Yazan: Aleksis Palapanidis / Çeviren: Vahit Tursun
Bu okuyacağınız öykü Osmanlı ahalisinin trajik sürgün hikâyelerinden
sadece biridir.
1878 Osmanlı-Rus savaşı yaşandığı sıralarda ailemiz, trajik bir hayat serüveninin henüz ilk adımını atıyordu. Artık insanlarımızın sürekli olarak yaşadığı güvensizlik hissi, malından mülkünden olma korkusu, yerinden yurdundan edilme tehlikesinin altında hayli yıpranmışlardı. Bu nedenle ailemiz, akraba ve komşularımızla birlikte, ata toprağı Gümüşhane’yi terk etmek zorunda kalmış.
1878 Osmanlı-Rus savaşı yaşandığı sıralarda ailemiz, trajik bir hayat serüveninin henüz ilk adımını atıyordu. Artık insanlarımızın sürekli olarak yaşadığı güvensizlik hissi, malından mülkünden olma korkusu, yerinden yurdundan edilme tehlikesinin altında hayli yıpranmışlardı. Bu nedenle ailemiz, akraba ve komşularımızla birlikte, ata toprağı Gümüşhane’yi terk etmek zorunda kalmış.
Dedem Palapanidis’in doğduğu yer; Gümüşhane’nin küçük bir
köyü olan Demirci köyü hakkında, tarifi imkânsız bir nostalji ile konuşurken,
bana anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum: Çocukluk yıllarının yaramazlıklarını,
hayvanları gütme hevesini, insanların saatlerce tarlada yorulmadan nasıl
çalıştıklarını anlatırdı. Ailesi çiftçiydi. Komşularının büyük bölümü, bölgede
faaliyet gösteren maden ocaklarında çalışırken, bazıları Trabzon’a ve bazıları
da Rusya’ya gurbete giderlerdi. Köyün içindeki bir tepenin doruğuna inşa
edilmiş Profit İlia kilisesinin önü, hem köylerinde yaşayan Müslümanların hem
diğer köy ahalisinin, bayram havasında buluştukları, eğlendikleri yer idi; oraya
gidenler güncel sorunlarını unuturlardı.
Dedem bana aile serüvenimizi anlatırken, şöyle demişti;
“Her şey değişmeye, korku denen şey Rumların yüreğinde yuvalanmaya başladı. Tarlalarımızın bir kısmı elimizden alınmış, Kafkaslardan gelen Müslümanlara verilmişti. Diğer yandan devlet, bizden daha çok vergi istiyordu. Bazı komşularımız, vergi yüzünden borç altına girmiş, daha sonra ödeyememişlerdi. Hayvanlarını satmak zorunda kalmışlardı. Bunlar yetmiyormuş gibi, birde soyguncu çeteler müptela olmuştu köy halkına... Onlara karşı geldiği için, Kharonos’un Kotso’yu öldürdüler.
“Her şey değişmeye, korku denen şey Rumların yüreğinde yuvalanmaya başladı. Tarlalarımızın bir kısmı elimizden alınmış, Kafkaslardan gelen Müslümanlara verilmişti. Diğer yandan devlet, bizden daha çok vergi istiyordu. Bazı komşularımız, vergi yüzünden borç altına girmiş, daha sonra ödeyememişlerdi. Hayvanlarını satmak zorunda kalmışlardı. Bunlar yetmiyormuş gibi, birde soyguncu çeteler müptela olmuştu köy halkına... Onlara karşı geldiği için, Kharonos’un Kotso’yu öldürdüler.
Sadece bizim köy için geçerli değildi bu sorun. Komşu köyler
de, aynı sıkıntı içindeydi. Müslüman çeteler her geçen gün, biraz daha
saldırganlaşıyordu. Artık çok önemsiz bir olayı dahi fırsat biliyor, bize karşı
düşmanca davranmaya ve sorun yaratmaya çalışıyorlardı. Her olay, işbirliği
yapmışçasına, köyden sürülmemizin zeminini hazırlıyordu.
Nihayet göç zamanımız geldi çattı. Toplu halde köyü terk
etmeden önce, kadınlar fırınları ateşledi, hamur yoğurdular, peksimet ve
kurabiye pişirdiler, varil ve tenekelere tereyağı ve peynir doldurdular.
Erkekler de çuvallara buğday ve un doldurdu, yürekleri cız ederken hayvanlarını
kesip büyük kazanlarda pişirdiler, kavurma yaptılar varillere küplere doldurdular.
Kilisemizdeki son ibadette, hüzün ve ümitsizlik hâkimdi.
Herkes oradaydı. Titrek ellerle son mumlarını yaktılar.
Dönemin eşkıyalarının trajik oyunları sonucunda, Demirci köylülerinin
bir kısmı uzun yıllar önce yaşadıkları aynı sorunlar nedeniyle kaçmış Kars’a
doğru gitmişlerdi. Ailem, küçük bir köy olan Sidiskom’a yerleşti. Ancak orada
da artık huzur yoktu. Her yerde anarşi vardı. Buna rağmen Müslüman köylüler,
ailemi çok hoş karşıladı. Bizi misafir ettiler, varlık yokluk ve çilelerini
bizimle paylaştılar.
İleriki yıllarda sorunlar yeniden yine başladı. Bu defa
devriye askerler ve Kürt çetelerinin saldırıları bıktırdı bizi. Sürgünün yaşam
koşullarıyla, bu yerin hassas durumu, kaderimizle birleşti. Adam öldürmeler...
katliamlar... Rumları yok etme planları... ve yine göç...
Sonuçta, misafir kabul etmeyen yere (Gürcistan / Çalka)
göçmek zorunda kaldık. Annem hep, bir gün ortalığın yatışacağı ve biricik
vatanı Gümüşhane’ye, doğduğu köyüne geri döneceği ümidiyle yaşadı. Fakat o,
gününü beklerken ölüm yakaladı onu.”
Bu anlattıklarından sonra dedemle sarıldık, gözyaşlarımız
sel oldu aktı. Onun anlattıklarını ben yaşamamıştım. Ancak aile serüvenimizden
hayli etkilenmişim. Ben 1915 yılında orada, Çalka’da doğmuşum. Annemin de
dediği gibi; “yaban ellerde.” Ne var ki, dedemin anlattığı, ailemizin trajik
hayat serüveni devam etti.
Yeni bir göç dalgası
daha
Yıllar sonra, 1922 yılında, Karadeniz Rumları, doğup
büyüdükleri vatanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Anavatanımız
Karadeniz’den buraya sürgün gelenlerden geriye kalanlar, bu defa Yunanistan’a
göç etmek zorunda kaldılar. Biz ve civarda (Rusya-Gürcistan) bulunan
hemşerilerimiz de, daha iyi bir yaşam, bir daha sürgün yaşamamak ve daha fazla
acılara katlanmamak için, bu göç dalgasına da katıldık.
Gemiyi kaçırdık
Nihayet göç zamanı geldi çattı. Yunanistan’a gemi ile
gidilecekti. Herkes, Batum Limanı’na toplandı. Yığınla insan “kurtuluş
gemisini” beklerken, biz de aralarında aç, susuz ve yaşamın kovaladığı insanlar
olarak, kaderin bize hazırladığı yeni ve daha trajik oyunun farkında bile
değildik.
Günler geçiyor, ancak bizi kurtuluşa taşıyacak gemi bir türlü
gelmiyordu. Bir ara babam (Savas Palapanidis), köye gidip öküz ile atımızı alıp
gelmeyi tasarladı. İllâ da, “Elimizde, hayatımızı yeniden inşa edecek bir
şeyimiz olsun” diye tutturmuştu.
Günlerdir gelmeyen gemi, hemen mi gelecekti? Gemi gelene
kadar, geri dönerim diye düşünüyordu. Annem (Ağapi Palapanidu) ve amcam Fotis,
babamı ne kadar bu düşüncesinden vazgeçirmeye uğraştıysalar da, beceremediler.
Her ne kadar ona; “gemiyi kaçıracak, buralarda kalacaksın” dedilerse de, o
kararını vermişti. Ben de onunla gitmek istedim. Yedi yaşımda olmama rağmen,
sevgili babamın çektiği çileyi ve işkenceyi üzerimde hissedebiliyordum. Annemin
itirazlarına rağmen, beni de yanına alarak, öküz ve atımızı almak için köye
doğru yola koyulduk.
Gidiş ile dönüşümüz tam dört gün sürdü. Geri limana
döndüğümüzde, bizi Yunanistan’a götürecek olan gemi, çoktan limandan
ayrılmıştı. Bizim dışımızda, annem dâhil bütün aile ve akrabalarımız, ‘başka
bir gemiyle arkamızdan gelirler’ düşüncesiyle, gemiye binmiş gitmişlerdi. Oysa o
gelen gemi son gemiydi ve bizim gibi gemiyi kaçıran hemşerilerimizin ufak tefek
söylentilerine rağmen, bir daha hiç geri dönmedi.
Yollar kapandı
Aylar yıllar geçiyordu ve ben, bir gün annemle buluşup
kucaklaşacağımız günü bekliyordum. Ancak bunun imkânsız olduğunu anlamıştım.
Çünkü yollar yeniden kapandı.
Halkların kaderini bir avuç politikacı tayin etti ve
Karadeniz halkı bunun acısını iliklerine kadar hissetti.
Daha sonraları, kaçırdığımız son gemi ile Yunanistan’a doğru
yola çıkmış hemşerilerimizden, yolculuk esnasında baş gösteren açlık ve
hastalıktan dolayı, birçoklarının Yunanistan’a varmadan yolda öldüğünü duydum.
Konsolosluğa defalarca gittim ama annem hakkında hiçbir bilgi yahut haber
alamadım.
Yıllar sonra, annemin ölmüş olabileceğini kabullendim. Bir
daha kendisine kavuşamayacağım gerçeğini benimsedim. Daha doğrusu annemi hafızamda
öldürdüm.
Annem yaşıyordu
Aradan 40 sene geçti, yollar yeniden açıldı. Yunanistan’dan
ziyaretçiler gelip gitmeye başladı. Gelen bazı tanıdıklardan annemin yaşadığını
öğrendim. Bu bir mucizeydi ve bu kez onunla karşılaşabileceğim günü beklemeye
başladım. İlginçtir ki o bizi hafızasında öldürmemiş, hep yaşatmaya çalışmış.
Her an “Acaba biricik oğlum Aleksi yaşıyor mu?” diye düşünüyormuş. Ancak biz,
her şeyimizi bırakıp da Yunanistan’a gidemezdik. Acılarla dolu bir hayatı,
dişime tırnağıma takarak yaşamaya çalışmıştım. Dünyamı yeniden inşa etmeye çalışıyordum.
Bütün bu acılara rağmen yaşamak, nefes almak çok güzeldi. Artık yollar açıldı, malımı
mülkümü satıp, bir daha buralara geri dönmeyecek şekilde gitmeliydim.
Annemin adresini öğrendiğim günden itibaren, onunla mektuplaşmaya
başladım. Bana gelen mektuplar, bir annenin gözlerinden akan acı, hüzün ve
mutluluğun harman olup yarattığı gözyaşı mürekkebiyle yazılıydı sanki.
Mektubunda anlattığına göre; Yunanistan’a gittiklerinde, uzun bir süre
Atina’nın Pireas semtinde kurulmuş göçmen çadırlarında yaşamış. Daha sonra
Selanik’in Stavropoli bölgesine gönderildiler. Ancak orayı beğenmediler, birçok
kişiyle beraber, anavatan Gümüşhane veTrabzon’u hatırlatacak bir yer aramaya
çalıştılar. Nihayet Kilkis’in P.Ağioneri köyüne yerleşmeye karar verdiler.
Kadere bakın ki, 1967’de Yunanistan’da cuntacılar iktidarı
ele geçirdi. Bu sefer yollar yeniden kapandı. Hayat bana bir kez daha oyun oynadı.
Nihayet Yunanistan’a
göç edebildim
1974 yılında, Yunanistan’da cunta hükümeti devrildi ve ülke yeniden
demokrasiye dönüş yaptı. Yollar yeniden açıldı. Annem hâlâ yaşıyordu. Sanki
beni görmeden, kucaklamadan, ölmek istemiyordu. Olanca gücüyle hayata asılmaya
çalışıyordu. Ne var ki ben, son yolculuk ve son göç için gereken bütün
hazırlıklarımı, ancak 1981 yılının yaz aylarında tamamlayabildim. Artık 66
yaşına girmiş bir ihtiyar olarak, beni geçmişe ve geleceğe taşıyacak olan, çocukluğumda
doyamadığım annemin sıcak kucağına atacak yolculuğa çıktım.
Annemin kapısını çaldığım zaman heyecandan oraya
yığılabilirdim. Bir süre bekledim, beli bükülmüş çok yaşlı bir kadın açtı kapıyı.
Göz göze geldik, yüzünde hiçbir sevinç işareti göremedim. Tanıyamadı beni,
belki de beni bu şekilde beklemiyordu.
“Anne” diye avazım çıktığı kadar bağırdım ve boynuna
sarıldım.
“Aleksi, sen misin çocuğum?” diye sordu.
Artık konuşacak halde değildim, gözlerimden yaşlar boşaldı. Arada
bir anlamsızca; “Anne” diyebiliyor ve kucağımdan uçup gidebileceği endişesi ile
manasız bir korkuya direnmeye çalışıyordum.
2 yorum:
Not; Yazarın soyadı "Palapanidis" = "Balaban - oğlu"
Bilinsin istedim.
Çok beğendim..Hayırlı olsun..Selam ve sağlıkla..
Yorum Gönder