Melikşe, Tonya’ya yakın orman arasında güzel
bir köydü. Türkiye’nin kuruluş yıllarıydı ve her yerde olduğu gibi oralarda da kıtlık,
yoksulluk almış başını gidiyordu. Eşleri savaşa gidip dönmeyen, bu yüzden dul
kalan çok sayıda kadın çocuklarını geçindirmek için çırpınıp dururdu. Güllü
Kadın da o dullardan birisiydi.
Otuz
beş yaşındaydı ve yavrularını yetiştirmek dışında hiçbir şey düşünmezdi. Her çabası
onlar içindi. Sağlığı yerindeydi ama arada bir kocası düşerdi aklına. İşte o
anlarda yalnızlık duygusu ağır basar, için için ağlardı. Melikşe Tepesi’ne
çıkarak olanca sesiyle, ama haykırarak “Bizi böyle yalnız koyup nerelere
gittin” diye seslenmek isterdi ona. Çok yükseklere çıksa da bağırırsa sesini duyurabileceğini
sanırdı. Ancak öte dünyada mutlaka karşılaşacaklarını düşünür, orada ona anlatacağı
şeyleri hazırlar, planlardı arada bir.
Çalışkan
kadındı; taşı sıksa suyunu çıkarabileceğini sanırdı. En önemli derdi, daha
doğrusu belini büken şey, yeteri kadar tarlasının olmayışıydı. Bir evlek daha
yeri olsa hiç kimseye minnet etmeden yaşayabilirdi.
Evinin
arka tarafında, avuç içi kadar ekilecek bir yeri vardı. Servetinin hepsi o
kadardı. Kocası askere gitmeden önce, ağaç köklerini ve taşları ayıklayarak hazırlamıştı.
Aslında orada yetiştireceği hiçbir şey ailesine yetmezdi. Bir ineği ve yaşını
henüz tamamlamamış buzağısı vardı, hayvanlarını çoğaltmak gibi bir düşüncesi de
vardı.
Akşam
olmak üzere, İmam her an ezanı okuyabilirdi. Güllü kadın ocağını ateşledi,
kirişe takılı zincire çorba kazanını astı. Yemeği pişerken, peykenin kenarına
ilişti. Çocukların yırtık çoraplarını dikmeye koyuldu.
İki
oğlu, bir kızı vardı. Sabriye on dört yaşında ve büyük olanıydı. İkiz oğlanlar
on bir yaşındaydı. Kız hareketli afacan, bir çocuktu. Oğlanlardan yana pek
derdi yoktu da bu kız ele avuca sığmıyordu. Bir an önce sorunsuz şekilde
evlendirebilse, üzerinden ağır bir yükün kalkacağını hesap ederdi. Böyle
giderde, kız dilediği gibi hareket ederse, zapt edilmesi çok zor olacak diye geçerdi
aklından. Ne yapmak gerektiği konusunda çok düşünürdü de bir çözüm bulamazdı. O
durumlarda yine askerden dönemeyen kocasını düşünür, fısıltılı bir sesle dertlerini
sıralar ağıtlar yakardı ona. Yaktığı ağıtların sırrı anlaşılmasın diye hiç kimse
tarafından duyulmasını istemezdi.
Akşam
karanlığı çöktüğü halde kız, ortalıkta yoktu. Oğlanlar ise avluda koşuşup
duruyor.
Çorabın
tekini yamaladı kenara koydu. Kızının mahalle içinde dolaştığını biliyordu
aslında. Ancak kız kısmının evine geç gelmesini hayra yoramıyordu. Yerinden
kalktı, çıkmak için hazırlanıyordu, koşarak yaklaşan ayak seslerini duydu.
Dış
kapıya doğru yürüdü;
“Ana!”
diye ünleyen kızını kucağında buldu. Az kalsın sırt üstü yere düşecekti.
İki
delikanlı peşinden kovalıyordu. Ana kızı kucak kucağa görünce, durup sızlanmaya
başladılar.
“Güllü
teyze” dedi daha iri olanı. “Sabriye çam dalı ile vurdu bize.”
“Doğru
mu kızım?” diye sordu.
“Evet
ama şakacıktan vurdum ana” dedi gülerek.
Kucağında
ürkek bir güvercin gibi duran kızına, sonra da oğlanlara baktı.
“Zaten
geç geldiği için onu cezalandıracağım, siz gidin. Analarınıza da selamımı
söyleyin. Bir daha böyle bir şey yapmayacak.”
Oğlanlar
ikna olmuş olmalılar ki dönüp gittiler.
Karabulutlar,
akşam karanlığını olması gerekenden daha erken başlattı. Avluda koşuşan çocuklar
yorulmuş, belki de acıkmışlardı. Anneleri “haydi eve girin” demeden girdiler.
Ocağın alevi azalmış içeriyi aydınlatamıyordu. Sabriye koşarak seranderin
altına gitti, kol büyüklüğünde bir çıra aldı. Döndüğünde kardeşlerini ocağın
etrafına oturmuş buldu. Elindeki çıra ile dürttü birini, çocuk cıyaklayarak
yanladı. Sonra elindeki çırayı közlere yanaştırdı, üfleyerek tutuşturdu. Alev
alan çıra evin içini aydınlattı. Giderek duvardaki yerine iliştirdi.
Küçük
oğlan; çorbanın pişip pişmediğini sordu anasına.
“Birazdan
hazır olur. Çok mu acıktın oğlum, ekmek vereyim mi eline?” diye sordu.
“Ben
de çok acıktım” dedi diğeri.
“Sabriye!
çocukların eline ekmek versene!” dedi ve duvar kenarında duran odunlardan
birkaç tane aldı, kazanın altına sürdü. Ocak yeniden tutuştu. Çocuklar
ellerindeki ekmek parçalarını alevlere doğru uzattılar, sıcak ekmek olsun
istemişti canları.
Ocağın
aydınlığını yeterli bulan Sabriye, çırayı söndürdü.
Güllü
Kadın sofra kurma hazırlığına başladı. Aslında ne yapmak istediğini tam olarak
kendisi de bilmiyordu. Çünkü Sabriye’yi önemli bir sorun olarak görüyor, kafasında
büyüttükçe büyütüyordu. Böyle giderse, kızının sorunlar yaşayacağını
düşünüyordu. Düşündükçe gizliden gizliye korkuyor başına ağrılar saplanıyordu.
On dördüne gelmiş kızının oğlan çocuklarıyla şakalaşıp oynaşmasını bir türlü
engelleyemiyordu. Tonya’da kız yüzünden yaşanan onca vurgunu hatırladı. Çocukların
yanında ağlamamak için kendini zorladı. ‘Keşke kocam sağ olsaydı’ diye geçirdi
içinden.
Sabriye
ise anasının neler düşündüğünün farkında bile değildi. Küçüklüğünden beri,
neşeli ve şakacı, hayatı keyifle yaşamak isteyen bir çocuktu. Onun için sevmek,
sevdiği kişiye dokunmak demekti. Bütün sorun, bu dokunmasının şiddetinden
kaynaklanıyordu zaten. Kardeşlerini severken bile öncelikle tokadı şaplatırdı.
Anasını severken ise, bir kedi gibi ya kucağına ya da sırtına zıplardı. İneği
severken ise hayvana etmediğini zulmü koymazdı. Bir seferinde karnının altından
geçmek istedi, az kalsın ezilecekti.
İşte
şimdi, kardeşlerinin saçlarından tutmuş, onları birbirine bağlamakla tehdit
ediyor, hem de gülüyor. Anası yuvarlak yer sofrasının üzerine tahta kaşıkları
koyarken;
“Sabriye!”
diye bağırdı.
Ses
evin duvarlarında yankılandı. Sonra da ne olduysa, demek ki daha dayanamadı, olduğu
yere oturdu ağlamaya başladı. Anasına baktı kız, bir an durakladı. Ağladığını
fark edince gidip boynuna sarıldı. O da anası ile beraber ağlamaya eklendi.
Ocağın karşısında oturan çocuklar ne olduğunu anlayamadı. Dikkatle analarına
baktılar, bir süre öylece izlediler. Sonra hepsi birden ağlamaya başladı. Kimin
ne dediği pek anlaşılmıyordu ama çocuklar babaları için ağlıyordu.
Melikşe’deki
küçük ahşap evde, kadrosu dört kişiden oluşan bir oratoryo sergileniyordu.
İzleyicisi olmayan, sanat dergilerinde hiçbir zaman adından söz edilmeyecek
olan dramatik bir oratoryo sunumu.
Evin
içi kapkaranlık oldu. Ocaktaki odun alevi kaybolmuş, geriye kalan közler ancak
görünüyor. Sabriye anasının boynundan kollarını çözdü, kalktı. Duvara takılı
olan çırayı aldı ocağın yanına döndü. Közlere üfleyerek tutuşturdu. Evin içi
yeniden aydınlandı, sonra götürüp yerine yerleştirdi. Bir süre anasını ve
kardeşlerini öylece izledi, anası hem ağıt diziyor hem de ağlıyordu.
“Yeter!”
diye bağırdı. “Kesin ağlamayı artık, yemek zamanı geldi.”
Anası
sustu, ona bakarak çocuklar da sustu.
Yuvarlak
sofrayı ocağın yanına çekti.
1932’nin
kışı zorlu geçiyordu. Güllü Kadın’ın yazdan hazırladığı odunlar tükendi. Artık
her gün ormana gitmesi gerekiyordu. Hoş köyün diğer kadınları da onun durumundaydı.
Haberleşip ormana doğru yola çıkıyor, en geç iki-üç saat sonra bir yük odunla
geri dönüyorlardı.
Naciye
kadının oğlu, Ali de askerliğini tamamladı teskeresini aldı ve köye döndü. Kızı
Sabriye ile Ali’yi baş göz etmeyi Ali’nin annesi ile birlikte o yolculukların birinde
kararlaştırmışlardı. Böylece hem kızını evlendirmiş, hem de güvenilir bir
erkeğin himayesine girmiş olmayı planladı.
Ali
içgüveyi olduğu akşam, Sabriye henüz on beşini tamamlamamıştı. Ama Melikşe
köyündeki bu evde yeni fakat umut dolu bir hayat başladı. İkizler enişteyi, enişte
de onları sevdi. Sanki her şey olumlu yönde değişti, ama nedense Sabriye’nin
eski neşesi kayboldu. O kadar ağırbaşlı bir gelin olmuş ki en çok anası şaştı
bu işe. Kahkahalarıyla çevresine neşe dağıtan, geleni gideni çimdikleyen kız o
değildi sanki. “Gelin olmak yaramış ona” diye düşündü anası. Verdiği kararın ne
kadar doğru olduğuna gönülden inandı. Küçük bir sorun arada bir kafasını
kurcalamıyor değildi. Damadı işlere sıkı sarılmıyor, ikide bir köyün içine gidiyor
geç vakitlerde dönüyordu. Halbuki onu bir sahip olarak görüyor, varlığından güç
almak istiyordu. O bakımdan biraz anlayışla karşılıyordu, “Yeter ki başımızda
bulunsun, bütün işleri yaparım” diye geçirirdi gönlünden.
Aradan
birkaç sene geçti. Yoksulluk olmasaydı belki de her şey yolunda gidecekti. O
Mayıs ayında kızı 18, torunu Hüsnü de 2 yaşına girecekti. Yolunda gitmeyen bazı
şeyler oluyordu olmasına da sonucun tam olarak nereye varacağını
kestiremiyordu. Can sıkan sıkıntı, damadının hiçbir iş yapmadığı ve eskisi
kadar saygılı davranmadığıydı. Sabah çıkıyor akşam dönüyor. Sabriye ise
evlendikten sonra dilini yutmuştu sanki. Şımarık, ele avuca sığmayan, hayat
dolu hali ile bugününü karşılaştırdığı zaman, o da durgunlaşıyordu. Suçluluk
duygusuna kapılıyor ve ‘keşke yaşıtı birisi ile evlendirseydim’ diye düşünüyor,
üzülüyordu.
Mayıs
ayının son cuma günüydü. Güneş daha yenice dönmüştü batıya. Deniz tarafından
uçarak gelen beyaz bulutlar, Tonya’nın üzerinden geçerek dağlara doğru hızla
yol alıyordu. Hava serindi ve sadece kuş cıvıltıları bozuyordu köyün
sessizliğini. Yukarıdaki ormanlardan arada bir guguk sesi geliyordu. Güllü kadın
ise kızı ile beraber küçük tarlasında mısır fidelerini ikiliyordu.
Tonyalı
kadınlar, özellikle matem günlerinde, Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir
tarzda ağıt yakarlar. Bir öyküyü, anıyı hoş ve uygun dizelerle, ama yanık bir
melodi ile terennüm ederler. Herkes huşu içinde dinler. Okuyan yorulduğu zaman
diğer kadın aynı yerden alır devam ettirir. Bu söylemede; öykü, sitem, yiğitlik,
zayıflık, varsıllık, yoksulluk, kavga, ölüm gibi insanı ilgilendiren her şey,
hoş bir seda ile nakledilir. Olayın daha önce biliniyor olması, çok da önemli
değil. Asıl olan düzgün ve anlamlı dizeleri, güzel ve yanık bir ses ile
nakletmek ve dinleyenleri ağlatabilmektir.
Güllü
Kadın avlunun kenarında duran o düz taşın üzerine oturdu. Çocukluğundan
başlayan, kocası ile devam eden ve şimdi de çocukları ile ilgili olup
bitenleri, destanımsı şekilde yanık bir melodiyle söylemeye başladı. Yürek
dağlayan, dinleyeni ağlatan bir sesi vardı. Ne zaman ki Sabriye’nin öyküsüne
sıra geldi, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Bu kez onu ayakta durup
dinlerken için için ağlayan Sabriye de ona uydu. Anasının neler düşündüğünü,
neden kendisini çocuk yaşında evlendirdiğini ancak öğrendi. Şimdi, o da bir
şeyler söylemeliydi. En azından, üstü kapalı sitem etmeliydi. Araya girdi ilk
dörtlüğünü söyledi. Devam et, işaretini aldı anasından ve usta bir okuyucu gibi
söylemeye başladı.
Bütün
bu söylemeler sırasında, birbirleri hakkında bilmek istedikleri hemen her şeyi
öğrenmiş oldular. Anasının, yalnızlık korkusuyla, bir bakıma kızını zorla
evlendirdiğini öğrendi. O gün verilen kararı, hatalı buluyordu. Ama bunun bir
alınyazısı olduğunu, yazanın yazıyı böyle yazdığını, bu yüzden yapılacak başka
bir şey olmadığını söyleyerek teselli arıyordu.
Anasının
esas ağladığı yer orası değildi. “Keşke divane bir sevdan olsaydı, onunla
dağlara kaçsaydın. Günlerce arasaydım da bir sene sonra bulabilseydim sizi. Hiç
olmazsa sen buldun ben yardımcı oldum, diyebilirdim. Şimdi mutsuz olduğunu
görüyorum ve kendimi suçluyorum,” diye düşünüp kurduğu dörtlükler gerçekten ağlatıyordu…
Artık
anası ve yaşamak hakkında çok şeyler öğrendiğini düşünüyordu Sabriye.
Damat
Ali o akşam, eve erken geldi. Saygısız bir tavırla;
“Kaynana!”
dedi. “Göç etmeye karar verdim.”
Yüreği
ağzına geldi kadının, dikkatle baktı ona.
“Nereye
gideceksin?”
“Maçka’ya.”
“Maçka
da neresi?”
“Yeri
yaylasından ilerde bir yer.”
“Ne
var orda?”
“Zenginlik,
zenginlik var. Bu gün bir adamla konuştum. Tonya’dan gitti, şimdilerde orada
yaşıyor, her şeyi anlattı bana. Yıllar önce gâvurlar yaşarmış, sürmüşler
onları, her bi şeyleri kalmış. Anlayacağın köy boşaltılmış. Gidenler hazır bir
ev ile tarla sahibi oluyorlar.”
Neler
söylüyordu bu damat, gerçekten olabilir miydi böyle bir şey?
O
köyün adamlarını neden kovmuşlar acaba?
Öyleyse
bizi de kovarlar mıydı?
Giden
adamlar neden her bi şeylerini beraberlerinde götürmemiş?
Yani
onları sürenler nasıl olmuş da tarlalarını satmaya izin vermemiş?
Bir
anda onlarca soru üşüştü yüreğine.
Damadı
anlattı, o dinledi. İnanıp inanmamak arasında bocalayıp durdu.
Kızına
dönerek;
“Ne
dersin Sabriye?” diye sordu.
“Ne
diyeyim ana, kocamın dediğine karşı gelebilir miyim?”
İçi
yeniden cız etti, kızının kocası yanında söz söylemek yetkisi yoktu. Bir ah
çekti içinden, damadına dönerek;
“Bilmediğin
memleket Ali, gider de perişan olursunuz oralarda. Cay bu işten oğlum.”
“Kararımı
verdim, yarın gideceğiz.”
Konuşma
biçiminden hiç hoşlanmadı, sanki inadına öyle konuşuyordu. Şaştı kaldı ne
diyeceğini, ne yapacağını bilemedi.
Ali
kararını vermişti bir kez, Nuh der peygamber demez bir adamdı. Çaresiz, yol
hazırlıklarına başlandı. Sacın altına, pişmesi için kocaman bir mısır ekmeği hamuru
koyuldu.
Maçka’ya
giden en kestirme yol, karlı dağlardan geçerdi. Siriksa, Karaptal, Mula Obası,
Haçka Obası, Yeri ve Mulaga yolu ile gideceklerdi. Aslında; bu yer isimlerinin
bazılarını daha önceden duymuş diğerlerini konuştuğu adamdan öğrenmişti.
Önlerinde yürünecek yaklaşık yirmi saatlik yolları vardı.
Sabriye
gecenin bir vaktinde uyandı. Ocakta küllerle kapatılmış közleri açtı, üfleyerek
elindeki çırayı tutuşturdu. Sonra da duvardaki yerine astı. İkizler de uyandı
yatağın içinde oturuyorlar. Kocasını ve anasını da uyandırdı. Güllü Kadın uyandığında
akşamdan kalan şaşkınlığı devam ediyordu, ne yapacağını ne vereceğini, ne diyeceğini
bilemiyordu. Ekmek sepetini indirdi. Bir parça mısır ekmeğini ayran dolu sahana
ufaladı.
“Bu
son kez beraber olduğumuz yemek olmasın” diye dua etti içinden.
Sabriye
bir keçe ve küçük bir kilimi paketleyip sırtına bağladı, oğlu Hüsnü’yü de onun
üzerine. Peştamalını yan bağlamış, eşarbının uçlarını ensesinde düğümledi. Bir
bakıma düğüne gider gibi bir hali vardı. Kapıdan çıkarken öce sağ ayağını
besmele çekerek attı. Ali ise ekmek ve çamaşırların koyulduğu torbayı omzundaki
değneğe astı. İkizler analarıyla beraber, gidenlerin arkasından bakakaldı.
Bilmedikleri bir dünyaya doğru yürürken, Sabriye ve ikizlerin de umutlarını
götürdüklerinin hesabını yapmadılar bile.
Şafak
sökene kadar, epey yol aldılar.
Maçka’ya
gitmek üzere yola koyulduklarında, ellerinde adres olarak sadece “Livera”
köyünün adı vardı. Daha önceki yıllarda, Tonya’dan gidenlerin oraya yerleştiğini
duymuştu ve bütün bildiği o kadardı.
Artık
yol orman içine girdi. İnişli çıkışlı vadi boyunca uzayıp gidiyor. Ormanın
heybeti yüzünden yol boyunca gökyüzünü görmek mümkün olmuyor. Arada bir ansızın
öten karga seslerinden bile ürkmeye başladılar. Haçka obasının yokuşunu çıkıp
da tam düzleyecekleri yerde üç kişi yol kenarında oturuyordu. Üçünün de
çizmeleri vardı ve paçası düğmeli pantolon giyiyorlardı. Birisinin kucağında
bir mavzer vardı. Diğerlerinin silahları yan taraflarında boylu boyunca
yatıyordu. Kucağında tüfeği olan adamın silahı parıl parıl parlıyor. Doğrusu, Ali adamları görünce rengi soldu.
Soldu ama çocuğu ve hanımının yüzü suyu hürmetine kendilerine zarar vermeyeceklerini
düşündü. Eğer adamlar eşkıya ise belindeki tekli tabancasını alabilirlerdi.
İşte o zaman işin içinden çıkmak kolay olmayacaktı.
İyice
yaklaşınca selam verdi oturanlara. Adamlar istif bozmadan verilen selamı aldı.
“Nerden
gelip nereye gidersin delikanlı?” diye sordu ortada oturan adam. Ali de
tafsilat vermeden;
“Maçka’ya
doğru” diye cevap verdi.
“Ekmeğiniz
vardır, birer parça verin de geçin.”
Sabriye
kocasından başka ilk kez birilerinden böyle bir korkuya kapıldı. Bu adamlar hiç
acımaz bir anda adam öldürebilirler diye düşündü.
Ali
hiç itiraz etmedi söyleneni yaptı, sonra da;
“Hadi
kalın sağlıcakla” diyerek yürüdü, hanımı da peşinden. Doğrusu, silahını
kurtardığı için kendisini şanslı saydı, fakat ekmeğin ederi de az sayılmazdı. Evden
çıktıklarından beri Sabriye hiç konuşmadı. Kocası bir şey sorduysa sadece;
“Evet, Hayır” şeklinde cevapladı.
O
gece Yeri’de bir adamın evinde konakladılar. Tonya ve Akçaabat taraflarından
gelerek Maçka’ya gidenleri hep o adam konuk ederdi. Yedirir, içirir ve yatırırdı,
bunun için beş kuruş para talep etmezdi. Evliya gibi bir adamdı ve sadece
Allah’ın razı olması, onun için yeterliydi.
Livera’ya
vardıklarında köyün girişindeki Karaksa suyu çeşmesinin yanında durdular. İkisi
de çok yorulmuştu ama Sabriye iyice bitkin düşmüştü. İki günlük yolculuk takat
bırakmadı onlarda. Çocuğunu sırtından indirdi avucunu su doldurarak yüzünü
yıkadı içirdi. Biraz ileride, fındıklık arasında iki ev vardı. “Bizim de böyle
bir evimiz olacak mı?” diye bir soru geçti içinden. Köyün başı, Melikşe’de
olduğu gibi çam ormanları ile kaplıydı.
Çok
oturmadılar, öncelikle bir Tonyalı bulup dertlerini anlatmaları gerekecekti.
Yokuş yukarı yürümeye başladılar. Ekinler neredeyse iki karış kadar boy
atmıştı.
“Bak
Sabriye bizim köyde ekinler henüz bu kadar büyümedi” dedi Ali.
Gülümseyerek
baktı kocasına, cevap vermedi.
Yolun
kenarında bir kahve vardı. Kapı önünde oturanlara selam verdi. Onlar da sanki
bağırarak aldılar selamı. Hanımını ikaz etti Ali;
“Sen
biraz ileriye git otur. Bakayım burada Tonyalı kimse var mı?”
Sabriye
hiçbir şey söylemedi, Ali kahveye doğru yürüdü.
“Hemşerim
burada Tonyalı kimse var mı?” diye sordu.
Oturanlardan
biri yerinden kalktı başını kapıdan içeri uzatarak;
“Yusuf,
burada bir arkadaş var Tonyalı birisi var mı, diye soruyor.”
İskambil
oynayan adamlar, duymazlıktan geldiler. Kapıda dikilen adam, sözcükleri başka
bir şekle sokarak;
“Tonyalı
Yusuf, burada bir Tonyalı var, seni soruyor!” deyince baktı, yerinden kalktı
dışarı çıktı, Ali de kapıya yakın gitmişti zaten. Adam yeni geleni gösterdi.
Sabriye
ise, biraz daha ileride tarla duvarı kenarına, armut ağacının altına oturmuş
kocasını ve konuştuğu adamı izliyor. Uzun uzadıya konuştu adamlar. Sonra da
birer iskemle çekerek oturduklarını gördü. Çocuk kucağında uykuya daldı.
Karnının acıktığını hisseti, sonra da her halde birileri konuk eder bizi diye düşündü.
Kocasının
adamla konuşması uzadıkça uzadı. Konuşmalar uzadıkça Sabriye’nin kafasındaki
umutsuzluk bulutları gittikçe çoğalıyor, çoğaldıkça da kara bulutlara
dönüşüyordu. “Neredeyse akşam olmak üzere ortada kalmayız umarım” diye söylendi.
Orta
yaşlı, heybetli bir kadın geldi yanına, önce selam verdi.
“Akşam
vakti neden burada oturuyorsun?” diye sordu.
Sabriye’nin
yüreğine biraz su serpildi:
“Tonya
tarafından geliyoruz. Bu köyden bize de yer verecekler” dedi.
Kadın
başını kaldırdı, sanki köyü gözler gibi yaptı:
“Ama
bu köyde boş yer hiç yok ki” dedi sakince.
“Bilmem,
kocama öyle demiş bir adam.”
“Satın
alabilirsiniz. Acaba yer satacak olan var mı bilmiyorum?”
“Hayır,
para ile değil, giden gâvurların yerlerinden verecekler.”
Sabriye
gözlerini kadından kaçırdı ve kocasının kandırıldığını düşündü bir an. Kadın
ise, gözlerini büzüştürerek baktı;
“İster
misin bizim eve gidelim, çocuğun var burada kalamazsın.”
“Çok
sağ ol, kocamı bekliyorum” dedi.
“Evim
aha şurası, gelmek istersen ben oradayım” dedi ve gitti.
Korkmaya
başladı artık. El memleketinde kim kime arazi verir, yarından tezi yok geri
dönmeli, diye düşündü. Çantadaki ekmek tükenmeden anamın yanına dönmeliyiz diye
söylendi.
Neredeyse
gecenin karanlığı bastıracak, kocası bir türlü bitirmedi o adamla konuşmasını.
Öyle olunca da konuşmaların olumsuzluk içerdiğini anlamakta gecikmedi. Çocuk
ağlayarak uyandı. Susması için göğsüne bastırdı.
Kocası
o adamla yan yana geliyor, çocuğu ise kucağında hala ağlıyordu.
Ali
“Sustur şunu” diye bağırdı uzaktan.
Yanına
yaklaşınca ‘peşimizden gel’ anlamında eli işaret etti, o da acele ile toparlandı.
Yıkık
bir kilisenin yanından geçtiler. Ağaç dallarının örttüğü, kaldırım döşeli
yoldan, karanlık içinde yokuş yukarı yürüdüler. Sonra sola dönen bir yola
saptılar. Boş ve harabe bir evin yanında durdular. Kocası ile gelen adam;
“Biraz
bekleyin sahibinden anahtarı alayım” dedi.
Sabriye
kocası ile baş başa kaldı. Köyün başındaki tepenin arkasından çıkan ay, kocaman
bir ayna gibi aydınlık saçmaya başladı. Sabriye sıkılarak:
“Ali,
bu köyde hiç boş yer yokmuş, ne olacak şimdi” dedi.
“Sen
karışma, ben işimi bilirim” dedi sertçe.
Kocasıyla,
her şeyi konuşamayacağını düşündü. Bir seferinde konuşmak istemiş, gözünün
üzerine bir yumruk yemişti.
Eski
evin önünde bir süre daha, iki yabancı gibi oturdular. Ali tabakasını çıkarıp
sigara sardı. Ay epey yükselmiş artık her yeri aydınlatıyordu. Çocuk arada bir
ağlıyor, her ağlayışında bir parça mısır ekmeği tutuşturuyordu eline. Biraz
ilerdeki iki katlı eve bakarak hayal görmeye başladı.
“Şu
anda o evde de çocuklu bir kadın var. Çocuğunu uyutmak için beşik sallıyor.
Akşam yemeğinde kim bilir neler yemişler. Bulaşıklarını yıkayan kadın çoktan kocası
ile yatağına uzanmıştır. Belki de kocası çok seviyordur karısını. Her
konuştuğunda sözünü ağzına tıkmıyordur. Sabah olunca kalkacaklar. Bir sahan
ayrana mısır ekmeği ufalayıp yiyecekler. Sonra da tarlaya gidip isterlerse
akşama kadar çalışacaklar. Keşke benimde tarlam olsaydı. O zaman kimse
dövemezdi beni. Çok çalışır çok zengin olurdum, zengin kadınları kimse dövemez.
İçine
bir korku düştü, titredi. Kocası fark etti;
“Ne
oldu sana?” diye sordu.
“Hiç,”
dedi. “üşümüşüm”
Başkaca
bir şey sormadı adam.
Anahtarı
almaya giden, yaşlı bir adamla geri döndü.
“Gelenler
bunlar mı?” diye sordu o adam.
Sonra
da anahtarı kapıya uydurarak çevirdi bir cazırtıyla açtı kapıyı.
“İçeride
bir keçe var onun üzerinde yatabilirsiniz” dedi ve dönüp yürüdü.
“Yarın
sabah görüşürüz” dedi köşeyi dönerken.
Ev
sahibinin adı da Ali, Zenolu Ali diye anılırdı. Çocukları küçük olduğu için
tarlada çalışabilecek yardımcı bir aile arıyordu. Tonyalı Yusuf da bu durumu
biliyordu. O bakımdan doğrudan oraya getirdi yeni geleni. Birer sigara daha
sardıktan sonra Yusuf da gitti.
Sabriye;
ay ışığından yararlanarak evdeki keçeyi buldu. Kuru otları biraz yaydı. Önce
keçeyi serdi sonra da kilimi yorgan gibi uzattı üzerine. Sonra çantadan ekmek çıkardı,
biraz da peynir koymuştu anası. Kocası dışarıda sigara üstüne sigara sarıyordu.
Çekinerek çağırdı onu. Dış kapının eşiği üzerinde ay ışığı altında yediler.
Sonra da çocuğu araya alarak yatağa girdiler. Yol yorgunuydular, yatar yatmaz
uyudular.
Keşke bu gece sabah olmasaydı. Keşke bu
gece ölseydim diye, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu Sabriye. İşitenler
o tarafa doğru baktı. En yakın evde oturan Kondulu kadın koşarak yetişti. Sabriyenin
yüzü gözü kan içindeydi. Ayakta duracak hali yoktu. Çocuğu da ağlıyordu. Kocası
ise tarla duvarı üstüne oturmuş hem sigara içiyor hem de gelenleri izliyordu.
Dört kadın daha koşarak geldi, neler olduğunu anlamak için çırpınıyorlardı. Bir
ağlayan kadına, bir de kocasına bakıyorlardı.
O
gece çocuğu aralarına alarak yatmışlardı. Sabaha karşı altını ıslatmış, babası
da ıslanmıştı. Kavga bunun üzerine çıkmıştı. Anlaşılan o ki öldüresiye dövmüştü
karısını. Kondulu kadın Sabriye ile çocuğunun üzerine eğildi.
“Hadi
seni evime götüreyim” dedi ve çocuğu kucağına aldı. Çocuk yabancı kadına gitmek
istemedi cıyaklamaya başladı. Sabriye de yerinden kalktı yavrusunu kucağına
aldı. Yan gözle kocasına baktı, hiçbir tepki alamadı ondan.
“Haydi!”
diye çekişti Kondulu ve elinden tutarak yürümesini istedi.
“Kızım,
o domuz adam her zaman döver mi seni böyle?” diye sordu.
Hiçbir
şey söylememesini, “evet” anlamında yorumladı.
Güneş
doğmuştu ama Sumaha Dağı’nın gölgesi yüzünden henüz köyü göremiyordu. O yüzden
hafif bir sabah soğuğu kendini hissettiriyor.
Eve
girdiler, Hane sahibi yer gösterdi yaralıya. Kendi çocuklarını odaya gönderdi.
Ocağı yaktı ısınmaları için iskemle koydu. Güğümü ocağın kenarına sürdü. Ardından
sıcak su ile kadının yaralarını temizledi, çocuğu yıkadı kuruladı. Bu işler
tamam olunca sıcak çorba ikram etti. O zamana kadar sormak aklına gelmemişti,
artık öyküsünü dinleyebilirdi.
“Nerden
gelir ne yana gidersiniz kızım?”
İyi
ki de sordu, Sabriye anlattı o dinledi, o dinledikçe de Sabriye anlattı.
Güneş
pencereden içeri girmeye başlarken, öykü daha da devam ediyordu.
“Sen
şehit çocuğusun kızım, sana yardım etmek boynumuzun borcudur” dedi Kondulu
kadın.
Gündelik
işleri onu bekliyordu. Konuğunu uğurlayıp tarlaya kocasının yanına doğru
yürüdü.
Sabriye
geriye, Tonya’ya dönmek istediyse de Ali razı olmadı. Evine taşındıkları adamın
tarla işlerinde çalışmaya başladılar. Bir yıl sonra yarılığına iş verdiler
onlara. Maraba oldular artık. Bu durum, ele bedavaya çalışmaktan daha iyiydi. Ne
var ki Ali Sabriye’yi arada bir yine dövüyor, yardımına yine komşuları
koşuyordu. Ve 1939 yılının baharına kadar yersiz yurtsuz maraba olarak
Livera’da yaşamaya çalıştılar.
Hüseyin
Altınbaş (Lakabı Mucika) temkinli ve titiz bir adamdı. Birkaç yıldan beri köyün
muhtarlığını yapıyordu. Sabriye’yi çalışkan ve saygılı bir kadın olarak
tanırdı. Bir gün tarla bellemek için kocası ile birlikte çağırdı onu. Akşama
kadar çalıştılar. İş bitiminde gündeliklerini ödedi. Sonra da;
“Peşimden
gelin” dedi onlara. Avluda boylu boyunca uzanmış bir ağaç vardı. Giderek üstüne
çıktı, oturdu.
“Gelin
siz de oturun”
Karı
koca geldi yan yana oturdular.
“Bak
Ali, gözüm hiç tutmadı seni, tembel bir adamsın. Sabriye senin gibi değil, o çok
çalışkan bir insan, üstelik şehit kızı. Sen ona destek olmuyorsun, üstelik
canın istediği zaman dövüyorsun. Bu durumu sana yakıştıramadım. Kaç çocuğunuz
var?”
“Dört”
dedi Ali.
Biraz
düşündü uzaklara doğru bakarak alt dudağını dişleri ile kazıdı.
“Dört
çocuğu el kapılarında büyütmek mümkün değil” dedi ve bir süre sustu.
“Size
bir iyilik yapmak istiyorum. Söz verebilir misin, Sabriye’yi bir daha
dövmeyeceksin.”
Utangaç
bir tavırla ve çok az duyulabilen bir sesle;
“Söz”
dedi.
“Sana
bir yer vereceğim. Üzerinde ev yapmanız için yardımcı olacağım. Gönlünüze göre
bir yuva kurmanız için destek olacağım.”
Sabriye’nin
gözleri ışıldadı, Mucika’nın boynuna sarılıp ağlamamak için kendini zor tutu.
“Bu
köyden mi yer vereceksin” diye sordu.
“Elbette.”
Ayağa
kalktı önündeki ağacın engelinden kurtulana kadar biraz yürüdü. Sabriye ve
kocası muhtarı izledi. Eli ile işaret ederek;
“Mezere’ye
giden yolu biliyorsunuz. Yol üzerinde, karşıdaki sırtın hemen arkasında
cifinlik bir yer var, bildiniz mi?”
“Bildim”
dedi Ali.
“İşte
orasını size veriyorum. En az 10 dönüm gelir. Ben sağ oldukça hiç kimse size engel
olamaz.”
Sonra
da gözlerine baktı, ikisininki de ışıl ışıldı.
“Yarından
tezi yok işe başlayın.”
Muhtarın
boynuna sarılıp yanaklarından öpmek isterdiler ama o çok az gülen ciddi bir
adamdı. Ne tür tepki vereceği hiç belli olmazdı.
Sabriyelere
yardım edenler oldu. Muhtar Mucika orman askerlerinden ihtiyaç gerekçesi ile
kereste aldı onlara. Bir ayın içinde iki oda bir aşhane evleri yapıldı, tarla
yeri açmaya başladılar. Komşuların verdiği tohumluklar ekildi, dikildi.
Artık
dört çocuklu, ama toprağı olan herkes gibi bir aileydi onlar da.
Üç-dört
yıl içinde altı adet inekleri oldu. Ürettikleri yağ yoğurt ve peynir
kendilerine yetiyor bazen de satabiliyorlardı. Kocası Ali çirkin işler yapmasa
daha da zengin olacaklardı. Kumar oynuyor borçlanıyor ve borcunu ödeyebilmek
için Sabriye’nin danalarını satıyordu. Kadın çıldırıyor, ağlayıp sızlanıyordu
ama bunun karşılığı olarak yine dayak yiyordu. Artık onun ağlamasına komşuları
da alıştı. Gelin görün ki Ali’nin adam olmaya niyeti yoktu. Kumarın ardından
içki ortamına da girmeye başladı. Çocuklarının dördü de oğlandı ve ev işlerinde
annelerine yeteri kadar yardımcı olamıyorlardı
Sumaha
yaylasında derme çatma bir ev yaptı çocuklarıyla. Yaz aylarında yaylacılık
yapacak yağ ve peynir üretecekti. Öyle de yaptı, iki sene boyunca yaz aylarında
yaptığı yaylacılıktan evlendiğinden bu yana ilk kez yaşamaktan keyif aldı.
Üstelik kocasından uzakta ve dayak yemeden geçen kocaman bir yaz. Daha ne isteyebilirdi
Allah’tan.
1943
Mayıs ayının son günlerinden biriydi. Yaylaya çıkma zamanına az kalmıştı.
Sabriye o sene yaylaya giderek yirmi dokuzuncu yaşının keyfini sürecekti. Sabah
erkenden kalktı ineklerinin hizmetini gördü. Ahırı temizledi, sağılacak
olanların sütünü sağdı. Ahır kapısından çıkarken, kocası ile komşusu Mustafa’nın
avluda oturduğunu gördü.
“Hoş
geldin Mustafa ağabey” dedi.
Adam
bir şey mırıldandı ama ne dediği anlaşılmadı. O elindeki süt kovası ile eve
girdi. Biraz sonra duyulmaması gereken sesler geldi kulağına. Dış kapıya kadar
yürüdü, az kalsın bayılıp olduğu yere yığılacaktı. En güzel danasını götürüyordu
adam. Kocası da arkasından bakıyordu. Koşarak gitti dananın ipinden tuttu;
“Nereye
götürüyorsun malımı” diyerek asıldı.
“Kocanın
kumar borcunu ödedim. Çekil önümden.”
Sabriye
pes etmek niyetinde değildi. Dananın ipine asılıyor adam da onu iterek hayvanı
götürmek istiyordu. Kurtulamayacağını anlayınca silahını çıkarıp kadının
ayaklarının dibine doğru ateş etti. Gerçi vurmasına atmadı ama kadın korkudan
ne yapacağını bilemez oldu. Olduğu yere çöktü kaldı. Ağabey dediği o adam danasını
alıp gitti. Kocası ise avlunun kenarındaki tahtanın üzerine oturmuş
seyrediyordu. Sabriye yerinden kalktı, gözlerini bir dişi kurt gibi kocasına
dikti, hiçbir şey söylemeden yanına kadar yürüdü. Ali elinde küçük bir çalı
parçası ile toprağı eşeliyordu.
“Senin
gibi adam olmaz olsun. Yedin bitirdin gençliğimi. Emeklerimi heder ettin. Elin
itlerine yem ettin beni. Çocuklarımızı da düşünmedin, ne bulduysan amaçsızca
har vurup harman savurdun. Beni döverek erkekliğini gösterdin, ama şu aptal
adam bana silah çektiği zaman kılını bile kıpırdatmadın. Yazıklar olsun sana!”
Belki bir şeyler daha söyleyecekti, yılan gibi
yerinden fırlayan Ali, yüzünün ortasına bir yumruk çaktı. Bu yumruğun çeyreği
bile Sabriye’yi devirebilirdi aslında. Sırt üstü yıkıldı, kocası üzerine
çullandı. Sayılamayacak kadar rastgele yumruk salladı ona. Eskiden ağlar, bağırır
yardım isterdi. Bu kez sesi hiç çıkmadı. Çocuklar koşarak geldi, babalarının
ayaklarına sarıldılar;
“Yapma
baba!”
“Vurma
baba!”
“Yüzü
kanlandı baba!”
“Anamı
öldürdün baba!”
Bu
son söz adamı durdurdu.
Sabriye
yerde hareketsiz yatıyor hiçbir tepki vermiyordu. Ali ise burnundan soluyordu.
Kadın parmağını oynatsa yeniden çullanacaktı üzerine. Çocuklar dikkatle
annelerine bakıyor, yüzünde bir hayat belirtisi görmek istiyorlardı. Ali biraz
geriye çekildi, kavgadan önce oturduğu tahtaya baktı, gidip oturdu. Cebinden
tabakasını çıkarıp bir sigara sardı. Çocuklar ise hâlâ analarının yüzüne
dikkatle bakıyor, yaşadığına dair bir işaret görmek istiyorlardı.
“Anam
öldü!” dedi büyük oğlan hıçkırarak.
Kardeşleri
de ona bakarak ağlamayı sürdürdüler.
Ali
yerinden kalktı, eve girdi. Bir tas su aldı, gitti karısının yüzüne çarptı. Yüz
hatlarında küçükte olsa bir kıpırdanma belirdi.
“Birazdan
uyanır, kendine gelir” dedi çocuklarına. Sonra da ormana doğru yürüdü gitti.
Sabriye
kendine geldiği zaman amansız ağrılar içindeydi. En çok da başı ağrıyordu.
“Babanız
nerde?” diye sordu.
“Ormana
doğru gitti” dedi Hüsnü.
“Dövdü
mü beni?”
Bu
soruya hiç biri cevap vermedi. Yerinden kalkması için yardım ettiler.
Ali
o akşam eve gelmedi. Bir yerlerde kumara takıldığını düşündüler. O sabah
yaylaya göç etmeye karar verdi. Sığırların zillerini, püsküllerini bağladı.
Şafak sökmeden yola koyuldu.
Yaylada
huzur bulurdu Sabriye. Huzur bulurdu ama o yaz, ona hiç yaramadı, hasta oldu.
Akşamları ateşleniyor başı ağrıyordu. Havva Nene yayla komşusuydu. Derdini ona
anlatırdı. Ağrıları tuttuğu zaman da ona gider, ne yapması gerektiğini sorardı.
Yine bir akşamüstü başı şiddetle ağrıdı.
Ayakta duramadı oturdu. Oturduğu yerden yıkılacağını sandı, yattı. Yatar yatmaz
kusmaya başladı. Çocukları Havva neneye koştu. Sabriye yaz yağmurlarında
ıslanmış gibi ter içinde kaldı.
Havva
Nene geldiği zaman gördüğü durum karşısında şaşkına döndü.
“Ne
oldu sana böyle kızım?” diye sordu.
Cevap
alamadı. Yediği bir şeyden zehirlendiğini düşündü, bir tas ayran hazırlayıp
verdi.
“İç
şunu” dedi.
Sabriye
yavaşça doğruldu, ayranı almadı su istedi çocuklarından. Elini yüzünü yıkadı.
Sonra da tası iki eliyle kavradı, dudaklarına getirmek istedi, tir tir titriyordu.
Birkaç
gün sonra, yüzünde ve sonra diğer yerlerinde yama büyüklüğünde kırmızılıklar
oluştu. Arada bir ateşleniyor başı şiddetle ağrıyordu. Nedir ne değildir
sorularına bir türlü yanıt bulamadı. Hastalığı ile uğraşırken yeni bir derde
daha yakalandı. Yüzünde ve vücudunun bazı yerlerinde sivilceler çıkmaya
başladı. Kocası ziyaretine gittiği gün sivilceleri kanamaya başlamış ve artık
ayakta duracak mecali kalmamıştı. Gözlerinin çevresinde çıkan sivilceleri
kaşımış kanatmıştı. Sivilceler gözlerinin içinde de çıkmaya başladı. Patlayan
şişçiklerden çıkan sıvı bir süre sonra kokmaya başladı. Şiddetli acılar
içindeydi ve görme duyusu her an biraz daha kayboluyordu.
Havva
Nene çocukları uyardı;
“Evladım”
dedi. “Ananız bilinmeyen bir hastalığa yakalandı. Size de bulaşabilir. O
bakımdan yanında fazla durmayın, hiçbir şeyine dokunmayın.”
Ali
artık hasta karısının başında duruyor. Maçka’da doktor yoktu. Trabzon’a
götürmek o kadar da kolay bir iş değildi. Sal yapıp götürseler bile doktora
verecek parası yoktu. Sabriye ne konuşuyor ne yiyor ne de içiyordu. Kocası ise
üç gündür karısının başında bekliyordu. Günde bir tabaka tütünü tüketiyor ne
yapacağını bilemiyordu. İnekler ve çocuklar onun eline kalırsa ne yapması
gerektiğini şimdiden düşünmeye başladı. Sonra da en akıllıca olanı inekleri
satmaktır diye karar verdi içinden.
Sabriye,
hayalinde Tonya’daki köyüne, Melikşe’ye gitti. Ocak başında buldu anasını,
saçları bembeyaz olmuş yüzü buruşmuştu. Başına gelenleri kafiyelere dökerek
sıraladı ona. Bir o söyledi bir de anası. Gözyaşları sel olup aktı. İkiz
kardeşleri de orada tıpkı ayrıldıkları yaştaydı, onlar söze katılmadı sadece
ağladılar. Annesinin arkadaşları da geldi. Her gelen beyaz bir yaşmak verdi
ona. Verilen yaşmakları saymak istiyordu ama hiç başarılı olamıyordu. Saymaktan
yorulduğunu düşündü. Kucağına topladığı o beyaz yaşmaklar birer birer uçmaya
başladı. Başını kaldırdı gökyüzüne doğru baktı o kadar çok beyaz yaşmak
uçuyordu ki sayılmaları mümkün değildi.
O
gece kocası, Sabriye’nin öldüğünü fark edemedi. Sabah olunca dikkatle baktı
ona, nefes almıyordu. Kapıdan çıkıp diğer evlere doğru döndü. İki avucunu boru
gibi yaptı ve ağzına yanaştırdı;
“Komşular
Sabriye öldü!” diye defalarca bağırdı.
Ne
duyan oldu ne de gelip bir teselli veren. Çocukları koşarak Havva Nene’ye
gittiler, analarının öldüğünü söylediler.
“Size
söylemiştim çocuklar, ananızın hastalığı ölümcül ve bulaşıcı. Ona kim yanaşırsa
o da aynı hastalığa yakalanır.”
Analarını
deliler gibi seven çocuklar ne yapmaları gerektiği konusunda karar veremediler.
Yaşamak isteği ağır basıyordu.
Yaylacılardan
yardım alamayacağını anlayan Ali, kapıyı kilitledi ve köye doğru koşmaya
başladı. Ağlamak sırası ondaydı artık, hem ağlıyor hem koşuyordu. Köye gidince
güvendiği adamlardan iki kişi bulabildi. “Hiç olmazsa mezar kazıp defnedelim,
bu kadar iyiliğiniz bana yeter” dedi onlara.
Ölünün
dini usullere göre gömülmesi gerekirdi. O bakımdan Ali’nin işi zorlaştı, çünkü
hiç kimse yanaşmak istemiyordu Sabriye’nin cesedine.
Takatak
Ahmet ve Malkoç ona eşlik etmek üzere peşinden yürüdüler. Yaylaya
ulaştıklarında akşama birkaç saat daha vardı. İki kafadar mezar yerini,
Galyan’dan gelerek yukarı yaylalara giden yolun alt tarafına yapmak için
kazmaya başladı.
Sabriye’nin
ölüm haberi o gün her tarafa yayılmış, duymayan kalmamıştı.
Galyan
tarafından iki atlı geldi, mezar kazıcılarının yanında durdu. Selam verdiler;
“Ne
yapıyorsunuz arkadaşlar?” diye sordular.
“Bir
kadın öldü, onun mezar yerini kazıyoruz” dediler.
Adam
atından indi.
“O
kadını buraya gömemezsiniz. Bulaşıcı bir hastalığı vardı, buradan geçen
insanlara bulaşır. Gidin başka yere kazın mezarınızı.”
Mezar
kazanlar ne dediyse ikna edemediler adamı. Neredeyse kavga çıkacaktı.
Açtıkları
çukuru yarım bırakıp geri döndüler. Ali onları görünce mezarın tamam olduğunu
sandı. Arkadaşları olup biteni anlatınca dondu kaldı, ne yapacağına şaştı.
Eşi
ölmüş, cenazesi evin içinde bekliyordu ama onu defnedemiyordu. ‘Sabriye gitmek
istemiyor, beni de götürmek istiyor’ diye yorumladı olup bitenleri.
“Kaymakama
gideceğim. Başka kime gideyim” dedi arkadaşlarına.
Yüzünde
korku ile karışık iş bilmezliğin belirtileri ayırt ediliyordu. Arkadaşları, son
fikrini uygun buldu. Onları yaylada bırakıp köye doğru koşarak yürüdü. Gece
vakti kaymakama ulaşmanın zor olacağını düşündü evine gitti.
Sabah
erkenden uyandı, Kaymakama gidecekti. Maçka’ya girerken Halimes Mustafa ile
karşılaştı. Mustafa akıllı bir adamdı. Olup bitenleri ona da anlattı.
“Kaymakama
gitme. İşe hükümet karışırsa daha fena olur” dedi.
“Başka
ne yapabilirim” diye sordu.
“Ben
hallederim, hadi gidelim.”
Yaylaya
çıktıklarında güneş tam tepelerindeydi.
Halimes
Mustafanın önerisi ile ormanın içinde ama köy yoluna yakın bir yerde mezar
çukurunu açmaya başladılar. Ali kazıyor Takatak Ahmet kürekle boşaltıyordu.
Mezar kazma işini bitirdiler ama defin için gece olmasını daha uygun olacağına
karar verdiler,
Ay yoktu, sadece gökyüzündeki yıldızlar biraz
aydınlık saçıyordu. Ne var ki o kadarcık aydınlık çam ormanının içine kadar
ulaşamıyordu. Üstelik her an, birisi gelecek korkusu ile yürekleri ağızlarına
geliyordu.
Toprağa
her kazma vuruşunda, Sabriye geliyordu gözünün önüne. Dişlerini gıcırdatarak
sinirleniyor, ileri doğru tükürüyordu.
“Karınla
helalleşebildin mi?” diye sordu Takatak Ahmet.
“Son
günlerinde o kadar hastaydı ki aklıma getirip, hakkını helal et diyemedim.”
Havva
Nene temiz bir yatak çarşafı getirdi. Sabriye’nin yan tarafına serdi. İki
harekette üzerine devirdi ölüyü. Her iki taraftan düğümledi. Bildiği tüm
duaları okudu.
Çocuklar
Havva Nene’nin evindeydi.
Halimes
Mustafa ise uzun ince bir ağaç kesti. Sabriye’yi üç yerinden bağladır o ağaca.
Mezar
kazıldı, Ali ve Takatak Ahmet geldiler.
Duvarda
yanan çıranın aydınlattığı Sabriye’nin cesedi, kocasını korkuttu.
“Karım
korkuttu beni uşaklar” dedi orada bulunanlara.
Halimes
Mustafa;
“Hayatı
boyunca sen korkuttun. Şimdi sıra onda, dur bakalım geceleri rüyana da girecek”
dedi.
Uzunca
ağacın her iki ucundan tutarak bağlı cesedi kaldırdılar.
“Ağır
değilmiş” dedi Ali, ağacı omuzlayınca. Evden çıktılar, aşağıya doğru, mezarın
kazıldığı yere doğru yürümeye başladılar. Gece karanlığında ormanın içine
daldılar.
Cenazenin
usule uygun defnedilmesi umurlarında bile değildi artık.
Tek
düşünceleri kimseye yakalanmamak ve Sabriye’den kurtulmaktı.
Sağlığında
bile teslimiyetçi bir mizacı olan kadın, yine aynı tavır içindeydi.
Gecenin
karanlığında sağa sola çarparak götürüyorlardı. Sesi hiç çıkmıyor, kocasına hala
saygılı davranmaya özen gösteriyordu sanki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder