Muzik

11 Nisan 2016 Pazartesi

SABRİYE

Melikşe, Tonya’ya yakın orman arasında güzel bir köydü. Türkiye’nin kuruluş yıllarıydı ve her yerde olduğu gibi oralarda da kıtlık, yoksulluk almış başını gidiyordu. Eşleri savaşa gidip dönmeyen, bu yüzden dul kalan çok sayıda kadın çocuklarını geçindirmek için çırpınıp dururdu. Güllü Kadın da o dullardan birisiydi.

Otuz beş yaşındaydı ve yavrularını yetiştirmek dışında hiçbir şey düşünmezdi. Her çabası onlar içindi. Sağlığı yerindeydi ama arada bir kocası düşerdi aklına. İşte o anlarda yalnızlık duygusu ağır basar, için için ağlardı. Melikşe Tepesi’ne çıkarak olanca sesiyle, ama haykırarak “Bizi böyle yalnız koyup nerelere gittin” diye seslenmek isterdi ona. Çok yükseklere çıksa da bağırırsa sesini duyurabileceğini sanırdı. Ancak öte dünyada mutlaka karşılaşacaklarını düşünür, orada ona anlatacağı şeyleri hazırlar, planlardı arada bir.

Çalışkan kadındı; taşı sıksa suyunu çıkarabileceğini sanırdı. En önemli derdi, daha doğrusu belini büken şey, yeteri kadar tarlasının olmayışıydı. Bir evlek daha yeri olsa hiç kimseye minnet etmeden yaşayabilirdi.

Evinin arka tarafında, avuç içi kadar ekilecek bir yeri vardı. Servetinin hepsi o kadardı. Kocası askere gitmeden önce, ağaç köklerini ve taşları ayıklayarak hazırlamıştı. Aslında orada yetiştireceği hiçbir şey ailesine yetmezdi. Bir ineği ve yaşını henüz tamamlamamış buzağısı vardı, hayvanlarını çoğaltmak gibi bir düşüncesi de vardı.

Akşam olmak üzere, İmam her an ezanı okuyabilirdi. Güllü kadın ocağını ateşledi, kirişe takılı zincire çorba kazanını astı. Yemeği pişerken, peykenin kenarına ilişti. Çocukların yırtık çoraplarını dikmeye koyuldu.

İki oğlu, bir kızı vardı. Sabriye on dört yaşında ve büyük olanıydı. İkiz oğlanlar on bir yaşındaydı. Kız hareketli afacan, bir çocuktu. Oğlanlardan yana pek derdi yoktu da bu kız ele avuca sığmıyordu. Bir an önce sorunsuz şekilde evlendirebilse, üzerinden ağır bir yükün kalkacağını hesap ederdi. Böyle giderde, kız dilediği gibi hareket ederse, zapt edilmesi çok zor olacak diye geçerdi aklından. Ne yapmak gerektiği konusunda çok düşünürdü de bir çözüm bulamazdı. O durumlarda yine askerden dönemeyen kocasını düşünür, fısıltılı bir sesle dertlerini sıralar ağıtlar yakardı ona. Yaktığı ağıtların sırrı anlaşılmasın diye hiç kimse tarafından duyulmasını istemezdi.
Akşam karanlığı çöktüğü halde kız, ortalıkta yoktu. Oğlanlar ise avluda koşuşup duruyor.
Çorabın tekini yamaladı kenara koydu. Kızının mahalle içinde dolaştığını biliyordu aslında. Ancak kız kısmının evine geç gelmesini hayra yoramıyordu. Yerinden kalktı, çıkmak için hazırlanıyordu, koşarak yaklaşan ayak seslerini duydu. 
Dış kapıya doğru yürüdü;
“Ana!” diye ünleyen kızını kucağında buldu. Az kalsın sırt üstü yere düşecekti.
İki delikanlı peşinden kovalıyordu. Ana kızı kucak kucağa görünce, durup sızlanmaya başladılar.
“Güllü teyze” dedi daha iri olanı. “Sabriye çam dalı ile vurdu bize.”
“Doğru mu kızım?” diye sordu.
“Evet ama şakacıktan vurdum ana” dedi gülerek.
Kucağında ürkek bir güvercin gibi duran kızına, sonra da oğlanlara baktı.
“Zaten geç geldiği için onu cezalandıracağım, siz gidin. Analarınıza da selamımı söyleyin. Bir daha böyle bir şey yapmayacak.”
Oğlanlar ikna olmuş olmalılar ki dönüp gittiler.
Karabulutlar, akşam karanlığını olması gerekenden daha erken başlattı. Avluda koşuşan çocuklar yorulmuş, belki de acıkmışlardı. Anneleri “haydi eve girin” demeden girdiler. Ocağın alevi azalmış içeriyi aydınlatamıyordu. Sabriye koşarak seranderin altına gitti, kol büyüklüğünde bir çıra aldı. Döndüğünde kardeşlerini ocağın etrafına oturmuş buldu. Elindeki çıra ile dürttü birini, çocuk cıyaklayarak yanladı. Sonra elindeki çırayı közlere yanaştırdı, üfleyerek tutuşturdu. Alev alan çıra evin içini aydınlattı. Giderek duvardaki yerine iliştirdi.
Küçük oğlan; çorbanın pişip pişmediğini sordu anasına.
“Birazdan hazır olur. Çok mu acıktın oğlum, ekmek vereyim mi eline?” diye sordu.
“Ben de çok acıktım” dedi diğeri.
“Sabriye! çocukların eline ekmek versene!” dedi ve duvar kenarında duran odunlardan birkaç tane aldı, kazanın altına sürdü. Ocak yeniden tutuştu. Çocuklar ellerindeki ekmek parçalarını alevlere doğru uzattılar, sıcak ekmek olsun istemişti canları.
Ocağın aydınlığını yeterli bulan Sabriye, çırayı söndürdü.

Güllü Kadın sofra kurma hazırlığına başladı. Aslında ne yapmak istediğini tam olarak kendisi de bilmiyordu. Çünkü Sabriye’yi önemli bir sorun olarak görüyor, kafasında büyüttükçe büyütüyordu. Böyle giderse, kızının sorunlar yaşayacağını düşünüyordu. Düşündükçe gizliden gizliye korkuyor başına ağrılar saplanıyordu. On dördüne gelmiş kızının oğlan çocuklarıyla şakalaşıp oynaşmasını bir türlü engelleyemiyordu. Tonya’da kız yüzünden yaşanan onca vurgunu hatırladı. Çocukların yanında ağlamamak için kendini zorladı. ‘Keşke kocam sağ olsaydı’ diye geçirdi içinden.

Sabriye ise anasının neler düşündüğünün farkında bile değildi. Küçüklüğünden beri, neşeli ve şakacı, hayatı keyifle yaşamak isteyen bir çocuktu. Onun için sevmek, sevdiği kişiye dokunmak demekti. Bütün sorun, bu dokunmasının şiddetinden kaynaklanıyordu zaten. Kardeşlerini severken bile öncelikle tokadı şaplatırdı. Anasını severken ise, bir kedi gibi ya kucağına ya da sırtına zıplardı. İneği severken ise hayvana etmediğini zulmü koymazdı. Bir seferinde karnının altından geçmek istedi, az kalsın ezilecekti.
İşte şimdi, kardeşlerinin saçlarından tutmuş, onları birbirine bağlamakla tehdit ediyor, hem de gülüyor. Anası yuvarlak yer sofrasının üzerine tahta kaşıkları koyarken;
“Sabriye!” diye bağırdı.
Ses evin duvarlarında yankılandı. Sonra da ne olduysa, demek ki daha dayanamadı, olduğu yere oturdu ağlamaya başladı. Anasına baktı kız, bir an durakladı. Ağladığını fark edince gidip boynuna sarıldı. O da anası ile beraber ağlamaya eklendi. Ocağın karşısında oturan çocuklar ne olduğunu anlayamadı. Dikkatle analarına baktılar, bir süre öylece izlediler. Sonra hepsi birden ağlamaya başladı. Kimin ne dediği pek anlaşılmıyordu ama çocuklar babaları için ağlıyordu.
Melikşe’deki küçük ahşap evde, kadrosu dört kişiden oluşan bir oratoryo sergileniyordu. İzleyicisi olmayan, sanat dergilerinde hiçbir zaman adından söz edilmeyecek olan dramatik bir oratoryo sunumu.

Evin içi kapkaranlık oldu. Ocaktaki odun alevi kaybolmuş, geriye kalan közler ancak görünüyor. Sabriye anasının boynundan kollarını çözdü, kalktı. Duvara takılı olan çırayı aldı ocağın yanına döndü. Közlere üfleyerek tutuşturdu. Evin içi yeniden aydınlandı, sonra götürüp yerine yerleştirdi. Bir süre anasını ve kardeşlerini öylece izledi, anası hem ağıt diziyor hem de ağlıyordu.
“Yeter!” diye bağırdı. “Kesin ağlamayı artık, yemek zamanı geldi.”
Anası sustu, ona bakarak çocuklar da sustu.
Yuvarlak sofrayı ocağın yanına çekti.

1932’nin kışı zorlu geçiyordu. Güllü Kadın’ın yazdan hazırladığı odunlar tükendi. Artık her gün ormana gitmesi gerekiyordu. Hoş köyün diğer kadınları da onun durumundaydı. Haberleşip ormana doğru yola çıkıyor, en geç iki-üç saat sonra bir yük odunla geri dönüyorlardı.
Naciye kadının oğlu, Ali de askerliğini tamamladı teskeresini aldı ve köye döndü. Kızı Sabriye ile Ali’yi baş göz etmeyi Ali’nin annesi ile birlikte o yolculukların birinde kararlaştırmışlardı. Böylece hem kızını evlendirmiş, hem de güvenilir bir erkeğin himayesine girmiş olmayı planladı.
Ali içgüveyi olduğu akşam, Sabriye henüz on beşini tamamlamamıştı. Ama Melikşe köyündeki bu evde yeni fakat umut dolu bir hayat başladı. İkizler enişteyi, enişte de onları sevdi. Sanki her şey olumlu yönde değişti, ama nedense Sabriye’nin eski neşesi kayboldu. O kadar ağırbaşlı bir gelin olmuş ki en çok anası şaştı bu işe. Kahkahalarıyla çevresine neşe dağıtan, geleni gideni çimdikleyen kız o değildi sanki. “Gelin olmak yaramış ona” diye düşündü anası. Verdiği kararın ne kadar doğru olduğuna gönülden inandı. Küçük bir sorun arada bir kafasını kurcalamıyor değildi. Damadı işlere sıkı sarılmıyor, ikide bir köyün içine gidiyor geç vakitlerde dönüyordu. Halbuki onu bir sahip olarak görüyor, varlığından güç almak istiyordu. O bakımdan biraz anlayışla karşılıyordu, “Yeter ki başımızda bulunsun, bütün işleri yaparım” diye geçirirdi gönlünden.

Aradan birkaç sene geçti. Yoksulluk olmasaydı belki de her şey yolunda gidecekti. O Mayıs ayında kızı 18, torunu Hüsnü de 2 yaşına girecekti. Yolunda gitmeyen bazı şeyler oluyordu olmasına da sonucun tam olarak nereye varacağını kestiremiyordu. Can sıkan sıkıntı, damadının hiçbir iş yapmadığı ve eskisi kadar saygılı davranmadığıydı. Sabah çıkıyor akşam dönüyor. Sabriye ise evlendikten sonra dilini yutmuştu sanki. Şımarık, ele avuca sığmayan, hayat dolu hali ile bugününü karşılaştırdığı zaman, o da durgunlaşıyordu. Suçluluk duygusuna kapılıyor ve ‘keşke yaşıtı birisi ile evlendirseydim’ diye düşünüyor, üzülüyordu.
Mayıs ayının son cuma günüydü. Güneş daha yenice dönmüştü batıya. Deniz tarafından uçarak gelen beyaz bulutlar, Tonya’nın üzerinden geçerek dağlara doğru hızla yol alıyordu. Hava serindi ve sadece kuş cıvıltıları bozuyordu köyün sessizliğini. Yukarıdaki ormanlardan arada bir guguk sesi geliyordu. Güllü kadın ise kızı ile beraber küçük tarlasında mısır fidelerini ikiliyordu.

Tonyalı kadınlar, özellikle matem günlerinde, Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir tarzda ağıt yakarlar. Bir öyküyü, anıyı hoş ve uygun dizelerle, ama yanık bir melodi ile terennüm ederler. Herkes huşu içinde dinler. Okuyan yorulduğu zaman diğer kadın aynı yerden alır devam ettirir. Bu söylemede; öykü, sitem, yiğitlik, zayıflık, varsıllık, yoksulluk, kavga, ölüm gibi insanı ilgilendiren her şey, hoş bir seda ile nakledilir. Olayın daha önce biliniyor olması, çok da önemli değil. Asıl olan düzgün ve anlamlı dizeleri, güzel ve yanık bir ses ile nakletmek ve dinleyenleri ağlatabilmektir.

Güllü Kadın avlunun kenarında duran o düz taşın üzerine oturdu. Çocukluğundan başlayan, kocası ile devam eden ve şimdi de çocukları ile ilgili olup bitenleri, destanımsı şekilde yanık bir melodiyle söylemeye başladı. Yürek dağlayan, dinleyeni ağlatan bir sesi vardı. Ne zaman ki Sabriye’nin öyküsüne sıra geldi, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Bu kez onu ayakta durup dinlerken için için ağlayan Sabriye de ona uydu. Anasının neler düşündüğünü, neden kendisini çocuk yaşında evlendirdiğini ancak öğrendi. Şimdi, o da bir şeyler söylemeliydi. En azından, üstü kapalı sitem etmeliydi. Araya girdi ilk dörtlüğünü söyledi. Devam et, işaretini aldı anasından ve usta bir okuyucu gibi söylemeye başladı.

Bütün bu söylemeler sırasında, birbirleri hakkında bilmek istedikleri hemen her şeyi öğrenmiş oldular. Anasının, yalnızlık korkusuyla, bir bakıma kızını zorla evlendirdiğini öğrendi. O gün verilen kararı, hatalı buluyordu. Ama bunun bir alınyazısı olduğunu, yazanın yazıyı böyle yazdığını, bu yüzden yapılacak başka bir şey olmadığını söyleyerek teselli arıyordu.
Anasının esas ağladığı yer orası değildi. “Keşke divane bir sevdan olsaydı, onunla dağlara kaçsaydın. Günlerce arasaydım da bir sene sonra bulabilseydim sizi. Hiç olmazsa sen buldun ben yardımcı oldum, diyebilirdim. Şimdi mutsuz olduğunu görüyorum ve kendimi suçluyorum,” diye düşünüp kurduğu dörtlükler gerçekten ağlatıyordu…
Artık anası ve yaşamak hakkında çok şeyler öğrendiğini düşünüyordu Sabriye.
Damat Ali o akşam, eve erken geldi. Saygısız bir tavırla;
“Kaynana!” dedi. “Göç etmeye karar verdim.”
Yüreği ağzına geldi kadının, dikkatle baktı ona.
“Nereye gideceksin?”
“Maçka’ya.”
“Maçka da neresi?”
“Yeri yaylasından ilerde bir yer.”
“Ne var orda?”
“Zenginlik, zenginlik var. Bu gün bir adamla konuştum. Tonya’dan gitti, şimdilerde orada yaşıyor, her şeyi anlattı bana. Yıllar önce gâvurlar yaşarmış, sürmüşler onları, her bi şeyleri kalmış. Anlayacağın köy boşaltılmış. Gidenler hazır bir ev ile tarla sahibi oluyorlar.”
Neler söylüyordu bu damat, gerçekten olabilir miydi böyle bir şey?
O köyün adamlarını neden kovmuşlar acaba?
Öyleyse bizi de kovarlar mıydı?
Giden adamlar neden her bi şeylerini beraberlerinde götürmemiş?
Yani onları sürenler nasıl olmuş da tarlalarını satmaya izin vermemiş?
Bir anda onlarca soru üşüştü yüreğine.
Damadı anlattı, o dinledi. İnanıp inanmamak arasında bocalayıp durdu.
Kızına dönerek;
“Ne dersin Sabriye?” diye sordu.
“Ne diyeyim ana, kocamın dediğine karşı gelebilir miyim?”
İçi yeniden cız etti, kızının kocası yanında söz söylemek yetkisi yoktu. Bir ah çekti içinden, damadına dönerek;
“Bilmediğin memleket Ali, gider de perişan olursunuz oralarda. Cay bu işten oğlum.”
“Kararımı verdim, yarın gideceğiz.”
Konuşma biçiminden hiç hoşlanmadı, sanki inadına öyle konuşuyordu. Şaştı kaldı ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi.
Ali kararını vermişti bir kez, Nuh der peygamber demez bir adamdı. Çaresiz, yol hazırlıklarına başlandı. Sacın altına, pişmesi için kocaman bir mısır ekmeği hamuru koyuldu.
Maçka’ya giden en kestirme yol, karlı dağlardan geçerdi. Siriksa, Karaptal, Mula Obası, Haçka Obası, Yeri ve Mulaga yolu ile gideceklerdi. Aslında; bu yer isimlerinin bazılarını daha önceden duymuş diğerlerini konuştuğu adamdan öğrenmişti. Önlerinde yürünecek yaklaşık yirmi saatlik yolları vardı.

Sabriye gecenin bir vaktinde uyandı. Ocakta küllerle kapatılmış közleri açtı, üfleyerek elindeki çırayı tutuşturdu. Sonra da duvardaki yerine astı. İkizler de uyandı yatağın içinde oturuyorlar. Kocasını ve anasını da uyandırdı. Güllü Kadın uyandığında akşamdan kalan şaşkınlığı devam ediyordu, ne yapacağını ne vereceğini, ne diyeceğini bilemiyordu. Ekmek sepetini indirdi. Bir parça mısır ekmeğini ayran dolu sahana ufaladı.

“Bu son kez beraber olduğumuz yemek olmasın” diye dua etti içinden.
Sabriye bir keçe ve küçük bir kilimi paketleyip sırtına bağladı, oğlu Hüsnü’yü de onun üzerine. Peştamalını yan bağlamış, eşarbının uçlarını ensesinde düğümledi. Bir bakıma düğüne gider gibi bir hali vardı. Kapıdan çıkarken öce sağ ayağını besmele çekerek attı. Ali ise ekmek ve çamaşırların koyulduğu torbayı omzundaki değneğe astı. İkizler analarıyla beraber, gidenlerin arkasından bakakaldı. Bilmedikleri bir dünyaya doğru yürürken, Sabriye ve ikizlerin de umutlarını götürdüklerinin hesabını yapmadılar bile.

Şafak sökene kadar, epey yol aldılar.
Maçka’ya gitmek üzere yola koyulduklarında, ellerinde adres olarak sadece “Livera” köyünün adı vardı. Daha önceki yıllarda, Tonya’dan gidenlerin oraya yerleştiğini duymuştu ve bütün bildiği o kadardı.
Artık yol orman içine girdi. İnişli çıkışlı vadi boyunca uzayıp gidiyor. Ormanın heybeti yüzünden yol boyunca gökyüzünü görmek mümkün olmuyor. Arada bir ansızın öten karga seslerinden bile ürkmeye başladılar. Haçka obasının yokuşunu çıkıp da tam düzleyecekleri yerde üç kişi yol kenarında oturuyordu. Üçünün de çizmeleri vardı ve paçası düğmeli pantolon giyiyorlardı. Birisinin kucağında bir mavzer vardı. Diğerlerinin silahları yan taraflarında boylu boyunca yatıyordu. Kucağında tüfeği olan adamın silahı parıl parıl parlıyor.  Doğrusu, Ali adamları görünce rengi soldu. Soldu ama çocuğu ve hanımının yüzü suyu hürmetine kendilerine zarar vermeyeceklerini düşündü. Eğer adamlar eşkıya ise belindeki tekli tabancasını alabilirlerdi. İşte o zaman işin içinden çıkmak kolay olmayacaktı.
İyice yaklaşınca selam verdi oturanlara. Adamlar istif bozmadan verilen selamı aldı.
“Nerden gelip nereye gidersin delikanlı?” diye sordu ortada oturan adam. Ali de tafsilat vermeden;
“Maçka’ya doğru” diye cevap verdi.
“Ekmeğiniz vardır, birer parça verin de geçin.”
Sabriye kocasından başka ilk kez birilerinden böyle bir korkuya kapıldı. Bu adamlar hiç acımaz bir anda adam öldürebilirler diye düşündü.
Ali hiç itiraz etmedi söyleneni yaptı, sonra da;
“Hadi kalın sağlıcakla” diyerek yürüdü, hanımı da peşinden. Doğrusu, silahını kurtardığı için kendisini şanslı saydı, fakat ekmeğin ederi de az sayılmazdı. Evden çıktıklarından beri Sabriye hiç konuşmadı. Kocası bir şey sorduysa sadece; “Evet, Hayır” şeklinde cevapladı.
 
O gece Yeri’de bir adamın evinde konakladılar. Tonya ve Akçaabat taraflarından gelerek Maçka’ya gidenleri hep o adam konuk ederdi. Yedirir, içirir ve yatırırdı, bunun için beş kuruş para talep etmezdi. Evliya gibi bir adamdı ve sadece Allah’ın razı olması, onun için yeterliydi.

Livera’ya vardıklarında köyün girişindeki Karaksa suyu çeşmesinin yanında durdular. İkisi de çok yorulmuştu ama Sabriye iyice bitkin düşmüştü. İki günlük yolculuk takat bırakmadı onlarda. Çocuğunu sırtından indirdi avucunu su doldurarak yüzünü yıkadı içirdi. Biraz ileride, fındıklık arasında iki ev vardı. “Bizim de böyle bir evimiz olacak mı?” diye bir soru geçti içinden. Köyün başı, Melikşe’de olduğu gibi çam ormanları ile kaplıydı.
Çok oturmadılar, öncelikle bir Tonyalı bulup dertlerini anlatmaları gerekecekti. Yokuş yukarı yürümeye başladılar. Ekinler neredeyse iki karış kadar boy atmıştı.
“Bak Sabriye bizim köyde ekinler henüz bu kadar büyümedi” dedi Ali.
Gülümseyerek baktı kocasına, cevap vermedi.

Yolun kenarında bir kahve vardı. Kapı önünde oturanlara selam verdi. Onlar da sanki bağırarak aldılar selamı. Hanımını ikaz etti Ali;
“Sen biraz ileriye git otur. Bakayım burada Tonyalı kimse var mı?”
Sabriye hiçbir şey söylemedi, Ali kahveye doğru yürüdü.
“Hemşerim burada Tonyalı kimse var mı?” diye sordu.
Oturanlardan biri yerinden kalktı başını kapıdan içeri uzatarak;
“Yusuf, burada bir arkadaş var Tonyalı birisi var mı, diye soruyor.”
İskambil oynayan adamlar, duymazlıktan geldiler. Kapıda dikilen adam, sözcükleri başka bir şekle sokarak;
“Tonyalı Yusuf, burada bir Tonyalı var, seni soruyor!” deyince baktı, yerinden kalktı dışarı çıktı, Ali de kapıya yakın gitmişti zaten. Adam yeni geleni gösterdi.
Sabriye ise, biraz daha ileride tarla duvarı kenarına, armut ağacının altına oturmuş kocasını ve konuştuğu adamı izliyor. Uzun uzadıya konuştu adamlar. Sonra da birer iskemle çekerek oturduklarını gördü. Çocuk kucağında uykuya daldı. Karnının acıktığını hisseti, sonra da her halde birileri konuk eder bizi diye düşündü.
Kocasının adamla konuşması uzadıkça uzadı. Konuşmalar uzadıkça Sabriye’nin kafasındaki umutsuzluk bulutları gittikçe çoğalıyor, çoğaldıkça da kara bulutlara dönüşüyordu. “Neredeyse akşam olmak üzere ortada kalmayız umarım” diye söylendi.
Orta yaşlı, heybetli bir kadın geldi yanına, önce selam verdi.
“Akşam vakti neden burada oturuyorsun?” diye sordu.
Sabriye’nin yüreğine biraz su serpildi:
“Tonya tarafından geliyoruz. Bu köyden bize de yer verecekler” dedi.
Kadın başını kaldırdı, sanki köyü gözler gibi yaptı:
“Ama bu köyde boş yer hiç yok ki” dedi sakince.
“Bilmem, kocama öyle demiş bir adam.”
“Satın alabilirsiniz. Acaba yer satacak olan var mı bilmiyorum?”
“Hayır, para ile değil, giden gâvurların yerlerinden verecekler.”
Sabriye gözlerini kadından kaçırdı ve kocasının kandırıldığını düşündü bir an. Kadın ise, gözlerini büzüştürerek baktı;
“İster misin bizim eve gidelim, çocuğun var burada kalamazsın.”
“Çok sağ ol, kocamı bekliyorum” dedi.
“Evim aha şurası, gelmek istersen ben oradayım” dedi ve gitti.
Korkmaya başladı artık. El memleketinde kim kime arazi verir, yarından tezi yok geri dönmeli, diye düşündü. Çantadaki ekmek tükenmeden anamın yanına dönmeliyiz diye söylendi.
Neredeyse gecenin karanlığı bastıracak, kocası bir türlü bitirmedi o adamla konuşmasını. Öyle olunca da konuşmaların olumsuzluk içerdiğini anlamakta gecikmedi. Çocuk ağlayarak uyandı. Susması için göğsüne bastırdı.
Kocası o adamla yan yana geliyor, çocuğu ise kucağında hala ağlıyordu.
Ali “Sustur şunu” diye bağırdı uzaktan.
Yanına yaklaşınca ‘peşimizden gel’ anlamında eli işaret etti, o da acele ile toparlandı.

Yıkık bir kilisenin yanından geçtiler. Ağaç dallarının örttüğü, kaldırım döşeli yoldan, karanlık içinde yokuş yukarı yürüdüler. Sonra sola dönen bir yola saptılar. Boş ve harabe bir evin yanında durdular. Kocası ile gelen adam;
“Biraz bekleyin sahibinden anahtarı alayım” dedi.
Sabriye kocası ile baş başa kaldı. Köyün başındaki tepenin arkasından çıkan ay, kocaman bir ayna gibi aydınlık saçmaya başladı. Sabriye sıkılarak:
“Ali, bu köyde hiç boş yer yokmuş, ne olacak şimdi” dedi.
“Sen karışma, ben işimi bilirim” dedi sertçe.
Kocasıyla, her şeyi konuşamayacağını düşündü. Bir seferinde konuşmak istemiş, gözünün üzerine bir yumruk yemişti.
Eski evin önünde bir süre daha, iki yabancı gibi oturdular. Ali tabakasını çıkarıp sigara sardı. Ay epey yükselmiş artık her yeri aydınlatıyordu. Çocuk arada bir ağlıyor, her ağlayışında bir parça mısır ekmeği tutuşturuyordu eline. Biraz ilerdeki iki katlı eve bakarak hayal görmeye başladı.
“Şu anda o evde de çocuklu bir kadın var. Çocuğunu uyutmak için beşik sallıyor. Akşam yemeğinde kim bilir neler yemişler. Bulaşıklarını yıkayan kadın çoktan kocası ile yatağına uzanmıştır. Belki de kocası çok seviyordur karısını. Her konuştuğunda sözünü ağzına tıkmıyordur. Sabah olunca kalkacaklar. Bir sahan ayrana mısır ekmeği ufalayıp yiyecekler. Sonra da tarlaya gidip isterlerse akşama kadar çalışacaklar. Keşke benimde tarlam olsaydı. O zaman kimse dövemezdi beni. Çok çalışır çok zengin olurdum, zengin kadınları kimse dövemez.
İçine bir korku düştü, titredi. Kocası fark etti;
“Ne oldu sana?” diye sordu.
“Hiç,” dedi. “üşümüşüm”
Başkaca bir şey sormadı adam.
Anahtarı almaya giden, yaşlı bir adamla geri döndü.
“Gelenler bunlar mı?” diye sordu o adam.
Sonra da anahtarı kapıya uydurarak çevirdi bir cazırtıyla açtı kapıyı.
“İçeride bir keçe var onun üzerinde yatabilirsiniz” dedi ve dönüp yürüdü.
“Yarın sabah görüşürüz” dedi köşeyi dönerken.
Ev sahibinin adı da Ali, Zenolu Ali diye anılırdı. Çocukları küçük olduğu için tarlada çalışabilecek yardımcı bir aile arıyordu. Tonyalı Yusuf da bu durumu biliyordu. O bakımdan doğrudan oraya getirdi yeni geleni. Birer sigara daha sardıktan sonra Yusuf da gitti.
Sabriye; ay ışığından yararlanarak evdeki keçeyi buldu. Kuru otları biraz yaydı. Önce keçeyi serdi sonra da kilimi yorgan gibi uzattı üzerine. Sonra çantadan ekmek çıkardı, biraz da peynir koymuştu anası. Kocası dışarıda sigara üstüne sigara sarıyordu. Çekinerek çağırdı onu. Dış kapının eşiği üzerinde ay ışığı altında yediler. Sonra da çocuğu araya alarak yatağa girdiler. Yol yorgunuydular, yatar yatmaz uyudular.

Keşke bu gece sabah olmasaydı. Keşke bu gece ölseydim diye, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu Sabriye. İşitenler o tarafa doğru baktı. En yakın evde oturan Kondulu kadın koşarak yetişti. Sabriyenin yüzü gözü kan içindeydi. Ayakta duracak hali yoktu. Çocuğu da ağlıyordu. Kocası ise tarla duvarı üstüne oturmuş hem sigara içiyor hem de gelenleri izliyordu. Dört kadın daha koşarak geldi, neler olduğunu anlamak için çırpınıyorlardı. Bir ağlayan kadına, bir de kocasına bakıyorlardı.

O gece çocuğu aralarına alarak yatmışlardı. Sabaha karşı altını ıslatmış, babası da ıslanmıştı. Kavga bunun üzerine çıkmıştı. Anlaşılan o ki öldüresiye dövmüştü karısını. Kondulu kadın Sabriye ile çocuğunun üzerine eğildi.

“Hadi seni evime götüreyim” dedi ve çocuğu kucağına aldı. Çocuk yabancı kadına gitmek istemedi cıyaklamaya başladı. Sabriye de yerinden kalktı yavrusunu kucağına aldı. Yan gözle kocasına baktı, hiçbir tepki alamadı ondan.

“Haydi!” diye çekişti Kondulu ve elinden tutarak yürümesini istedi.
“Kızım, o domuz adam her zaman döver mi seni böyle?” diye sordu.
Hiçbir şey söylememesini, “evet” anlamında yorumladı.

Güneş doğmuştu ama Sumaha Dağı’nın gölgesi yüzünden henüz köyü göremiyordu. O yüzden hafif bir sabah soğuğu kendini hissettiriyor.
Eve girdiler, Hane sahibi yer gösterdi yaralıya. Kendi çocuklarını odaya gönderdi. Ocağı yaktı ısınmaları için iskemle koydu. Güğümü ocağın kenarına sürdü. Ardından sıcak su ile kadının yaralarını temizledi, çocuğu yıkadı kuruladı. Bu işler tamam olunca sıcak çorba ikram etti. O zamana kadar sormak aklına gelmemişti, artık öyküsünü dinleyebilirdi.
“Nerden gelir ne yana gidersiniz kızım?”
İyi ki de sordu, Sabriye anlattı o dinledi, o dinledikçe de Sabriye anlattı.
Güneş pencereden içeri girmeye başlarken, öykü daha da devam ediyordu.
“Sen şehit çocuğusun kızım, sana yardım etmek boynumuzun borcudur” dedi Kondulu kadın.
Gündelik işleri onu bekliyordu. Konuğunu uğurlayıp tarlaya kocasının yanına doğru yürüdü.

Sabriye geriye, Tonya’ya dönmek istediyse de Ali razı olmadı. Evine taşındıkları adamın tarla işlerinde çalışmaya başladılar. Bir yıl sonra yarılığına iş verdiler onlara. Maraba oldular artık. Bu durum, ele bedavaya çalışmaktan daha iyiydi. Ne var ki Ali Sabriye’yi arada bir yine dövüyor, yardımına yine komşuları koşuyordu. Ve 1939 yılının baharına kadar yersiz yurtsuz maraba olarak Livera’da yaşamaya çalıştılar.

Hüseyin Altınbaş (Lakabı Mucika) temkinli ve titiz bir adamdı. Birkaç yıldan beri köyün muhtarlığını yapıyordu. Sabriye’yi çalışkan ve saygılı bir kadın olarak tanırdı. Bir gün tarla bellemek için kocası ile birlikte çağırdı onu. Akşama kadar çalıştılar. İş bitiminde gündeliklerini ödedi. Sonra da;
“Peşimden gelin” dedi onlara. Avluda boylu boyunca uzanmış bir ağaç vardı. Giderek üstüne çıktı, oturdu.
“Gelin siz de oturun”
Karı koca geldi yan yana oturdular.
“Bak Ali, gözüm hiç tutmadı seni, tembel bir adamsın. Sabriye senin gibi değil, o çok çalışkan bir insan, üstelik şehit kızı. Sen ona destek olmuyorsun, üstelik canın istediği zaman dövüyorsun. Bu durumu sana yakıştıramadım. Kaç çocuğunuz var?”
“Dört” dedi Ali.
Biraz düşündü uzaklara doğru bakarak alt dudağını dişleri ile kazıdı.
“Dört çocuğu el kapılarında büyütmek mümkün değil” dedi ve bir süre sustu.
“Size bir iyilik yapmak istiyorum. Söz verebilir misin, Sabriye’yi bir daha dövmeyeceksin.”
Utangaç bir tavırla ve çok az duyulabilen bir sesle;
“Söz” dedi.
“Sana bir yer vereceğim. Üzerinde ev yapmanız için yardımcı olacağım. Gönlünüze göre bir yuva kurmanız için destek olacağım.”
Sabriye’nin gözleri ışıldadı, Mucika’nın boynuna sarılıp ağlamamak için kendini zor tutu.
“Bu köyden mi yer vereceksin” diye sordu.
“Elbette.”
Ayağa kalktı önündeki ağacın engelinden kurtulana kadar biraz yürüdü. Sabriye ve kocası muhtarı izledi. Eli ile işaret ederek;
“Mezere’ye giden yolu biliyorsunuz. Yol üzerinde, karşıdaki sırtın hemen arkasında cifinlik bir yer var, bildiniz mi?”
“Bildim” dedi Ali.
“İşte orasını size veriyorum. En az 10 dönüm gelir. Ben sağ oldukça hiç kimse size engel olamaz.”
Sonra da gözlerine baktı, ikisininki de ışıl ışıldı.
“Yarından tezi yok işe başlayın.”
Muhtarın boynuna sarılıp yanaklarından öpmek isterdiler ama o çok az gülen ciddi bir adamdı. Ne tür tepki vereceği hiç belli olmazdı.

Sabriyelere yardım edenler oldu. Muhtar Mucika orman askerlerinden ihtiyaç gerekçesi ile kereste aldı onlara. Bir ayın içinde iki oda bir aşhane evleri yapıldı, tarla yeri açmaya başladılar. Komşuların verdiği tohumluklar ekildi, dikildi.
Artık dört çocuklu, ama toprağı olan herkes gibi bir aileydi onlar da.
Üç-dört yıl içinde altı adet inekleri oldu. Ürettikleri yağ yoğurt ve peynir kendilerine yetiyor bazen de satabiliyorlardı. Kocası Ali çirkin işler yapmasa daha da zengin olacaklardı. Kumar oynuyor borçlanıyor ve borcunu ödeyebilmek için Sabriye’nin danalarını satıyordu. Kadın çıldırıyor, ağlayıp sızlanıyordu ama bunun karşılığı olarak yine dayak yiyordu. Artık onun ağlamasına komşuları da alıştı. Gelin görün ki Ali’nin adam olmaya niyeti yoktu. Kumarın ardından içki ortamına da girmeye başladı. Çocuklarının dördü de oğlandı ve ev işlerinde annelerine yeteri kadar yardımcı olamıyorlardı

Sumaha yaylasında derme çatma bir ev yaptı çocuklarıyla. Yaz aylarında yaylacılık yapacak yağ ve peynir üretecekti. Öyle de yaptı, iki sene boyunca yaz aylarında yaptığı yaylacılıktan evlendiğinden bu yana ilk kez yaşamaktan keyif aldı. Üstelik kocasından uzakta ve dayak yemeden geçen kocaman bir yaz. Daha ne isteyebilirdi Allah’tan.

1943 Mayıs ayının son günlerinden biriydi. Yaylaya çıkma zamanına az kalmıştı. Sabriye o sene yaylaya giderek yirmi dokuzuncu yaşının keyfini sürecekti. Sabah erkenden kalktı ineklerinin hizmetini gördü. Ahırı temizledi, sağılacak olanların sütünü sağdı. Ahır kapısından çıkarken, kocası ile komşusu Mustafa’nın avluda oturduğunu gördü.
“Hoş geldin Mustafa ağabey” dedi.
Adam bir şey mırıldandı ama ne dediği anlaşılmadı. O elindeki süt kovası ile eve girdi. Biraz sonra duyulmaması gereken sesler geldi kulağına. Dış kapıya kadar yürüdü, az kalsın bayılıp olduğu yere yığılacaktı. En güzel danasını götürüyordu adam. Kocası da arkasından bakıyordu. Koşarak gitti dananın ipinden tuttu;
“Nereye götürüyorsun malımı” diyerek asıldı.
“Kocanın kumar borcunu ödedim. Çekil önümden.”
Sabriye pes etmek niyetinde değildi. Dananın ipine asılıyor adam da onu iterek hayvanı götürmek istiyordu. Kurtulamayacağını anlayınca silahını çıkarıp kadının ayaklarının dibine doğru ateş etti. Gerçi vurmasına atmadı ama kadın korkudan ne yapacağını bilemez oldu. Olduğu yere çöktü kaldı. Ağabey dediği o adam danasını alıp gitti. Kocası ise avlunun kenarındaki tahtanın üzerine oturmuş seyrediyordu. Sabriye yerinden kalktı, gözlerini bir dişi kurt gibi kocasına dikti, hiçbir şey söylemeden yanına kadar yürüdü. Ali elinde küçük bir çalı parçası ile toprağı eşeliyordu.
“Senin gibi adam olmaz olsun. Yedin bitirdin gençliğimi. Emeklerimi heder ettin. Elin itlerine yem ettin beni. Çocuklarımızı da düşünmedin, ne bulduysan amaçsızca har vurup harman savurdun. Beni döverek erkekliğini gösterdin, ama şu aptal adam bana silah çektiği zaman kılını bile kıpırdatmadın. Yazıklar olsun sana!”
 Belki bir şeyler daha söyleyecekti, yılan gibi yerinden fırlayan Ali, yüzünün ortasına bir yumruk çaktı. Bu yumruğun çeyreği bile Sabriye’yi devirebilirdi aslında. Sırt üstü yıkıldı, kocası üzerine çullandı. Sayılamayacak kadar rastgele yumruk salladı ona. Eskiden ağlar, bağırır yardım isterdi. Bu kez sesi hiç çıkmadı. Çocuklar koşarak geldi, babalarının ayaklarına sarıldılar;
“Yapma baba!”
“Vurma baba!”
“Yüzü kanlandı baba!”
“Anamı öldürdün baba!”
Bu son söz adamı durdurdu.
Sabriye yerde hareketsiz yatıyor hiçbir tepki vermiyordu. Ali ise burnundan soluyordu. Kadın parmağını oynatsa yeniden çullanacaktı üzerine. Çocuklar dikkatle annelerine bakıyor, yüzünde bir hayat belirtisi görmek istiyorlardı. Ali biraz geriye çekildi, kavgadan önce oturduğu tahtaya baktı, gidip oturdu. Cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sardı. Çocuklar ise hâlâ analarının yüzüne dikkatle bakıyor, yaşadığına dair bir işaret görmek istiyorlardı.
“Anam öldü!” dedi büyük oğlan hıçkırarak.
Kardeşleri de ona bakarak ağlamayı sürdürdüler.
Ali yerinden kalktı, eve girdi. Bir tas su aldı, gitti karısının yüzüne çarptı. Yüz hatlarında küçükte olsa bir kıpırdanma belirdi.
“Birazdan uyanır, kendine gelir” dedi çocuklarına. Sonra da ormana doğru yürüdü gitti.
Sabriye kendine geldiği zaman amansız ağrılar içindeydi. En çok da başı ağrıyordu.
“Babanız nerde?” diye sordu.
“Ormana doğru gitti” dedi Hüsnü.
“Dövdü mü beni?”
Bu soruya hiç biri cevap vermedi. Yerinden kalkması için yardım ettiler.
Ali o akşam eve gelmedi. Bir yerlerde kumara takıldığını düşündüler. O sabah yaylaya göç etmeye karar verdi. Sığırların zillerini, püsküllerini bağladı. Şafak sökmeden yola koyuldu.
Yaylada huzur bulurdu Sabriye. Huzur bulurdu ama o yaz, ona hiç yaramadı, hasta oldu. Akşamları ateşleniyor başı ağrıyordu. Havva Nene yayla komşusuydu. Derdini ona anlatırdı. Ağrıları tuttuğu zaman da ona gider, ne yapması gerektiğini sorardı.
 Yine bir akşamüstü başı şiddetle ağrıdı. Ayakta duramadı oturdu. Oturduğu yerden yıkılacağını sandı, yattı. Yatar yatmaz kusmaya başladı. Çocukları Havva neneye koştu. Sabriye yaz yağmurlarında ıslanmış gibi ter içinde kaldı.
Havva Nene geldiği zaman gördüğü durum karşısında şaşkına döndü.
“Ne oldu sana böyle kızım?” diye sordu.
Cevap alamadı. Yediği bir şeyden zehirlendiğini düşündü, bir tas ayran hazırlayıp verdi.
“İç şunu” dedi.
Sabriye yavaşça doğruldu, ayranı almadı su istedi çocuklarından. Elini yüzünü yıkadı. Sonra da tası iki eliyle kavradı, dudaklarına getirmek istedi, tir tir titriyordu.
Birkaç gün sonra, yüzünde ve sonra diğer yerlerinde yama büyüklüğünde kırmızılıklar oluştu. Arada bir ateşleniyor başı şiddetle ağrıyordu. Nedir ne değildir sorularına bir türlü yanıt bulamadı. Hastalığı ile uğraşırken yeni bir derde daha yakalandı. Yüzünde ve vücudunun bazı yerlerinde sivilceler çıkmaya başladı. Kocası ziyaretine gittiği gün sivilceleri kanamaya başlamış ve artık ayakta duracak mecali kalmamıştı. Gözlerinin çevresinde çıkan sivilceleri kaşımış kanatmıştı. Sivilceler gözlerinin içinde de çıkmaya başladı. Patlayan şişçiklerden çıkan sıvı bir süre sonra kokmaya başladı. Şiddetli acılar içindeydi ve görme duyusu her an biraz daha kayboluyordu.
Havva Nene çocukları uyardı;
“Evladım” dedi. “Ananız bilinmeyen bir hastalığa yakalandı. Size de bulaşabilir. O bakımdan yanında fazla durmayın, hiçbir şeyine dokunmayın.”

Ali artık hasta karısının başında duruyor. Maçka’da doktor yoktu. Trabzon’a götürmek o kadar da kolay bir iş değildi. Sal yapıp götürseler bile doktora verecek parası yoktu. Sabriye ne konuşuyor ne yiyor ne de içiyordu. Kocası ise üç gündür karısının başında bekliyordu. Günde bir tabaka tütünü tüketiyor ne yapacağını bilemiyordu. İnekler ve çocuklar onun eline kalırsa ne yapması gerektiğini şimdiden düşünmeye başladı. Sonra da en akıllıca olanı inekleri satmaktır diye karar verdi içinden.

Sabriye, hayalinde Tonya’daki köyüne, Melikşe’ye gitti. Ocak başında buldu anasını, saçları bembeyaz olmuş yüzü buruşmuştu. Başına gelenleri kafiyelere dökerek sıraladı ona. Bir o söyledi bir de anası. Gözyaşları sel olup aktı. İkiz kardeşleri de orada tıpkı ayrıldıkları yaştaydı, onlar söze katılmadı sadece ağladılar. Annesinin arkadaşları da geldi. Her gelen beyaz bir yaşmak verdi ona. Verilen yaşmakları saymak istiyordu ama hiç başarılı olamıyordu. Saymaktan yorulduğunu düşündü. Kucağına topladığı o beyaz yaşmaklar birer birer uçmaya başladı. Başını kaldırdı gökyüzüne doğru baktı o kadar çok beyaz yaşmak uçuyordu ki sayılmaları mümkün değildi.

O gece kocası, Sabriye’nin öldüğünü fark edemedi. Sabah olunca dikkatle baktı ona, nefes almıyordu. Kapıdan çıkıp diğer evlere doğru döndü. İki avucunu boru gibi yaptı ve ağzına yanaştırdı;
“Komşular Sabriye öldü!” diye defalarca bağırdı.
Ne duyan oldu ne de gelip bir teselli veren. Çocukları koşarak Havva Nene’ye gittiler, analarının öldüğünü söylediler.
“Size söylemiştim çocuklar, ananızın hastalığı ölümcül ve bulaşıcı. Ona kim yanaşırsa o da aynı hastalığa yakalanır.”
Analarını deliler gibi seven çocuklar ne yapmaları gerektiği konusunda karar veremediler. Yaşamak isteği ağır basıyordu.
Yaylacılardan yardım alamayacağını anlayan Ali, kapıyı kilitledi ve köye doğru koşmaya başladı. Ağlamak sırası ondaydı artık, hem ağlıyor hem koşuyordu. Köye gidince güvendiği adamlardan iki kişi bulabildi. “Hiç olmazsa mezar kazıp defnedelim, bu kadar iyiliğiniz bana yeter” dedi onlara.
Ölünün dini usullere göre gömülmesi gerekirdi. O bakımdan Ali’nin işi zorlaştı, çünkü hiç kimse yanaşmak istemiyordu Sabriye’nin cesedine.
Takatak Ahmet ve Malkoç ona eşlik etmek üzere peşinden yürüdüler. Yaylaya ulaştıklarında akşama birkaç saat daha vardı. İki kafadar mezar yerini, Galyan’dan gelerek yukarı yaylalara giden yolun alt tarafına yapmak için kazmaya başladı.
Sabriye’nin ölüm haberi o gün her tarafa yayılmış, duymayan kalmamıştı.
Galyan tarafından iki atlı geldi, mezar kazıcılarının yanında durdu. Selam verdiler;
“Ne yapıyorsunuz arkadaşlar?” diye sordular.
“Bir kadın öldü, onun mezar yerini kazıyoruz” dediler.
Adam atından indi.
“O kadını buraya gömemezsiniz. Bulaşıcı bir hastalığı vardı, buradan geçen insanlara bulaşır. Gidin başka yere kazın mezarınızı.”
Mezar kazanlar ne dediyse ikna edemediler adamı. Neredeyse kavga çıkacaktı.
Açtıkları çukuru yarım bırakıp geri döndüler. Ali onları görünce mezarın tamam olduğunu sandı. Arkadaşları olup biteni anlatınca dondu kaldı, ne yapacağına şaştı.
Eşi ölmüş, cenazesi evin içinde bekliyordu ama onu defnedemiyordu. ‘Sabriye gitmek istemiyor, beni de götürmek istiyor’ diye yorumladı olup bitenleri.
“Kaymakama gideceğim. Başka kime gideyim” dedi arkadaşlarına.
Yüzünde korku ile karışık iş bilmezliğin belirtileri ayırt ediliyordu. Arkadaşları, son fikrini uygun buldu. Onları yaylada bırakıp köye doğru koşarak yürüdü. Gece vakti kaymakama ulaşmanın zor olacağını düşündü evine gitti.
Sabah erkenden uyandı, Kaymakama gidecekti. Maçka’ya girerken Halimes Mustafa ile karşılaştı. Mustafa akıllı bir adamdı. Olup bitenleri ona da anlattı.
“Kaymakama gitme. İşe hükümet karışırsa daha fena olur” dedi.
“Başka ne yapabilirim” diye sordu.
“Ben hallederim, hadi gidelim.”
Yaylaya çıktıklarında güneş tam tepelerindeydi.
Halimes Mustafanın önerisi ile ormanın içinde ama köy yoluna yakın bir yerde mezar çukurunu açmaya başladılar. Ali kazıyor Takatak Ahmet kürekle boşaltıyordu. Mezar kazma işini bitirdiler ama defin için gece olmasını daha uygun olacağına karar verdiler,
 Ay yoktu, sadece gökyüzündeki yıldızlar biraz aydınlık saçıyordu. Ne var ki o kadarcık aydınlık çam ormanının içine kadar ulaşamıyordu. Üstelik her an, birisi gelecek korkusu ile yürekleri ağızlarına geliyordu.
Toprağa her kazma vuruşunda, Sabriye geliyordu gözünün önüne. Dişlerini gıcırdatarak sinirleniyor, ileri doğru tükürüyordu.
“Karınla helalleşebildin mi?” diye sordu Takatak Ahmet.
“Son günlerinde o kadar hastaydı ki aklıma getirip, hakkını helal et diyemedim.”

Havva Nene temiz bir yatak çarşafı getirdi. Sabriye’nin yan tarafına serdi. İki harekette üzerine devirdi ölüyü. Her iki taraftan düğümledi. Bildiği tüm duaları okudu.
Çocuklar Havva Nene’nin evindeydi.
Halimes Mustafa ise uzun ince bir ağaç kesti. Sabriye’yi üç yerinden bağladır o ağaca.
Mezar kazıldı, Ali ve Takatak Ahmet geldiler.
Duvarda yanan çıranın aydınlattığı Sabriye’nin cesedi, kocasını korkuttu.
“Karım korkuttu beni uşaklar” dedi orada bulunanlara.
Halimes Mustafa;
“Hayatı boyunca sen korkuttun. Şimdi sıra onda, dur bakalım geceleri rüyana da girecek” dedi.
Uzunca ağacın her iki ucundan tutarak bağlı cesedi kaldırdılar.
“Ağır değilmiş” dedi Ali, ağacı omuzlayınca. Evden çıktılar, aşağıya doğru, mezarın kazıldığı yere doğru yürümeye başladılar. Gece karanlığında ormanın içine daldılar.
Cenazenin usule uygun defnedilmesi umurlarında bile değildi artık.
Tek düşünceleri kimseye yakalanmamak ve Sabriye’den kurtulmaktı.
Sağlığında bile teslimiyetçi bir mizacı olan kadın, yine aynı tavır içindeydi.

Gecenin karanlığında sağa sola çarparak götürüyorlardı. Sesi hiç çıkmıyor, kocasına hala saygılı davranmaya özen gösteriyordu sanki.

Hiç yorum yok: