TRABLUSGAP Cezayir meydanı |
Kaddafi’nin iktidara
çıkışının altıncı yılında Libya’daydım. Pek çok komik yahut trajikomik anılarım
oluştu. Birkaç tanesini nakledeceğim. Neredeyse üzerinden kırk yıl geçti. O günleri
şimdilerde tebessümle hatırlarım.
Bazıları “Sosyalist Devrim” izlerini umutla ama boşuna aradı oralarda. Dönüşümde soranlara şöyle demiştim; “İnsan onuruna, tabiatına uymayan hiçbir rejim uzun boylu yaşayamaz.” Şimdi düşünüyorum da 40 yılını dolduran Cemahiriye rejimi çok uzun yaşamış.
Bazıları “Sosyalist Devrim” izlerini umutla ama boşuna aradı oralarda. Dönüşümde soranlara şöyle demiştim; “İnsan onuruna, tabiatına uymayan hiçbir rejim uzun boylu yaşayamaz.” Şimdi düşünüyorum da 40 yılını dolduran Cemahiriye rejimi çok uzun yaşamış.
Kapalı çarşıda ramazan günü Sigara İçenler
Cezayir meydanının batı tarafında Osmanlı devrinden kalma iki kapalı çarşı var. Birisi giyim üzerine, diğeri de sebze pazarı olarak işlerdi. Giyim üzerine işleyen çarşının adı “Türk Çarşısı”ydı. Sebze pazarı olarak kullanılan diğer çarşı çok büyük olduğu için pek çok yeri boş idi. Üstelik çok serin olduğunu fırsat bilen yabacı işçiler özellikle Ramazan ayında oraya gider, bir köşeye çekilir sigara içerlerdi.
Bir seferinde Polis baskın yaptı, tüm sigara içenleri toplayıp karakola götürdü. Ramazan günü sigara içmek ağır bir suçtu. Karakola götürülenler arasında her milletten kişi ama iki de Trabzonlu vardı. İfade verme sırasında biraz geride kalmayı tercih ettiler. Polis (Şurta) öncelikle, suçluların hangi ülkeden olduğunu soruyordu. Trabzonlular şunu anladı ki, Müslüman olanlar bir tarafa, Hıristiyanlar da diğer tarafta sıraya diziliyor. Nihayet onlara da sıra geldi. “Nerelisiniz?” diye sordu polis. “Trabzon!” dedi önde olan. Adam anlamadı tekrar sordu aynı cevabı aldı. Bu kez bir süre durakladı, Trabzon diye bir ülke duymamıştı. Fakat öyle bir ülkeyi tanımamak da olacak iş değil. Koskoca Libya’nın polisi Trabzon ülkesini elbette bilmesi gerekirdi. Yine de olsa olsa Hıristiyan bir memleket diye düşünmüş olmalı ki Polonyalıların sırasına gönderdi karşısında duran delikanlıyı. Diğeri de “Trabzon” dedi ve aynı sıraya geçti.
Önce Müslüman olanlar götürüldü. Sonra da Hıristiyanlar ikaz edildi ve birer kırbaç ceza ile ödüllendirildiler. Ödül diyorum ya, kırbaçlanmak gerçekten ödül sayılırdı. Müslüman olanlar bir ay boyunca hapis ve her gün işkence gördü. Hapisten çıkarken 15 kilo zayıflayanlar bile oldu.
Parktaki Çocuklar
Evimize gitmek için, içinde büyükçe bir havuz olan parkın yanından binerdik otobüse. Otobüs henüz gelmemişti ve biraz daha zamanımız vardı. Parka girdik ve havuz başındaki oturakların birine oturduk. Çocuklar oynuyordu parkın içinde. Bir ara ufak tefek olan bir arkadaşlarını karga tulumba havuzun içine attılar. Suyun yüksekliği çocuğun bel seviyesinden biraz daha yukardaydı. Sırılsıklam vaziyette havuzdan çıkan çocuğu tekrar suya attılar. Ağlamaya başladı, ne var ki o ağladıkça diğerleri kahkahalarla gülüyor ve sudan çıkmasına engel oluyordu. Arkadaşım Çetin koşarak gitti ve kahkahalarla gülen çocukları kovaladı. Havuzdaki çıksın diye da elini uzattı. Çocuk Çetinden korkmuş olacak ki havuzun diğer yanına gitti ve oradan çıkıp üzerinden sular akarak arkadaşlarının peşinden koştu.
Arkadaşım yanıma geldiği zaman şöyle dedi; “Bu olay bizim oralarda bu şekilde yaşanmaz. Yani bütün çocuklar bir olup da en güçsüz olanı bu şekilde hırpalamaz. Böyle bir şey olsa bile gurubun yarısı ondan taraf olur.”
Devrim Mitingi
Bir Eylül, devrim bayramıydı ve o gün tatildi. Biz de fırsattan istifade “Tatilin kötüsü olmaz” mantığı ile Tripoli’ye gittik. Cezayir meydanına giden caddenin başında indirdi bizi otobüsün sürücüsü. Bu cadde güney kuzey yönünde uzanır. Deniz kenarındaki meydandan başlar, çöle doğru uzayıp gider. Epey yürüdük, sağlı sollu dükkânlar başladı. Bayram nedeniyle olmalı hepsi kapalıydı. Yol boyunca tek tük insanlar vardı ve biz ağır adımlarla ilerliyorduk.
Arkamızdan gelen polis
arabası yanımızda durdu. Bir polis başını camdan çıkardı, bağırarak bir şeyler
söyledi. Söyledi ama dediğini anlayamadık. Çetin Türkçe olarak; “Biz Türk’üz,
ne dediğini anlayamıyoruz” dedi. O da Çetini anlamadı, arabadan indi. Elinde
lastik bir cop vardı, bir ona bir de bana şaplattı. Eli ile de ‘ileri’ işareti
yaptı.Cezayir meydanının batı tarafında Osmanlı devrinden kalma iki kapalı çarşı var. Birisi giyim üzerine, diğeri de sebze pazarı olarak işlerdi. Giyim üzerine işleyen çarşının adı “Türk Çarşısı”ydı. Sebze pazarı olarak kullanılan diğer çarşı çok büyük olduğu için pek çok yeri boş idi. Üstelik çok serin olduğunu fırsat bilen yabacı işçiler özellikle Ramazan ayında oraya gider, bir köşeye çekilir sigara içerlerdi.
Bir seferinde Polis baskın yaptı, tüm sigara içenleri toplayıp karakola götürdü. Ramazan günü sigara içmek ağır bir suçtu. Karakola götürülenler arasında her milletten kişi ama iki de Trabzonlu vardı. İfade verme sırasında biraz geride kalmayı tercih ettiler. Polis (Şurta) öncelikle, suçluların hangi ülkeden olduğunu soruyordu. Trabzonlular şunu anladı ki, Müslüman olanlar bir tarafa, Hıristiyanlar da diğer tarafta sıraya diziliyor. Nihayet onlara da sıra geldi. “Nerelisiniz?” diye sordu polis. “Trabzon!” dedi önde olan. Adam anlamadı tekrar sordu aynı cevabı aldı. Bu kez bir süre durakladı, Trabzon diye bir ülke duymamıştı. Fakat öyle bir ülkeyi tanımamak da olacak iş değil. Koskoca Libya’nın polisi Trabzon ülkesini elbette bilmesi gerekirdi. Yine de olsa olsa Hıristiyan bir memleket diye düşünmüş olmalı ki Polonyalıların sırasına gönderdi karşısında duran delikanlıyı. Diğeri de “Trabzon” dedi ve aynı sıraya geçti.
Önce Müslüman olanlar götürüldü. Sonra da Hıristiyanlar ikaz edildi ve birer kırbaç ceza ile ödüllendirildiler. Ödül diyorum ya, kırbaçlanmak gerçekten ödül sayılırdı. Müslüman olanlar bir ay boyunca hapis ve her gün işkence gördü. Hapisten çıkarken 15 kilo zayıflayanlar bile oldu.
Parktaki Çocuklar
Evimize gitmek için, içinde büyükçe bir havuz olan parkın yanından binerdik otobüse. Otobüs henüz gelmemişti ve biraz daha zamanımız vardı. Parka girdik ve havuz başındaki oturakların birine oturduk. Çocuklar oynuyordu parkın içinde. Bir ara ufak tefek olan bir arkadaşlarını karga tulumba havuzun içine attılar. Suyun yüksekliği çocuğun bel seviyesinden biraz daha yukardaydı. Sırılsıklam vaziyette havuzdan çıkan çocuğu tekrar suya attılar. Ağlamaya başladı, ne var ki o ağladıkça diğerleri kahkahalarla gülüyor ve sudan çıkmasına engel oluyordu. Arkadaşım Çetin koşarak gitti ve kahkahalarla gülen çocukları kovaladı. Havuzdaki çıksın diye da elini uzattı. Çocuk Çetinden korkmuş olacak ki havuzun diğer yanına gitti ve oradan çıkıp üzerinden sular akarak arkadaşlarının peşinden koştu.
Arkadaşım yanıma geldiği zaman şöyle dedi; “Bu olay bizim oralarda bu şekilde yaşanmaz. Yani bütün çocuklar bir olup da en güçsüz olanı bu şekilde hırpalamaz. Böyle bir şey olsa bile gurubun yarısı ondan taraf olur.”
Devrim Mitingi
Bir Eylül, devrim bayramıydı ve o gün tatildi. Biz de fırsattan istifade “Tatilin kötüsü olmaz” mantığı ile Tripoli’ye gittik. Cezayir meydanına giden caddenin başında indirdi bizi otobüsün sürücüsü. Bu cadde güney kuzey yönünde uzanır. Deniz kenarındaki meydandan başlar, çöle doğru uzayıp gider. Epey yürüdük, sağlı sollu dükkânlar başladı. Bayram nedeniyle olmalı hepsi kapalıydı. Yol boyunca tek tük insanlar vardı ve biz ağır adımlarla ilerliyorduk.
Lanet olası lastik
parçası değdiği yeri yaktı geçti. Caddenin karşı tarafından koşan onlarca insan
gördük. O zaman, bir tehlike var, diye düşündük ve biz de koşmaya başladık.
Polis arabası arkamızda biz önde, koşuyoruz. İlerledikçe cadde boyunca koşan
insan sayısı da artıyordu. Polis arkada, insanlar önde. Nerede son bulacağı
bizce belirsiz bir koşu, devam ediyor.
Cezayir meydanındaki
kalabalığı gördüğümüz zaman, Çetin işi anladı. “Bunlar miting için adam
topluyor, akşam televizyonda gösterecekler” dedi. Biraz yavaşladık. İyice
yorulmuşuz, geriye dönüp baktım. Polis arabası yoktu, ara sokaklara girmiş
olmalı.
Cezayir Meydanı
genişçe bir yerdir ve mitingler hep orada yapılırdı. Doğu tarafında yeşil bir
park var. Genellikle Türkler orada toplanır, bir tür randevu yeriydi. Deniz
kenarında bir tabela ve üzerinde şöyle bir yazı vardı; “Bu denizin öte
tarafında ne var düşünmeyin, işinize bakın.”
Türk Çarşısı girişinin
önüne bir kürsü kurulmuş, her tarafta Kaddafi’nin boy boy resimleri asılıydı.
Daha çok gençlerden oluşan yaklaşık bin kişilik bir kalabalık vardı. Polisler
iyi çalışırsa bu sayının artacağını hesap ettim.
Devrim şarkıları, çalınıyordu
ve çıkan gürültüden kimse kimseyi duyamıyordu. Bir adam mikrofona bir şeyler söylüyor,
izleyenler de “Yaşa Filistin” diye bağırıyordu. Yumruklarını kaldırıyor arada
bir havaya zıplıyorlardı.
Biz iki arkadaş, ne
olur ne olmaz endişesiyle kalabalığın içine girmedik biraz kenardan izlemeye
koyulduk. Belki bir yarım saat kadar öylece dikildik. Meydanı terk etmek de
kolay iş değil, polis çevrede sıkı tedbirler almış.
Yeni bir duyuru
yapıldı, “lider Kaddafi birazdan kürsüde olacak”. Bu haber hem alkışlandı hem
de kalabalıktan “El Fatih!” diye gür nidalar yükselmeye başladı. Çevreme
bakındım, El Fatihin gelebileceği en olası yol yanımdan geçiyordu.
Nihayet ‘El Fatih’
üstü açık bir araba ile meydana girdi. Polisler çırpınıyor, kim denk gelirse
copluyor, dövüyorlardı yolu açmak için. Yeniden bir darbe almamak için dikkatli
davrandım, geri çekildim. Araba yakınıma kadar yanaştı. Kavurga renginde bir
adam aracın içinde ayakta duruyor, bir eliyle tutunuyor diğer eli ile halkı
selamlıyor. Her tarafta resimleri asılı olan Kaddafi’yi orada yakından gördüm.
Hazırda bulunanlar hep bir ağızdan ‘El Fatih’ diyerek meydanı inletti. O bir
devrim lideri ve bir tür Libya ilahıydı.
Kürsüye çıktı kollarını
sağa sola açtı, bu hareket herkesi coşturmaya yetti. Öyle bir gürültü çıktı ki;
insan sesleri dev hoparlörün gürültüsünü bastırdı. Silah atılsa, sesi fark
edilemezdi. Devrim lideri el kol hareketleriyle kalabalığı coşturmaya,
bağırtmaya devam etti. Bu seslerin, karşı kıtadaki mesela Napoli’den duyulması
isteniyordu sanki. Elini kaldırıyor alkışlanıyor, başını döndürüyor yine
alkışlanıyordu. Bu hal epeyce devam etti. İçinde Filistin sözcüğü geçen sloganlar
atılıyor. Arapça bilmiyordum ama fondaki devrim şarkıları yeterli ipucunu
veriyordu.
Ne olur ne olmaz
endişesiyle Çetini elinden tutarak kalabalığın dışına doğru çektim. Nihayet
konuşmaya başladı adam. Bir söylüyor iki alkış alıyor. Biz ona göre en uzak
yerde dikiliyoruz. İzleyenlerin zıplamasından göremiyor, bazen ayak parmaklarım
üzerine yükselerek görmeye çalışıyordum. Doğrusunu söylemem gerekirse
alkışlamıyor sadece bakıyordum.
Konuşmasının bir
yerinde, kürsünün çevresindeki kalabalık görüş alanımı daralttı. Yine ayak
parmaklarım üzerine yükselerek görmeye çalışıyordum ki diz kapağımın tam
arkasından bir darbe aldım. “Ih!” diyerek olduğum yere çöktüm. Çöktüm ama
çökmemle kalkmam bir oldu. Polisin teki arkadan yanaşarak bir tekme savurmuş
bana. Göz göze geldik, sadece bakmamı değil alkışlamamı da istedi. Çetin ağzını
kulağıma yanaştırdı bağırarak ikaz etti;
“Alkışlamazsak dövecekler durma, hadi alkışla.”
Arkadaşım haklıydı, avuçlarımı değdirmeden alkışlar gibi yapmaya başladım.
“Alkışlamazsak dövecekler durma, hadi alkışla.”
Arkadaşım haklıydı, avuçlarımı değdirmeden alkışlar gibi yapmaya başladım.
25.02.2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder