Adı Eleni;
Krom’un zengin ailelerinden Fostripoulos’un kızıydı. Yaz aylarında İmera, kışın
da Trabzon’da otururlardı. Ailenin dört kızından en küçüğüydü. Belki de erkek
evladı olmadığından dolayı Fostripoulos kızlarını pek mükemmel şekilde eğitti,
yetiştirdi. İstanbul’dan getirttiği hocalardan ders almalarını sağladı. Bu dört
kız Trabzon ve Gümüşhane dolaylarında parmakla gösterilecek kadar birer yıldız
oldular.
Olgunluk
çağına gelen Eleni, Seyit ağanın oğlu Lazarides Telimahos ile evlendirildi. Bu
evlilikten Parthenopi adında bir kızları oldu. Eleni de kızını mükemmel bir
şekilde yetiştirdi. O günün delikanlıları gözlerinden zeka fışkıran bu kıza
yanaşabilmek için her bedeli ödemeye hazırdı. Parthenopi; Rumca, Türkçe, Rusça
ve İngilizce dillerini fevkalade güzel konuşur, okur ve yazardı. Rusça ve
İngilizce dergilere aboneydi.
Nereden
nasıl etkilendiği pek belli değil ama Sosyalist bir düzenin savunuculuğunu
yapardı. Annesi latife olsun diye;
“Benim
kızım veziri azam olacak” derdi.
Zaman
içinde ve özellikle sosyalist olmasından dolayı ilginç bir yalnızlığa düştü.
Herhalde o yüzden evlenmeyi ihmal etti. Babası henüz kırkına ayak basmadan
ölmüştü. Artık annesi ile beraber sadece Trabzon’da yaşamaya başladı. Birinci
dünya savaşının getirdiği zor şartlar nedeniyle yazın İmera’ya gidemez oldular.
Savaş
sonunda, ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi Trabzon’da da bir hükümet boşluğu
oluştu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Parthenopi ve arkadaşları sosyalizmden
söz ediyordu ama bu sözcüğü anlayan, bilen yahut taraftar olan insanların
sayısı çok azdı. Ruslar Trabzon’u işgal edince kentte tam anlamıyla bir kargaşa
yaşandı. Sürgüne giden Ermenilerin bir kısmı geri döndü. İşgal nedeniyle
Müslüman ahali batıya doğru yürüdü. Bütün bu olaylar Trabzon halkı üzerinde
korkutucu bir etki yarattı. Dağlardan Hıristiyan ve Müslüman çetelerin kavga
haberleri geliyordu. Parthenopi ve sosyalist arkadaşlarının sesi pek
çıkamıyordu. Yerli ahali ise Trabzon özelinde çözümler arıyordu.
Nihayet
yeni Türk hükümeti duruma hakim oldu. Başta sosyalistler olmak üzere bir kısım
Hıristiyan guruplar, Rusya’ya doğru kaçmaya başladı.
Parthenopi
annesi Eleni’yi götürmek istiyordu ama bir türlü ikna edemedi.
“Beni
yakalayıp idam edecekler anne, Kaçmak zorundayım. Hadi sen de hazırlan
gidelim.”
“Hayır, ben
Trabzonluyum, buralıyım, idam etseler bile burada evimde ölmek istiyorum.”
“Canımızı
kurtaralım anne, dünya üzerinde sadece Trabzon yok. Daha güzel nice şehirler
var!”
“Hayır!...”
Hayır
diyordu da başka şey demiyordu. Annesine söz geçiremeyince helalleşti ve
Rusya’ya iltica eden diğer guruplara katıldı.
Anne Eleni
Trabzon’da artık tek başına yaşamaya başladı. Mübadele sırasında da aynı inadı
gösterdi. Yunanistan’a gitmedi.
“Beni
hiçbir kuvvet evimden dışarı atamaz” diyordu Mübadele Komiserine;
“Beni ancak
bir tabuta koyarak gönderebilirsiniz!”
Seneler
akıp gidiyordu. Aslında o Babası ve kocasının madenci olmasından dolayı zengin
bir kadındır. Yunanistan’a gönderilen pek çok yoksul aileye para yardımı
yapmıştı. Ne var ki zenginliğini belli etmezdi, yaşadığı hayat itibariyle
yoksul halktan biri gibidir. Bazı akşamları kızı Parthenopi aklına düşer
üzülürdü. Gizli gizli ağlar sonra da;
“Acaba
yaşıyor mu?” diye bir soru kurcalardı zihnini…
Eski adı;
“Agios Vasilios” olan mahallede kendine özgü mutlu bir yaşam biçimi oluşturdu.
Komşularının sevgilisiydi adeta. Sağlığı da buna izin veriyordu. 1940’lı
yıllarda Tonya’dan bir aile geldi ve bitişiğindeki evi satın aldı. Yeni
komşuları ile çok hoş ilişkiler kurdu. Zaten merhametli bir kadındı. Yeni
komşuları bu yönü ile onu daha da çok sevdi. Her konuda ona yardımcı olmaya
başladılar. O yaşlı bir kadındı ve yeni komşularını çocuğu gibi sevdi. Bu
muhabbet ömrünün son anına kadar devam etti.
Parthenopi
Trabzon Rumlarının Yunanistan’a sürüldüğünü duydu. Annesi eğer yaşıyorsa onu
orada bulabileceğini hesap etti. 1958 yılında Rusya’dan Yunanistan’a gitti.
Trabzonlu göçmenleri sordu ve buldu. Nihayet annesini tanıyan yaşlı bir adama
denk geldi.
“Ooo..!”
dedi adam. “O inatçı Eleni’den mi söz ediyorsun. O bizimle gelmedi. Nasıl
başardı bilmiyorum ama orda kaldı. İki sene önce bir mektubu gelmişti,
yaşıyor…”
Parthenopi’nin
yüreği ağzına geldi. O kadar heyecanlandı ki ne diyeceğini bilemedi. “Ah inatçı
annem, demek yaşıyorsun. Bekle beni geliyorum.”
Trabzon’a
gittiği zaman hiç sıkıntı çekmeden bıraktığı gibi evini buldu. Aradan kırk sene
geçmişti. Avluda çocuklar oynuyordu. Onları görünce kafası karıştı. Yoksa
yeniden evlenmiş torun torlak sahibi mi olmuştu. Çocukların arasından geçti
evin kapısına yanaştı. Elindeki çantayı yere bıraktı. Kapıyı çalacak ama bir
türlü eli varmıyordu. Oysa annesi onu yan penceren gördü ve kapıyı açmak için
hareketlendi.
Kapının her
iki yanında birer kadın var. Dışarıdaki, kapının tokmağını tıklamaya eli
varmıyor, içerdeki de tıklanmadan kapıyı açmıyor. İkisi de bekliyor.
İçerideki
kadın;
“Parthenopi” diye ünledi.
Dışarıdaki hıçkırarak ağlamaya başladı;
“Anne!” dedi belli belirsiz.
Ve evin kapısı açıldı.
“Parthenopi” diye ünledi.
Dışarıdaki hıçkırarak ağlamaya başladı;
“Anne!” dedi belli belirsiz.
Ve evin kapısı açıldı.
Ana kız
artık yeniden beraber yaşamaya başladı. Kızı 61 anası 80 yaşındadır.
1960
yılında Parthenopi çocukluğunda yahut gençliğinde yaşadığı yerleri görmek için
Krom’a gitmeye karar verdi. Arkadaşı Georgios Papagavrile yazdığı mektupta
şöyle der: “Yıldızlı gökyüzünden yoksun gözler gibi, yıkık kaleler gören gözler
gibi…”
Şimdi o
mektubu okuyalım;18 Ekim 1960 günü otobüsle, Trabzon’dan Krom’a gitmek üzere
yola çıktık. Cevizlik, Hamsiköy, Zigana ve Gümüşhane’ye vardık. Orada at
kiraladık ve yola koyulduk. Kilitköy, Haiksa, Ortamahalle, Gulukli ve Çapli
köylerini geçtikten sonra Sefilanton’a gittiğimizde akşam olmuştu. Köylüler
bizi çok sıcak karşıladı. Bu kadarını tahmin etmiyordum. Sofraya konan
yiyecekleri tahmin edemezsin. Kaymak, tereyağı, kavurma, peynir, haşlanmış
patates, ev makarnası, Krom armudu, ekmek ve süt.
Neden
bilmiyorum ama çok duygulandım, ağlamaya başladım. Çocukluğumdaki koyunlarımızı
hatırladım. O akşam bize verilen sütü içtim. Tıpkı çocukluğumda içtiğim süt
gibi çok güzel bir kokusu ve tadı vardı.
Sabah oldu
kahvaltımızı yaptık yola çıkacaktık. Bütün köylüler bizi uğurlamaya geldi.
Herkesle sarıldık vedalaştık. Yol boyunca geçtiğimiz köylerin tepelerinde
Papazsız, cemaatsiz yıkılmış harabe haline gelmiş kiliseleri gördüm. Onlara
baktıkça babamı, komşularımızı hatırladım, ağladım.
Thomandon’a
vardık. Burada da olağanüstü ilgiyle karşılandık. Oradan İmera’ya indik. Muhtar
bizi evinde ağırladı. Masalar kuruldu. Bütün köy halkı geldi. Kemençeler
çalındı horonlar oynandı. Eğlence yarı gecelere kadar sürdü.
İmera’da
gezinmek için dışarı çıktım. Ayakta kalan tek kilisenin yanına gittim.
Pencereden baktım içeride mumlar yanıyordu. Şaşırdım, hayretler içinde kaldım.
Muhtara sordum;
“Bu
Hıristiyan Kilisesinde yanan mumları kim yaktı?”
“Hasta
olan, bir rahatsızlığı olan, işi rast gitmeyen kiliseye giderek bir mum yakar.
Yakar ve Allaha yalvarır ki işi rast gitsin, hastalıktan kurtulsun.”
İmera’nın
yüksek tepesindeki Aya Yanis manastırındaki bütün keşiş hücreleri, bütün
duvarları yıkılmış sadece kuruluş tarihinin yazılı olduğu taş, duvarın arasında
sağlamdı. (Sene 1859) diye yazıyordu.
Ey ‘Siyah
Manastır’ ne güzel bahçelerin, ağaçların ve gölgeliklerin vardı, diye
söylendim. Sadece berrak bir su her zamanki gibi akmakta ve bütün köyü
sulamaktaydı. Suyun yanında küçük bir kilise daha vardı. İçeriye girdim. Bütün
duvar yazıları silinmişti. Sadece (I. X. NIKA) yazılı bir haç resmi sağlamdı.
Çok duygulandım. Biraz ötede toprağı bol olsun Yakovas Fostripoulos’un romantik
evinden geriye sadece yıkık duvarları kalmıştı.
21 Ekimde
Krom’a doğru yola çıktık. Saranton’a vardık. Orada Agios Theodoros Kilisesi tek
başına kalmıştı. Çevresinde tek bir ev bile kalmamıştı. Kilisenin ön avlusundan
bakınca görülen olağanüstü manzara aynen izleniyordu. Ne yazık ki gözyaşlarım
manzaranın tadına varmamı engelledi. Bıraktığımız Nanak, Guluvena, Lori,
Saimanandon, Metamorfosi, Agethodoron, Gerandon, Aya Yanis, Frangondon
kiliseler bembeyaz kaleler gibiydi. Bütün bir tarihi bölge ve kiliseler
yürekler acısı yas içindeydi. Her birinin karşısına geçtim ayrı ayrı istavroz
çıkardım. Bağrıma çöken ağırlığı, küçük bir ırmak gibi yüzümden aşağı akan
gözyaşlarım hafifletti. Alitinos yolundan aşağı indim. Hacı Murat köprüsünden
geçtim ve Kocandon’a doğru yürüdüm. Hiçbir yerde o günkü ağaçlardan eser yoktu.
Şimdi o büyük bölgede sadece altı aile yaşamaktaydı.
Krom’da
bizi Seyit Ağa konağında ağırladılar. Kaderin cilvesine bakın ki o konak
dedemin babasının eviydi. Oradan aşağı Metamorfosiye, dedemin evine ve
yakınındaki vaftiz annem olan halamın mezarına indim. Mezarlık parmaklıksız ve
okul çatısız, duvarları yıkık bir haldeydi. Sonra keder dolu bir şekilde yokuşu
çıktım. Sağa döndüm. Mahallemize doğru yürüdüm. Bayramandon mahallesinde
Kromni’nin en iyi iki evi bizimdi. Ama şimdi harabe halinde sadece yerlere
dağılmış duvar taşları vardı. Biraz ilerde dayım Sidiropoulos’un evinin
yanındaki çeşmemize gittim. Alçak duvarın üstüne oturdum. Çeşmenin yosun tutan
taşlarını öptüm. Her halde kanlı gözyaşlarımı silmek için burnum salya sümük
akmaya başladı.
Çeşmenin
üst tarafında bir Curena ağacı vardı. Çocukluğumda onun altında oynardık.
Sadece orası hiç değişmedi. Aradan yarım asır geçti ve bana çocukluğumu yeniden
yaşattı.
Bir gün
sonra yine mezarlığa gittim. Üzgün bir kalp ile atalarıma dua ettim.
Dönüşte
yine İmera üzerinden Gümüşhane’ye gittik. Kiralık atlarımızı teslim ettik.
Gümüşhane’nin elması meşhurdu ama bulamadık. Sadece pestil aldık. Otobüse
bindik, Hamsiköy’de durdu. Orada yemek yedik. Sonra da Trabzon’a devam ettik.
Mektup bu
kadar.
Parthenopi üç sene boyunca annesinin yanında kaldı. Beraberce Trabzon’un tadını çıkardılar. Doğrusu Parthenopi değil sadece annesi Eleni hayatın tadını çıkardı. Çünkü o her gün annesini ikna ederek Yunanistan’a götürmek istiyordu fakat bir türlü başaramadı.
Parthenopi üç sene boyunca annesinin yanında kaldı. Beraberce Trabzon’un tadını çıkardılar. Doğrusu Parthenopi değil sadece annesi Eleni hayatın tadını çıkardı. Çünkü o her gün annesini ikna ederek Yunanistan’a götürmek istiyordu fakat bir türlü başaramadı.
“Ben burada
doğdum burada öleceğim, üstüme gelme!” derdi.
Üç yıl boyunca
annesini ikna edemeyen Parthenopi kalbini kırmak pahasına da olsa bırakıp
gitti. İhtiyar Eleni yine komşularıyla baş başa kaldı. Yıllar hızla geçiyor ve
artık her giden sene Eleni’den bir şeyler alıp götürüyordu. Beli büküldü,
ayakları tutmaz oldu. Evin içinde bile tek başına dolaşamıyordu. Her şeye
rağmen yürekli ve şefkatli bir kadındı ve belki de bu yüzden Tonyalı Ahmet’in
hanımı Nazire, ona iyi bakıyordu. Aslında Nazire Hanım da yaşlanmıştı. Fakat
gelinleri, torunlar dahi Eleni teyzelerine hizmet etmekten mutlu oluyorlardı.
Eleni bütün kültür birikimini, görüp geçirdiklerini gençlere aktarırdı. Ve onu
dinlemek ne büyük keyifti.
Artık
günlerinin sayılı olduğunu anladı. Nazire Hanım ziyaretine gelmişti;
“Nazire;
artık ölümüm yakındır. Bir aya kalmaz giderim. Biliyorsun kimsem yok, ben
ölürsem buraları talan ederler. Bana çok yardımınız dokundu. Sizin sayenizde bu
kadar uzun yaşadım. Sen şimdiden bu evde ne varsa al götür.”
“Sen ne
diyorsun Eleni? Sana iki tabak yemek verdim diye bana borçlu olduğunu mu
düşünüyorsun? Senin dediğin ahlaki olur mu? Komşular duyarsa ne derler?
Mahalleye rezil olmam mı?”
Sustu Eleni
dediğine diyeceğine bin pişman oldu.
Dediği gibi
oldu, bir hafta sonra öldü. Agia Maria kilisesi Papazına haber verdiler. Papaz
eve geldi. Önce Eleni’nin kitaplarını sonra da kendisini paketledi aldı
götürdü.
Nazire
Hanım oğlunu Belediyeye gönderdi. Durum anlatıldı. Zabıtalar geldi, kapıları
çivi ile çaktı ayrıca da mühürlediler.
Trabzon’daki
son Rum evi böylece kapanmış oldu.
Nazire
hanım küçük oğlu (H)yi Yunanistan’a gönderdi. Parthenopi bulacak ve anasından
kalan mirasa sahip çıkmasını isteyecekti. Çünkü Eleni teyzenin kapıları
çakılmış evi, onları rahatsız ediyordu.
(H)
Yunanistan’a gitti ve Parthenopi’yi buldu. Olup bitenleri anlattı. Annesinin
evine sahip çıkmasını istedi. Fakat ne dediyse ikna olmadı eski sosyalist
kadın. Aslında Parthenopi üzgündü ve artık yaşlanmıştı.
“Annem iyi
bir Trabzonluydu. Ben onun gibi olamadım. Yani ben daha gençliğimde oradan
ayrılmak zorunda kaldım. O kadar ısrar etmeme rağmen benimle gelmedi. O iyi bir
Trabzonluydu ve evi de miras olarak Trabzon halkına kalmalıdır. Buyurun, Türk
konsolosluğuna gidelim, Trabzon Belediyesine bir vekâlet yazdırayım. Annemin
evini restore etsinler Trabzon halkına hizmet verecek bir duruma getirsinler”
dedi. 02.05.2004 / Livera
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder