Muzik

21 Nisan 2016 Perşembe

ANILARIMDA LİBYA

TRABLUSGAP Cezayir meydanı
Kaddafi’nin iktidara çıkışının altıncı yılında Libya’daydım. Pek çok komik yahut trajikomik anılarım oluştu. Birkaç tanesini nakledeceğim. Neredeyse üzerinden kırk yıl geçti.  O günleri şimdilerde tebessümle hatırlarım.

Bazıları “Sosyalist Devrim” izlerini umutla ama boşuna aradı oralarda. Dönüşümde soranlara şöyle demiştim; “İnsan onuruna, tabiatına uymayan hiçbir rejim uzun boylu yaşayamaz.” Şimdi düşünüyorum da 40 yılını dolduran Cemahiriye rejimi çok uzun yaşamış.  
Kapalı çarşıda ramazan günü Sigara İçenler
C
ezayir meydanının batı tarafında Osmanlı devrinden kalma iki kapalı çarşı var. Birisi giyim üzerine, diğeri de sebze pazarı olarak işlerdi. Giyim üzerine işleyen çarşının adı “Türk Çarşısı”ydı. Sebze pazarı olarak kullanılan diğer çarşı çok büyük olduğu için pek çok yeri boş idi. Üstelik çok serin olduğunu fırsat bilen yabacı işçiler özellikle Ramazan ayında oraya gider, bir köşeye çekilir sigara içerlerdi.

Bir seferinde Polis baskın yaptı, tüm sigara içenleri toplayıp karakola götürdü. Ramazan günü sigara içmek ağır bir suçtu. Karakola götürülenler arasında her milletten kişi ama iki de Trabzonlu vardı. İfade verme sırasında biraz geride kalmayı tercih ettiler. Polis (Şurta) öncelikle, suçluların hangi ülkeden olduğunu soruyordu. Trabzonlular şunu anladı ki, Müslüman olanlar bir tarafa, Hıristiyanlar da diğer tarafta sıraya diziliyor. Nihayet onlara da sıra geldi. “Nerelisiniz?” diye sordu polis. “Trabzon!” dedi önde olan. Adam anlamadı tekrar sordu aynı cevabı aldı. Bu kez bir süre durakladı, Trabzon diye bir ülke duymamıştı. Fakat öyle bir ülkeyi tanımamak da olacak iş değil. Koskoca Libya’nın polisi Trabzon ülkesini elbette bilmesi gerekirdi. Yine de olsa olsa Hıristiyan bir memleket diye düşünmüş olmalı ki Polonyalıların sırasına gönderdi karşısında duran delikanlıyı. Diğeri de “Trabzon” dedi ve aynı sıraya geçti.

Önce Müslüman olanlar götürüldü. Sonra da Hıristiyanlar ikaz edildi ve birer kırbaç ceza ile ödüllendirildiler. Ödül diyorum ya, kırbaçlanmak gerçekten ödül sayılırdı. Müslüman olanlar bir ay boyunca hapis ve her gün işkence gördü. Hapisten çıkarken 15 kilo zayıflayanlar bile oldu.

Parktaki Çocuklar
Evimize gitmek için, içinde büyükçe bir havuz olan parkın yanından binerdik otobüse. Otobüs henüz gelmemişti ve biraz daha zamanımız vardı. Parka girdik ve havuz başındaki oturakların birine oturduk. Çocuklar oynuyordu parkın içinde. Bir ara ufak tefek olan bir arkadaşlarını karga tulumba havuzun içine attılar. Suyun yüksekliği çocuğun bel seviyesinden biraz daha yukardaydı. Sırılsıklam vaziyette havuzdan çıkan çocuğu tekrar suya attılar. Ağlamaya başladı, ne var ki o ağladıkça diğerleri kahkahalarla gülüyor ve sudan çıkmasına engel oluyordu. Arkadaşım Çetin koşarak gitti ve kahkahalarla gülen çocukları kovaladı. Havuzdaki çıksın diye da elini uzattı. Çocuk Çetinden korkmuş olacak ki havuzun diğer yanına gitti ve oradan çıkıp üzerinden sular akarak arkadaşlarının peşinden koştu.

Arkadaşım yanıma geldiği zaman şöyle dedi; “Bu olay bizim oralarda bu şekilde yaşanmaz. Yani bütün çocuklar bir olup da en güçsüz olanı bu şekilde hırpalamaz. Böyle bir şey olsa bile gurubun yarısı ondan taraf olur.”

Devrim Mitingi

Bir Eylül, devrim bayramıydı ve o gün tatildi. Biz de fırsattan istifade “Tatilin kötüsü olmaz” mantığı ile Tripoli’ye gittik. Cezayir meydanına giden caddenin başında indirdi bizi otobüsün sürücüsü. Bu cadde güney kuzey yönünde uzanır. Deniz kenarındaki meydandan başlar, çöle doğru uzayıp gider. Epey yürüdük, sağlı sollu dükkânlar başladı. Bayram nedeniyle olmalı hepsi kapalıydı. Yol boyunca tek tük insanlar vardı ve biz ağır adımlarla ilerliyorduk.
Arkamızdan gelen polis arabası yanımızda durdu. Bir polis başını camdan çıkardı, bağırarak bir şeyler söyledi. Söyledi ama dediğini anlayamadık. Çetin Türkçe olarak; “Biz Türk’üz, ne dediğini anlayamıyoruz” dedi. O da Çetini anlamadı, arabadan indi. Elinde lastik bir cop vardı, bir ona bir de bana şaplattı. Eli ile de ‘ileri’ işareti yaptı.
Lanet olası lastik parçası değdiği yeri yaktı geçti. Caddenin karşı tarafından koşan onlarca insan gördük. O zaman, bir tehlike var, diye düşündük ve biz de koşmaya başladık. Polis arabası arkamızda biz önde, koşuyoruz. İlerledikçe cadde boyunca koşan insan sayısı da artıyordu. Polis arkada, insanlar önde. Nerede son bulacağı bizce belirsiz bir koşu, devam ediyor.
Cezayir meydanındaki kalabalığı gördüğümüz zaman, Çetin işi anladı. “Bunlar miting için adam topluyor, akşam televizyonda gösterecekler” dedi. Biraz yavaşladık. İyice yorulmuşuz, geriye dönüp baktım. Polis arabası yoktu, ara sokaklara girmiş olmalı.
Cezayir Meydanı genişçe bir yerdir ve mitingler hep orada yapılırdı. Doğu tarafında yeşil bir park var. Genellikle Türkler orada toplanır, bir tür randevu yeriydi. Deniz kenarında bir tabela ve üzerinde şöyle bir yazı vardı; “Bu denizin öte tarafında ne var düşünmeyin, işinize bakın.”
Türk Çarşısı girişinin önüne bir kürsü kurulmuş, her tarafta Kaddafi’nin boy boy resimleri asılıydı. Daha çok gençlerden oluşan yaklaşık bin kişilik bir kalabalık vardı. Polisler iyi çalışırsa bu sayının artacağını hesap ettim.
Devrim şarkıları, çalınıyordu ve çıkan gürültüden kimse kimseyi duyamıyordu. Bir adam mikrofona bir şeyler söylüyor, izleyenler de “Yaşa Filistin” diye bağırıyordu. Yumruklarını kaldırıyor arada bir havaya zıplıyorlardı.
Biz iki arkadaş, ne olur ne olmaz endişesiyle kalabalığın içine girmedik biraz kenardan izlemeye koyulduk. Belki bir yarım saat kadar öylece dikildik. Meydanı terk etmek de kolay iş değil, polis çevrede sıkı tedbirler almış.
Yeni bir duyuru yapıldı, “lider Kaddafi birazdan kürsüde olacak”. Bu haber hem alkışlandı hem de kalabalıktan “El Fatih!” diye gür nidalar yükselmeye başladı. Çevreme bakındım, El Fatihin gelebileceği en olası yol yanımdan geçiyordu.
Nihayet ‘El Fatih’ üstü açık bir araba ile meydana girdi. Polisler çırpınıyor, kim denk gelirse copluyor, dövüyorlardı yolu açmak için. Yeniden bir darbe almamak için dikkatli davrandım, geri çekildim. Araba yakınıma kadar yanaştı. Kavurga renginde bir adam aracın içinde ayakta duruyor, bir eliyle tutunuyor diğer eli ile halkı selamlıyor. Her tarafta resimleri asılı olan Kaddafi’yi orada yakından gördüm. Hazırda bulunanlar hep bir ağızdan ‘El Fatih’ diyerek meydanı inletti. O bir devrim lideri ve bir tür Libya ilahıydı.
Kürsüye çıktı kollarını sağa sola açtı, bu hareket herkesi coşturmaya yetti. Öyle bir gürültü çıktı ki; insan sesleri dev hoparlörün gürültüsünü bastırdı. Silah atılsa, sesi fark edilemezdi. Devrim lideri el kol hareketleriyle kalabalığı coşturmaya, bağırtmaya devam etti. Bu seslerin, karşı kıtadaki mesela Napoli’den duyulması isteniyordu sanki. Elini kaldırıyor alkışlanıyor, başını döndürüyor yine alkışlanıyordu. Bu hal epeyce devam etti. İçinde Filistin sözcüğü geçen sloganlar atılıyor. Arapça bilmiyordum ama fondaki devrim şarkıları yeterli ipucunu veriyordu.
Ne olur ne olmaz endişesiyle Çetini elinden tutarak kalabalığın dışına doğru çektim. Nihayet konuşmaya başladı adam. Bir söylüyor iki alkış alıyor. Biz ona göre en uzak yerde dikiliyoruz. İzleyenlerin zıplamasından göremiyor, bazen ayak parmaklarım üzerine yükselerek görmeye çalışıyordum. Doğrusunu söylemem gerekirse alkışlamıyor sadece bakıyordum.
Konuşmasının bir yerinde, kürsünün çevresindeki kalabalık görüş alanımı daralttı. Yine ayak parmaklarım üzerine yükselerek görmeye çalışıyordum ki diz kapağımın tam arkasından bir darbe aldım. “Ih!” diyerek olduğum yere çöktüm. Çöktüm ama çökmemle kalkmam bir oldu. Polisin teki arkadan yanaşarak bir tekme savurmuş bana. Göz göze geldik, sadece bakmamı değil alkışlamamı da istedi. Çetin ağzını kulağıma yanaştırdı bağırarak ikaz etti;
“Alkışlamazsak dövecekler durma, hadi alkışla.”
Arkadaşım haklıydı, avuçlarımı değdirmeden alkışlar gibi yapmaya başladım.
25.02.2005

Hiç yorum yok: