O kış, bütün tersliklerin düğümlendiği bir mevsim olsa da
Ocak ve Şubat ayları ılık geçti. Fakat Mart ayı sert bir giriş yaptı. Kar çok
yağmadı ama bir mart günü yağan kar dondu. Sadece kar donmadı, çeşmelerden akan
sular da dondu. Yollar üzerindeki karlar da donduğu için kaygan bir zemin
oluştu, yürümek güçleşti. Köylüler adeta evlerine hapsoldu. Oysa haklarında
verilen bir ferman vardı ve buna göre tez elden köyü terk edeceklerdi. Bu karda
kışta soğukta, bilinmedik diyarlara doğru gitmek hayallerin ötesindeki
duyguları bile zorluyordu. Muhtar Şalvaridis Kilise çanını son kez
öttürdüğünden beri köylüler, sanki şeytanın ağır yorganı altında kalmış fareler
gibi çırpınıp duruyor, bir kurtuluş yolu arıyorlardı. Evet, ferman çıkmış gideceklerdi
ama bu gidiş yaylalara doğru değil tersine, bilinmeze doğru uzanan uzun bir yol
olacak. Binlerce yıldan bu yana ataları burada yaşamış yamacına, düzüne,
çilesine ve sefasına uygun bir yaşam biçimleri vardı. Oysa şimdi, haklarında
karar verilmiş, Türkiye Hıristiyanları ile Yunanistan Müslümanları takas
edilecek.
Burada Baharın ortasında yaylalara çıkarlar, güzün ortasında
da geriye, köye dönerler. Bütün bu yolculuklar bir sene sonrasında başlı başına
bir efsaneye dönüşür. Yolların önemli bir kısmı orman içlerinden geçer. Orman
içinden geçerken, bilmeyenler gece mi olmuş diye endişe duyabilir. Çünkü
ormanın ağaçları o kadar büyük ki güneşin toprağa ulaşmasına engel olurlar. Bir
iki saatlik yolculuktan sonra yol ormandan çıkar. Dağ başlarından giderken
dünyaya sanki tepesinden bakar insanlar. İleride çok ileride başka dağlar var,
yamaçlarında beyaz yamalar dikilmiş gibi kar kürtükleri göz kırpar yayla
yolcularına. Mayıs ayında yukarı yaylalara çıkan yaylacılar bir daha Eylül,
Ekim aylarında aşağı yaylalara yahut köye doğru göç ederler. Yayla mevsiminde
köyden gidip gelenler olur ama yaylada sürekli kalan yaşlı kadınlar ve çocuklar
tek bir aile gibi olur kaynaşırlar. Yağmurda yaşta, hastalıkta, iyilikte,
kötülükte hep yardımlaşırlar, başka çareleri yoktur zaten. Hiç birinin diğerine
göre bir sırrı olmazdı. Herkes bir birinin derdini bilir ve gerektiğinde
yardıma koşardı. Çocuklar uyku dışında hep bir aradaydı. Karınları acıktığında
en yakın eve gider kendi evleriymiş gibi evin kadınından ekmek isterlerdi. O da
dilimler halinde kestiği ekmeğin üzerine kaymak sürer ellerine tutuştururdu.
Ekmeğini alan çocuk koşarak oyun yerine yahut hayvanlarının peşine giderdi.
Yaylanın pek çok yerinden billur gibi ama çok soğuk sular fışkırırdı. Suyun
çıktığı yere “göze” derlerdi. En meşhur su, yedi gözelerden çıkardı. Oralarda
her suyun bir adı hatta öyküsü olduğu gibi her tepenin her düzlüğün de bir adı
vardı. İsimsiz ve anılarla işlenmemiş bir karış yer yoktu.
Anneler; öyküler masallar anlatırdı çocuklara. Her annenin
kendine özel anlatıları vardı. Aynı anlatıyı defalarca anlatsa bile yine de ilk
kez dinliyormuş gibi ilgi gösterirdi çocuklar. Fakat hakkını vermek lazımsa en
güzel masalları Pelağia teyze anlatırdı. O anlatmaya başlayınca kendinden
geçerdi çocuklar, sus pus olurlardı. Belki de bu yüzden yaylacı çocuklar hem
yaylalarına hem de yaylacı teyzelerine biterlerdi. Büyüyüp delikanlı olan ve
İstanbul’a gurbete gidenler bile en çok yaylaları ve yaylacı teyzeleri özlerdi.
Kış gelince köye dönen gurbetçiler hiç ayırım yapmadan yaylacı teyzelerine
armağan olsun diye basma yahut yaşmak getirirlerdi.
Köyden yaylaya gidecek olanlar eli boş gitmezdi. Yaylaya
sebze ve meyve götürür dönüşte de yağ peynir getirirlerdi. Bu taşıma işleri
genellikle sepetlerle ve insan sırtında gerçekleşirdi. O nedenle altı saatlik
yolun da her adımında anılar oluşurdu. Ve yol boyunca her yerin bir adı olurdu;
Kondava, yağmurlu tepe, çifte oluklar,
Taş boğazı, Kumrunun yokuşu, Gürgen suyu, Yelef gibi adresi olmayan yer yoktu.
Özellikle kadınlar, bu bilinmeyene yapılacak olan yolculuk
için çırpınıp duruyor, nasıl bir hazırlık yapmalı ki çoluk çocuk bu uzun ve
belirsiz yolculuğu en az zararla atlatabilsin diye hesap yapıyorlardı. Köyde
sadece dört hane Müslüman aile vardı. Onlar burada kalacak ama komşularının
telaşını gördükçe kahroluyorlar da ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Gidecek
olanlar, onlara bir takım emanetler bırakılıyordu. “Bu kadar insanı denize
dökecek değiller ya, bir süre sonra döneriz her halde. Bunlar size emanet
komşu” yahut; “kedim, köpeğim size emanet komşu, açlıktan ölmesinler” gibi
dilekler geride kalacak olan Müslüman ailelerin ruh sağlığını per perişan
ediyordu. Bütün Liveranın kedilerini köpeklerini yedirip doyurmak değil dört
aileye, askeriyeye bile ciddi şekilde yük olurdu. Günler hep böyle, can sıkıcı
şekilde hazırlıklarla geçiyordu.
Gelen haberlere bakılacak olursa, zengin ailelerden mübadil
belgesini alanlar özel gemiler kiralayıp İstanbul’a doğru gidiyorlar. Hatta
akrabalarını da beraber götürüyorlar. Yoksul olanlar ise Hükümetin tahsis
edeceği gemi için sıra bekliyorlardı. Her şey bir yana, bu sıra beklemek var
ya, ha bugün ha yarın diyerek insanı çileden çıkarıyordu. Hastalar, çocuklar, özürlüler, yaşlılar bu
yolculuğa nasıl dayanacak sorusuna kimse cevap veremiyordu. Kar, kış, don ve
soğukla beraber bilinmezliğe doğru akan günler köylüleri canından bezdiriyordu.
Kara Hasan efendinin evinde olan sıkıntı daha başkaydı. Üç
oğlu vardı, en küçüğü Şahin, on yedi yaşında yeni yetme bir delikanlıydı. Her
akşam annesine babasına diretiyor, ev içinde huzursuzluk çıkarıyor. Mesele şu
ki; arkadaşı Antonis ve ailesi ile beraber muhacir gitmek istiyor. Annesi ile
babası oğullarının bu talebine direniyorsa da o Nuh diyor Peygamber demiyordu.
Hatta bir akşam fikrini değiştirmek için iki tokat çakmıştı ona babası.
“Eğer izin vermezseniz kaçarım, bir daha yüzümü göremezsiniz”
diye tehdit eti ailesini. Sonra da;
“İzin verirseniz, ben yine döner gelirim” diye ekledi yalvaran
bir sesle. Kara Hasan şaştı kaldı ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi; ‘bu
çocuk söylemiyor ama, Pelağia’nın kızı Despina’ya aşık’ galiba diye düşündü.
Şahin ise, ‘Antonis ile yayla arkadaşı, annesi Pelağia da yayla teyzesi
olduğunu ve onları diğer yaylacılardan daha çok sevdiğini’ iddia ediyordu.
Doğrusu, hem gidecek olanlar hem de kalanlar her şekilde
kendilerini diken üzerinde gibi hissediyordu. Şahin çok diretti ama istediğini
de kopardı, ailesini ikna etti. İnsan bir şeyi çok isterse mutlaka başarır,
derler. O yol hazırlığı yapmadı. Tek amacı çok sevdiği arkadaşı Antonis ve ailesine
yardımcı olmaktı. Çünkü yayla arkadaşlığı yüreğinin derinlerine kadar
işlemişti. Antonis ile aynı yaştaydı ve yaylada sadece arkadaş değil kardeş
gibiydiler. Pelağia teyzesi bu durumu duyunca pek duygulandı. Kocası Kostas
sağlıklıydı ama Pelağia ince hastalığa yakalanmıştı. Arada bir kan tükürdüğü
oluyor. Şahin bunu bildiği için onlarla gidecek ve yolda yardımcı olacaktı.
Fakat bu dönmek fikrini hiç kimseye açmadı. Gerekirse eğer, varacakları yere
gidince nasılsa gittiği yoldan geri dönebilirdi.
Şimdilik küçük bir sorunu daha vardı Şahinin. Mübadil belgesi
yoktu. Diyorlar ki; o belge olmayınca gemiye binemezmiş. Ama o kendine
güveniyor, ne de olsa bir Livera delikanlısıydı, ‘bir yolunu bulur hallederim’
diye düşünüyordu. Köyü bir baştan öteki başa, bütün Rumları dolaştı, durumunu
anlattı. “Pelağia teyze ve oğlu yayla
arkadaşımdır. Yolculuk boyunca onlara yardımcı olmak istiyorum. Askerler beni
yakalayıp da size sorarlarsa, bizdendir deyin.” Köylülerden gülüp geçenler de
oldu takdir edende…
O gün üçüncü cemre toprağa düşeli bir hafta olmuştu, hava
güneşli olsa da kuzey taraflara bakan yamaçlarda henüz kar vardı. Büyük
kilisenin önünde bir bölük asker görüldü, görenler heyecanla ve dikkatle
izledi. Bir süre sonra açık başlı olanı Çan kulesine çıktı, orada bir süre
öylece bekledi. Köylüler kapı önlerine çıkmış onu izliyordu. Karşı tepede
mektebin önünde bir gurup adam vardı, onlar da izlemeye koyuldu. İçlerinden
biri seslindi;
“Konuş asker efendi seni dinliyoruz!”
Kuledeki asker yeteri kadar ilgi topladığını düşünmüş olmalı
ki önce boğazını temizlemek amacıyla öksürdü, tekrar öksürdü aşağıya doğru
tükürdü, sonra da avazı çıktığı kadar bağırdı;
“Hey! Liveralılar! duyduk duymadık demeyin! Mübadil
belgelerinizi getirdik. Herkes gelsin belgesini alsın. Üç gün sonra yolculuk
başlayacak!” Bunu birkaç kez tekrar etti adam ve kuleden indi.
Ve o gün akşama kadar belge dağıttılar. Çocuklar kadınlar,
yaşlılar kilisenin önündeki selvi ağaçlarının altında sıraya dizildiler.
Yürümek özürlüsü üç kişi vardı köyde, onlar birisinin sırtında getirildi,
kilisenin önündeki oturacaklara yerleştirildiler. Genç olanı ağır hastaydı ve
yere uzatılmıştı. Köylüler bir yandan belgelerini alıyor diğer yandan akıla
takılan sorular soruluyordu askerlere. Ne var ki askerler, köylülerin
bildiğinden farklı bir şey bilmiyordu.
O sabah köyde bir cenaze olduğu duyuldu. Tasos Efendinin
özürlü ve hasta olan oğlu vefat etmişti. Zaten dün belge almaya babasının
sırtında gelmişti üstelik oturamamış yere bir kilimin üzerine uzatılmıştı.
Bütün köy halkı cenazeye akın etti. Zaten özürlü ve hasta biriydi ama bugün
ölmesine değişik anlamlar verildi. Allahın sevgili kulu olduğunu düşünenler de
vardı. Çünkü o öldü ama atalarının yanına defnedildi. Oysa diğerleri nerede
nasıl ölecek nereye defnedilecek hiç belli değildi.
Cenazeye katılan ahali, definden sonra Georgios kilisesinin
önüne geldi. Orada dua yapılacaktı. Şahin fırsatı değerlendirmek istedi. Ölen
delikanlı Filipos kendisinden iki yaş küçüktü ama olsun. Babasından onun
evrakını istemeye karar verdi. Papazın yakınında duran Tasos Efendiye yaklaştı,
kulağına doğru eğildi;
“Tasos Amca” dedi. “Biliyorsun ben de sizinle geleceğim ama
mübadil evrakım yok. Filipos’in evraklarını istiyorum senden, ver de bundan
böyle senin oğlun olayım.”
Adam dikkatle baktı ona;
“Ama sen Müslümansın?”
“Olsun Tasos Amca ikimiz de Liveralı değil miyiz?”
Hiç ikilemedi Tasos, başka bir şey de demedi, elini iç cebine
soktu, diğerleri arasından Filipos’in evrakını çıkardı verdi. Şahin boynuna
sarıldı adamın. O da yanaklarından öptü. İzleyenler Şahin’in baş sağlığı dilediğini
sandı. Artık onun adı Şahin değil, yolculuk boyunca Filipos olacaktı. Bunu
bütün yol arkadaşlarına anlatması gerekiyordu.
Nihayet bir sabah bilinmeze doğru gidecek olan yolculuk
başladı. Hava açıktı ve deniz tarafından serin bir rüzgâr Meryemana deresine
doğru akıyordu. İnsanlar şaşkın, bitkin ve umutsuz bir halde yola dizildi.
Konvoyun bir ucu Porfil kavşağına indi. Kaleden aşağı kıvrılarak inen yolun her
adımında insan vardı. Müslüman komşuları da onlara eşlik ediyor hiç olmasa Maçka’ya
kadar uğurlamak istiyorlardı. O gün Maçka’nın Meydanı hiç olmadığı kadar kalabalık
oldu. Kalanlarla gidenlerin durumu; binlerce koyun ile kuzunun ayrılması gibi
oldu. Gözü yaşlı olmayan hemen hiç kimse yoktu. “Merak etmeyin yine döneceğiz”
diye diğerlerine moral vermeye çalışanlar aslında öyle inanmak istedikleri için
öyle söylüyorlardı. Fakat kalanlar, bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini
anlayabiliyordu. İnsan kalabalığı o kadar çoğaldı ki Değirmendere yolu boyunca
Trabzon’a akan yolcuların haddi hesabı yoktu. Şahin annesine sarıldı ve “Şahin”
sözcüğünün Maçka’da yüzüne karşı son kez söylendiğini nereden bilebilirdi. Annesi,
içinde bozuk paralar olan bir kese ve birde beyaz mendil koydu kırk yamadan
dikilmiş ceketinin cebine.
“Belki de İstanbul gurbetçileriyle beraber kışa girerken
dönerim anne” dedi ama kadıncağız ne demek istediğini anlayamadı, çünkü
bilinmezliğe giden bir yolda o da kuzusundan ayrılıyordu ve yarı sarhoş gibi
uyuşuk içten içe hıçkırarak titreyen bir hali vardı.
Trabzon limanı Maçka’dan daha kalabalıktı, ana baba gününü
yaşıyordu. Erzurum, Gümüşhane, Erzincan, Rize taraflarından gelen mübadiller,
Trabzon mübadillerinden daha fazlaydı. Değirmendere ile Çömlekçi arası bir
Pazar yerine benziyordu. Hasta ve yaşlı olanlar için deve hanları tahsis edilmişti.
Haftada bir gün gemi geliyordu. O yüzden buralarda beklemek gerekiyordu. Şahin
ve arkadaşları Pelağia’yı Sülüklü tarafında bir deve hanına yerleştirdi. Altına
bir keçe üstüne de bir yorgan açtılar. Deve hanı bir koyun ağılından daha
beter, ağır kokuyordu. Hastalar bir yana, sağlıklı insan bile bu kokudan hasta
olabilirdi.
Ailesini arayan çok sayıda çocuk yahut yetişkin dolaşıyordu
ortalıkta. Buna karşılık meşin çizmeli, zipkalı, gocuklu ve dokuma kalpak giyen
adamlar, peştamallı yaşmaklı kadınlarla beraber oralarda dolaşıyordu ki onlar
da kimsesiz yahut kimsesi olup da sorunları olan ailelerin acar çocuklarına
talip oluyorlardı. Bu alacakları çocukları ya çocuksuz ailelere satacak yahut
da yaylalarda çobanlık yaptıracaklardı.
O bakımdan Sülüklü ile Çömlekçi arası tekin bir yer sayılmazdı.
Bu dördüncü gün olacak ki gemi gelecek haberleri duyulur
oldu. Bu haber Çömlekçi ile liman arasını biraz daha yoğunlaştırdı. Anne
Pelağia iyi değil, ateşi çıkıyor o sırada öksürüğü artıyor. “Gemi geldi”
haberini aldıkları zaman hanın doğuya bakan duvarının dibinde oturtmuşlar güneşlenmesine
yardımcı oluyorlardı. Artık nefes almakta bile zorluk çekiyor, öksürdüğü zaman
ciğerleri sökülüp gelecek gibi oluyordu. Yine de bu gelen gemi haberi bir parça
iyi geldi…
İskeleye yanaşmaları kolay olmadı. İnsanlar iskeleden
kayıklara, takalara bindiriliyor biraz açıkta bekleyen gemiye gönderiliyordu.
Üç erkek yardımlaşarak Pelağia’yı takaya bindirdi. Geminin merdivenine
yaklaştıkları zaman sona kalmayı tercih ettiler. Kostas, hanımını sırtına aldı
ve merdivenleri tırmanmaya başladı. Şahin sırtında bir çuval olduğu halde hemen
arkasından çıkıyordu. Antonis ve Despina öteki eşyaları sırtladı, gemiye
çıktılar. Hastalarının yüzü suyu hürmetine bir kamara verdiler onlara. Ufak bir
yerdi, iki yatak ancak sığabilirdi, ama olsun. Ayakaltında olmaktan iyiydi.
Doğrusunu söylemek gerekirse pek çoğundan daha şanslıydılar.
Çünkü kalabalık değiller toplam beş kişiydiler. Kamara küçük olsa da değişmeli
olarak yatabilirlerdi. Gemideki boş alanların tamamı insan doluydu. Ara katlarda,
koridorlarda güvertede adım atacak yer yoktu.
Gemi limandan ayrılırken herkes son olarak Trabzon kentine
bakmaya çalışıyordu. Kostas ailesi ile Şahin oldukları yerden bir şey göremedi.
Ama görebilseler mutlaka Değirmendere tarafına bakarlardı. Çünkü o, Livera’dan,
Maçka’dan geçerek geliyor ve denize ekleşiyordu.
Yol boyunca ağlayanlar, deniz tuttuğu için kusanlar tam
anlamıyla bir curcuna yolculuk yapıyorlardı. Özellikle küçük çocukları olanlar
daha da zor durumdaydı. Pelağia ise arada bir terliyor sucuk su oluyordu.
Despina anasına çamaşır değiştirmek yerine gömleğinin altına bir havlu
yerleştirmeyi daha pratik buluyordu.
Bir hafta süren yolculuk sonunda; gemi İstanbul boğazına
girmeden önce, yolcularının tamamı hasta olan, bir sıhhiye gemisini
andırıyordu. Pelağia iyice ağırlaştı. Denizin rutubeti, iyot kokusu ve soğuk
hava hiç iyi gelmedi ona. Despina sürekli olarak başucundaydı. Pek çok yolcunun
yem yiyeceği tükendiyse de şimdilik onların böyle bir sorunu yoktu.
Gemi boğaza girince yolcular güverteye yığıldı İstanbul’u
seyre daldılar. Vaktiyle buralara gurbete gelen adamlar diğerlerine bir şeyler
anlatmaya çalışıyordu. Yalılar, saraylar, dev minareli camiler insanları
hayrete düşürüyordu. Gerçi böyle binalar Trabzon’da da var ama bu kadar fazla
değildi.
Haydarpaşa Limanına yanaştılar, Trabzon limanına hiç
benzemiyordu. Gemiden inmek neredeyse bir gün sürdü. İnsanların kimi o tarafa
kimileri de bu tarafa telaşla yürüyordu. Ana baba günü denilen şey böyle bir şey
olmalıydı. Hemen herkesin ya elinde ya da sırtında bir bohçası vardı. Gemiden inenlerin diğerlerine karışmaması
için askerler yol gösteriyordu. Bu yeni gelenleri bir meydanda topladılar.
Burada da genç insan satın almak isteyen garip kılıklı adamlar göze çarpıyordu.
Göz kestirdiklerine pek sessizse sokuluyor isteklerini aktarıyor para teklif
ediyorlardı. Onların arkasından da dolaşan sivil askerler vardı ve yakaladıkları;
“Ben masumum, yardım etmek istedim” diyerek kıyameti koparıyordu.
Yukarıdaki Selimiye kışlasının önemli bir bölümü mübadillere
tahsis edilmişti. Şimdiye kadar hiç biri o kadar uzun bina görmemişti. Gemiden
inip meydana toplananlar askerler eşliğinde yürüyerek kışlaya doğru ilerledi.
Burada, yeniden tasnif edilecek ve gidecekleri Yunan kentlerine göre
ayrılacaklardı.
İki delikanlı değişmeli olarak Pelağia’yı sırtlarında taşıyarak
götürdü. Hasta olduğunu beyan edenler doktor tarafından muayene edildi ve ayrı
bir bölüme gönderildi. Pelağia da aynı işleme tabi tutuldu. Muayene edildi ve
beyaz bir kâğıda sarılı birkaç hap verdiler ona. Sonra kalabalık bir odaya koydular
onu. Yanında sadece bir kişi kalabilecekti. Bu durum baba Kostas’ı üzdü, ama
yapılacak bir şey yoktu. Despina annesinin yanında kaldı diğerleri çıktı. Koridor
boyunca yürüdüler, gördükleri manzara hiç hoş değildi. Hastalar tam bir
çaresizlik içinde, oflayıp pufluyor,
çeşitli sesler çıkararak kıvranıp duruyordu. Sedyelerin üzerinde insan
ölüleri vardı ve o ölü sahipleri ne olacak, nereye gömüleceğine dair hiçbir
bilgileri yoktu. Bazı odalarda ise hastalar ile ölüler yan yana yatıyordu.
Şahin, Kostas ve Antonis bu manzara karşısında biraz önce yatırdıkları
Pelağia’yı hatırladılar anlamsızca biri birlerine baktılar.
Artık İstanbullu oldular. Hastalara bir tas çorba, kendilerine
de günde bir kez küçük birer kumanya paketi veriliyordu. Pelağia her gün daha
kötüye gidiyor. Doktor bir başka ilaç daha verdi ama hiç faydası olmadı. Her
gün sanki sürü halinde guruplar geliyor diğer yandan başkaları gidiyordu. Fakat
kim nereden geliyor nereye gidiyor pek anlaşılmıyordu. Liveralıların bir kısmı
gönderilmişti, herhalde sadece hastası olanlar beklemedeydi.
Kışlaya yerleşeli neredeyse iki hafta oldu. Baba Kostas,
oğlu Antonis ve Şahin, Selimiye kışlası çevresinde dolaşıp zaman geçiriyorlardı.
Arada bir Harem’e indikleri, bazen de karşıya Eminönü’ne geçtikleri olurdu.
Kostas’ın biraz parası vardı, fakat verilen kumanya yetmediği için her gün bir
miktar harcamak zorunda kalıyordu. O nedenle kesesi epeyce hafifledi.
Kışlanın denizi görmeyen avlusunun bir kenarına oturmuş
dertleşiyorlardı. Umutsuzluk üç erkeğin yüreğine bir mızrak gibi saplanmış
duruyor, kara kara düşünüyorlardı. Şahin, büyük kapıdan çıkan Despina’yı gördü
yerinden kalktı el salladı ona. Genç kız koşarak yanlarına geldi, mahvolmuş,
perişan bir görüntüsü vardı;
“Baba!” dedi gırtlaktan gelen tiz ve ağlamaklı bir sesle,
durdu. Şimdi üçü de ayakta ve dikkatle ona bakıyorlar.
“Annem öldü baba!” dedi ve hıçkırarak babasını kucakladı.
Hıçkırığı nefes almasına engel oluyordu. İki delikanlı önce bir birlerine baktı
sonra oldukları yere birer boş çuval gibi çöktüler. Aslında bu sonucu
bekliyorlardı ama can birisiydi bu ölen. Herkes ağlıyordu. Şahin; onun yayla
çimenlerinde danalarının peşinde gezdiği günleri hatta çocuklarla çelik çomak
oynadığını getirdi gözünün önüne. Çomağıyla çeliğe vururken bir kısrak gibi
zıpladığını hatırladı. Acıktıkları zaman, sacın üzerinde yaptığı çöreklere
tereyağı sürererek ellerine tutuşturduğunu yeniden görür gibi oldu. Her zaman
gülerdi, onun o gülen yüzü insanın içini ısıtır bir ferahlık verirdi diye
geçirdi içinden. Sonra kendi annesini hatırladı, ‘bu akşam rüyasında görür”
diye düşündü. Ya Kostas amca, o da ölürse ne yaparlardı bu el memleketlerinde.
Ama İstanbul’u tanıdı artık, Trabzon’a gidecek geminin nereden kalktığını da
öğrenmişti. Çok da endişe etmesine gerek yoktur, diye biraz olsun rahatladı.
Rahatladı ama ilk kez hayatın anlamsız korkusunu damarlarının içinde hissetti.
Kostas kızının başını okşadı;
“Ölenle ölünmez kızım, kalk gidelim” dedi.
Hep beraber yan yana yürüdüler. Kışlanın büyük kapısından
peş peşe girdiler, sağ koridora doğru döndüler. İleride Pelağia’nın koğuş kapısında
bir sıhhiye askeri bekliyordu. Girdiler, Despina yaşmağı ile anasının yüzünü
örtmüştü, açtı. Gözleri halen açıktı ve sanki mutlu bir insan gibi gülümsüyordu
ailesine. Kostas, hanımının alnını avuçladı, avucunu yüzüne doğru kaydırırken
göz kapaklarını kapattı. Kapıda bekleyen sıhhiye askeri yanaştı, onları
izliyordu.
“Efendi” dedi. “Başınız sağ olsun. İsterseniz ve imkânınız
yoksa defin işlerini devlet yapıyor. Siz bu durumu komutanlığa anlatın, artık
gönderilebilirsiniz, sizi daha tutmazlar.”
Kostas hanımını kendi dini kurallarına göre defnedebilecek
halde değildi. Başka çaresi yoktu zaten, sessiz kalmaları bu anlama geliyordu.
Sıra ile sarıldılar Pelağia’ya, gözlerden akması gereken yaşlar içlerine
akıyordu sanki.
Kışla Komutanlığına uğradılar, başka çareleri yoktu söyleneni
yaptılar ve yarın gidecek olan gemiye yazıldılar. Büyük kapıdan çıkarken, iki
kardeş babalarının koluna girdi. Şahin de ağır adımlarla arkalarından
gidiyordu. Dördü de çok üzgündü ve ne yapmaları gerektiğini bilemiyorlardı. Bir
kalabalığın arasından geçtiler kışlanın arkasına deniz tarafına doğru
dolandılar. Oturacak bir yer buldular. Artık sadece Despina için için ağlıyor,
diğerleri gerçekleşmesi mümkün olmayacak düşüncelere dalmış gitmişti. Kostas,
karşıda Yedikule tarafına bakarken neden böyle bir kötü kadere yakalandığını
kendince sorguluyor ve sonuçta, hiçbir zaman olması gereken iyi bir Hıristiyan
gibi davranmadığına hükmediyordu. Gençler ise onun gibi düşünmüyordu. Önlerine
mutlaka yeni şanslar çıkacak, zengin olacaklar ve Livera’ya zengin bir şekilde
döneceklerdi.
“Şahin” dedi Kostas, çenesi ve dudaklarında bir titreme
vardı.
Herkes ona baktı, Şahinin gözlerinin içine bakarak;
Herkes ona baktı, Şahinin gözlerinin içine bakarak;
“Bak yavrum buraya kadar bize gösterdiğin ilgi ve yaptığın
yardımlar için sana minnettarım. Artık görüyorsun, böyle bir çıkmaz yoldayız.
Annen baban seni merak etmiş özlemiştir. Biz yarın gideceğiz, sen artık buradan
geriye, Trabzon’a dön.”
Yerinden fırladı Şahin, Kostas’ın önüne geldi dikildi, sonra
dizlerinin üstüne çöktü, yüzü mosmor kesilmişti. Adamın sağ elini avuçlarının
içine aldı ve arkadaşı Antonis’in gözlerine bakarak ve kekeleyerek;
“Bak Kostas Amca, sen artık benim de babam sayılırsın. Böyle
olmasını kim isterdi? Pelağia teyzemin üzerimde hakkı var. Çok ekmeğini yedim,
sizi böyle yüzüstü bırakırsam beni af eder mi sanıyorsun? Anca beraber, kanca beraber. Öleceksek hep
beraber, güzel günler göreceksek de hep beraber olmalıyız. Biliyorsun,
birlikten kuvvet doğar” dedi ve yüzünü ona döndü.
Kostas onun bu
heyecan veren halini fark etti, cevap veremedi. Despina Şahin’in gözlerine,
kardeşi Antonis ise başka tarafa bakıyordu. İkisinin de çenesi bağlanmıştı
sankı.
“Konuşsana Antonis, bir şey söylesene!” diye bağırdı arkadaşına.
Hiç kimseden ses çıkmadı. Bu sessizlik belki de ‘tamam
anladık’ anlamına geliyordu. Kostas ayağa kalktı, diğerleri de öyle yaptı. Önce
Şahin’e sonra da çocuklarına sarıldı koca adam, söyleyecek tek bir söz
bulamadı, kendisini çocuklarına karşı sorumlu ama çaresiz hissediyordu, sessizce
ağlamaya başladı.
Yunan yolcu gemisi Haydarpaşa limanından ayrılırken
Livera’lıları da bir eksiği ile götürüyordu. Gemi Trabzon’dan gelen gemi kadar
kalabalık değildi. Güverteden İstanbul’u izlerken gördükleri manzara karşısında
büyülendiler, bu durum umutlarına yansıdı. Fakat onları uzaktan izleyen,
mübadil olduklarını bilmese yamalı elbiselerine bakıp dilenci sanabilirdi. Gemi
Marmara’ya doğru yol alırken geride kalan o masal ve efsane şehrine birkaç kez
düdük öttürdü. Kim bilir, belki de ‘Pelağia habin olsun, aileni ve Şahin’i
götürüyorum’ demek istemişti.
Hava güzeldi ve güneyden esen sıcak bir rüzgâr herkesi
kucaklayıp sarmalayarak Karadeniz’e doğru akıp gidiyordu. Yolculuk sonunda Selanik
limanında indirileceklerdi. Kostas Hayatında Selanik diye bir kent adı
duymamıştı. Bunu çocuklarına da söyledi.
“Kaybolur muyuz baba” diye sordu Antonis.
“Biz Livera’lıyız bize bir şey olmaz” dedi araya giren Şahin.
Hava sıcaktı ve yolculuk iyi gidiyordu. Tek sorun beslenmekle
ilgiliydi. Selanik limanına girerken çok sayıda gemi vardı körfezde. Liveralılar
tahminlerinin ötesinde bir kent ile karşılaştı. Burada Trabzon’da olduğu gibi
denize paralel yüksek dağlar ve devasa ormanlar yoktu.
“Buranın denizi bizimkinden daha küçük mü?” diye sordu
Şahin.
“Bizim her şeyimiz daha büyük, daha güzeldir” diye cevapladı Antonis.
“Bizim her şeyimiz daha büyük, daha güzeldir” diye cevapladı Antonis.
Despina hiç konuşmuyor ağzı var dili yoktu sanki. O hep
annesini düşünüyor ve yanında kucağında gibi hissediyordu onu. Bundan böyle
ailesine hem annelik hem de evlatlık yapması gerektiğini düşündü.
Gemiden inen yolcular İstanbul’da olduğu gibi doktor muayenesinden
geçirildi.
“Nefes al, nefes ver, öksür, tamam hadi geç.”
Muayeneden çıkanlar sahil boyu dizilmiş Kızılhaç çadırlarına
gönderildi. Liveralılar da gönderildi. Orada uzun zamandır tatmadıkları sıcak
çorba içtiler. Burada her taraftan, Konya’dan, Kayseri’den, Erzurum’dan,
Tokat’tan, Gümüşhane’den, Trabzon’dan, Bafra’dan, Muğla’dan ve daha pek çok yerden
gelen göçmenler vardı. Çoğunluğu Türkçe
konuşuyordu.
Artık Yunanistan’daydılar.
Çadırlarda kalıyorlar, açlıktan ölmeyecek kadar yemek de veriyorlardı.
Şahin, adını soranlara gerçek adını söylemiyordu; “Filipos” diyordu. Özellikle
Müslüman olduğunu da saklıyordu. Bir miktar Rumca konuşabiliyordu aslında, en
azından sorulan basit sorulara cevap verebiliyordu. Ama doğrusunu söylemek
gerekirse, Livera Rumcası ile bunların dili arasında epey farklılık vardı.
Aradan üç ay geçti. Yaz ortasına kadar çadırlarda tutuldular.
Sonra Kozani taraflarında bir köyden arazi ve ev verdiler onlara. Köy büyük bir
düzlüğün sonunda küçük bir dağın eteğindeydi. Üstelik köyde tanıdık birkaç
Livera’lı aile de vardı. Buna sevindiler
ama burası onların eski köyüne, Livera’ya hiç benzemiyordu. Bilmedikleri bir
tarım yapılıyordu bu topraklarda. Yakınlarında orman yoktu. Oysa şimdi bu
mevsimde Livera bahçelerinde mısırlar adam boyunu geçmişti. Tarlalarda onlarca
çeşit ve yenilebilir bitkiler vardı. Burası denize daha uzak belki de o yüzden
bereketsiz bir memlekettir, gibi geldi onlara.
Evin kırık dökük yerlerini tamir ettiler ama başka neye
nereden başlayacaklarını bilemiyorlardı. Çadırlarda yaşarken Kızılhaç arada bir
yemek verirdi şimdi artık öyle bir şansları da kalmadı. Livera’dan ayrıldıktan
sonra açlık, sürekli ama ciddi bir mesele olarak peşlerini bırakmıyordu. Avluda
oturmuş açlık üzerine konuşuyorlardı. Gerçi herkes için bir açlık sorunu vardır
ve kimsenin kimseye faydası olmayacaktır. Despina Şahin’e laf attı;
“Bizimle gelmeseydin şimdi böyle bir derdin olmayacaktı.
Annenin pişirdiği sıcak yemeklerle karnını doyuracaktın.”
Sanki altındaki bir yayın tazyiki ile havaya fırladı Şahin.
Bir hareketle ceketini çıkardı kızın önüne fırlattı. Herkes ona baktı. Baba
Kostas;
“Ne oldu evlat ceketinin içinde akrep mi var?”
“Para var Kostas amca, şimdi hatırladım. Annem bana bir kese
bozuk para birde mendil vermişti. Kaybolmasın çalınmasın diye Trabzon’da
ceketimin içine dikmiştim. Despina bir söksün de görelim neler varmış.”
Üçünün de gözleri faltaşı gibi açıldı. Şahinin ceket dediği
şey vaktiyle kalın bir çuhadan yapılmıştı. Fakat eskiyip yırtıldıkça yama
üzerine yama yapılmış daha da kalınlaşmıştı. Despina büyük bir özenle ceketin
sol omuz tamponunu içerden sökmeye başladı. Babası, kardeşi ve Şahin ayakta
dikilmiş onu izliyorlardı. Aslında Kostas’ın biraz parası vardı ama aylardan
beri ihtiyaç duydukça oradan harcıyordu.
Beyaz mendile sarılmış kese bulundu. Despina eline aldı
havaya doğru ama Şahinin tutabileceği şekilde fırlattı. Beyaz mendili yere açtı
Şahin. Sonra da heyecanla keseyi üzerine boca etti. Bir avuç dolusu gümüş ve
altın para çıktı içinden. Sevinçten herkesin dili tutuldu sanki. Biraz sonra
her kafadan bir öneri gelmeye başladı. Şöyle yapsak iyi olur böyle yapsak kötü
olur. Herkes kendi fikrini savunduysa da Despina’nın fikri genel kabul gördü.
Bu para ile önce bir inek alınacak ve bu şekilde açlık tehlikesi ortadan
kalkacaktı. Daha doğrusu bildik bir iş yapılacaktı.
Kozani hayvan pazarına gittiler. İyi bir inek ve bir de keçi
aldılar. Artık onlar için açlık tehlikesi diye bir şey kalmadı. İnek de keçi de
süt sağılıyordu. Böylece Şahin ailenin en itibarlı kişisi oldu. Despina tıpkı
Livera’daki gibi bir düzen kurdu. İşler rayına girdi. Arada bir komşularına da
süt verdiği oluyor. Bunun için para değil ot ve yeşillik getiriyorlardı.
Erkekler arada bir Kozani çarşısına giderdi. Bir seferinde
ilginç bir dedikodu ile karşılaştılar. Güya İngilizler Avustralya’ya
gönderilmek üzere gönüllü aile arıyormuş. Bu dedikodu haftalarca devam etti. Daha
sonra Kozani’den Selanik’teki İngiliz konsolosluğuna giden bir Liveralı bunun
dedikodu değil geçek olduğunu öğrendi. Bu haber üzerine çok sayıda göçmen bu
fikre sıcak bakmaya başladı. Konsolosun ifadesine bakılacak olursa, orada açlık
tehlikesi yoktu, gidecek olanlara kurulu düzenler teslim edilecekti.
Hayvancılık yapmak isteyenlere hayvan verilecek. İşçi olarak çalışmak
isteyenlere de iş verilecek. Her aileye dilerse apartman dairesi dilerse
müstakil ev verilecek. Artık pek çok aile bu işe sıcak bakıyordu.
“Gerçi burada bir düzen kurduk ama ne dersin şahin?” diye
sordu Kostas. “Biz de gitsek mi? İngiliz’in işi sakat olmaz derler.”
“Ne dersen, nasıl düşünürsen ben varım Kostas amca.”
“Antonis?”
“Şahin evet diyorsa ben de varım baba.”
“Despina?”
“Bana sorma siz nerdeyseniz ben de ordayım baba” dedi.
Trabzon’dan Yunanistan’a kadar uzanması gereken kader
yolculuğunun biraz daha uzatılmasına karar verildi. Avustralya’ya kadar giderek
kaderlerini biraz daha zorlayacaklardı.
İnek ve keçiyi götürüp Kozani hayvan pazarında satmadılar.
Komşularına teslim ettiler. Bu fikir Şahin’den çıkmıştı. “Ne olur ne olmaz,
işimiz ters gider de geri dönersek yine ihtiyacımız olacak” dedi.
***
Hava oldukça sıcaktı, bazı yolcular Mısır’a yaklaşan İngiliz gemisinin güvertesinde yarı çıplak dolaşıyordu. Sol tarafta ama çok uzaktan Kıbrıs adası görünüyordu. Yolculuk oldukça keyifli geçiyordu. Aslında bütün yolcular hayatlarından çok memnundu. Gemide yemek pişiriliyor, günde üç öğün sofra başına gidiyorlardı. Daha şimdiden açlık sorunları kökünden çözülmüştü.
Hava oldukça sıcaktı, bazı yolcular Mısır’a yaklaşan İngiliz gemisinin güvertesinde yarı çıplak dolaşıyordu. Sol tarafta ama çok uzaktan Kıbrıs adası görünüyordu. Yolculuk oldukça keyifli geçiyordu. Aslında bütün yolcular hayatlarından çok memnundu. Gemide yemek pişiriliyor, günde üç öğün sofra başına gidiyorlardı. Daha şimdiden açlık sorunları kökünden çözülmüştü.
Bir tellal geldi güverteye, ön tarafta dik duran bir varilin
üzerine çıktı, şöyle bir anons yaptı;
“Saygıdeğer yolcularımız. Üç saat sonra Port Fuad Limanında
olacağız. Orada bir gün kalacağız. Ardından, yenidünyanın topraklarına doğru
yol alacağız. O nedenle geride bıraktıklarınıza mektup yazmak isterseniz Port
Fuad temsilciliğimize bırakabilirsiniz. İkinci olarak; bu yolculuğa çıktığı
için içinizde pişman olanlar varsa geri dönülmesi mümkün olan en son limana
gireceğiz. Saygı ile bildirir iyi yolculuklar dilerim.”
***
Kostas;
“Babana mektup yazmak ister misin Şahin?” diye sordu.
“Babana mektup yazmak ister misin Şahin?” diye sordu.
Bu soru Şahin’i ezdi geçti sanki. Çünkü köyde Rum okulu
vardı ama Türk okulu yoktu. O nedenle okuma yazma öğrenememişti;
“Benim okuma yazmam yok ki” dedi üzgünce.
“Sen söyle, ben yazarım. Umalım
ki Maçka’da Rumca okuyan bir adam bulmakta zorluk çekmesinler.” 08.04.2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder