Trapedda’nın güneydoğusundan gelerek denize
ulaşan Mela Irmağı aynı zamanda orman tanrısı ile deniz tanrısının ilişkisini
sağlıyordu. Özellikle bahar aylarında, yüksek dağlarda karlar eriyip de ırmağı
besleyince su zapt edilmez bir hal alır. Önüne kattığı her şeyi denize doğru
sürerdi. Böyle zamanlarda orman ve deniz tanrılarının bir çekişme halinde
olduğuna inanırdı ora halkı.
Daha
ileride ırmak yine iki kola ayrılır. (Maçka’da) Bir kol sol taraftan Mela
ormanına, diğeri de sağ taraftan yine orman içinden geçerek Zigana Dağları’na
ulaşır. Zigana tarafına vadi boyunca giden bir de yol vardır ki, güneşin
doğduğu ülkeye kadar uzanır. Mela Irmağı tam o birleşme yerinden, içinden
doğduğu ormanın derinliklerine doğru uzanır gider.
Vadiden
ayrılıp da sol yamaçtan yukarıya doğru tırmananlar, önce Livera’ya sonra da
dağın tepesindeki Gudul Kalesi’ne ulaşabilmek için daha epeyce yokuş çıkmaları
gerekecek.
Gudul
Kalesi, Sumaha Dağı’nın kuzeyinde ve tam karşısındadır. (Şimdilerde sadece sur
duvarlarının kalıntıları var.) İhtişamlı günlerinde kalın ve yüksek duvarlar
ile çevriliydi. Kale duvarının en alçak yeri beş insan boyu kadardı. Doğu
Karadeniz ve Kafkaslar’ın en güvenli en görkemli ve sağlam kalesiydi. Birisi
Aybavlos köyü diğeri de Sumaha Dağı’na bakan, kalın kütüklerden yapılı iki
kapısı vardı. Sur içindeki orman aralarında ise, geniş ve yemyeşil düzlükler
hayranlık uyandıracak kadar alımlıydı. Güz mevsimi gelince meyve ağaçlarından
yayılan hoş koku insanı çakırkeyif ederdi. Sanki bir mutluluk iksiri sunardı
oradakilere. Bir de sur dışında meyve ağaçları vardı ki onlarca Liveralı genç
kız toplamakla başa çıkamazdı.
Eski
Liveralılar; bir zamanlar aylarca yağmur yağdığını, o sırada pek çok yer ile beraber
Gudul Kalesi’nin de sele suya teslim olduğunu nakleder.
Gudul
Kalesi’nin bilinen en eski sahibi ve aynı zamanda Livera egemeni Zervan idi.
Kalenin burçlarından kuzeye bakanlar denizi, güneye bakanlar da çam ormanlarının
son bulduğu ikibin üstü rakımlı dağları görürdü. Mela Irmağı’nın doğusunda
bulunan bu dağ, boylu boyunca ve her iki tarafı, arkalı önlü Zervan’ın egemenlik
alnıydı.
Zervan
Livera egemeniydi ama bir bakıma ora halkının koruyucusuydu. Ahalinin ve
hayvanlarının, köy arazilerinin, yaylaların ve dahi ormanların güvenliği ondan
sorulurdu. Ola ki bir düşman baskını olur da başa çıkılamazsa hayvanları ile
birlikte halkı, kale surlarının içine alır tehlike geçene kadar orada tutardı.
Böyle hallerde en az yüz gün, dışarıdan destek almadan kale içinde savunmaya
çekilebilirdi.
Livera
köyü kalenin batı tarafında ve biraz aşağıdaydı. Köylülerin yiyecek maddeleri
savunma amaçlı olarak kale içinde depolanırdı. Köye bir baskın olsa,
saldırganlar yüz güldürecek bir şey bulamazdı. Sulh zamanında bile ihtiyaç
duyuldukça yiyecek maddeleri, kaledeki depolardan alınarak köye taşınırdı.
Ahali
daha çok hayvancılıkla uğraşırdı. Avcılık da hatırı sayılır uğraşlar
arasındaydı. Bitki örtüsü çok zengindi ve köyün geniş yaylaları vardı.
Yaylalarda üretilen yağ peynir ve kurutulmuş yoğurt, zaman içinde kaleye
taşınırdı.
Liveralılar
çok çalışkan, bir o kadar da neşeli, beyaz tenli mavi gözlü insanlardı. Kızları
ceylan gibi atik, erkekleri de bir pars gibi çetin ve kavgacı adamlardı. Atları,
katırları ve azgın köpekleri olurdu. Sürülerine çobanlık edecek delikanlıları
bile özel olarak seçerlerdi. Mesela; koyuna saldıran bir kurdu koşarak
yakalayamayan yahut canı çıkmadan koyunu kurdun ağzından kurtaramayan adam çoban
olamazdı.
Her
doğa olayı için bir tanrının var olduğuna inanırlardı. Bütün mevsimler yağmurlu
geçerdi. Gök gürler, yıldırımlar düşerdi. Bazen yıldırım düştüğü yerde yangın
çıkardı. O yüzden olmalı ki özellikle yaylacılar ile gök tanrı ilişkisi daha
sıkı fıkıydı. Onu diğer tanrılardan üstün tutarlardı.
Tanrılarla
iyi geçinmek için onlara ‘Kurban’ sunak vermek gerektiğine inanırlardı. İşte bu
yüzden her sene, kalenin tam karşısına denk gelen Sumaha Dağı’nın karı tamamen
eriyince Sunak töreni yaparlardı. Bunun için on on beş yaşlarında köyün en
güzel kız çocuğu seçilirdi. Çocukları Sunak edilmek üzere seçilen ailelerin
yürekleri yanardı. Ne var ki anne ve baba ölüp de tanrılara ulaşacağı vakit,
kızlarının orada onları bekleyeceği ve yardımcı olacağına inanılırdı.
Sunak
için, kale burçlarında ama denizin görüldüğü tarafta bir düzlem hazırlanırdı. Kurban
edilecek gencin gözleri, elleri ayakları bağlanır ve başı deniz tarafına döndürülürdü.
Bu merasimi sadece evli olan erkekler izlerdi. Sunağı kesip kurban edecek olan
ise evli ama çocuksuz, daha doğrusu çocuğu olmayan bir adam olmalıydı.
Çocuk
kesildiği yerde bağlı olarak, canı çıkana kadar ve kanı vücudundan boşalıncaya
kadar öylece kalırdı. Daha sonra elleri ayakları ve gözleri, kesen adam
tarafından çözülürdü. Artık o orada öylece kalacaktır. Tanrıların hakkıdır ve
artık ona el değmemelidir. Ta ki; tanrılar emirlerinde olan et yiyen kuşları
gönderecek ve onu parçalayarak taşıyacaklardır.
Sunak
seçimi kuralı, Egemen Zervan’ın beşinci dedesi zamanında değiştiği rivayet
edilir. Daha önce yetişkin delikanlılardan kurban veriliyordu, o bu yasayı
beğenmemiş, “artık kız çocukları Sunak edilsin” emrini vermişti. “Çükü erkekler
düşmana karşı savaşır, kızlar ise daha hazırcıdır. Erkek delikanlılardan Sunak
kesilmesi bir bakıma savunmayı da zayıflatıyor” diye savunmuştu gerekçesini.
Yüzyıllar
boyunca bu düzen üzere yaşadı Liveralılar ve bu usul üzere işlev gördü Gudul
Kalesi.
İsa’nın
miladına birkaç yüzyıl daha vardı. Livera Egemeni Favaden öldü. Tanrılara yakın
olsun diye bir günlük yolda bulunan Semon Dağı’nın tepesine götürüp bıraktılar.
Yerine oğlu Kohrakol geçti. Yeni egemen, çok iyi ustalık öğrenmiş, pek çok dil
bilen zeki ve atik bir adamdı.
Bir
sabah vakti, Sumaha tarafına bakan kale kapısı açıldığında duvarın dibine
kıvrılıp yatan yaşlı bir adam gördü kapı görevlileri. Açılırken, uzun uzadıya
çıkan kapı cızırtısının sesine uyandı. Yerinde doğrulup oturdu. Orta boylu kara
gözlü, Aksakallı birisiydi ve sırtında koyun derisinden urubası vardı. Adamlar
ona dikkatle bakınca gülümsedi. Kötü niyetli birisine benzemiyordu. Kapıyı
açanların öndeki sordu;
“Kimsin
sen?”
Cevap
vermedi, sadece aynı ayar güler yüzünü sergiledi. Diğeri arkadaşını uyardı; “Dilimizi
anlamadı sanırım, onu Egemen Kohrakol’a götürelim.”
Öyle
yaptılar, yardım ederek kaldırdılar. Keçi derisinden yapılmış zarif bir sırt
çantası vardı, onu da alarak kale kapısından girdiler. Egemen Kohrakol iki
ağacın arasına gerilmiş ayı derisine ok atma alıştırmaları yapıyordu. Gelenleri
görünce elindeki yayı yere bıraktı onlara doğru yürüdü. Adamları arasında
yürümekte olan ihtiyara dikkatle baktı. ‘Bu Aksakal ve kıyafeti değişik adam, yabancı
birisi olmalı’ diye geçti içinden.
Adamlarına
seslendi; “Kim bu Aksakal?”
Onlar
da bilmiyordu;
“Dilimizi
anlamıyor” dedi kolundan tutan.
Bunun
üzerine birkaç adım ötedeki ceviz ağacına doğru yöneldi Kohrakol.
“Böyle
getirin onu” diyerek gitti oturdu.
Söylenen
yapıldı. Aksakalın yanına yaklaşıp oturmasını işaret etti. Sonra bildiği
dillerden, tanışmak amaçlı sorular sordu. Nihayet anlaşacakları ortak bir dil
yakalandı.
“Adın
ne?”
“Zarath”
Aksakal
adam güneşin doğduğu ülkeden geldiğini, bir inancın dervişi olduğunu ve
insanlara doğru yolu göstermek için diyardan diyara dolaştığını anlattı.
Egemen
Kohrakol ‘bu adam boş biri değil’ diye düşünmüş olmalı ki adamlarına emir verdi
“Yemek hazırlansın” ve ihtiyarı evinin balkonuna davet etti.
Uzun
uzadıya konuştular. Hiç duymadığı şeylerden söz etti yabancı. İyilik ve
kötülüğün kardeş olduğunu iddia ediyordu. “Ne var ki günün birinde bu
özelliklerinden dolayı insanlar hesaba çekilecek. Ölenlerin ruhları Cinvat Köprüsü’nden
geçmeye çalışacak. İyiler sorunsuz geçecek. Kötüler geçerken köprü incelecek
keskinleşecek ve aşağıya karanlıkların içine düşecekler. Karanlığa düşen
kötüler üçe ayrılacak. Tamamen kötü olanlar; sonsuza kadar orada kalacak. Çok
günah işlemiş fakat iyiliği de olanlar; on iki bin yıl orada kaldıktan sonra
cennete gönderilecekler. Günahları ve sevapları eşit olanlar; günahlarından
arınıncaya kadar orada kalıp daha sonra cennete girecekler. Cinvat Köprüsü’nü sorunsuz
geçmiş olan iyi insanların ruhları ise cennete varmak için üç yolculuk yapacak.
İyi düşüncelerinden dolayı yıldızlara, iyiyi konuşmalarından dolayı Aya, iyi
işler yaptıklarından dolayı Güneşe yükselecekler ve bu aşamalardan sonra
cennetin kapısına varacaklar.”
Aksakal
konuştukça Livera egemeni Kohrakol hayranlık içinde dinliyor ve hiçbir şekilde
araya girmiyordu.
Adam
devam etti;
“Üç
sefer üst üste ve her bin senede bir, bir peygamber gelecek. Sonuncu olarak
gelecek olan Asvart-Arta, dünyayı tüm kötülüklerden temizleyip kurtaracak. Onun
zamanında son mahkeme kurulacak. Böylece Ahura Mazda’nın zamanı gelmiş olacak
ve tüm iyi insanlar, özgür, haksızlık, karanlık ve üzüntünün olmadığı bir
yaşama başlayacaklar. Bütün kötülükler Tanrı tarafından yok edilecek. Ölüler
canlanacak, ruhları geri dönecek, sonsuza kadar yaşlanma ve ölümün olmadığı mutluluk
içinde yeni bir yaşam biçimi başlayacak.”
Kohrakol’un
zihni allak bullak oldu. Önce adamın yüzüne dikkatle baktı, sonra da bir teklif
sundu;
“Aksakal
Zarath” dedi, “ister misin dilediğin kadar bu kalede kal, istediğin gibi ye iç
ama adamlarıma da bu bana anlattıklarını anlat.”
Aksakal
Zarath’ın anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki yıllarca anlatsa tüketemezdi.
“Olur”
dedi. “Seni sevdim, burada kalacağım Gudul Kalesi’ni ve Livera’yı bir yıldız
gibi parlatacağım.”
Aksakal
Zarath artık iyi bir Liveralı oldu. Her gün daha çok yerli sözcük öğreniyor ve
iletişim kurduğu insanların sayısı artıyordu. Arada bir köyün içine gidiyor
insanlarla tanışıyor ve vaazlar veriyordu.
Geceleri
yatması için kalenin en doğu tarafında ama sur içinde bir oda verdiler ona. Her
sabah erkenden kalkıyor çıkıp dolaşıyor. Kuzey burcuna giderek denizi, batı
tarafına giderek kalenin karşı dağa yansıyan gölgesini seyrediyordu.
Mayıs
ayının ilk haftası sonunda, Sumaha Dağı’ndaki karların tamamı eridi. Kontrol
için bir de adam gönderildi. Evet, ‘Karlar tamamen eridi’ yanıtı kesin olarak
doğrulandı. Artık tanrılara sunak vermenin zamanıydı.
O
sene için seçilen sarışın mavi gözlü ve yüzünde seyrek çilleri olan kız, kaleye
getirildi. Güneş epey yükselmişti ama kuzeyden gelen bulutlar sürekli görünmesine
izin vermiyordu. Bir bulut geçiyor öteki de arkasından koşuyordu. Havanın ne
yana döneceği belli değildi.
Sunak
kızın eli ayağı gözleri bağlıydı, hazırlanan yere götürüldü. Kurban edileceğini
üç gün önceden öğrenmişti. O yüzden artık ağlamaktan takati kesilmiş, ne ağladığı
ne de, ne söylediği anlaşılmıyordu. Sadece; “Kurtar beni anne” diye inliyordu
ama hiç kimse onu dinlemiyor oralı bile olmuyordu.
Kurbanı
kesecek olan adam bıçağını bir kuzu postuna sarmış, sol kolunun altına
sıkıştırmış olarak vazife yerine doğru gidiyordu. Tam o sırada nereden geldiği
net olarak belli olmayan acı ve gırtlağı yırtan bir haykırma duyuldu. Ses orman
içlerinde yankılanarak Mela vadisine doğru aktı. Herkes olduğu yerde donakaldı.
Aksakal Zarath koşarak Sunağın yanına gitti ve bir hareketle kızın yanına
çıktı. Karşısında şaşkın şekilde duran ve ona bakan adamlara;
“Ey
Liveralılar ne yapmaya çalışıyorsunuz. Katil mi olacaksınız? Tanrı insan
öldürenlerin günahlarını asla affetmez. Nasıl bir tanrıya inanıyorsunuz ki
insan öldürmekten hoşlansın, cinayet işlenmesinden mutlu olsun? Gerçek olan
ateştir. Ateş tanrısıdır. Diğerleri uyduruk tanrılardır. Elinizi yüzünüze
tutun, sıcaklığınızı hissedin, ateşin sıcaklığıdır o. Ateş olmazsa hayat olmaz.
Tek tanrı vardır. O da ateş tanrısıdır. Ateş olmazsa olur mu? Ocak ateşinden
sonra kutsal olan Kurbat ateşidir, o ateş devamlı yanan ve kötülükleri
uzaklaştırandır. Diğeri ise halk topluluklarınca meydanlarda yakılan ve etrafında
eğlenilen, içinden geçilen ateştir. O ateşin içinden geçenler suç ve günah
işlemiş olsalar bile tertemiz olur, günahlarından arınır. Kime karşı suç veya
günah işlenmişse onun yakacağı ateşin içinden yürüyerek geçenler ancak kendini
temize çıkarır. Böylece günahını veya suçunu affettirir. O zaman Tanrı ile de
hesaplaşmış olur. Ateş her şeyi yakar kül eder, günahları bile yakar, siler
süpürür. Bütün bunları pek çoğunuza defalarca anlatmadım mı?”
“Ne
demek istiyorsun Aksakal Zarath” diye gürledi Kohrakol.
Eli
işaret ederek ama yalvaran bir sesle;
“Bu
çocuğu öldürmeyin, aha ben buradayım, önümüzdeki yıl bir olumsuzluk yaşayacak
olursanız beni kesin. İsterseniz kale surlarından aşağı atın. Daha nasıl
teminat istiyorsunuz? Bu yaz mevsiminde tek tanrımız olan Ateş tanrısının
emirlerini yerine getireceğim, sizler de bana yardımcı olmalısınız.”
Egemen
Kohrakol ona doğru yürüyerek kılıcını havada sertçe döndürüp bir daire
çizdirdi;
“Önümüzdeki
sene, başımıza bir olumsuzluk gelirse, kelleni bu kılıçla ben uçuracağım
bilesin. Şimdilik sözüne itibar ediyor ve kızı serbest bırakıyorum” dedi ve
tören için bekleyen adamlara dağılmalarını emretti.
Tören
için orada bulunan Livera’nın tüm erkekleri, şaşkınlık içine düştü. Atalar
dinine aykırı hareket etmenin getireceği kötülüklerin başka türlü nasıl bertaraf
edilebileceğini tartışmaya başladılar.
Egemen
Kohrakol onları yatıştırmaya çalıştı;
“Bu
Aksakal ile uzun zamandır konuşuyorum. Güvenimi kazandı. Ben ona güveniyorum,
siz de bana güvenin. Hadi şimdi işinizin başına dönün” dedi ve ahaliyi dağıttı.
Egemenin emrine karşı gelmek olmazdı.
Böylece
Gudul Kalesi’nde ve Livera’da yeni bir hayat yeni bir din yeni bir inanç düzeni
başladı.
Aksakal
Zarath ilk olarak, Sumaha Dağı’nın tepesine yakın olan kayalıklar arasında
yüzyıllar boyunca hiç söndürülmeden yanacak olan ateşi tutuşturdu. Ardından,
mahalle aralarında küçük ama alevli ateşler yakarak insanların içinden
geçmesini ve böylece günahsız kalmalarını sağladı, vaazlarına devam etti.
Ve
o sene, Livera ve insanlarını sıkıntıya sokacak hiçbir olumsuzluk yaşanmadı.
Öyle olunca da Aksakal Zarath’ın ününe ün katıldı. Anneler babalar çocukları
adına sevince boğuldu. Artık çocuklar bir daha Sunak edilmeyecekti. İnanç ve
din konusunda ise sadece o büyük insan Aksakal Zarath’ın vaizleri bir anlam
taşıyacaktı.
Daha
sonraki yüzyıllarda yaşayacak olan Liveralılar da o kayalıklarda yanan ateşi
hiç sündürmedi. Oraya ateş parçası anlamında “Ziya” kayalıkları yahut “Ziyanın
taşı” adını verdiler. Kayalıklar arasında yanan ateş, zaman içinde ısınma ve
soğuma nedeniyle taşları parçaladı. Parçalanan o taşlar ateşin içine düşer,
alevlere engel olurdu. O yüzden kırık taşlar görevliler tarafından oradan
alınarak aşağı doğru yuvarlanırdı. Daha sonra oraya uğrayan ve anılarını yazan
gezginler çatlayıp kopan düzgün ve köşeli taşlardan söz ettiler.
Artık
Liveralıların çok tanrılı dönemi sona ermiş Ateş tanrılı yılları başlamıştı.
Belirli günlerde mahalle aralarında ateş yakılıyor ve alevlerin arasından
geçmek bir tür ibadet ama oyun gibi geliyordu onlara. Küskün iki taraf
arasındaki sorunlar çözüldükten sonra tarafların yine alevler içinden geçmesi
isteniyordu. Böylece yeni ve günahsız bir hayat başlatılmış oluyordu. Artık her
fırsatta ateş yakıyor ve Tanrı huzurunda arınıyorlardı.
Görülen iki kaya arasında 600 yıl boyunca hiç sönmeyen bir ateş yakıldığı söylenir. (MÖ 300 - MS 300) Ateş azaldıkça görevliler odun atarmış. |
Ziya kayalıkları ile birlikte Sumaha Dağı da kutsal bir mekân haline gelmişti. Dağın
tepesinde bir parça ormansız yer var. Köylüler gün dönümü sayılan 21 Haziran’dan
itibaren başlayan hafta içinde oraya çıkar en büyük ateş olan güneşin
hareketlerini gözlemeye gayret ederlerdi. Bu gayretlerinden dolayı da Ateş
Tanrısının onları ödüllendireceğine inanırlardı.
Ateş
yakmak yolu ile hem tanrıya ibadet hem de günahlardan temizlenmek, eğlenceli
hoş bir inanç olarak yüzyıllar boyunca kabul gördü. Günahkâr olduğunu düşünenlerin
alevli bir ateş yakarak içinden birkaç kez geçmesi ve tertemiz olmasının
hazzını duymak da keyifli olmalıydı.
Yüzyıllar
boyunca kucağında kutsal ateşi barındıran Ziyanın kayası, şimdilerde yorgun ama
pek özgür. Yine gelir mi, endişesi ile insanı izliyor, seyrediyor ve sonra da
sanki bıyık altından gülümsüyor. Bu gülümseme özellikle uzaktan çekilen
fotoğraflara da yansıyor. 04.03.2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder