Yüksek dağlara yağan kar bir
seferinde sahile kadar inmişti. Ama çok kalmadı birkaç gün içinde eriyerek
geriye, dağlara doğru çekildi.
Deniz tarafından sert bir rüzgâr
esiyor ve bu esen rüzgâr yağmur habercisine benziyordu. Mahno altı evleri
bacalarının bazılarından dumanlar yükseliyor. Öğleden sonraydı ve Sürmene Mahno
Altı sahilinin biraz uzağına bir gemi yanaşmaya çalışıyordu. Bacasından çıkan
kara dumanlar şehrin üzerine doğru uzanan siyah bir örtü oluşturuyordu. Geminin
yanaşacağını gören kayıkçılar hareketlendiler. Sürmene’ye inecek yük ve
yolcuları almak üzere kürek çekmeye başladılar.
Gemi gelerek, sahile yaklaşık yarım
mil mesafede demir attı. Bu gelen Osmanlının en ünlü gemilerinden biri Gülcemal
vapuruydu. Gülcemal Dünyanın da en büyük gemilerinden biriydi
Kayıkçılar Gülcemal’in etrafını
sardılar. Liman Reisinin takası ise aralardan dolaşıp öne geçti. Onu herkes
tanıyordu ve geçiş üstünlüğü vardı. Sarkıtılan merdivenin yanına kadar yanaştı.
Takanın yanaşması ile Reisin merdivene sıçraması aynı anda oldu.
Reis altmışına yaklaşmış babacan bir
Sürmeneliydi. Her gelen gemiye çıkmaktan hoşlanırdı ama bu gelen efsane bir
gemiydi. Gemilere çıkınca hem eski arkadaşları ile görüşme fırsatını yakalıyor
hem de gemi üzerinden Sürmene yalısına bakmaktan büyük keyif alırdı. Daha da
önemlisi İstanbul’dan gelen taze haberlere ulaşırdı. Aslında Liman Reisinin
askeri görevleri de vardı ama o görevleri herkes bilmezdi. Osmanlı zor günler
yaşıyordu ve cephelerden gelen haberler hiçte iç açıcı değildi. Gelen gemiler
yüzlerce yaralı asker taşıyordu.
Kaptan köşküne çıktı ve Dursun Ali
Kaptan ile tokalaştı, kucaklaştı. Kaptanı dinlerken bir gözü inenlerin
üzerindeydi. Gelip gidenler onun ilgi alanına girerdi.
Sürmene yolcuları asılan merdivenden
inerek kayıklara binmeye başladılar. Diğer yandan da vinçler çalışıyor
İstanbul’dan gelen tüccar malları takalara yükleniyordu. Batıdan gelenler
iniyor, Batum tarafına gidecekler de biniyorlardı. Gelenlerin inmesi gidenlerin
de binmesi çok uzun sürmedi. Yük indirme işleri ise devam ediyordu. Dursun Ali
Kaptan; “Reis” dedi, “Yaralı bir asker getirdim sana. Ayakları tutmuyor,
kalçasında kurşun varmış alamamışlar.”
“Öyle mi? Bu kez yaralı asker
gelmedi diyerek sevinmiştim. Hangi köylü olduğunu biliyor musun?”
“Tanıyamazsın sahilden değil, dağ
köylerinden.”
“Gidip göreyim; hangi kamarada
kalıyor?”
“Birlikte gidelim” dedi kaptan.
Merdivenlerden indiler kaptan
köşkünün altına döndüler. Kaptan önde Reis arkada, bir kamaraya girdiler. Orası
yarı aydınlıktı ama askerin yüzü seçiliyordu ve tahta bir sandalyeye belinden
bağlanmıştı.
“Geçmiş olsun oğul, ben liman
Reisiyim.”
“Sağ olun Reis beyim” dedi asker.
“Hangi köylüsün?”
“Çoruktan, Çorukluyum…”
“Kimlerdensin?”
“Abdullahlılardanım”
“Adın ne?”
“Yusuf, İsmim Yusuf” dedi tekrar
ederek.
“Bu akşam gidemezsin, Sürmene’de
kalacak yerin var mı?”
“Yoktur Reis beyim. Hem ben yalnız
gidemem, köye bir haber göndermem lazım.”
“Öyle ise bu akşam misafirim ol”
dedi Reis ve çıkıp gitti.
Geminin vinci son yükü indirdiği
zaman Kaptanla Reis güvertede idi. İki tayfa çağırdı kaptan;
“Yaralı askeri getirin” diye emir
verdi.
Koşarak gittiler. Vincin ucuna bağlı
olan palet, kule tarafına indirildi. Tayfalar da sandalyenin iki yanından
tutarak yaralı askeri getirdiler. Reis de onların yanına gitti, sandalyeyi
arkasından tuttu. Paletin üzerine kadar taşıdılar.
“Yolun açık olsun kaptan, ben de
gidiyorum” dedi Reis.
Tayfalar ve Reis bir elleriyle
askeri diğer elleri ile de vincin halatlarını tutuyorlardı. Kaptan işaret etti,
palet kaldırıldı. Önce denize doğru döndü sonra da ağır ağır Reisin takasına
doğru sarkıtıldı. Aşağıya inince de Yusuf’u takanın içine çektiler. Tayfalar
vincin paleti ile geri döndüler. Reisin takası sahile doğru yüzmeye başladı.
Liman Reisi iki süvari asker
gönderdi Çoruk köyüne.
Yusuf da o akşam liman Reisinin
konuğu oldu. Çok acıkmıştı, bir tepsi içinde ama kapaklı sahanlarda gelen
yemekleri görünce yutkundu. Uzun zamandır bu kadar çok yemeği bir arada
görmemişti. Sandalyesini çözdüler ve yatağın içine oturttular. Yemek tepsisini
de kucağına koydular. Sobası da iyi yanıyordu.
Sabah oldu, Yusuf tanıdık seslerle
uyandı. Gözlerini açtığı zaman Abdullah’ı, Mehmet’i, Vehbi’yi, Kâmil’i, Osman’ı
gördü. Heyecandan yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Tek bir söz bile edemedi.
Bu gelenler henüz askerlik çağı gelmeyen komşu delikanlılarıydı.
“Yusuf!” diye seslendi ona Mehmet
“Bak geldik, tanımadın mı bizleri.”
Ağlamaya başladı, gelenler sıra ile
eğilerek boynuna sarıldılar, yanaklarından öptüler.
“Ağlama, ölmedin yaşıyorsun işte,
buna sevinmelisin” dedi Kâmil.
“Sen buna yaşamak mı diyorsun” dedi
ağlayarak. “Ayağa kalkamıyorum, yardım edilmezse çişimi bile yapamıyorum, şehit
olsaydım bundan iyi değil miydi?”
Konuştukça ağladı, daha da üzerine
varıp bir şey söylemediler. Liman Reisi de geldi, Yusuf’un gözyaşlarının
yanaklarından aşağı süzüldüğünü gördü üzüldü. Bir battaniye hediye etti ona,
sonra da;
“Buna ihtiyacın olacak, Yolun açık
olsun evlat” dedi.
Arkadaşları onu sandalyesine
oturttular. Tersine olarak sırta alınacak şekilde hazırladılar. Değişmeli
olarak sırtlarına alarak sekiz saatlik yol gideceklerdi.
Yusuf’un şansından olmalı ki o gün
Of vadisine yağmur yağmadı. Beş delikanlı bana mısın demeden taşıdılar onu.
Küçükhol deresinden yukarı doğru çıkarken akşam karanlığı her yanı sarmaya
başladı.
Yusuf askere gideli iki yıl olmuştu.
Giderken kaval çalarak uğurlamıştı onu arkadaşları. Güle oynaya yürüyerek
gittiği yollardan şimdi arkadaşlarının sırtında dönüyordu. Bu hali çok ağırına
gidiyordu.
Of’a yürüyerek, oradan Trabzon’a
kadar gemi ile gitmişti. Oradan da yürüyerek Erzincan’daki birliğine
katılmıştı. İlk eğitimini tamamlayınca bölüğü ile birlikte İstanbul’a, ardından
da Selanik’e gönderilmişlerdi.
Bir gün Selanik saldırıya uğradı.
Her ne kadar direnç gösterdiyseler de başaramadılar. Kent düştü, çok şehit
verdiler, sağ kalanlar geriye çekildiler. Kavala yakınlarında yapılan ikinci
vuruşmada kalçasından bir kurşun yedi. Körfezde bekleyen bir gemiye bindirdiler
onu ve diğer yaralı askerleri.
Gemi diğer cephelerden de yaralı
askerleri toplayarak İstanbul’a doğru yol aldı. Yusuf, Haydar Paşa askeri
hastanesine gittiğinde yaralandığının üzerinden bir ay geçmişti ve yarası
iyileşmişti. Ne var ki ayakta duramıyor yürüyemiyordu. Hastane doktoru çürüğe
çıkardı onu. Rapor kendisine okunduğu zaman çok üzülmüş, çürüğe çıkmayı
“ölümüne az kaldı” şeklinde anlamış ve hıçkırıklara boğularak ağlamıştı.
Askere alınmadan bir ay önce
evlenmişti. ‘Şimdi ne olacak’ sorusu kafasının içinde dolaşıp duruyordu. Eşi
Ayşe’yi çok seviyordu ama daha bu yaştan itibaren kendisine bakmasını istemesi
de ağırına gidiyordu.
Köy değirmeninin yanına
vardıklarında Çoruk köyünün çoğunluk delikanlıları oradaydı ve Yusuf’u
bekliyorlardı. Artık yolculuğun zor kısmı burada bitiyordu. Mehmet Yusuf’u
sırtından indirirken herkes yardıma koştu. Sıra ile “geçmiş olsun” dediler ona.
Kimisi boynuna sarıldı üzüldüğünü bildirdi, kimisi de gözyaşlarını tutamadı.
Değirmenci Mahmut gelenleri yedirdi doyurdu.
Gece vakti oldu, ay bulutların
arkasından bir türlü çıkamıyordu. Bazı insanlar, evlerinin önüne çıktılar.
Ellerinde yanan çıralarla Yusuf’un geçmesini beklediler. Askerin konvoyu
uzadıkça uzuyordu, Onun evi ise köyün en yukarısındaydı.
Caminin önünden geçerken ay bir
parça lütufkâr davrandı. Yusuf’un Mahallesi belli belirsiz görüldü. O sırada
Osman’ın sırtındaydı.
“Osman” dedi, Osman durdu. “İndir
beni Osman.”
“Ne oldu sana ağrıyan bir yerin mi
var?” diye sordu elinden tutan Mehmet.
Derin bir iç geçirdi.
“Uşaklar beni bu sandalyeden çözün.”
“Neden?”
“Koluma girerek götürün beni.
Ayşe’me bu şekilde görünmek istemiyorum.” Kimseden en ufak bir çıt çıkmadı,
yanan çıraların ışığında biri birlerine baktılar. Osman yere doğru eğilirken
yardım ettiler ona. Sonra da Yusuf’u çözdüler. Ne var ki ayaklarının üstüne
basamıyordu. Sadece koltuk altlarından tutarak götürmek daha da zor olacaktı.
Ama o ki Yusuf öyle istedi buna katlanacaklardı.
Yanan çıraların ışıkları evinden
görüldü. Zaten gözleri yoldaydı, ev halkı gecenin karanlığında yolu görmeden
ezbere koşmaya başladılar. Kavuşma anının çığlıkları gecenin karanlığına
karıştı, çok uzak köylerden bile duyuldu.
Babası Yemene gitmiş bir daha
dönmemişti. Annesi, hanımı, iki kız kardeşi ve o askerde iken doğan oğlu aynı
evde oturuyorlardı. Yusuf evin direği sayılıyordu ama bu haliyle hiçbir işe
yaramayacağı düşüncesi onu kahretmeye yetiyordu. Hayata direnmesini sağlayan,
bir yaşını biraz geçen oğlu Bayram’dı. ‘Sadece onun için hayata asılmalıyım’
diye düşünüyordu arada bir. Gerçi yaşlı adamlar iyileşeceksin diyorlardı ama
çok da gerçekçi bulmuyordu bu söylenenleri. Bazıları da kemiğe saplanan
kurşunun zaman içinde daha da kötü etkiler göstereceğini söylüyorlardı. O
sadece oğluna bakarak huzur bulmaya çalışıyor böylece yaşamak isteği biraz
olsun güçleniyordu.
Bir sabah İmam da ziyaretine geldi.
İmamlar köyde her işe bakan adamlardı ve İmamlık çok kez babadan oğula geçerdi.
Asker toplama, evlenme işleri, köy halkı arasında doğabilecek hukuksal davalara
da bakarlardı. Yusuf’un ailesi bu ziyareti bir bakıma yarı resmi bir ziyaret
olarak yorumladılar. Gelin Ayşe, Muhtarı görünce saygı ile içeriye buyur etti.
Yusuf, oğlu kucağında olduğu halde ocağın yanına serilen keçenin üzerinde
yatıyordu. İmam selam verdi, sonra da bir iskemle alarak yanan ocağın diğer
yanına koydu, oturdu.
“Nasılsın Yusuf?” diye sordu.
“İyi değilim İmam Efendi, bu
halimden utanıyorum. Benim gibi delikanlıya yakışmıyor.”
“Üzülme her işte bir hayır vardır.
Ölseydin daha mı iyi olurdu?” Cevap veremedi Yusuf, sustu. “Bu halinle bir daha
askere almayız seni, kurtuldun sayılır.”
İmam çok şeyler daha söyledi ama
Yusuf sadece bakıyor her sözüne cevap vermek istemiyordu.
Nisanın sonu geldi, her taraf yem
yeşil oldu. Karşı ormanlardan kuş sesleri geliyordu. Guguk sesinin onu
bastıracağını ve eğer böyle yatarsa bir daha hiç ayağa kalkamayacağını düşündü.
Sonra da gündüzleri yatmamaya karar verdi. Karısı yanına gelince;
“Ayşe” dedi “beni seranderin altına
götürebilir misin?” Ayşe’nin gözleri ışıldadı yüzü güldü.
“Elbette, dışarı mı çıkmak
istiyorsun?”
“Evet, artık gündüzleri
yatmayacağım, seranderin altında oturursam her tarafı görebilirim. Oğlumu da
yanıma bırak ondan sonra da sen işine bak.”
O yaz mevsimini oğlu ile seranderin
altında oturmakla geçirdi. Çocuk emeklemeğe başlayınca o da, uzağa gitmesin
diye emekleyerek peşinden gitti. Eski ağrıları pek kalmadı kendisini iyi
hissediyordu. Kilo almaya da başladı, her gören;
“Ooo! Maşallah” diyordu ona.
Artık elleri üzerine yürüyerek
ayaklarını sürüyor ev ile serander arasında gidip gelebiliyordu.
Eylül ayı geldi, meyveler olgulaştı,
bazı ağaçların yaprakları da sararmaya başladı. Yusuf seranderin altında oğlu
ile yaşamaya devam ediyordu. Çocuk büyümüş yürümeye başlamıştı artık.
İskemlesine oturdu sırtını bir ot
balyasına yasladı, ayaklarını ileri doğru uzanmıştı. Çocuk, eline aldığı kısa
bir fındık dalı ile seranderin direğine vuruyordu. “Oraya öyle vurma elin acır
sonra” dedi Yusuf. Çocuk söyleneni anladı mı bilinmez ama koşarak babasının
yanına gitti ve çıplak ayağına elindeki çubukla bir tane çaktı. O da can
acısıyla ayağını birden geri çekti. Anlayamadığı bir şey oldu kafası karıştı.
Sonra ayaklarına baktı, birini kendine doğru çektiğini fark etti. Bir çocuğa
bir ayağına baktı. Çocuk da öylece donakalmış babasını izliyordu. Baba oğul göz
göze geldiler Yusuf kollarını açtı, çocuk babasının kucağına atladı.
“Ayşeee!” diye bağırdı avazı çıktığı
kadar, tekrar seslendi. Tarlada çalışmakta olan karısı sesi alınca koşmaya
başladı. Bir yandan koşuyor bir yandan da kocasının karşı ormanlarda bile
yankılanan sesini duyuyordu. Çok önemli bir şey olmalı diye geçirdi içinden,
mutlaka çok kötü bir şey olmuştur…
Seranderin yanına gittiği zaman eşi
ile oğlunu kucak kucağa gördü. Kötü bir şey olduğunu düşünmüştü ama görünüşe
pek akıl erdiremedi.
“Ne oldu neden bağırıp duruyorsun”
diye çıkıştı kocasına.
“Buraya, yanıma gel Ayşe!”
Kadın dikkatle izleyerek yanaştı
kocasına, olağan dışı bir şey göremedi.
“Geldim ne olmuş?”
“Nasıl ne olmuş bir şey fark
edemedin mi?”
“Hayır, neyi fark etmem gerekir?”
“Ayaklarıma bak ayaklarıma”
“Bakıyorum, ne var ayaklarında?”
“Baksana birisini kucağıma doğru
çekmişim.”
“Neee!” Diye uzattı kadın “bir daha
yapsana”
“Şimdi yapamam korkuyorum Ayşe.
Çocuk ayağıma vurdu hiç fark etmeden geriye çekmişim.”
Ayak parmaklarından tutarak eski
yerine getirdi ayağı kadın.
“Hadi bir daha dene!” dedi.
“Yapamıyorum Ayşe.”
Yerden başka bir çubuk alan kadın
bir kez daha şaplattı aynı bacağa. Yusuf acı ile kıvranarak sağ ayağını yine
kendine doğru çekti.
Artık sağ bacağı çalışıyor, Osman
ustanın yaptığı koltuk değnekleri ile de diğer bacağını sürüyerek
yürüyebiliyordu. Evde herkesin yüzü gülüyor mutluluktan uçuyorlardı.
Haber köye yayıldı, gelen
ziyaretçilerin de mutluluğu yüzlerinden okunuyordu.
İmam Cuma namazını kıldırdıktan
sonra Yusuf’u ziyarete gitti. Yürümeye başlamasının hikâyesini dinledi ondan.
Sonra da küçük Bayram’ı kucağına alarak sevdi;
“Aferin” dedi çocuğa başını
okşarken. Kısa bir sessizlikten sonra;
“Yusuf torunum, Allaha şükürler
olsun kurtuldun sayılır. Hükümetin işi belli olmaz. Belki de seni yeniden
askere çağırabilirler. Ama eğer bana beş tane koyun verirseniz seni yollamam.
Anan ile konuş, bak bakalım ne deyecek, kararınızı bana bildirin.”
Yusuf ne diyeceğini bilemedi. Kan
beynine sıçradı. Sonra da imamla iyi geçinmesi gerektiğini düşündü. Sinirlerine
hâkim olmalıydı;
“Beş koyun çok değil mi İmam Efendi,
zaten sekiz koyunumuz var, o kadar da acımasız olma.”
“Yani sen anan ile konuş bir icabına
bakarız.”
Yusuf’un anası eve gelince
mutluluklarının üzerine kara dumanlar çöktü. Hırsından ağlamaklı oldu kadın.
“Allah onu dilediği gibi yapsın,
şeytan o hem de şeytanın ta kendisi.” Bir ara sustu, sonra da oğlunu teselli
etmek istedi; “Her şeyimiz senin yoluna kurban olsun oğlum” dedi. “Ama beş
koyun çok fazla, gidip bir konuşayım o şeytanla bakalım daha az versek olmaz
mı?”
Dört koyun vererek İmamla anlaştı
Yusuf’un anası. Yeniden mutlu günler başladı, askere gitmek konusu kapanmıştı.
Artık Yusuf bazı işler yapabiliyor, koyunların peşine gidebiliyordu. Cuma
namazına gittiğinde arkadaşları ile şakalaşıyor gülüp konuşabiliyordu. Yeniden
hayata döndüğü ve belki de acıdıkları için köylüler tarafından da çok seviliyordu.
Ocak ayının ala güneşli ama biraz
soğuk bir günüydü. Herkes evde ocağın başında oturuyordu. Ayşe gelin hamsi
tavasına koyduğu lahana artıklarını ahıra, yeni doğan buzağıya götürdü. O
sırada dışarıdan bir ses duyuldu.
“Yusuf” diye bağırdı adam.
Bu ses İmamın sesine benziyordu.
Koltuk değneğini aldı dış kapıya doğru yürüdü. Evdekiler de peşinden gittiler.
İmam seranderin altında iki jandarma ile oturuyordu.
“Eve buyursaydınız, hoş geldiniz”
dedi Yusuf.
“Acele işimiz var biraz konuşalım
gideceğiz.” dedi imam sakalını kaşıyarak.
Yusuf yanaştı ev halkı da ardından.
Jandarmalara elini uzatarak tokalaştı, sonra da İmama uzattı elini.
“Yusuf, bu Jandarmalar seni almaya
geldiler, askere çağrılıyorsun” dedi imam.
Ne diyeceğini bilemedi, anası hemen
arkasındaydı ve tepeden tırnağa kadar titremeğe başladı. Ayşe gelin de ahırdan
çıkmış elinde tava olduğu halde onlara doğru yürüyordu ve olacakları sezdi;
“İmam efendi gene ne oldu da bu
jandarmaları getirdin kapımıza.”
“Benlik bir şey yok kızım Yusuf’un askere
gitmesi lâzım, askerliğini eksik yaptığını herkes biliyor.”
Ayşe gelin kocasının yanına kadar
gidip durdu. Karşısında sağ tarafta iki Jandarma, sol tarafta ama biraz ötede
İmam oturuyordu. Kısa bir sessizlik oldu;
“İmam efendi bizden dört koyun aldın
ki Yusuf’u askere göndermeyecektin, şimdi ne oldu sana.”
“O iş başka kızım, koyun hesabının
askerlikle ne alakası var.”
Ayşe gelin daha fazla tutamadı
kendini, elindeki bakır tavayı olanca kuvvetiyle imamın kafasına geçirdi.
Ortalık karıştı, Jandarmalar araya girdi, çocuk ağlamaya başladı. İmamın sağ
yanındaki göz ve kulağının üzerinden kanlar akıyor akan kanlar beyaz gömleğini
kızıl renge çeviriyordu. Cebinden bir mendil çıkarıp başına tuttu.
“Buradan derhal gitmezsen başını
kabak yarar gibi yaracağım” dedi Ayşe gelin.
En küçük bir tepki verse üzerine
saldırıp param parça edebilirdi imamı. Jandarmalar yerlerinden fırladılar.
İmamla Ayşe’nin arasına girdiler.
Bu olayın üstünden bir yıl daha
geçti. Yusuf’un ayakları iş görmeğe başladı, dilediği yere gidebiliyordu ve
koltuk değneklerinden de kurtuldu.
Eylül serinliğinde tarlada mısır
biçiyorlardı. Karşı yamaçtan iki jandarmanın kendilerine doğru geldiğini
gördüler. Bu gelenleri tanıyamadı Yusuf. Ama “bir iş var bunlarda” diye geçirdi
içinden.
Duvardan atlayıp tarlaya girdiler.
Onlar yaklaştıkça çalışma durdu, kalp atışları yükselmeye başladı.
“Yusuf sen misin” dedi öndeki.
“Evet” cevabını alınca yaklaşıp
oturdu.
Ve Yusuf’un Erzurum’daki birliğine
bir hafta içinde ulaşmasını istediler.
Erzurum’a oradan da Sarıkamış’a
gittiği haberi ulaştı köye.
Bir daha da haber alınamadı ondan. 28.01.1992
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder