımı anlattım.
“Sen çılgın bir adamsın. Benim hakkımda savcılığa ifade vermişsin ve bana söylemedin” dedi.
“Üzülmeni istemedim hocam. Ama iyi savundum seni, inan bana. Sahi Rusya’dan gelen paraları ne yaptın?” dedim gülümseyerek.
“Öylemi sordu sana?”
“Seni sorguya almadı mı, Rusya’dan aldığın paraları ne yaptın diye sormadı mı?”
Müfettişin yüz rengi değişti;
“Hayır, bana sadece bazı öğretmenler hakkında sorular sordu.”
“Ona yakışan, insanların birbirlerini suçlamak mı olmalıydı? Bu adam Abdülhamit’in kadısı sanki…
“...?”
“Boş ver o tarafını şimdi bana ne öneriyorsun hocam, başım belâda biliyorsun.”
“Olanlara çok üzüldüm.”
“Bana kalırsa görevimi yapıyordum. Acaba işim gereği birilerinin nasırına mı basmışım.”
“Gençsin, tecrübesizsin, sanıyorsun ki öğretmen olduğun için herkes seni anlayacak, öyle mi?”
“Tecrübe kazanıyorum hocam. Kötülere boyun eğmeyeceğim.”
Dikkatle yüzüme baktı elini uzattı, tuttum;
“Kendine dikkat et. Ağrı Milli Eğitim müdür yardımcısı arkadaşımdır. Ona git, selamımı söyle. İyi bir insandır. Anlat ona, başına gelenleri, bilsin.”
“Derdimi başkalarına anlattığımı Kaymakam öğrenirse ne olur?”
“Bir şey olmaz, git konuş. Kaymakam’la aranızda geçen konuşmaları da bilsin. Ne kadar çok insana derdini anlatırsan o kadar iyi olur.”

Arada bir, kaymakamın görebileceği yerlerde dolaşıyordum, fakat hiçbir faydası olmuyordu. Köyüme dönmediğimi biliyor bir şey de söylemiyordu. Bir akşam ilköğretim müdürü ile karşılaştım, hal hatır sorulduktan sonra;
“Bu böyle olmaz köyüne dönmelisin, aksi halde ceza alırsın, yazık olur sana. Hem burada otelde kalmak pahalıya mal olmuyor mu?” dedi.
“Ölümden daha ağır ceza mı olur müdürüm?” dedim.
“Seni sevdiğim, düşündüğüm için söyledim, sen bilirsin.”

Ne Savcıya ne Kaymakama ne de Müdüre güvenmiyordum artık. Ruh sağlığımın bozulduğunu fark ediyor, verdiğim karardan daha isabetli bir yol bulamıyordum. Sorunumun kaymakam tarafından çözülmesi gerektiğine inanıyordum.

Günler geçmek bilmiyordu. Ağrı’ya Milli Eğitim müdür yardımcısı, Müslim beyin arkadaşına gittim. Müfettişin adını duyunca ilgi gösterdi, dostça karşıladı. Olup bitenleri anlattım.
“Bu anlattıkların bize de iletildi. Konuyu vali bey’e aktardık. Vali de kaymakamla aynı görüşte, Devletin memuruna, öğretmenine kimse bir şey yapamaz, köyüne dönsün, diyor.”
“Bu kararı çok saçma buluyorum hocam. Sizden bir dileğim yok. Sadece olayları bilmenizi istiyorum. Sonucun ne olacağı da belli değil. Ön bilginiz olsun istedim, gelecek günlerde neler olacağı bilinmez.”
“Anlıyorum, direncini kaybetme ortalarda da çok dolaşma, diyeceğim bu” dedi ayrılırken.

Köyümden ayrıldığımın üzerinden on beş gün geçmişti. Sinir savaşımı devam ediyordu, sonucun ne olacağı konusunda endişeler içindeydim. Öldürülürsem, savcının katilimi koruyacağı gibi bir vehim içindeydim. Aslında Öldürülmekten korkmuyor, Devletin adamlarının yaptıklarından kahroluyordum. Gündüzleri kahvede gazete okuyor, çay içiyordum. Orada oturduğumu kaymakam da müdür de biliyordu.

Martın son günüydü, bir Nisanda durumum belli olmaz ise askerlik şubesine müracaat etmeye karar verdim. Düşündüğüm gibi olmadı, ilköğretim müdürü o akşam kahveye geldi. Kapıdan girince beni gördü, üşümüş bir hali vardı. Selam verdi, bir sandalye çekerek yanıma yaklaştı, oturdu. Olayın başladığı günden beri aramız serindi. Daha doğrusu bana öyle geliyordu. Öğretmenine yeteri kadar sahip çıkmadığını düşünüyordum. Doğrudan konuya girdi;

“Seni merkeze yakın Sürmeli köyüne tayin ettik. Yarın git başla. Oradaki öğretmenler iyi insanlardır, hem de o köylüdürler. Yeni yerin hayırlı olsun.”

Ne diyeceğimi bilemedim, kısa bir şaşkınlıktan sonra toparlandım;

“Süleyman Bey, amacım sorun çıkarmak değildi, bunu sizde biliyor olmalısınız. Öğretmenlerin başına bir hal geldiğinde, üstelik haklı oldukları zaman bile devletin diğer adamları da onlara karşı tavır alırsa ne yapmaları, nasıl davranmaları gerekir? Adam öldürmeğe teşebbüs, suç sayılmaz mı? Böyle adalet olur mu? İstediğim kitabı bile okuyamıyorum. Biliyorsun evimi bastılar kitaplarımı aldılar. Şimdi de ikinci dönemin sonuna geldik, tayinimin çıktığını söylüyorsunu. Olacak iş mi? Doğru bir iş mi? Bu beyler adaletli davranmış olsaydı bu durumlara düşer miydik? Ders yılının sonuna geldik, bir yıldır emek verdiğim öğrencilerim ortada kaldı. Olacak şey mi bu? Sene başındaki toplantıdan bu tarafa savcı bazı arkadaşları rahatsız ediyor. Eleşkirtli öğretmenler, doğu kültür ocaklarını kurmaya çalışıyorlar. Bunu biliyor olmalısınız. Birbirimize kıyalım mı, çatışalım mı? Orta yol yok mu? Bu durumu tetikleyenler göz yumanlar devleti aciz duruma düşürmüyor mu?”

Sinirlerim boşaldı sanki aklıma geleni gelmeyeni saydım döktüm. Süleyman Bey sağa sola bakınmaya başladı. Duyan birileri var mı diye tedirgin olduğu her halinden belliydi.

“Devletin Adamları öğretmenlere destek olmuyor. Yinede köylünün aydınlanmasını, öğretmenden bekliyorlar, bu nasıl bir çelişkidir hocam.”

Ben konuştukça, İlköğretim müdürü paltosuna daha da sıkı sarıldı. Dinliyordu fakat yüzüme bakamıyordu. Söz arasına girmek istemedi sanırım, bir an önce bitirmemi beklediği her halinden anlaşılıyordu.

“Ben bu kadarını görebiliyorsam siz daha çok şey biliyor ve görüyor olmalısınız. Adalet olmayan yerde yaşamak zorlaşır. Beni öldürmek isteyen adam o akşam salıverildi. Sizce öcümü tek başıma almam için bana şans mı tanındı? Böylece beni bitirmek mi istediler?”

 Aklıma gelenleri saydım döktüm o hep dinledi. Kalkmadan önce;
“Seni anlıyorum ama emekliliğime az kaldı, sorun yaşamak istemiyorum. Bu tür sorunlarla ancak gençler uğraşabilir. Sana katılıyorum ama benimle konuştuklarını kimseye söyleme lütfen. Yarın sabah yeni okuluna git görevine başla.” dedi.

Yerinden kalktı sandalyesini masanın altına sürdü. İyi akşamlar dilemek bile gelmedi aklına, yürüdü gitti.

 ________

Hiç yorum yok: