Muzik

29 Haziran 2016 Çarşamba

“EFSANELERDE LİVERA GEYİKLERİ” ADLI KİTABIN ELEŞTİRİSİ

Yazan / Ali İhsan Aksamaz
Makalemin başlığı, son okuduğum kitabın da adı. Size bu kitap hakkında bilgi vermek istiyorum. Öncelikle, bu çalışmanın yazarını size tanıtayım: Yusuf Bulut. Kendisi, 15 Mart 1949 tarihinde, Trabzon- Maçka’da doğmuş. Livera Köyü’nden. Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’ndan 1969 yılında mezun olmuş. İlk atandığı yer: Yüksekova Yatılı Bölge Okulu. Orada okuluna öğrenci bulmak ve kaydetmek için köy köy dolaşmış. Kürt vatandaşlarımızla tanışması da böyle olmuş. Yusuf Bulut, (TÖS) Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın Yüksekova şubesine başkan seçilmiş. 1969’da Türkiye çapındaki Öğretmen Grevine, bulunduğu yörede önderlik etmiş. Ağalık düzeninin ne olduğunu da orada görmüş; öğrenmiş. Sınır kaçakçılığının gerçek yüzünü de görmüş. Devlet ve yöre insanının ilişkilerini de orada yakından öğrenme fırsatı olmuş. Yusuf Bulut, temel askerlik görevini Amasya’da tamamlamış. Ardından da “er öğretmen” olarak Ağrı’ya gönderilmiş. Sendikacı olduğunun haberi, kendisinden önce ulaşmış oralara. 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nden üç gün sonra silahlı saldırıya uğramış. Verilmiş sadakası varmış ki; ölmemiş. Bu saldırının failleri yakalanmış. Ne var ki, aynı gün serbest bırakılmışlar. Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfettişi, onu başarısız bulmuş. Siciline “orta” yazmış. Artık mimlenmiş. Kendisini rahat bırakmayacaklarını da anlamış. Ancak bir yıl daha Sürmene’de öğretmenlik yapabilmiş. 1973 yılı sonunda görevinden istifa etmek zorunda kalmış.
Hayata yeniden başlar. Meteliksizdir. Üstelik artık mesleği bile yoktur. Bir süre kamyon şoförlüğü yapar. 1976 yılında ise, çalışmak üzere Libya’ya gider. İşçidir. Arap işçilerle birlikte çalışır. Çöldeki bir çimento fabrikasında iş makinası operatörü olarak çalışmaya başlar. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre yine kamyon şoförlüğü yapar. 1989 yılında, kendi deyişiyle Türkiye’nin önde gelen holdinglerinden birinde düzgün bir işte çalışmaya başlar. Orada 15 yıl çalışır. Ardından emekli olur. SSK emeklisidir. Yazmak, onun için bir tutkudur. Yazıyor.  http://yusufbulut49.blogspot.com.tr/  adlı bir internet sitesi var.
Yusuf Bulut, aynı zamanda benim dostum. Kendisini yaklaşık 2008’den bu yana tanıyorum; görüşüyorum; haberleşiyorum. Bence Yusuf Bulut,  isimsiz binlerce kahramandan bir tanesidir. “Soğuk Savaş Dönemi” yapılanmalarının cehenneme çevirdiği ülkemizde; hayatını kaybeden, ocakları sönen, sakat kalan, işsiz kalan binlerce isimsiz kahramandan bir tanesi. O karanlık günlerden geçerek bugünlere ulaşabilen ve yazabilme ve yayınlayabilme cesareti gösterebilen kahramanlardan biridir o…
Yusuf Bulut’un “Efsanelerde Livera Geyikleri” adlı eserinin ilk baskısı Ocak 2015’te “Heyamola Yayınları”ndan çıktı. Yayın yönetmeni ise, Ömer Asan. Editörü: Leyla Çelik.  Kitabın grafik tasarımı ise, Murat İlhan’a ait. Salih Şahinler ve İlyas Karagöz, kitabın kaynak kişileri. Kitabın önsözü, Kudret Emiroğlu’na ait. Arka kapak yazısı ise, Nazım Esmer’in.
Kitap, şu bölümlerden oluşuyor:” Livera Geyikleri”, “Sabriye”, “Ayşe”, “Fadime”, “Emriye”, “Gömleksizin Köprüsü”, “Gudul Kalesi ve Ziya Kayaları”, “Meva”, “Bizim Köyün Kadınları”, “Ayı Dağ”ı, “Yeni Dünyanın Liveralı Yolcuları”.
Doğrusunu isterseniz, “Efsanelerde Livera Geyikleri” adlı bu çalışma beni derinden etkiledi. Karadeniz Bölgesi, özellikle de Doğu Karadeniz Bölgesi hep aynı. Coğrafyası, doğası, üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri aynı. Hele dağ köyleri… Kitaptaki bu hikâyeleri, efsaneleri okurken kâh dedemi, ninemi hatırladım, kâh o dağ köylerini ve zorlu hayat şartlarını. Okuduklarım, beni bulunduğum yerden ve içinde bulunduğum zamandan alıp götürdü. Sisli dağları da aştım adeta. O yağmurlarla ıslandım adeta. Küçük keçilerin koşuşup melemesini ve çıngırak seslerini ve orman kuşlarının cıvıldamalarını duydum ardından. Bir sofrada bizimkilerle beraber buldum kendimi. Öyle saf ve önyargısız. Gülümsüyorlardı bana. Yalnızca bunları değil mezarları da hatırlattı kitap bana. Sisli dağların beklediği mezarlar.
Akan suyun şırıltısı hâlâ kulağımda, orman bitkilerinin, çiçeklerinin kokusu hâlâ burnumda sanki. Sonra derinden ve çok eski zamanlardan belli belirsiz bir çan sesi duydum sanki. Kitap, kadınların bilge, direngen, üretgen, fedakâr hallerini yeniden hatırlattı bana. Hep önde ancak hep acı çeken kadınları, genç kızları da tanıdım kitapta; fakir ama asil. Sessiz çığlıklarını duydum kitabı okudukça.
Kitaptaki her hikâye, efsane Doğu Karadeniz’in doğasına; suyuna, toprağına, kuşuna, böceğine, sebzesine, meyvesine, acısına, yasına, sevincine ama çoğunluklu da yaşam coşkusuna tanıklık ediyor; bize aktarıyor. Karadeniz’in çok yakın geçmiş bir zamanda sinesinde barındırdığı Hıristiyan ahalisinin de sessiz çığlıklarını aktarıyor hikâyeler, efsaneleriyle bu kitap. Sonra yine de bir kemençe sesi duyuluyor. Yüzlerce insan horona durmuş sislerin ötesinde. Delirmiş olmalılar, hiç durmuyorlar. Yusuf Bulut’un eserindeki her hikâye, her efsaneyle geçmişe dönüyor insan.
Hikâyelerde, efsanelerde hep kadın var, genç kızlar var. Onların hayatları var. Üreten, fedakâr insanlar. Bir o kadar da acı çeken kadınlar. Yan yana Müslüman ve Hıristiyan Karadeniz kadınları. Komşu kadınlar. Taa eski zamanlardan.
Kitaptaki her hikâye ve efsaneyi beğeni ile okudum; beni derinden etkiledi. Kitabı okurken, eski Trabzon; kent merkezi, köyleri canlandı hafızamda. Neden bilemiyorum. Yalnızca Trabzon’u değil Batum’u da, Sohum’u da hatırladım. Zugdidi’yi de. Sumela’nın eski halini de düşündüm. Vadilerde yankılanan çan sesleri geldi birden kulağıma. Tanıdık bir melodi gibi. Sonra daha birkaç yıl öncesinde Sumela’da ibadetleri bir bürokrat kadın tarafından engellenen Hıristiyanları da hatırladım. Daha sonraki yıllarda Patrik 1. Bartholomeos’un Sumela’da yönettiği ayinleri düşündüm. Dağ, tepe aşarak yürüyüşü de geldi gözümün önüne. Bahşis verdiği kemençeciler de.
Günümüzde cami olan, Livera’nın kilisesini ve muhtar Ğorğor Şalvadaris’i hep hatırlayacağım. 24 Şubat 1923 tarihini de….  İki sevgilisi olan İrina’yı da. Sevgililerinden biri kıskanç bir ayı, diğeri ise, Levent Orhan olan İrina’yı da hep hatırlayacağım. Liveralı Şahin, Liveralı Pilipos ve Liveralı Şahin Pilipos ya da Liveralı Pilipos Şahin. Mübadele ve çekilen acılar. Selimiye Kışlası’ndan da geçen hiç bilinmeyen insan hikâyeleri.
Yusuf Bulut’un “Efsanelerde Livera Geyikleri” isimli eseri; Doğu Karadeniz coğrafyasına, geçmişteki Hıristiyan ve Müslüman ahalisinin hayat hikâyelerine ilgi duyan herkese okumalarını öneririm. Emperyalizm, emperyalizm ile işbirliği yapan siyasîler bir yana, onlarla işimiz olmaz. Çünkü onların en büyük kötülük yaptıklarından bir tanesi de Doğu Karadeniz’in halkıdır. Duygu yüklü bu güzel çalışmayı okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız muhakkak.
Böyle bir eseri kültür hayatımıza kazandıran Yusuf Bulut’u tanıdığım için kendimi şanslı addediyorum. Bazılarının hiç bilmediği, bilenlerin ise, unutmaya yüz tuttukları gerçekleri yeniden gündeme getirdi. İmzalayıp adresime kadar gönderdiği bu güzel eser için kendisine bir defa da huzurunuzda teşekkür ediyorum. (16 Nisan 2015)

Ali İhsan Aksamaz
aksamaz@gmail.com


9 Haziran 2016 Perşembe

KARAKUŞ DESTANI

Yazan / Hasan Çelebi
Kar gene kitsa kitsa başladi savurmağa
Elamet bir karakuş kondi bizum hurmaya.
Kuş ki kondi, dal birkaç arşin aşaa endi.
Kuşun konduği dalun altinde kar da dindi.
Kapar kapmaz tofeği atladum metereze
Bir gözumi uydurup arpacuk ile gez’e
Şipşak nişan aldum da bir koyverdum ki, sorma
Zerzeleye tutulmiş gibi sallandi hurma.
Karakuş szivili de szivili duşti kara
Haman ayağa kalkti değil imiş mudara.
Bir paldur küldür uçti, bir paldur küldür duşti.
Kar, kırmızi benekli bir çarşafa donuşti,
Tum mahalleli, kuşe karşi girdi savaşa,
Uçi kanayakli on kişi zor çikti başa.
En son canli canli tutup eve taşiduk.
Kan ter içinde kalduk, sanki deve taşiduk.
Kuşi gören çecukler korkti, beyukler güldi.
Duzköy, Makret, Mamanat Handuzine dokildi.
Durdiler, kuşten cani yananlar sira sira,
Aşaktaki sozler o günden kaldi hatira;

Muhtar: Uşaklar habu menşur casus CİA dur.
Kinyaz: Yahot da boyuk bir mecliste uyedur.
Süse Refik: Ulkeyi baturan bu kuş idi.
Tormani: Başumuze saran oni Buş idi.
Uzun Ahmet: Bence bu bir gömruk kolcisidur.
Şişmani Enver: Belki da sosyete solcisidur.
Kaptan Orhan: Bu mehlük ya cazidur ya da cin.
Skenderi Ziya: Yecuci Mecuc Çini Maçin.
Toşi Osman: Bolmiştur memleketi ikiye.
Tululi: Tazıya tut, kaç deyerek tikiye.
Kaptan Şadi: Belki da uçan daire budur.
Ali Ağa Husen: Bu bilduğumuz burbudur.
İmami Hasan: Yikti birluği ve dirluği.
Terzi Azmi: Aşladi millete cibgirluği.
Tibuki Abdula: Yok, eyiluği da vardur.
Onçamure İsmet: Bu tanriden bir şamardur.
Livane: Bana ne, ben doneyim da köşeyi.
Mezini Sebo: Ben da soylerum ayni şeyi.
Kasimi Mevlut: Bunun dişisi da var imiş.
Tibuki Muho: O da erkeği kadar imiş.
Lumani saffet kuşi benzetince keşişe,
İskenderi’nun Rifet çok bozuldu bu işe.
Kaboğlu Hakki: Şimdi Soner körfez kirizi.
Mehmet Emin: Az daha savaşa sokti bizi.
Simsar Dursun, kemençe elde durdi horona,
Coşti İdris Güneş da ayak uydurdi ona.
Halka halka oldi halk, beyuk şenlik patladi.
Köy o ağirbasandan kurtuluşi kutladi.
Kimi omuz omze durup, kimi oturup
Hatira fotoğraflar çekildi grup grup.

“Kuşi Kestuk”

Üç dort kişi zor belâ kuşi yere yaturdi,
Didi Bahri da çikup uzerine oturdi.
“Yahu!” diye bağirdi, “Biraz çekilun geri,”
Seyidi Hasan çekti kilifinden hançeri
O ki çaldi boynine kuşun, kuş bir boğurdi,
Yüz okkaluk Bahri’yi savurup yere vurdi.
Bir kıyamet kopti, bir dalgalandi ortaluk
Kimi kaçıyur, kimi bakiyur aluk aluk.
Topçi Recep şaşurmiş, otturiyur duduği,
Ustumuze işeyen kuşun ekşi sidiği
Oyle bir pis kokti ki uç gişi duşup kusti,
Beş kişi da fenaluk geçurdi ayağ usti.
Millet dort nala kaçti donup saldurince kuş
Ortada tek başina kaldi Fadime çavuş,
Fadime, Bumba Yavuz çavuşun kızı idi.
Güzelliği ile köyun kutup yulduzi idi
Korkusuz Fado, deli Fado derlerdi ona,
O girince bir başka renk verirdi horona.
Kuş ile Fado boğaz boğaza boğuştiler,
Ve kan revan içinde kanavaya duştiler.
Çilgince alkişlandi ayağa kalkan Fado
Diz çokti ve hıçkıra hıçkıra ağladi o…
Hançerledi olumcul kuşi Seyidi Hasan
Tam bir fiskiye çizdi havaye fişkiran kan.
Hayvan debelendi bir iki dakika gene,
Ağzi bir kariş açuk can verdi oylecene.

“Bu Kuşun Eti Yenmez”

Az sonra köyumuzun Ofli hocasi geldi,
Lakozanun belvermiş çeperine çomeldi.
Dedi ki: “Yuce Tanri eyiyi aklamiştur,
İnsana zerar veren şeyi yasaklamiştur,
Mencerrebben mucerrep, denenmişler denenmez,
Burnine bakilurse bu kuşun eti yenmez.”

Kalabaluktan bir ses: “Hoca, bok atma kuşe,”
İkinci ses: “Hayirdur işi, surmek yokuşe,”
Üçüncü: “Bir mushadan yüz lira aliyur,”
Dördüncü: “Haram ile yasak, bize kaliyur,”
Osman Vural: Yuz okka gelur bu kuşun eti.
Moymohti: Kim mehf eder boyle milli serveti.
Ayağa kalkup, “hocam” dedi Zehir Medeni,
“Var mi bu yasağun bir mantiği bir nedeni.
Bati, sumukli bocek yesun, kurbağa yesun,
Bir av kuşina bizum toremuz mundar desun.
Göruyoruz ulkede neler yeniyor, neler
Nasil ki bir solukta klunz ediliyur develer,
Kertenkele goz göre göre, timsah oliyor,
En kurada en kiro kimse o şah oliyor.
Timsah da donişiyor pasturmaya, salama
Bir cins karatavuktur yenmez deduğun bu kuş,
Yapay yemle beslene beslene ejder olmiş.
Ne gun ki bu doğaya ters gidiş tam yerleşur,
İnsan doğasi da o gun boyle ejderleşur.
Kilavuzun akil’se bu gidişe karşi dur,
Tanrı kulu olarak asil görevun budur.”

“Yas Toreni”
Birden çinladi çığlık sesleriyle handuzi
Ortuldi, milyon çarpi milyon kuşla gök yuzi.
Geniş eğmeçler çizup endiler yavaş yavaş
Donuşti renk renk çiçek bahçelerine dağ-taş,
Birbirlerinun eşluk edup kanat sesine,
Gelmişler, vurduğumuz kuşun cenazesine,
Uzun bir yolculuktan yorgun, acıdan ölük,
Geçtiler ölü kuşun oninden boluk boluk,
Ustine birer çiçek birer tuy piraktiler.
Ve kisuk bir çığırtı ile ağit yaktiler.
Bir tepe oluşturdi tuy ve çiçek yiğini.
Tutuşturduk isinmak için tuy yığinini,
Koyumuze sundu o yas toreni bir duğun.
Ateş sondi bir avuç kül kaldi, ağardi gün.

“Kuşi Boliştuk”
Kuşun yuzildi tuyi muyi ile derisi,
Uç lengeri doldurdi tam otesi berisi.
Millet şaşurdi kuşten çikinca iki yurek,
İki karaciğer, dort akciğer, dort bumburek.
Bir taşşağı var idi ki sanilurdi boğa,
Göninden çikti uç çift kalamani, uç szuğa.
Ola, deduk bu binbir çeşit mağazasi mi?
Yok yoğisem yonetim kuruli eğzasi mi?
Ne isa lafi daha şişurmeyelum,
Yüzde yüz hakikate golge duşurmeyelum.
Hayvanun yarisini koni konkşi boluşti,
Kellesi da Kurhusenoğli Yaşara duşti.
Yarim gövdesi kaldi, bize da kala kala,
Dort parmak yaği çikti ekole mundikala.
Biraz dayansun deyi, beharli tuze bastuk
Kaldurup dortkoşenun darabasine astuk.
Pilavi sahan sahan, çorbasi kazan kazan
Yedi nufus idare ettuk butun remezan.


4 Haziran 2016 Cumartesi

İLKOKUL HOCAM ALİ RIZA AYAR

Bizim köylüler yaz aylarında yaylaya çıkar. Yayla mevsimi Mayıs ayının başında başlar eylül sonuna kadar devam eder. O sene ilkokulun ikinci sınıfına başlayacaktım. Orta boylu zayıf sayılabilecek ve ismi bende kalsın, esmer bir öğretmenimiz vardı. Günde birkaç kez döverdi çocukları. Korkardık ondan. O nedenle o sene yayla mevsiminin bitmesini istemiyordum. Fakat zamanı durdurmak mümkün değildi. Okul vakti geldi çattı. Evdekiler de öğretmenin dövdüğünü biliyordu. Eğitim yılının ilk günü okul yoluna çıkarken nasihat ettiler. Ettiler ama nasihatlerin hiç biri aklımda kalmadı, bir kulağımdan girip diğerinden çıktılar.

Okulun önünde toplandık. Geçen seneden iki öğretmenimiz vardı, bu yıl da iki ama birisi değişmiş. Giden Turgut öğretmen kumral uzun boylu diğerine göre daha yumuşak bir adamdı. Bu gelen ilk bakışta güler yüzlü sevecen bir adama benziyor. Giden öğretenden biraz daha sarışın daha kısa boylu ama saçları daha gür ve biçimliydi. Bizim sınıfa gelmesi için içimden dua ettim. Çünkü diğerinden daha fazla döven bir adam olmadığı yüzünden okunuyordu.
Duam kabul görmüş olmalı ki bizimle beraber o da sınıfa girdi. Üç sınıf bir arada ders görüyorduk.

“Geçen 56 yılı senin için hız olsun
957 başarılarla dolsun”


Yıl sonunda böyle biten bir şiir öğrendiğimizi anımsıyorum. Demek ki Ali Rıza öğretmenin bizim köye geliş tarihi şiirdeki gibidir.

Ali Rıza öğretmen diğerlerinden farklı bir adamdı. Eski Maçka müftüsünün oğluydu. Belki de o nedenle olmalı; namazını kılardı ve Cuma günleri camide Cuma namazında en ön safta olurdu.

O yıllarda sadece Trabzon’da doktor vardı ve doktora gidebilmek kolay iş değildi. Öyle olunca, kendisini hoca zanneden insanlar hasta olanları okuyup üfleyerek tedavi etmeye çalışırdı.

Bir seferinde başım çok ağrımıştı. Babaannem de beni okusun diye, komşumuz olan bir hocaya götürdü.
Babaannemin baş bağlaması şöyleydi. Başında bir fes olurdu ve büyükçe bir eşarp onun üzerinden sarılır ve boynunu da örterdi. Onun da dışında daha küçük bir yazma ile baş, kuşak gibi sarılırdı.
Hoca efendi işte o kuşak gibi sarılan eşarbı ister alır üçgen şekilde katlardı. Sağ dirseği ile sağ elinin parmak ucu arasında defalarca ölçerdi. Hem oku üflerdi hem de ölçer biçerdi. Ne var ki eşarp hiçbir zaman kolu ile uc uca gelmezdi. En sonunda okuyacağı dua tükenince ‘artık kalan’ eşarbın yerini düğümledi. Düğümden ilerisi kadar, “İşte bu kadar yüreği kaçık” diye karar verdi. Okuyarak üfleyerek tedavi etmekten, aklımda kalanlar bu kadardır.

Bir seferinde, ders sırasında üfürükçülüğün kötü bir şey olduğunu anlattı Ali Rıza öğretmen. Bu sözlerini hafızama not ettim. Bir süre sonra, bir akşam başım yine ağrıdı. Babaannem; “hazırlan hocaya gideceğiz” dedi. İşte o zaman olanlar oldu. Direndim; “olmaz” dedim ve hocaya gitmedik.

Cuma günleri sınıfça Cuma namazına gitmeye başladık. Biz öğrenciler en arkada saf tutardık. Bu durum; köylülerin öğretmenimize daha saygılı davranmalarına neden olurdu. Öyle bir an geldi ki onun her sözü bir emir olarak kabul görürdü.
Arada bir köylülerden bazıları, ona süt ve yoğurt gönderirdi. Bir süre sonra sadece birkaç aileden gelenleri kabul eder diğerlerini de kırmadan teşekkür ederdi; “Bir daha getirmemelerini” öğütlerdi.

Arada bir sinirlendiği de olurdu. O durumlarda arkaya doğru taradığı saçları yüzüne aşağı dökülürdü. Tüm öğrenciler bunu anlar ve çıt çıkarmazlardı. Seyrek olarak o da döverdi ama nedense korkmazdık, sever ve saygı duyardık.

Milli Bayramlarda ahali okulun bahçesine yığılırdı. Şimdi düşünüyorum da; demek ki seyredebilecekleri bir şeyler olurdu.

Bir seferinde hayatım boyunca unutamadığım bir şey anlatmıştı. Doğrusu onu neden anlattı, ders ne idi, orasını şimdi hatırlayamıyorum. 
“Tanrı dedi ki; Öyle bir millet yaratacağım ki, diğerleri beni sinirlendirdiği zaman kötüleri cezalandırmak için bu yarattıklarımı onların üzerine süreceğim. Ve adlarına da Türk adını vereceğim.”

Sonraki yıllarda öğrendim ki bu sözler, Alman Keşiş ve din adamı, Protestanlığın babası Martin Luther’e aitmiş.  Aslında bunun fena bir mantık olduğunu çok sonraları öğrendim. Milliyetçi sözcüğünü biliyordum ama bugünkü anlamda kullanıldığını öğretmen olduktan çok sene sonra öğrenmiştim.

Ali Rıza Öğretmen için “Irkçı” sözcüğünü kullanamam ama bu mantığı Köy Enstitüsünden aldığı anlaşılıyor.
1969 öğretmenler grevinde Yüksekova’da (TÖS) sendika şube başkanıydım. İlkokul hocamla 1972 yılında Trabzon’da karşılaştığım zaman laf lafı açtı ve o günlerden, greve katıldığımızdan söz ettim. Beni eleştireceğini sanımıştım ama hiçte öyle olmadı. Her şeyini anlatmadı ama Trabzon TÖBDER yönetim kurulunda olduğunu söyledi.
“Öğretmenler mesleki ve eğitim sorunlarını görüşecekleri bir dernekleri olmalı” dedi. 
TÖBDER, TÖS askeri yönetimce kapatılınca onun yerine kurulan bir dernekti. Daha sonraki yıllarda arkadaşı Şefik Asan anılarında şunları yazdı;
“Ali Rıza Ayar sosyalist bir adamdı. Namazını da kılan dindar bir sosyalist idi.”

Cumhuriyet hükümetleri ve Köy Enstitüleri bu mantığı kabul etmedi. Seküler eğitim ve yaşam biçimini benimsedi. Oysa bir insanın dindar olması “modern” olmasına engel olmayabilirdi.
Böyle düşünen Hükümetler hiç kimseye yaranamadı. Ne Sünniler ne Aleviler ne de Hıristiyanlar huzur bulamadı. Devleti yönetenlerle her zaman kavgalı oldular.

Sonuçta Sünni çoğunluk bir şekilde kendi düzenini kabul ettirdi. Bu kez Aleviler sorun yaşamaya başladı. Cem evleri halen ibadethane olarak kabul edilmiyor.

Oysa bu durumun devletin işleyişi ile ne ne ilgisi olabilirdi?
Hıristiyanların daha başka sorunları var. Korktukları için, sorunlarını uluorta anlatmayı hiçbir zaman beceremediler.

Hocamızın bize Türklerin kutsallığını anlattığı zaman, İstanbul’da 6–7 Eylül hadiseleri yaşanmış ve taksim ile Beyoğlu civarındaki tüm Hıristiyan ahalinin her şeyi talan edilmişti. Zamanın hükumeti tıpkı Sivas, Maraş ve Çorum olaylarında olduğu gibi suçluları bulamamış yahut bulmak istememişti.

Yine o günlerden aklımda kalan bir başka fotoğraf; Karne tatilinde, bir yıl önce bizim okuldan mezun olan ve o sene Öğretmen Okuluna giden arkadaşlarımız köye geldi. Temiz elbiseleri beyaz gömlekleri ve kravatları vardı. Ayaklarına da iskarpin giyiyorlardı. Bu o günlere göre müthiş bir tabloydu. Ben de Sınavlara girerek aynı okula kaydolacağımı kurdum aklımca.
İlginçtir, kendime çok güveniyordum. Şimdi düşünüyorum da bu güven duygusunu Ali Rıza öğretmenimiz vermişti.

Bir seferinde Babaannem sınıfın kapısını açıp girdi. Dersin ortasındaydık, Öğretmenin kızacağını sandım. Düşündüğüm gibi olmadı, onu saygı ile karşıladı ve sandalyesini kenara çekerek oturmasına yardım etti. Dersten sonra ne konuştular bilmiyorum ama uzun uzadıya dertleştiler.

Sırf onun öğrencisi olsun diye başka köylerden gelen arkadaşlarımız vardı. Köy içinde tanıdık bir ailenin yanında kalırlardı. Son sınıfta Mayıs ayından itibaren Öğretmen Okulu sınavlarına hazırlamaya başladı bizleri. Yine başka köy okullarından gelen öğrenciler vardı aramıza.

Birinci sınavı kazanıp da Erzurum’a gideceğimiz zaman yüzer lira topladı babalarımızdan. Aslında yüz lira fazla para değildi. Ilıca’da ucuz bir otelde kaldık. Fırından ekmek, bakkaldan peynir alır bir kahvehane de çay ile beraber öğünü geçiştirirdik. Kazanıp da köye döndüğümüz zaman paranın üzerini iade ettiğini hatırlıyorum. Oysa pek çoğu, onun bu işten para kazandığını savunurdu.

Öğretmen olduğum zaman onun gibi olmayı düşünürdüm. Çünkü o pek çok öğrencisinin eğitim görmesini sağlamıştı. Mesleklerinin olması, para kazanıyor olmaları önemliydi ama örnek ve lider yurttaşlar olarak yetişmelerini çok önemsiyordu. Her zaman o hesap üzere gayret ediyordu. 

Ve bir gün, ben de onun gibi bir köye atandım. Oradaki çocuklar Türkçe konuşmasını bilmiyordu. Okulun tuvaleti yoktu.

Öncelikle çocukların dilini öğrenmeye başladım. İlginçtir, Öğretmen okulunda, bizlere böyle bir köyden söz eden olmamıştı. Nisan ayı sonunda karlar erimeye başlayınca okul için bir helâ inşaatına başladım.

Daha pek çok nedenden dolayı ilkokul hocam Ali Rıza gibi başarılı olamadım. Daha da başarısız olmayı kendime yediremedim ve beşinci yılıma girerken istifa ettim. Ama ne ilkokul öğretmenimi ne de kendi öğretmenliğimi unutamadım.
Ali Rıza Ayar öğretmenimi saygı ve rahmetle anıyorum. / 10 Temmuz 2011

______
Not: Bu yazı Hasan Güleryüz’ün kaleme aldığı “Kuman Kumandan Ali Rıza Öğretmen” (2012) adlı kitapta da yayınlanmıştır.