Muzik

4 Haziran 2016 Cumartesi

İLKOKUL HOCAM ALİ RIZA AYAR

Bizim köylüler yaz aylarında yaylaya çıkar. Yayla mevsimi Mayıs ayının başında başlar eylül sonuna kadar devam eder. O sene ilkokulun ikinci sınıfına başlayacaktım. Orta boylu zayıf sayılabilecek ve ismi bende kalsın, esmer bir öğretmenimiz vardı. Günde birkaç kez döverdi çocukları. Korkardık ondan. O nedenle o sene yayla mevsiminin bitmesini istemiyordum. Fakat zamanı durdurmak mümkün değildi. Okul vakti geldi çattı. Evdekiler de öğretmenin dövdüğünü biliyordu. Eğitim yılının ilk günü okul yoluna çıkarken nasihat ettiler. Ettiler ama nasihatlerin hiç biri aklımda kalmadı, bir kulağımdan girip diğerinden çıktılar.

Okulun önünde toplandık. Geçen seneden iki öğretmenimiz vardı, bu yıl da iki ama birisi değişmiş. Giden Turgut öğretmen kumral uzun boylu diğerine göre daha yumuşak bir adamdı. Bu gelen ilk bakışta güler yüzlü sevecen bir adama benziyor. Giden öğretenden biraz daha sarışın daha kısa boylu ama saçları daha gür ve biçimliydi. Bizim sınıfa gelmesi için içimden dua ettim. Çünkü diğerinden daha fazla döven bir adam olmadığı yüzünden okunuyordu.
Duam kabul görmüş olmalı ki bizimle beraber o da sınıfa girdi. Üç sınıf bir arada ders görüyorduk.

“Geçen 56 yılı senin için hız olsun
957 başarılarla dolsun”


Yıl sonunda böyle biten bir şiir öğrendiğimizi anımsıyorum. Demek ki Ali Rıza öğretmenin bizim köye geliş tarihi şiirdeki gibidir.

Ali Rıza öğretmen diğerlerinden farklı bir adamdı. Eski Maçka müftüsünün oğluydu. Belki de o nedenle olmalı; namazını kılardı ve Cuma günleri camide Cuma namazında en ön safta olurdu.

O yıllarda sadece Trabzon’da doktor vardı ve doktora gidebilmek kolay iş değildi. Öyle olunca, kendisini hoca zanneden insanlar hasta olanları okuyup üfleyerek tedavi etmeye çalışırdı.

Bir seferinde başım çok ağrımıştı. Babaannem de beni okusun diye, komşumuz olan bir hocaya götürdü.
Babaannemin baş bağlaması şöyleydi. Başında bir fes olurdu ve büyükçe bir eşarp onun üzerinden sarılır ve boynunu da örterdi. Onun da dışında daha küçük bir yazma ile baş, kuşak gibi sarılırdı.
Hoca efendi işte o kuşak gibi sarılan eşarbı ister alır üçgen şekilde katlardı. Sağ dirseği ile sağ elinin parmak ucu arasında defalarca ölçerdi. Hem oku üflerdi hem de ölçer biçerdi. Ne var ki eşarp hiçbir zaman kolu ile uc uca gelmezdi. En sonunda okuyacağı dua tükenince ‘artık kalan’ eşarbın yerini düğümledi. Düğümden ilerisi kadar, “İşte bu kadar yüreği kaçık” diye karar verdi. Okuyarak üfleyerek tedavi etmekten, aklımda kalanlar bu kadardır.

Bir seferinde, ders sırasında üfürükçülüğün kötü bir şey olduğunu anlattı Ali Rıza öğretmen. Bu sözlerini hafızama not ettim. Bir süre sonra, bir akşam başım yine ağrıdı. Babaannem; “hazırlan hocaya gideceğiz” dedi. İşte o zaman olanlar oldu. Direndim; “olmaz” dedim ve hocaya gitmedik.

Cuma günleri sınıfça Cuma namazına gitmeye başladık. Biz öğrenciler en arkada saf tutardık. Bu durum; köylülerin öğretmenimize daha saygılı davranmalarına neden olurdu. Öyle bir an geldi ki onun her sözü bir emir olarak kabul görürdü.
Arada bir köylülerden bazıları, ona süt ve yoğurt gönderirdi. Bir süre sonra sadece birkaç aileden gelenleri kabul eder diğerlerini de kırmadan teşekkür ederdi; “Bir daha getirmemelerini” öğütlerdi.

Arada bir sinirlendiği de olurdu. O durumlarda arkaya doğru taradığı saçları yüzüne aşağı dökülürdü. Tüm öğrenciler bunu anlar ve çıt çıkarmazlardı. Seyrek olarak o da döverdi ama nedense korkmazdık, sever ve saygı duyardık.

Milli Bayramlarda ahali okulun bahçesine yığılırdı. Şimdi düşünüyorum da; demek ki seyredebilecekleri bir şeyler olurdu.

Bir seferinde hayatım boyunca unutamadığım bir şey anlatmıştı. Doğrusu onu neden anlattı, ders ne idi, orasını şimdi hatırlayamıyorum. 
“Tanrı dedi ki; Öyle bir millet yaratacağım ki, diğerleri beni sinirlendirdiği zaman kötüleri cezalandırmak için bu yarattıklarımı onların üzerine süreceğim. Ve adlarına da Türk adını vereceğim.”

Sonraki yıllarda öğrendim ki bu sözler, Alman Keşiş ve din adamı, Protestanlığın babası Martin Luther’e aitmiş.  Aslında bunun fena bir mantık olduğunu çok sonraları öğrendim. Milliyetçi sözcüğünü biliyordum ama bugünkü anlamda kullanıldığını öğretmen olduktan çok sene sonra öğrenmiştim.

Ali Rıza Öğretmen için “Irkçı” sözcüğünü kullanamam ama bu mantığı Köy Enstitüsünden aldığı anlaşılıyor.
1969 öğretmenler grevinde Yüksekova’da (TÖS) sendika şube başkanıydım. İlkokul hocamla 1972 yılında Trabzon’da karşılaştığım zaman laf lafı açtı ve o günlerden, greve katıldığımızdan söz ettim. Beni eleştireceğini sanımıştım ama hiçte öyle olmadı. Her şeyini anlatmadı ama Trabzon TÖBDER yönetim kurulunda olduğunu söyledi.
“Öğretmenler mesleki ve eğitim sorunlarını görüşecekleri bir dernekleri olmalı” dedi. 
TÖBDER, TÖS askeri yönetimce kapatılınca onun yerine kurulan bir dernekti. Daha sonraki yıllarda arkadaşı Şefik Asan anılarında şunları yazdı;
“Ali Rıza Ayar sosyalist bir adamdı. Namazını da kılan dindar bir sosyalist idi.”

Cumhuriyet hükümetleri ve Köy Enstitüleri bu mantığı kabul etmedi. Seküler eğitim ve yaşam biçimini benimsedi. Oysa bir insanın dindar olması “modern” olmasına engel olmayabilirdi.
Böyle düşünen Hükümetler hiç kimseye yaranamadı. Ne Sünniler ne Aleviler ne de Hıristiyanlar huzur bulamadı. Devleti yönetenlerle her zaman kavgalı oldular.

Sonuçta Sünni çoğunluk bir şekilde kendi düzenini kabul ettirdi. Bu kez Aleviler sorun yaşamaya başladı. Cem evleri halen ibadethane olarak kabul edilmiyor.

Oysa bu durumun devletin işleyişi ile ne ne ilgisi olabilirdi?
Hıristiyanların daha başka sorunları var. Korktukları için, sorunlarını uluorta anlatmayı hiçbir zaman beceremediler.

Hocamızın bize Türklerin kutsallığını anlattığı zaman, İstanbul’da 6–7 Eylül hadiseleri yaşanmış ve taksim ile Beyoğlu civarındaki tüm Hıristiyan ahalinin her şeyi talan edilmişti. Zamanın hükumeti tıpkı Sivas, Maraş ve Çorum olaylarında olduğu gibi suçluları bulamamış yahut bulmak istememişti.

Yine o günlerden aklımda kalan bir başka fotoğraf; Karne tatilinde, bir yıl önce bizim okuldan mezun olan ve o sene Öğretmen Okuluna giden arkadaşlarımız köye geldi. Temiz elbiseleri beyaz gömlekleri ve kravatları vardı. Ayaklarına da iskarpin giyiyorlardı. Bu o günlere göre müthiş bir tabloydu. Ben de Sınavlara girerek aynı okula kaydolacağımı kurdum aklımca.
İlginçtir, kendime çok güveniyordum. Şimdi düşünüyorum da bu güven duygusunu Ali Rıza öğretmenimiz vermişti.

Bir seferinde Babaannem sınıfın kapısını açıp girdi. Dersin ortasındaydık, Öğretmenin kızacağını sandım. Düşündüğüm gibi olmadı, onu saygı ile karşıladı ve sandalyesini kenara çekerek oturmasına yardım etti. Dersten sonra ne konuştular bilmiyorum ama uzun uzadıya dertleştiler.

Sırf onun öğrencisi olsun diye başka köylerden gelen arkadaşlarımız vardı. Köy içinde tanıdık bir ailenin yanında kalırlardı. Son sınıfta Mayıs ayından itibaren Öğretmen Okulu sınavlarına hazırlamaya başladı bizleri. Yine başka köy okullarından gelen öğrenciler vardı aramıza.

Birinci sınavı kazanıp da Erzurum’a gideceğimiz zaman yüzer lira topladı babalarımızdan. Aslında yüz lira fazla para değildi. Ilıca’da ucuz bir otelde kaldık. Fırından ekmek, bakkaldan peynir alır bir kahvehane de çay ile beraber öğünü geçiştirirdik. Kazanıp da köye döndüğümüz zaman paranın üzerini iade ettiğini hatırlıyorum. Oysa pek çoğu, onun bu işten para kazandığını savunurdu.

Öğretmen olduğum zaman onun gibi olmayı düşünürdüm. Çünkü o pek çok öğrencisinin eğitim görmesini sağlamıştı. Mesleklerinin olması, para kazanıyor olmaları önemliydi ama örnek ve lider yurttaşlar olarak yetişmelerini çok önemsiyordu. Her zaman o hesap üzere gayret ediyordu. 

Ve bir gün, ben de onun gibi bir köye atandım. Oradaki çocuklar Türkçe konuşmasını bilmiyordu. Okulun tuvaleti yoktu.

Öncelikle çocukların dilini öğrenmeye başladım. İlginçtir, Öğretmen okulunda, bizlere böyle bir köyden söz eden olmamıştı. Nisan ayı sonunda karlar erimeye başlayınca okul için bir helâ inşaatına başladım.

Daha pek çok nedenden dolayı ilkokul hocam Ali Rıza gibi başarılı olamadım. Daha da başarısız olmayı kendime yediremedim ve beşinci yılıma girerken istifa ettim. Ama ne ilkokul öğretmenimi ne de kendi öğretmenliğimi unutamadım.
Ali Rıza Ayar öğretmenimi saygı ve rahmetle anıyorum. / 10 Temmuz 2011

______
Not: Bu yazı Hasan Güleryüz’ün kaleme aldığı “Kuman Kumandan Ali Rıza Öğretmen” (2012) adlı kitapta da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: