En iyi dostlarımdan
kimileri çocuklardır.
Aslında en iyi
dostlarım çocuklardır.
“J. D. Salinger”
Köyde, Zemherinin en soğuk günlerinden biri yaşanıyordu.
Geceden kalan ayaz, insanın nefesini kristalize ederek havaya karıştırıyordu. Sınıfta
ise sobaya doldurulan tezekler henüz tutuşmuş soğuk biraz kırılmıştı.
Her pazartesi günü ilk dersten önce, beş dakika içinde
temizlik kontrolü yapmak adettendi. Ben de öyle yapardım. Çocuklar ellerini
sıranın üzerine koyar tırnaklarına ve elbise yakalarının temiz olmalarına
bakardım. Bit yoklaması için başka bir yöntemim vardı. Herkesi yanındakine
kontrol ettirirdim. Sıra arkadaşları birbirlerinin yakasında veya saçlarında
bit arardı.
O sabah, öğrencilerimin bit yoklaması tamamlandı. Sadece bir
kız öğrencim işini bitiremedi. Arkadaşının başını kurcaladıkça bit buluyordu.
Bulduğu bitleri defterinin üzerine sıralıyor, kâğıt üzerinden kaçmak
isteyenlere de engel olmaya çalışıyordu. O sırada ben, günlük ders planımı
kontrol ediyor, bir yandan da bit yoklamasının son bulmasını gözlüyordum.
Bit arayan çocuk;
“Öğretmenim otuz sekiz oldu” dedi.
Bütün sınıf ona doğru baktı, ben de baktım. Aranan çocuğun yüz
rengi değişti gözleri doldu. Ağlamağa başladı. Onlara doğru yürüdüm.
“Bu kadar yeter kızım, yakaladıklarını sobaya at.” Sonra da
“Herkes arkasına yaslansın” dedim.
Dedim ama ağlayan çocuk bir türlü susmuyor hıçkırıklara
boğuluyordu. Yanına yaklaştım, utanmasam onula beraber ağlayabilirdim. Kendimi tuttum.
Arkadaşları onu döveceğimi sanmış olmalı ki dikkatle bana
bakıyorlardı. Ağlayan çocuğun başını okşadım.
“Üzülme kızım, bu senin suçun değil, ağlama” dedim.
Herkes önüne döndü, sınıfın havası ağırlaştı.
Ağlayan çocuk beni duymamış gibi ağlamaya devam etti.
Çocuğun ağlaması böyle devam ederken, hayat bilgisi dersi kimin
umurunda olurdu? Karatahtanın yanına kadar yürüdüm, sanki kimse nefes almıyor
sadece o çocuğun ağlaması duyuluyordu. Sertçe geriye döndüm. Ders konusunun bu
ağlayan çocuk olması gerektiğine karar verdim. Onun evi ile imamın evi
birbirine bitişikti. Daha önce duyduklarım hafızamda şekillendi. İmamın bir
odası tıka basa, köylülerin imam hakkı olarak verdiği ekin ile doluydu.
“Çocuklar!” dedim. “Şimdi büyüklerinizin bazı temel
yanlışlardan söz edeceğim. Arkanıza yaslanın dikkatle dinleyin. Törelerden,
alışkanlıklardan söz edeceğim…”
Sınıfta sinek uçsa kanat çırpması duyulabilirdi.
“Bu kızım kendi isteği ile mi bitleri başına topladı?”
Hep birlikte:
“Hayır!” dediler.
“Annesi mi istedi?”
“Hayır!”
“Nasıl olmuş da bitler bu kızımın başına, saçlarının arasına
musallat olmuş?”
Kimseden ses çıkmadı. Bu soru ile yeteri kadar ilgi
uyandırdığımı hissettim.
“Çünkü ailesi yoksul. Sabun alacak kadar paraları yok.
Yoksulluk insanların kötü kaderidir. Bu çok boyutlu bir sorundur. Yoksulluğu
ortadan kaldırmak, bireyin tek başına başaracağı bir iş olmayabilir.
Yoksullukla, başta devlet olmak üzere toplum olarak mücadele etmek gerekir.
Yoksul ve sefil bir hayat yaşayanlar için, garip iddialarda
bulunanlar olur. Duymuş olmalısınız, öte dünyada zengin ve güzel bir hayat
süreceklerini anlatanlar var. Vaat edilen o hayal ile günlük ve gerçek yaşamın
ihmal edilmesi bile istenir.
Bilmem duydunuz nu? Hindistan’da ineklere tapan insanlar var.
İnekleri kutsal saydıkları için süt ve etlerinden yararlanmazlar. Üstelik
oralarda her yıl çok sayıda çocuk ve yetişkin açlıktan ölür*. Bu size ne kadar
saçma geliyor değil mi? Fakat bunu o insanlara anlatamazsınız. Sahi insanlar ne
diye ineğe taparlar?
kimseden bir yanıt gelmedi.
kimseden bir yanıt gelmedi.
Batıl inanç, iman haline dönüşürse insanlara ve topluma
zarar vermeğe başlar. Bu zararı o topluma dışarıdan bakanlar daha kolay fark
eder. İçeridekiler ise içselleştirir.
Şimdi size, töreleriniz ile ilgili bir soru soracağım. Daha dikkatle
dinleyin ve cevap aramaya çalışın. Babalarınız hasat zamanı, harman yerinde,
imama hak olarak verdikleri ekinler, ayrı bir yerde toplansa, sonra da satılıp
mesela sabun alınsa, köy halkına kaç yıl yeter o kadar sabunlar? Yani iki
kamyon dolusu buğdayı satın ve bedeli ile sabun alın. Cevap vermenizi
istemiyorum, sadece düşünün.
Hindistan’da ineklere tapan insanlarla köyünüzdeki bu
alışkanlığı karşılaştırın. Oradakiler ineklere duyduğu kutsal saygıdan dolayı,
et ve sütlerini yemeyerek açlıktan ölüyorlar. Buradakiler de imama duydukları
kutsal saygıdan, kazançlarını veriyor ve sonra da sabun alacak paraları
kalmıyor. Öyle olunca da çocuklarını bitlere yem ediyorlar. Bildiğiniz gibi
bitler “Tifüs” hastalığına sebep olurlar. Öğretmenler ve İmamlar devletten maaş
alır. Oysa babalarınızın tek geliri harman yerindeki ekinleridir.
Büyüdüğünüz zaman, sizin de çocuklarınız olacak. Şimdiden sizden
bir isteğim var. Okuldaki temizlik yoklamalarında çocuklarınız ağlasın ister
misiniz?”
“Hayııır!” dediler hep bir ağızdan.
Mesajım alınmıştır diye düşündüm. Daha da ileri gitmek
istemedim.
Ders saatinin bitmesine dört dakika kalmıştı.
“Dersimiz hayat bilgisi, konumuz akıllı ve sağlıklı yaşamak!
Gelecek ders saatinde kaldığımız yerden devam edeceğiz.”
***
Sınıftaki bu konuşmam köy içinde yankı buldu. Haklı
bulanlar da oldu, suçlayanlar da. Suçlayanlar çoğunluktaydı. Çünkü din
kurallarına öğretmen karışamaz karar veremezdi. Onun bu konuda zaten bilgisi
olamazdı. Haklı bulanlar ise şu soruya cevap arıyorlardı; “İnsanlar İmam
hakkını başka nasıl ve ne şekilde verebilirler? Öğretmen Hanefi mezhebinden
olduğu için kendi inancına göre konuşuyor. Oysa Şafilerde gelenek farklıdır. Herkesin
inancı kendine, diye yorum yapanlar da oldu.”
Köyün imamı bir tarikatın adamıydı. Kendisini suçladığımı sandı. O günden sonra bana karşı düşmanca davranmaya ve tehditler savurmaya başladı.
_________________
* 1970’li yıllarda
Hindistan’da açlıktan ölen insanların haberlerini okurduk gazetelerden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder