Şafak sökmüş, Çoruk Vadisi yeni bir güne
hazırlanıyordu. Meva her zamanki gibi erken uyandı, ateşi yaktı çorba kazanını
zincire astı. Sıra, ahırı temizlemeye geldi. Çocuklar henüz sabah uykularının
derinlerindeydi. Besmele ile dış kapının sürgüsünü çekti açtı, serin ve temiz
bir hava doldu eve.
Sindoma’dan
yukarı doğru baktı, gökyüzündeki bulutlar, hızla Seveho’ya doğru uçuşuyor.
Deniz tarafındaki kara bulutlar ise yağmur işareti veriyordu. Serin bir rüzgâr
her yanı okşayarak güneye doğru akıp gidiyordu.
Yeni
bir günün doğmakta olduğunu her sabah, karşı ormandan binlerce kuş müjdelerdi.
Sesleri umut saçardı açılan kapılara. Bu sabahın sessizliğini beğenmedi,
“Ne
olmuş bu kuşlara neden susmuşular?” diye geçirdi içinden. Sonra da gitti ahırın
kapısını açtı, sidik kokusu ile karışık rutubetli ve sıcak hava vurdu yüzüne, o
buna alışıktı. İki ineği bir de danası vardı. Kapıya bir odun dayadı ve
arkasındaki küreği aldı sabah temizliği başladı. İşini bitirip süt sağacaktı.
Güçlü
kuvvetli otuz dört yaşında bir kadındı. Bu ikinci evliliğiydi. İlk eşi askere
gitmiş bir süre sonra ölüm haberi gelmişti. Hangi cephede şehit olduğu konusunda
bile hiçbir bilgi alamamışlardı. Öyle olunca da, sağ gözün sol göze faydası olmadığını
çok iyi belledi. Yaşamak ve hayatta kalabilmenin tek yolunun çalışmaktan
geçtiğini çok iyi anladı. Zayıf olanın, hayata asılamayanın şanslı olmayacağını
söylerdi.
Yeni
kocası askere gideli neredeyse bir sene olacak. Kayınpederi Çoruklu Yusuf ise
on dört yıl önce ikinci kez askerliğe gitmiş bir daha geri dönmemişti. Ona
bakarak kocasının da dönmeyeceği gibi bir duygu, sürekli olarak rahatsız ediyor
onu.
Yaşını
henüz doldurmamış bebeği, ayrıca iki ve dört yaşında çocukları vardı. Üçü de
oğlandı, onları gururla sever hem de hayata sıkı bağlanmasının nedeni olarak
düşünürdü.
Çocuklarından
başka kayın validesi ve on yaşındaki kayın biraderi ile birlikte yaşıyordu.
Çoruk
köyü, belki de Of’un en yamaç köylerinden biri. Yukarı Taşhan’dan başlayan,
vadinin sonunda her iki yamaç boyunca fakat orman içlerine dizili evleri ile
bir masal dünyası izlenimini verir. Ormanlarının zenginliği yüzünden bu masalımsı
örtü ilk kez görenleri, büyüleyecek niteliktedir. Sindoma bayırından akan dereler
vadi yatağında birleşerek Taşhan’a oradan da Of Deresi yolu ile denize ulaşır.
Karşılıklı
dik ve uzun yamaçlara serpilmiş olan Çoruk, kalabalık bir köy. Buna karşılık
denilebilir ki Trabzon’un en munis ve kendi halinde yaşayan bir köyü. Tarlaları,
orman içlerindeki asırlık ağaçları hayranlık uyandırır izleyenlere. Köylüler
ise ormanın kıymetini bilir ve bir tür saygı ile korurlar.
Güneye
bakan yamaçlar daha verimliydi. Ne ekilirse misli ile bereket ikram ederler. Vadinin
dik yamaçları, inişleri ve yokuşları insanı canından bezdirecek niteliktedir.
Her güzelin bir kusuru olur derler, oranın da yokuşları dayanılır gibi değil.
Eğer
yeni bir savaş çıkmazsa kocası üç yıl askerlik yaparak dönecek. Söylenenler
doruysa Osmanlı yıkılmış Padişah ülkeyi terk etmiş. Yerine yeni bir padişah gelmiş,
yeni bir devlet kurulmuş. O nedenle üç yıl askerlik yapan evine, köyüne
gönderilecekmiş.
Geçen
sene tarla işlerinde eşi Bayram yardımcı olmuştu, bu yıl da kaynanası.
Kaynanası Ayşe ellili yaşlarındaydı ama ona güven veren gerçek bir ana gibiydi.
Süt
kovası elinde olduğu halde ahırdan çıktı. Deniz tarafındaki kara bulutlar köyü
bir yorgan gibi örtmek üzere. Yağacak, diye düşündü. Giderek evin kapısını
açtı. Ayşe çoktan kalktı, namazını kıldı, zincire asılı kazandaki çorbayı
karıştırıyor bir yandan da ocağın çevresinde oturan çocuklara laf
yetiştiriyordu.
“Yağacak
ana” dedi Meva.
“Yağsın
kızım, ikilemeleri de bitirdik, istediği kadar yağsın. Dışarıda ıslanacak bir
şeyimiz var mı?”
“Var,
otlar var. Çorba pişene kadar seranderin altına taşıyayım.”
O
gün Kiraz (Haziran) ayının biri idi. Yağmur yağdığı için ne sığırlar dışarı
çıkarılabiliyor ne de çocuklar. Bu durum Meva’yı bunaltıyordu. Çocuklar evin
içine, inekler de ahıra isyan ediyor, bağrışıp duruyorlar.
Üç
gün oldu yağmur dur durak bilmeden, bir yol tutturmuş devam ediyordu.
İstali’dan aşağı inen derenin sesi ile yağmurun yapraklarla buluştuğu anda
çıkan hışırtı ilahi bir senfoni gibi koca köye yayılıyor. Üç günden beri tek
bir kuş sesi duyulmadı.
Akşam
olmak üzereydi evi daha aşağıda olan komşu Kulaoğlu Mehmet geldi. Kapı açıktı
girdi. Telaşlı bir hali vardı.
“Buralardan
akan yağmur suları evimin duvarını yıkacak” dedi.
Ayşe
yerinden fırladı, hiçbir şey söylemeden kirişin üzerinde dizili kazmalara
uzandı, birini aldı, diğerini de Kulaoğlu’nun önüne fırlattı. Kapının arkasında
asılı duran abayı sırtına geçirdi çıktı. Kulaoğlu peşinden yürüdü. Serander ile
ev arasından akan yağmur suyuna kanal açmaya başladılar. Akan su çok fazla
değildi ama böyle devam ederse bir değil birkaç evi yıkabilirdi.
Suyun akarını dere
tarafına doğru değiştirdiler. İkisi de sırılsıklam oldu. Sonra hiçbir şey
olmamış gibi yürüyerek evine girdi Ayşe. Kulaoğlu Mehmet ise teşekkür edecek
halde değildi, ağaçlara tutunarak aşağı doğru inmeye başladı.
Meva evinin hem
erkeği hem de gelini sayılırdı. Kaynanası, kayınbiraderi ve çocukları onun
eline baktığını hesap ederdi. Kocasının askerlikten ne zaman döneceği konusundaki
endişesi hiç kaybolmadı. Gelip gelmeyeceği konusunda hep ikilemde oldu. Kendisini
bildi bileli ne babasının evinde ne de bu evde yaşlılıktan ölen erkek tanımıyor
hatırlamıyordu. Hepsi cephede can vermişti. Kocasının da dönmeyeceği gibi derin
bir endişeyi bu yüzden duyuyordu. Böyle düşündükçe de hayata kahrediyordu ama
çocukları aklına gelince ve yaşamak yanı ağır basıyordu.
Altı gün oldu
yağmurun ardı arkası kesilmedi. Arada birçok şiddetleniyor sonra da orta
şiddette devam ediyor. Ayşe, açık kapının eşiğine oturmuş dışarıya bakıyordu.
Yağmurun çatı ve orman üzerine düşünce çıkardığı ses vadi boyunca yayılıyor
ilahi bir nefese dönüşüyor.
Muhtarı gördü,
karşı yoldan bu tarafa doğru geliyordu. Yanında aşağı mahalleden iki kişi daha
vardı. Biti kadar sevmezdi o adamı. İçinden bir salâvat getirdi. Sonra da
inşallah bana uğramaz diye söylendi. Adamlar biraz daha geldi ve durdular.
Yukarıda kayalıklara doğru baktılar. Arada bir el işareti ile bir şey
gösteriyorlardı. Yeniden yürümeye başladılar.
“Galiba buraya
geliyorlar” dedi Ayşe.
Düşündüğü gibi
oldu, geldiler ve onun karşı tarafına, seranderin altında bir kütüğün üzerine
iliştiler. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Ayşe oturduğu yerden kalkmadı, hoş
geldiniz bile demedi. İkinci adam hal hatır ve oğlu Bayram’dan mektup alıp
almadığını sordu.
“Yok” dedi asık bir
yüzle. “Ne mektup ne de bir şey, hiçbir haber alamadık.”
“Gelin hanım!” diye
söze başladı muhtar İmamoğlu.
“Karşı yamaca
baktık. Bir iki gün daha böyle yağarsa sel olur akar. Seni korkutmak için
söylemiyorum. Dikkatli olun, oradan bir sel yürürse bu evi de alır götürür daha
aşağıdakileri de.”
Dikkatle baktı o
uğursuz adama. Hiçbir şey söylemedi. O, gazi olan kocasını yeniden askere
göndermiş ve gidiş o gidiş bir daha geri dönmemişti. Uğursuz bir adam olarak
kabul etmesinin nedeni bu idi.
Diğer adam başka
bir yorum yaptı; “Yeni kurulan hükümet Halife-i Zişan efendimizi kovmuş, İslam
halifeliğini de kaldırmış. Bu daha bir şey değil, Allah cezamızı verecek. Şimdiye
kadar bir hafta hiç kesilmeden devam eden yağmur hiç gördünüz mü? Allah
hepimizi şefaatine kavuştursun, yardımcımız olsun.”
“Ne diyor bu adam, halifelik kalk deyince
kalkacak bir şey mi? Deli mi ne” diye geçirdi aklından Ayşe, sadece dinledi,
cevap vermedi.
“Biz gidiyoruz
gelin!” dedi muhtar. “Garip sesler duyarsanız, kendiliğinden yuvarlanan taşlar
görürseniz, çocuklarınızı, ineklerinizi alın ve Sigaron’a doğru çıkın.” dedi ve
kalkıp gittiler.
Gittiler gitmesine
de öyle bir korku bıraktılar ki olacak şey değildi. Yüzündeki endişeli ifade
fark edilmeyecek gibi değildi. Adamlar gidince Meva geldi.
“Bu adamın lânet
birisi olduğunu söylemiştim, şeytan görsün yüzünü. Kim bilir ne şeytanlık
düşünüyor da aklınca bizi korkutmaya geldi.”
“Doğru söylüyor da
olabilir” dedi gelini.
Akşam olmak üzere,
Kulaoğlu geldi, seranderin altına oturdu. Çoluk çocuk yanına gittiler. Yaşlı
bir adamdı ve onu baba gibi sever ve sayarlardı. Ayşe, muhtarın anlattıklarını
nakletti ona. Dikkatle dinledi sonra biraz durdu, sakalını sıvazladı; “Bu kez
doğru söylüyor olabilir” dedi.
O anda bir sessizlik çöktü serander altına.
Yağmurun ağaç yapraklarını döven hışırtısı gittikçe çoğalıyordu sanki. Hiç kimse
konuşmuyor, yüreklerde dolaşan korku büyüdükçe büyüyordu.
“Endişe etmeyin,
ben bu gece uyumam, bir şey olursa uyandırırım sizi.”
Kulaoğlu böyle
söyleyerek korkuyu yatıştırmak istediyse de, kadınları ikna edemedi.
Akşam namazından
sonra; herkes bildiği tüm duaları okudu. Afet, kaza ve belâlardan korunmaları
için dualar ettiler, dualarının kabulü için tekrar tekrar okudular. Geç
vakitlere kadar okudular ibadet ettiler.
Kuşluk vaktiydi, yukarıodaki
yamaçta kendiliğinden yuvarlanan taşları ilk gören Meva oldu. Görür görmez
Kulaoğluna seslendi, sesi Sindoma bayırında yankılandı.
O da;
“Gördüm, gördüm
hazırlanın, çıkalım buradan!” dedi.
Biraz sonra yukarıdan,
Çakıroğlu evinin yanından bağırarak haber verenler oldu.
“Toprak yarıldı,
kayacak, çıkın evinizden!”
Meva o sesleri de
duydu, telaş ve acele ile çocukları hazırladı, giydirecek çok seçeneği yoktu
zaten. Ayşe ahıra koştu, inekleri çıkardı. Her yandan heyecanlı sesler, ses ne
demek bağrışmalar geliyordu.
“Çabuk olun
boşaltın evlerinizi!”
“Yukarı kaçın
yukarı!”
“Acele edin!”
“Canınızı
kurtarın!”
Sindoma bayırında
oturanlar dehşet içinde dinlemeye başladı beri mahalleden duydukları sesleri. O
tarafta sel tehlikesi yoktu. Meva’nın baba evi ordaydı. Anası, diğer kızları
ile beraber yaşıyordu.
Kulaoğlu;
“Çıkın yürüyün, biz
size yetişiriz gelin!” diye çağırdı Meva’ya aşağıdan.
Yukarıya doğru
telaş içinde bir göç başladı. İnekler isteksiz davranıyor yürümek
istemiyorlardı. Ayşe, bebeği sırtına bağladı, ikinciyi de kucağına aldı. Meva
büyük oğlunun elinden tutuyor, kayın biraderi Feyiz ise bir miktar un ile
doldurduğu çuvalı sırtlamış. Harun’un evine yaklaştıklarında, Kulaoğlu,
inekleri koyunları ve ev halkı ile epey aşağıda görünüyordu.
Herkesin gözü selin
kopacağı yamaçtaydı. Arada bir taşlar, önce ağır ağır sonra da deliler gibi
mahalleden aşağı doğru yuvarlanıp gidiyor.
“Selin kopacağı yer
belli oldu!” diye bağırdı bir adam. “Toprağın yarıldığı yer belli oldu, böyle
giderse köyün yarısını götürecek!”
İstali bayırına
tırmanan köylülerin sayısı her an biraz daha artıyor. Can derdine düşmüş
insanlar yokuşu tırmanmak için yarışıyordu sanki. Karşı mahalleden izleyenler
bağırarak bir şeyler söylüyor ama ne dedikleri anlaşılmıyordu. Dizlerde takat
kalmadı, can korkusu ile hızlı koştuklarını sanıyorlardı. Oysa ağır ağır
çıkıyorlardı yokuşu.
“Haydi, koş, çabuk
ol, yürüsene!” gibi bağrışmalar duyuluyordu.
Düşünülen tehlikeli
bölgede kimse kalmamış diye hesap ettiler. Ne var ki ilk selin ardından
buraları da akıp gidebilir diye düşünenler çoğunluktaydı.
Artık toprak bir
elek gibi gidip gelmeye başladı. Sanki ayakta kimse kalmasın istiyordu.
Şiddetli bir korku sardı insanları. Avazı çıktığı kadar bağıranların kimileri yerlere
yıkıldı, kimileri de tutunacak bir dal aradı. Kimsenin kimseye yararı
olamayacağı bir an yaşanıyordu. İnekler böğürmeye, köpekler ulumaya başladı.
Toprak ana,
insanları terk ediyor ama onlar yine ona sarılmaya, tutunmaya çalışıyordu.
Onlarca ev yüzlerce dönüm tarla yamaç aşağı ağır ağır akmaya başladı. Yerin
derinliklerinden gelen bir uğultu ile birleşen insan ve hayvan sesleri
kulakları sağır edebilir akıllara ziyan olabilirdi. Hiç kimsenin bilinci yerinde
değil, olup bitenleri rüyadaymış gibi algılıyorlardı. Toprak, teknedeki hamur
gibi yoğrularak dereye doğru tembel tembel ama kararlı bir şekilde akıyordu.
İzleyenlerin başı döndü, midesi bulanıp kusanlar, altını ıslatanlar bile oldu.
Bu durumun ne kadar devam ettiği konusunda, daha sonra sorulan sorulara verilen
yanıtların hiç biri diğerini tutmadı.
Sel giderek vadiyi
doldurdu, İki yamacı birleştirdi.
Akıllı adamlar,
ikici planda burasının da akacağını söyledi. Belki de şimdi sıra yürüdükleri
topraklardaydı. İnsanlar hayvanlarını unutmuş can derdine düşmüşler. Sıkıca
çocuklarının elinden tutanlar mümkün mertebe hızlı yürümek istiyordu. Gerçekten
yürüyüp yürümediklerini ayırt edemiyor rüya hali devam ediyor o nedenle istem
dışı hareket ediyorlardı. Daha doğrusu ne yapmak gerektiğini hesap edemiyorlardı.
“Sel derenin
akarını kesti, bir göl oluşuyor” diye seslendi birisi.
Herkes oraya doğru
baktı. Tam olarak neler olup bittiğini hiç kimse anlayamadı. Yağmur orta
şiddette yağmaya devam ediyor. Sırılsıklam olan insanların elbiseleri
üzerlerine yapışmış yürümekte zorluk çekiyorlardı.
İstali bayırını
tırmananlar, orman içinde uygun bir ağacın altında, yer aramaya başladı. Oralar
tehlike bölgesinin dışı sayılıyordu.
Çok aşağılardan
insan sesleri geliyordu hâlâ. Herkese haber verilmişti ama bu sel ile “insan kaybı
olabilir mi?” kuşkusu yürekleri burkuyordu.
Meva koca bir
kestane ağacının altında yer hazırladı. Tütün içenler kav çıkarıp çakmak taşı
ile tutuşturmak için bir süre uğraş verdiler. Sonuçta ateş yakmak başarıldı.
Herkes bir dal tutuşturup beğendikleri yerlerde ateş yaktılar. Meva üşümüşlüğünü
ıslanmışlığını fark etmiyordu bile. Çocukları ve kaynanası ısınırken o yamaçlardan
aşağı koşarak uzaklaştı.
Evini ilk görmesi
gereken yerde durdu. Fakat her şey değişmiş, sanki başka bir köye gitmişti.
Dikkatle baktı, seranderi fark etti, ev yerinde değildi ama serander duruyordu.
Şimdi ne olacak, diye bir soru sordu kendine. Ağlamak istemedi ama göz
kapakları arasında biriken yaş gözlerini yaktı geçti. Tazı gibi sıçrayıp
zıplayarak iniş aşağı koştu. İçi içine sığmıyor, dokunsalar avazı çıktığı kadar
bağırıp ağlayabilirdi.
Seranderin yanına
vardığı zaman, evini aradı gözleri, hiçbir izi kalmamıştı. Seranderin sağlam
kalmasını Allahın çocuklarına bir bağışı olarak yorumladı. Sel yatağından halen
çamur akıyordu dereye doğru. Kulaoğlu’nun evi de yok olmuş. Ağaçlar bile
sökülüp gitmiş. Acele ile serandere çıktı, iki keçe ve bazı çamaşırlar vardı
onları aldı. Sonra, seranderin de yıkılabileceği korkusu ile kapıya koştu,
dikkatle izledi sel yatağını. Geri döndü, bir çuvala ekin doldurdu. Tamamı
belki birkaç çuval olabilirdi, başka boş çuval yoktu. Dolu çuvalı, keçeleri ve
çocukları sarıp sarmalayacak bazı eşyaları aldı, aşağıya indirdi. Seranderin
altındaki eski kazanı gördü, sevindi. Hepsini birden sırtına alarak yokuşu tırmanmaya
başladı. Öncelikle ne yapması gerektiğini düşünemiyor, bütün yaptıklarını istem
dışı yapıyordu.
Yağmur hızını iyice
kesmiş çiseliyordu.
Sel aşağıdaki derenin
önünü kesti ve büyükçe bir göl oluştu. İnsanlar dertlerini unutmuş onu izlemeye
koyuldu. Mahallenin görünümü şaşılacak kadar değişti. Kimin tarlası nereden
başlar nereye kadar gider belli değildi artık. Her şey birbirine karıştı.
Evlerini sel alan
ya da ‘bu gece benim evim de yıkılabilir’ diye endişe duyanlar geceyi istali
ormanında geçirmeye hazırlanıyordu. Evleri yıkılmayan diğer köylüler peynir
ekmek getirdiler, çorba getirenler de oldu. Bir şaşkınlık devam ediyordu ki
olsa o kadar olurdu.
“Meva” dedi, Ayşe.
“Çocukları ananın evine götürsene, burada geceleyemezler.”
“Aklınla bin yaşa,
bunu nasıl düşünemedim.”
Akşamın
karanlığında çocukları alarak anasının evine doğru yürümeye başladı.
Son gelenler, altı
kişinin sele kapıldığını, on dört evin yok olduğunu, yirmi üç evin de hasar
gördüğünü söyledi. Farklı haberler de geliyordu. Oysa olup bitenler gözlerinin
önünde, görüş alanları içindeydi.
Dün korku ile
yokuşu tırmananlar bu kez hızlı adımlarla aşağı doğru iniyor. Duyan, işiten
herkes sel yatağını ziyarete geldi. Evleri sele kapılanlar, çamurların içinde
umutla bir şeyler arıyordu.
Meva’da kaynanası
ile evlerinin olduğu yere gitti. Ev yok olmuş serander hâlâ yerinde duruyor.
“Buna da şükür”
dedi Ayşe.
Çok yakınlarında
büyük bir uçurum oluştu. oysa oralarda kaç kişinin tarlası vardı. Şimdi
bulundukları yer ise sipsivri bir tepe gibi kaldı. Bir yanı yukardan aşağı
gelen dere diğer yanı sel yatağı. Yeni göl bile görünüyor oradan.
Sel yatağı kenarına
salkım saçak dizilmiş insanlar meraklı gözlerle izliyordu olup biteni. Aşağı
derede oluşan göl ise tam seyirlik, sanki bir tablo gibi orada öylece sergilenip
duruyordu.
O korkunç günün
üzerinden üç gün geçti. Ayşe ve Meva seranderin içini tek oda olarak
düzenlemeye çalışıyor. Çocuklar avluda oynarken, güneş kendini gösterdi
sırtları ısınıyor.
Ne olduğu
anlaşılmadı ama Çoruk vadisi yine insan seslerine boğuldu. İki kadın seranderin
kapısına koştu, acaba yeni bir sel mi var, yoksa çocuklara bir şey mi olmuş.
Hayır, çocuklar aha şuradaydı. Büyük bir uğultu ile beraber sesler gelmeye
devam ediyordu, göle doğru baktı Meva.
“Aman Allahım!”
diye avazı çıktığı kadar bağırdı.
Ayşe ve çocuklar da
o tarafa doğru baktı.
Vadiyi doldurup göl
oluşturan sel, şimdi de gölün önünden çekiliyor. Dev ağaç gövdeleri, seli
oluşturan taş ve topraklar gölün basıncına dayanamadı, dere boyu yeniden
harekete geçti. Vadi boyunca giderken canlı cansız ne yakalarsa silip süpürüyor
Çoruğa yeniden dehşet saçarak köyü terk ediyor. Yarım saat kadar sürdü gölün
temelli kaybolması.
“Kıyametin kopması
da böyle bir şey olmalı” diye söylendi Ayşe.
Taşhan’da Solaklı
deresi ile birleşen sel, sadece Çoruk vadisini değil Solaklı vadisi boyunca her
şeyi yerle bir etti. Yolları yıktı, insanları ve hayvanları kaptı, denize
ulaşana kadar hiçbir şeye aman vermedi. Ağaçları kökünden söktü, köprüleri öyle
yıktı ki iz bile bırakmadı. Günlerce insan ve hayvan cesetleri görüldü dere
boyunca. Hiçbir zaman hesap edilemedi zarar ziyan ile sele kapılan insan ve
hayvan sayısı.
1929 yılının
Haziranı yeniden düzene girdi ama onlarca ailenin yaşamını yerle bir etti.
Şimdi sanki hiçbir şey olmamış gibi güneş yine doğudan doğuyor batıdan batıyor
ve sanki Karadenizin suyunu buralara kadar taşıyan bulutlar bir şey olmamış
gibi köyün semalarında keyifle yüzüyor. Topraksız, yersiz yurtsuz kalan
insanlar sel alanı içinde küçük bahçe yerleri oluşturup sebze yetiştirmek
istiyorlar. Zaten az olan toprakları kaybolup gitti. Bu kez, “orası benim!”
“hayır benim!” kavgaları başladı. Umutsuz, mutsuz bir şekilde gelecek sene için
kara kara düşünmeye başladılar. Hoş, tarlalarında zaten yeteri kadar mısır
olmazdı, ama hiç değilse açlığın belini kıracak kadar yetişirdi.
Özellikle,
erkekleri askerde olan aileler için korkunç bir belirsizlik vardı. Göz açıp
kapayıncaya kadar yaz bitecek ardından güz ve kış gelecekti. Evsiz barksız
kalmak, ölmekten daha beter, buna bir de açlık eklenirse, düşünülmesi bile
istenmez.
Seranderi
düzenledikten sonra artık orada yatıp kalkıyor aile. Yedi basamaklı bir
merdiven dayamışlardı çıkmak için. Akşam olunca merdiveni yukarıya çekiyorlar.
Bir sabaha karşı
Meva bir ses duydu uyandı. Kaynanası Ayşe yatağının içinde oturmuş ağlıyordu.
“Neyin var anam?”
diye sordu.
“Yusufu, Yusufumu
gördüm rüyamda. Geldi de buraya serandere çıkmadı, ayağı ağrıyordu aşağıda oturdu.
Beni görünce; sen işine bak, şehitler gönderdi beni, karıları ne âlemde görüp
haber götüreceğim onlara, dedi bana. Sonra da yerinden kalktı, gideceğini
anladım Yusuuf! Diye bağırdım arkasından, uyanmışım” der demez hıçkırıklara
boğuldu. Çocuklar duymasın diye kendini sıkıyor bu kez kısık ve tiz sesler
çıkıyordu gırtlağından. Bir süre dişlerini sıkarak çocuklara duyurmamaya
çalışarak ağladı. Neden sonra ahırdaki ineklerden birinin sesi duyuldu, bu kez
ineğin derdine düştü ağlamayı bıraktı, kendine gelmiş olmalıydı.
“Ben de Bayram’ı
gördüm ana” dedi Meva.
“Nasıl gördün?”
dedi hayret uyandıran bir ilgi ile.
“Uzanıp merdiveni
aldı, yerine dayadı buraya çıktı. Onu görünce fırladım kalktım, ‘Korkma sabırlı
ol, askerden döndüğüm zaman yeni bir ev yapacağım sana. O zaman çocuklar da
büyümüş olacak herkes işin bir ucundan tutacak’ dedi. Boynuna sarılacaktım ama
o yoktu. Uyandığımda seni gördüm.”
“Güzel görmüşsün,
ölmeyecek geri dönecek. O burada olsa da hiçbir iş yapmasa gene yeterdi, işleri
ben yapardım.”
Meva’nın gözleri
doldu;
“Biraz daha yatalım
ana, horozun sesini duymadım” der demez, sanki boğazındaki hıçkırık düğümü
çözüldü. O da sesini çocuklar duymasın diye dişlerini sıktı ama başaramadı.
Gırtlağından çıkan sanki ses değil, yüreği parçalanmış sökülmüş geliyordu.
Kayınbiraderi Feyiz
uyandı, bir süre dinledi, sonra da;
“Ne oldu sana
yenge?” diye sordu.
“Bişey olmadı, rüya
gördüm yavrum, sen uyu.”
Çok uzaklardan bir
horoz sesi duydu. Kalktı kuşağını sardı, giyindi. Kapıyı açıp çıktı, merdiveni
yerine indirdi. Ağır adımlarla ve tutunarak indi, çeşme tarafına doğru yürüdü.
Ağlamak, boşalmak, ağlayarak rahatlamak istiyor ama sesinin duyulmasını
istemiyordu.
Sadullah Koloğlu (Arap Kaymakam)
Koloğlu, aslen
Sürmenelidir. Babası Libya’da askeri görevliyken, 1870’li yıllarda Derne’de
doğmuş. İttihat ve Terakki partisi ikinci meşrutiyetin ilanı ile iktidara
gelince, bir süre sonra ona da görev verdiler. Sürmene ve Of’ta kaymakamlık
yaptı. Trabzon ve çevresinde tanındı itibar sahibi oldu. Halkın sevgisini
kazandı ve ne yaparsa doğru yapar gibi bir izlenim sergiledi. Fakir babası
olarak bilinirdi. İnsanların bir sorunu olduğunda mahkemeye başvurmaz doğrudan
ona giderdi. Adalet kavramının ne olduğunu öğretti Oflulara, Sürmenelilere ve
Maçkalılara. Libya’da doğduğu için “Arap kaymakam” lakabını taktılar ona.
Lakabından hoşnut olduğu her halinden belli olurdu. Gerçek adını kimse
bilmezdi, ama “Arap Kaymakam” dendiği zaman akan sular dururdu.
Arap Kaymakam,
Maçka’ya 1923 yılında atandı. En önemli görevi sorun çıkarmadan Hıristiyanların
Yunanistan’a gönderilmesiydi. İkinci ve önemli sorun ise eşkıyalardı. Yeni
kurulan devleti ciddiye almıyor, dağ yollarında terör estiriyorlardı. Bir
ceket, gömlek veya bir çift çorap için adam öldürmekten çekinmiyorlardı.
Sınırlı sayıda
Jandarma ile Rumları gönderdi. Ardından, Maçka dağlarında yaylalarında eşkıya
avına çıktı. Eşkıya ile savaşmanın örneklerini Of’ta iken göstermişti zaten.
Artık, onun adını duyan Maçka bölgesi eşkıyaları kendilerine çeki düzen vermek
zorundaydı. Altı yılı aşkındır Maçka’da görev yapıyordu.
O Yaz boyunca da
dağlardaydı. Haziranın yarısı geçtiği halde ne bir eşkıyaya rastladı ne de bir
soygun haberi almadı. Maçka’ya döndüğü gün koltuğuna oturdu. Kara haberi kâtibinden
aldı.
“Of’un Çoruk
köyünde bir sel felaketi oldu ve önemli sayıda insan aç ve açıkta kaldı.”
Haberi duyar duymaz
ayağa fırladı, pencereye doğru yürüdü. Hükümet konağı, Kapıköy yolu üzerindeki
taş binaydı. Oradan Liveraya doğru baktı. Köyün başına duman çökmüş sadece
aşağı kısımları seçilebiliyordu. “Tuh!” dedi, sonra da geriye, kâtibe döndü.
“Kalem kâğıt getir, Of kaymakamına bir yazı yazacağız” dedi.
Maçka, daha doğrusu
Livera, Gülbahar Hanım Sultan’ın memleketiydi. O bakımdan Osmanlı, Livera hakkında
özel bir yasa çıkarmıştı. Zaman içinde o özel yasadan yararlanmak isteyen
Hıristiyan ahali, merkezi kiliselerini Livera’ya taşımıştı. Orada olmak demek
vergi ve bazı muafiyetlerden yararlanmak demekti. Ne var ki Trabzon’un pek çok
yerinde Müslümanlık kitleler halinde kabul edildiği halde “Livera yasaları”
Maçka halkının İslamiyet’i tercih etmesine engel olmuştu.
Yeni kurulan Türk
devleti, Yunan teklifini kabul edecek ve her iki ülkedeki Müslüman ve
Hıristiyan ahali yer değiştirecekti. O nedenle, belki de bin yıllık Maçkalılar
hiç bilmedikleri yaban ellere doğru yola çıkarılacaktı.
Köy 1924 yılında
tamamen boşaltılınca uzun süre bir karar verilemedi, boş bırakıldı. Bazı uyanık
adamlar zaman içinde giderek boş evleri talan etti. Ardından, hiç kimse ses
çıkarmayınca, yerleştiler ve köyü sahiplendiler.
Arap kaymakamın
“Tuh!” demesi ondandı. Çoruk’ta evsiz kalan köylüleri Livera’ya yerleştirmek
geçmişti aklından, ama Livera’dakileri nereye gönderecekti? Ona göre; hem köy
şenlenecek hem de evsiz kalan insanlara yardım edilmiş olacaktı. Bunun için
öncelikle Vali ikna edilmeliydi.
Yazıyı Of
Kaymakamına Trabzon Valiliği aracılığı ile gönderdi. Vali’de ekine not düşmüş;
Maçka’dan Yunanistan’a ne kadar insan gönderilmişse Of’tan da Maçka’ya o kadar
insanın gönderilmesini istemiş. Ne var ki aradan geçen beş yıl, gerçeği
değiştirmiş. Evlerin çoğu yıkılmış, yapı malzemeleri başka taraflara taşınmıştı.
Sağlam kalan evler de birileri tarafından şenlenmişti.
Of kaymakamına
göre, Çoruk’daki sel felaketi büyütülecek bir olay değildi. Çoruk ile beraber
Zeno, Visir, Holo ve Mavran köyü muhtarlarını çağırdı, göç etmek isteyenler
için bir liste çıkarılarak kendisine verilmesini istedi.
Haber ulaştığında,
uzun uzadıya düşündü gelin kaynana. “Göç etmek, ayrılmak, çocuklardan ayrılmak,
kadın başına bilmediğin diyarlara gitmek” bütün bu sorulara cevap aradılar.
Birkaç ay sonra güz, ardından kış gelecekti ve ufuktaki kara günler onlara göz
kırpıyordu. Aslında bu kıskacın içinde sağlıklı karar vermek kolay iş değildi.
Diğer köyler halkı
için bir tür piyango idi bu haber. En azından kurulu düzenleri vardı. Hiç
hesapta yokken Maçka’da yer yurt sahibi olacaklardı. Daha sonra oradaki
toprakları satıp zengin olarak geri dönmek ihtimali bile vardı.
Son yazılma tarihi
Temmuzun yirminci günüydü, o bakımdan düşünecek kadar az zamanları vardı. Eğer
bu evden birisi gidecekse o da Meva olmalı, çünkü o daha gençti. Öyle ise düşünmesi
ve karar vermesi gereken de o olmalı.
Meva işin önemini
kavradı, geceleri uykuları kaçmaya başladı. İki sene daha kocasız bir hayat
sürecekti. El memleketinde kocasız yaşamak çok da kolay bir iş değildi. Gecenin
bir vaktinde kapısını çalabilecek tanımadık insanlar olabilir miydi? Başına
öyle bir hal gelse ne yapabilirdi? Hem o Maçka denilen memleket nasıl bir yerdi
acaba? Bütün bu ve buna benzer sorular aklına düştükçe çılgına dönüyor bir
türlü uyuyamıyor ve hiçbir karar da veremiyordu.
Kulaoğlu Mehmet iki
evliydi, kalabalık bir ailesi vardı. Sele giden evinden başka, diğer mahallede
bir evi daha vardı ve artık iki hanımı ile orada oturuyordu. Maçka işine de
sıcak bakıyor, eşinin birisi ile oraya gitmeyi düşünüyordu. Camiden yukarı
giden yolu izledi. Üst yoldan gitmek, hem de eski komşularını ziyaret etmek
istedi.
Meva bebeğini
kucağına almış emziriyordu. Uzaktan gördü onu, toparlandı. İki eli arkasına
bağlı bir şekilde ağır adımlarla geldi. Giderek bir tahtanın üzerine oturdu.
Dikkatle yüzüne baktı kadının.
“Gelin!” dedi.
“Ağladın mı yoksa?”
Hayır, anlamında
başını salladı.
“Beni iyi dinle
gelin; kararımı verdim gideceğim. Sen de gelmelisin. Sadece bebeğini al yanına,
büyük oğlanı buraya, kaynananın yanına, ortancayı da annene bırak. Evini teslim
alınca gelir götürürsün. Sordum soruşturdum, yarı gecelerde yola çıkılırsa
yatsı ezanında orada olunurmuş. Çok uzak sayılmaz yani. Bana ne olursa sana da
o. Ne dersin?”
Göz göze geldiler,
uzun zamandır ilk kez gülümsedi Meva.
“Orada da komşu
olabilir miyiz?”
“Neden olmasın, hem
baktık ki bize uymadı döneriz.”
“Dönebilir miyiz?”
“Elbette döneriz
ayağımızdan bağlanmadık ya.”
“Sen gidersen ben
de varım.”
“Anlaştık” dedi
Kulaoğlu gülümseyerek.
İkisi de gülümsedi.
Hiçbir yerde
buradaki hayattan daha kötüsü olamaz diye düşündü Meva. Maçka hayalleri kurmaya
başladı artık. Yolculuğun başlamasına birkaç gün daha vardı. Bu da hazırlanmak
için yeterli bir süre idi.
“Mademki bir günde
gidilebilecek yoldur, üç pleki ekmeği hazırlasam yeter sana kızım. Bebek için
bir kafeka süt alırsan elverir. Patates haşlar peynir de hazırlarız” dedi Ayşe.
“Sağ olasın anam,
yeter her halde.”
O sabah yolculuk
başlayacaktı. Hazırlık akşamdan başladı. Bir keçe ve bir yorgan ile çamaşırları
hazırladı. Ömrü boyunca Of çarşısına bile gitmeyen Meva, çok uzaklara gitmek
için heyecanlı bir bekleyiş içindeydi.
Gece; dünyanın
görüp göreceği en uzun gecelerden biri olmalıydı. Uykular gökyüzüne doğru
üflemişti sanki. Bunun nedeni yarın sabah başlayacak olan yolculuk olmalıydı.
Ortanca oğlu Behzat’ı annesine teslim etmiş, büyüğü Yusuf zaten kaynanasında
kalacak, sadece bebeği Abdullah’ı götürecekti. Başkaca gerekli bir şey olabilir
mi diye kafasını takıyor bir türlü uyuyamıyordu. Aynen onun gibi Ayşe de uyuyamadı
ama sanki küs olmuşlar konuşamıyorlardı da. Gece uzadıkça uzadı, Çocuklar uyudu,
büyüklerin uykusu temelli uçtu gitti.
Çok uzaklardan bir
horoz sesi duyulduğunu fark edemediler, sızıp kalmışlar.
Bir ses duyuyor ama
bir türlü kendine gelemiyordu. Ayşe sertçe seslendi ona;
“Meva!”
“Hıh!” diyebildi
uyku arasından.
Başka bir ses daha
duydu, seranderin direğine birisi odunla vuruyordu sanki. Dışarıdan bir ses;
“Meva!” diye
bağırdı.
Öz annesinin sesini
tanıdı uğurlamak için gelmiş olmalıydı.
“Kalktım ana!” diye
seslendi.
Şafak sökmek üzere,
seranderin balkonuna çıktı, merdiveni aşağı sarkıttı, inerken anasını ve kız
kardeşini ala karanlıkta seçebildi.
“Daha sabah olmadı
ne aceleniz vardı.”
“Oldu oldu, horoz
sesini duymadın mı?”
“Gece uyuyamadım,
daha yeni uyku tutmuştu gözlerim.”
Şafak iyice söktü.
Ayrılık vakti gelip çattı. Yolculuk başladı, caminin yanına kadar peşinden
gittiler. Kulaoğlu’nun evi daha ilerdeydi, onlara orada ekleşip gidecekti. Sıra
ile kucaklaştılar, bebeğin eline bir elma kurusu tutuşturdu anneannesi.
Devesoğlu oradan geçmiyor olsaydı bir türlü ayrılamayacaklardı.
Gözyaşları sel olup
akarken iniş aşağı doğru yürüdü.
Kulaoğlunun evine
kadar Devesoğlunu izleyerek gitti. Onlarda hazırlanmıştı. Yola çıktılar,
yürüdükçe diğer ailelere ekleştiler. Gidenler arasında; Bektaşoğlu Süleyman ve
ailesi, Uzun Hasan ve ailesi, Ğuvanlı Şaban, Dursun, Behzat ve aileleri, Osman
usta, Hasan Usta, Çakıroğlu, Çap Harun, Refe, Mayriya Kâmil, Vinda Yakup, Refe,
Salim ve aileleri ilk gördükleriydi.
Taşhan’dan sonra,
patika yol gidilecek gibi değildi. İndili bindili pek çok yer selden hasar
görmüş zor gidiliyordu. Öyle olunca yoldan yukarı çıkıp tarlaların kenarından
yürümek gerekiyordu.
Mavran’dan geçerken
konvoyun başı sonu belli değildi. Bir kadın dikkatle baktı Meva’ya;
“Biraz bekle beni”
dedi ve koşarak evine gitti. Bir parça mısır ekmeği üzerine tereyağı sürdü,
koşarak getirdi ve bebeğin eline verdi. Ne adını söyledi ne de kimsin, nereye
gidiyorsun diye sormadı.
Of Çarşısına
vardıklarında henüz ikindi ezanı okunmamıştı. Kaymakamlığa doğru yürüdüler.
Hükümet binasının önünde yüklerini indirip oturdular. Çarşıda dolaşan herkes
başlarına toplandı. Her birinin kendine göre bir sorusu vardı. Tüm soruların
tek cevabı vardı aslında, onu da öğrendiler; Devlet bu insanları Maçka’ya gönderiyor.
Bir süre sonra bir
adam geldi yol gösterdi, sahildeki deve hanlarına götürdü Çorukluları. Doksan kişi
tavanı çok yüksek bir handan içeri girdi. Hanın berbat kokusu keyiflerini
kaçırdı. Oralarda bir yerde çalı süpürgesi bulup Hanı süpürüp temizlediler. Nasıl
olsa yarın sabah gideceklerdi o yüzden fazla özen göstermek gerekmiyordu.
On iki günden beri deve hanını mesken tutmuş,
ha bugün ha yarın diyerek bekleyip duruyor Çoruklular. Ekmekleri tükendi Fırından
alabilecek kadar paraları da yoktu. Meva, Kulaoğlu ile müşterek bir sofrayı
paylaşıyordu. Sadece ekmekleri değil yiyecekleri de dün akşamdan tükendi.
Bebeğin sütü çoktandır yoktu. Meva, karnı doymadığı için yeteri kadar sütü çıkmıyor,
boş memeler ile daha fazla avutamıyordu bebeğini.
Kulaoğlu ne
yapacağını bilemez haldeydi. Kendi çocukları da açlık çekiyor, çocuklara
baktıkça yüreği parçalanıyor ama yapacak bir şey gelmiyordu aklına. Hele de
Meva’nın bebeği ağladıkça, bir tür suçluluk duyuyordu. Yere oturdu başındaki
fesi çıkardı, dirseklerine dizlerini destek yaptı, parmakları ile saçını
sakalını karıştırdı arada bir acıtana dek çekti. “Bir şey yapmalıyım” diye
söylenip durdu içinden.
Ağlayan bebeğin
gözyaşları yüzüne sıvandı. Meva son çare olarak parmağı ile ağzından aldığı
tükürüğü bebeğinin ağzına sürmeğe başladı. Kulaoğlu bütün bunları izlerken
dayanamadı, yerinden kalktı yüzünde dehşet bir ifade vardı, kafekayı eline
aldı;
“Ben süt aramaya
gidiyorum” dedi ve çıktı gitti.
Topal Şekerin oğlu
İdris, yaman bir kavalcıydı. Han duvarının gölgesine oturmuş gelin ağlatma
havasını üflüyordu.
Hayatında hiç
kimseye minnet etmeyen, aman dilemeyen, dilencilik yapmayan Kulaoğlu Of’un
kenar mahallelerine gidecek süt ve ekmek dilenecekti. On altı sene askerlik
yapmış nice savaşlar yaşamıştı. Hiçbirinde şimdi olduğu kadar eziklik duymamıştı.
Bir takımadamlar
geliyordu hana, her yanı dolaşıyor sonra da çıkıp gidiyorlardı. Önemli biri
olduklarını sanırdı Çoruklular. Kulaoğlu gidince o adamlardan yine geldi. Bir
tanesi Meva’nın yanında durdu eğildi, dizlerinin üzerine çömeldi.
“Bu çocuk çok
ağlıyor” dedi.
Boğazına
düğümlenmiş bir hıçkırığı vardı Meva’nın cevap veremedi.
“Bakamayacağını ve
sana yük olduğunu düşünüyorsan sat bana, çok para veririm sana.”
Göz göze geldiler.
Dikkatle izledi adamı, gerçek bir alıcı gibi konuşuyordu.
Adam şefkatle
çocuğa baktı. Meva’dan cevap alamayınca yerinden doğruldu yürüdü, biraz ileri
gitti durdu, yan gözle kadını süzerken çocuk hala ağlıyordu.
Teklifin gerçekçi
olduğunu düşündü Meva. Artık iyice umutsuzluk içindeydi. Böyle giderse hem
kendisi hem de bebeği açlıktan, belki de hastalıktan ölecekti. Ama ne olursa
olsun bebeği yaşamalıydı.
Adam tam çıkarken,
aklına bir şey gelmiş gibi geri döndü.
“Bacım” dedi.
”Hanımım burada, evet dersen gelecek. Bebeğini verirsen pişman olmazsın.”
“Hem bebeğim hem de
ben açlıktan ölebiliriz. Bu adamı Hızır göndermiş olabilir mi?” diye bir soru
oluştu içinde. Gözlerini adamın gözlerine dikti, duygusuzca baktı.
Bu halini evet
diyebilir şeklinde yorumladı adam;
“Hanımımı da
getireyim, Termeliyim, zengin adamım çocuğun aç ve açıkta kalmaz endişen
olmasın.”
Yine cevap alamadı,
yürüdü gitti.
Bebek ağlamaktan
bitkin düştü uykuya daldı yahut kendinden geçti.
Çoruklular, neden
Maçka’ya gönderilmedikleri hususunda fikir yürütüyordu. Bu Hana terk edilmişler,
hiç kimse ne olacağını bilemiyor. Vinda Yakup, Lanet Hasan ve Topal Şeker Kaymakama
gittiler.
“Geleceğimiz ne
olacak?” sorusuna cevap arayacaklardı.
Kulaoğlu geldiği
zaman bebek anasının kucağında baygın bir halde uyuyordu. Yarım torba kadar ekmek
kırığı ve bir miktar süt toplayabildi. Çocukları ve Meva elinin boş olmadığını
görünce sevindiler. Birer parça ekmek çıkarıp tutuşturdu ellerine.
Termeli adamın
söylediklerini duyunca Kulaoğlu çılgına döndü;
“Olmaz öyle şey”
dedi. “Buraya gelenler bizden yararlanmak için geliyor. Ölmedik daha.”
Hızla ayağa kalktı
çok sinirlenmişti;
“Komşularım
arkadaşlarım!” diye bağırdı olanca sesiyle.
Herkes ona baktı.
“Yabancı kimseyi
sokmayın aranıza, her şeyimizi çalabilirler, sonra yandım anam para etmez!”
kapıya doğru yürüdü, geri döndü;
“Anladınız mı?”
Hiç kimseden ses
çıkmadı.
Kaymakama gidenler döndü.
Yetkili bir adam bulamadıklarını söylediler. Bu belirsizlik herkesin canını sıktı.
İleri mi, geri mi? Sorusuna cevap bulmaları gerekiyordu. Yani köyümüze mi
Maçka’ya mı gidelim? Ancak bu yaman soruya hiç kimse cevap veremedi. Bir günlük
yolları vardı ve neredeyse iki hafta oldu buraya hapis edilmişlerdi, hiçbir
muhatapları da yoktu.
“İnat da bir
murattır” dedi Topal şeker.
Yaşları henüz
onbeşine gelmemiş on delikanlı gönderdi köye. Ekmek ve yiyecek getireceklerdi.
Çoruklular Of
çarşısının biraz ilerisinde, sahildeki deve hanlarının birinde on beş gün ne
diye bekledilerini bilemedi. O gün öğleden sonra bir adam geldi;
“Herkes
hazırlansın, gemi geldi. Kayıklara bineceksiniz” dedi. Gemiler sahile
yaklaşamaz biraz ilerde dururdu. Yolcular kayıklarla merdiven başına kadar taşınırdı.
Bu habere şaşıp
kaldılar ve her kafadan başka bir yorum çıktı. Kimisi Rusya’ya kimileri de
Samsun’a gider bu gemi demeye başladı. Yine de emirlere uymakta hiçbir direnç
göstermediler. Gemiye taşınırken yeni bir şey daha öğrendiler. Muhacir
gidiyorlardı ve her biri bir muhacirdi. Bu sözü kendilerine pek
yakıştıramadılar, ama uzun yıllar boyunca öyle anılacaklarını bilemezlerdi.
Trabzon’a
vardıklarında şafak söküyordu. Yarı uykulu halleriyle kayıklarla Limana
taşındılar. Bu kez oradaki deve hanlarına yerleştirildiler. Hana giren her muhacire
aşı yapıldı. Limandan biraz ilerde sülüklü mezarlığına yakın bir yerde, yeni
bir bekleyiş başladı.
O zaman, diğer
Maçka muhacirleri ile ilgili yeni şeyler öğrendiler. On beş günden bu yana
Of’tan Maçka’ya muhacir gidiyormuş. Bu duyum müthiş bir umutsuzluk ve endişe
yarattı. Topal şeker ile Lanet Hasan;
“Oyun oynadılar
bize” diye söylendiler.
Sülüklü deve
hanlarında beklemek iki gün sürdü. Üçüncü gün sabah erkenden Maçka’ya doğru
yaya olarak yola çıktılar. Yol güzeldi, hava pekte Of’un rutubetli havasına
benzemiyordu.
Maçka’ya
vardıklarında akşama biraz daha vardı. Artık yerleşecekleri köy onlara bir
saatlik mesafedeydi. Orada da deve hanlarına yerleştirildiler ama farklı bir
uygulama ile karşılaştılar. Yemek verdiler, çorbanın ardından etli patates
yemeği mutlu etti onları. Uzun zamandan beri ilk kez doydu karınları.
“Yemekten sonra
kimse ayrılmasın, kaymakam konuşacak” dedi bir adam.
Bu bekleyiş uzun
sürmedi. Elli yaşın biraz üstünde, orta boylu zipka benzeri pantolon giyen bir
adam geldi. Başında bozkurt kalpağı vardı. Bir iskemlenin üzerine çıkarak;
“Hoş geldiniz
Çoruklular” dedi. “Beni tanıyanınız var mı? Eski Of kaymakamıyım, Arap kaymakam
derler namıma!”
İsmi hatırlayanlar
oldu.
Lanet Hasan;
“Arap kaymakamı
bilmemek olur mu, Of’un her yanında namın var beyim” dedi.
“İşte o adam benim.
Burada, yani Maçka’da kötü işlere bulaşmazsanız adamınız, yardımcınız dostunuz
olurum. Hiçbir zaman haksız olarak yanıma gelmeyin. Fakat bir derdiniz olursa
mutlaka gelin.”
Maçka’yı ve köyü
tanıttı dinleyenlere. Eskiden dağlarda eşkıyalar vardı fakat beş yıldan beri
amansız bir mücadele ile kökünü temizledik. Endişe edilecek korkulacak hiçbir
şey yok artık. İsterseniz geceleri kapınız açık yatın hiç korkmayın, diyerek
cesaret de verdi.
Çoruklular
Livera’ya vardıklarında Köy içinde oturulabilir durumda hiçbir ev yoktu. Of’un
Holo, Kondu, Visir, Mavran, Zeno gibi köylerinden erken gelenler beğendikleri
yerlere yerleşmişler. Hola’lı Hafız Orhan, hem Muhtar hem de geçici olarak
iskân işi ile görevliydi. Yetkiyi Arap kaymakamdan almış.
Hafız Orhan o kadar
insanın geleceğini tahmin etmiyordu, yerleştirme işini yaparken seçici
davrandı. Visirlileri merkez dışına yerleştirdi. Çoruklulara ise köyün kenarda
kalmış boş evlerini gösterdi. Arazi yetmeyince Visirliler tarafındaki kenar
yerleri bölüştürdü.
Meva’yı önemseyen
olmadı, ilk gece Bektaşoğlu Süleyman’ın konuğu oldu. Kulaoğlunun ailesi
kalabalıktı Ziganoy mahallesinde virane bir ev verdiler ona.
“Kulaoğlu
memleketten komşumdur ona yakın olmak istiyorum” dedi Meva hafız Orhan’a. Öyle
deyince Aynı hizada; Mayriya Kâmil ve Meva’ya da birer yıkık ev gösterdi.
Aslında buna memnun olmuştu ama aynı gün bir sahip daha çıktı verilen eve.
Karaloğlu bir ev almıştı ancak arazisi çok azdı. O nedenle orası da ona
verildi. Meva yinede bir hafta daha orada oturdu. Her gün bebeği kucağında
olduğu halde Hafız Orhana gidip geliyordu. Aslında Hafızın çok da umurunda
değildi ama Kaymakam onu görevlendirmişti ve şikâyet olmasın istemişti.
Yeri’li Mustafa
Çavuşun da iki yerde arazisi vardı. Birisi mahalle içinde diğeri ırmak
kenarında taşlık kayalık, ormanlık bir yerdi. Bir tarafı tercih etmesini istediler
ondan. O da mahalle içi olan yeri tercih etti. Köye gidişinin onuncu günü Meva
da ev ve yer sahibi oldu.
Evin içinden
bakınca dışarısı görünüyordu, ne var ki orası artık onundu ve mutluluktan
uçabilirdi. Küçük bir tarlası da vardı. Evin alt katındaki ahır fena
sayılmazdı. Kapısı sağlamdı ve içten sürgülüydü. Evin kapıları da içten
sürgülüydü. Bu sürgüler ona güven verdi. Evin içinden Ahıra inen bir boşluk
vardı ki bu onun için çok önemliydi. Bir gün ineği olur da ahıra inmesi
gerekirse gece karanlığında dışarı çıkmaz oradan inebilirdi. Ev iki odalıydı.
Aşhane denilen kısımda ocak yeri ve hemen arkasında, girişi kemer şeklinde ve
tünele benzeyen bir oda daha vardı. Ateş yakınca orası sıcacık olur çocukları
üşütmem, diye düşündü. Endişesi; evin sapa bir yerde ve orman içinde olmasıydı.
Bu korkusunu biraz olsun yatıştıran, başına bir hal gelse ve olanca sesi ile
bağırsa Kulaoğluna ses duyurabileceğini düşünmesiydi. Artık hayaline göre evini
düzenleyebilirdi. Evin yanında yıkık iki katlı bir yapı daha vardı. Onu da
zenginlikten saydı.
Köye geleli on dört
gün, Çoruk’tan ayrılalı bir ay olmuş. O sabah Ömerlilerden Yusuf’un evine
gitti. Hanife Kadın kapının eşiğinde oturuyordu. Meva’yı görünce yerinden
kalktı, sırtına bağlı bebeği indirmesi için yardım etti. Sonra da yan yana
oturdular. Şundan bundan konuşmaya başladılar.
“Yarın kardeşin
Kamil ile Çoruk’a gitmek istiyoruz” dedi Meva.
“İşiniz mi var?”
“Sığırımı
getireceğim. Sığırsız olmaz, hiç olmasa çocukların sütü olur.”
“Haklısın.”
“Bebeğimi üç
günlüğüne sana bıraksam ne dersin. Gidip gelene kadar sakla onu.”
“Elbette, neden
olmasın. Çok ağlarsa emziririm onu benimkilerle sütkardeş olur, haberin olsun.”
“Nasıl bilirsen
öyle yap.”
Vinda Yakup,
Mayriya Kâmil ve Meva tan yeri ağarmadan yola koyuldu. Sıkı bir yürüme ile
gecenin geç vaktinde Çoruk’ta olabileceklerini düşündüler. Gözetleme kulesi
bayırından aşağı Sansanoz’a doğru inen yol taş döşeliydi ve çok rahat
yürünüyordu. Aslında yukarı çıkarken de rahat yürünebilen bir yoldu. Boy sırasına
göre yürüyorlardı sanki. Yakup önde, arkasında Kâmil ve en sonda Meva, arada
bir sekerek, zıplayarak acele ile yol alıyorlardı.
Mataracı ve
Ayvasıl’ı geçerek Değirmendere boyunca Trabzon’a giden şose yolu izlediler.
Sülüklü mezarlığının rampasını çıkınca deniz gözüktü. İnsanı dinlendiren,
yorgunluk çıkaran bir görüntü sergiliyordu. İki gece kaldıkları hanın önünden
geçerken sıra ile bağlanmış develeri gördüler. Mayriya Kâmil;
“Onlar da muhacir
olmalı” dedi gülerek.
Vinda Yakup bu sözü
duyunca durdu, herkes durdu, elindeki değneğe dayanarak denize doğru baktı.
“Kâmil” dedi.
“Acaba öyle bir memleket var mı ki oranın devleti kendi insanını adamdan
saysın?”
“Hayvan yerine
konulmak, handa yatırılmak o kadar da fena sayılmaz. Beterin beteri var.”
Kısa bir süre
öylece dikildiler.
“Gidelim” dedi
Meva.
Değirmendere
köprüsünden geçtiler. Ormana kadar uzanan yeşil çimenlerde develer otluyordu.
Karınlarını doyuracak, belki de İran veya Van tarafına sefere çıkacaklardı.
Artık, sol
taraflarında deniz olduğu halde uzun bir yolları vardı. Hava sıcaktı ve iyice
terlemişlerdi. Bu yol üzerinde Değirmendere ve Araklı derelerinden geçmek oldukça
sıkıntılıydı. Sıcak havalarda sivrisinekler insana aman vermezdi. Pek çok kişi
oralardan geçerken sivrisinek ısırığı nedeniyle Sıtma hastalığına yakalanmış ve
birkaç gün içinde ölmüştü. O nedenle her yolcu açıkta olan el ve yüzünü sarıp
sarmalardı.
Sahil boyunca, ama
aralıklarla köşkler yalılar gördüler.
“Ne güzel yapılar”
dedi Kâmil. “Fakat hiçbirinde hayat belirtisi yok.”
“Kim bilir, belki
onların sahipleri de sürülmüştür” deyince durdu Meva’ya baktı.
“Arada bir sen de
konuş, başka türlü bitmez bu yol” dedi Yakup.
Küçükdere köprüsünü
geçtiler. Yolun alt tarafında büyük bir ceviz ağacı ve suyu bol akan bir de
çeşme vardı. Önden giden Yakup kimseye sormadan yoldan aşağı saptı. Ötekiler de
peşinden. Çeşme başına varınca oturdular, torbalarından çıkardıkları mısır
ekmeklerini yediler, su içtiler ve öğle namazlarını kıldılar. Tekrar yürümeye
başladıklarında güneş batıya dönmüştü.
Çocukları geldi
aklına Meva’nın. Yusuf ve Behzat. Yusuf’a dedesinin adını verdiler. Behzat’ın
adını kaynanası koydu. Küçüğü Abdullah ise ailelerine Abdullahlı denmesi
nedeniyle öyle isimlendirildi. “Ne kadar özlemişlerdir beni, ilk gördüklerinde
çılgınca saldıracak sarılacaklar bana” diye hayal kurmaya başladı içinden. “Gidince
herkes başıma toplanacak ne kadar çok şey soracaklar. Gördüklerimi
yaşadıklarımı anlatacağım.”
Sürmene’den dağ
yoluna dönecekler o yol daha kestirim. Seveho’dan geçeceklerdi. Anası o köyün
kızıydı ve Anneannesi halen orada yaşıyordu. Uğrayıp uğramamak arasında
ikilemdeydi. “En iyisi dönerken uğramalı, yanımda çocuklarım hem de hayvanım
olacak o zaman uğramalı” diye söylendi.
Sürmene köprüsünü
geçince fırının yanından sağa döndüler. Aso Hanlarına kadar gidecek oradan da
sola, Cida ve Seveho yoluna gireceklerdi. Nemli ve sıcak hava iyice bunaltmıştı
o nedenle olması gerekenden daha çok terliyorlardı.
Aso Hanları
çeşmesinin yanında durdular. Su içtiler, aptes aldılar.
Cida rampasını
tırmanırken karanlık iyice çöktü. Karşıda, Aso köyünün tek tük ama küçük titrek
ışıkları seçiliyordu. Karanlığı şenlendirmek için Vinda Yakup türkü söylemeye
başladı.
Cıda’yı geçip
Seveho’ya yaklaştılar.
“Nenene uğramak
ister misin Meva?” dedi Kâmil.
“Gece vakti uygun
düşmez, dönerken uğrayacağım.”
Çoruk’a
vardıklarında yarı gece çoktan geçmişti. Ay yeni doğmuş her yer gün gibi
görünüyordu. Sindoma bayırından aşağı inmeye başladılar. Evi yol üzeri olduğu
için önce anasına uğramayı tercih etti Meva. Belki de birazdan horozlar
ötebilir diye geçti aklından. Avlunun kenarına gidip oturdu. Çok uykusuzdu ama
yine de gönlü o saatte kimseyi uyandırmak istemiyordu. Oturduğu yerden sakin
bir sesle bir türkü tutturdu.
Horoz dilin kurusun
Sabahı ne bilursun
Var sabaha bir saat
Bırak yâri uyusun.
Üçüncü satırı söylerken anası fark etti kızının sesini. Yatağının içinde doğruldu, sevincinden mi üzüntüsünden mi pek anlaşılamadı ağlamaya başladı. Meva türküsünü yinelerken anası kalktı giyindi, giderek dış kapıyı açtı;
“Horozuna söyletme
beni kız, gelsene içeri” dedi.
Koşarak gitti,
anasını kucakladı. Kollarını arkasında kilitledi bir o yana bir bu yana
döndürdü.
“Ne zamandır
buradasın Mevali kızım?”
O hiç cevap
vermeden anasını kucaklıyor, hem ağlıyor hem de yanaklarından boynundan
öpüyordu.
“Yeter kız kudurma,
mahalleyi ayağa kaldıracaksın.”
Bir süre ikisi de
hiçbir tepki vermeden öylece durdular. Neden sonra, boğazına düğümlenen
hıçkırıklar, parçalar halinde savrulmaya başladı. Artık anasına sarılmayı
bıraktı duvarın dibinde duran iskemlenin yanına gitti oturdu, nöbeti tutan
boğmaca gibi ağlamaya başladı. Anası neye uğradığını bilemedi.
“Ne oldu sana
Mevali kızım?”
“Bir şey mi oldu?”
“Biri bir şey mi
yaptı sana?”
Pek çok soruyu peş
peşe sordu, hiç birine cevap alamadı.
Bir süre sonra;
“Hiçbir şey olmadı
anam, ağlamak vaktim gelmiş sanırım, ağladım. Senin yanından başka nerede ağlayabilirim,
bırak biraz daha ağlayayım.”
Behzat ile
karşılaşması ana oğlu çok mutlu etti. Hiç uyumadı, sabah çorbasını içtikten
sonra Ayşe’nin yanına gitmek üzere evden çıktı. Giderken dikkatle baktı sele
karışan mahalleye ve kendi ev yerine. Korkunç bir görüntü karşısında olduğunu
anladı. Bu kadar büyük uçurumların oluştuğunu fark edememişti. Felaketin
boyutu, buradan daha net olarak görünüyor. Sel yatağı kenarındaki serander ise
iri bir böcek gibi orada öylece duruyor.
Gelin ile
kaynananın kucaklaşması da görülmeye değerdi. Ardından çocuklarla sarmaş dolaş
oldu. Seranderin altına geçip otururken, çocuklar acele ile üst kata çıktı
birkaç elma aldılar, Feyiz;
“Yenge aç kucağını
diye bağırdı yukarıdan” o da öyle yaptı.
Ayşe;
“Neler yaptın neler
gördün kızım anlatsana” dedi.
Başından geçenleri
anlattı. Hiç konuşmadan başka bir şey sormadan dinledi kaynanası. Of çarşısında
çektikleri sıkıntıyı duyunca bir küfür salladı sebep olanlara. Yeni köyünün durumunu
anlatırken de sabırla dinledi, söz arasına girmemeye özen gösterdi.
Meva’nın sözü
tükendiğinde ise elini uzattı, gelininin elini avucu içine aldı.
“Biraz da beni
dinle kızım” dedi. “Vargit çiçeklerini bilirsin. Anlaşılan o ki senin
çiçeklerin açmış. Alınyazısına karşı durulmaz. Yazımızı böyle yazmış yaradan.
Sen benden daha iyisin. Gençsin, üstelik üç oğlun var. Artık yaşlı sayılırım,
yeniden evlenme şansım bile yok, kim ne etsin beni artık. Umutların var, kocan
askerden dönecek. Yeni, güçlü bir hanen olacak. Bütün bunları söylemekteki
maksadım, güçlü kuvvetli çalışkan, akıllı bir kadınsın. Sana her şeyinle
güveniyorum, beni de buralarda unutma. Eğer bir gün başına bir hal gelirse, çaresiz
kaldığını hissedersen dön gel, ben buradayım. Sen benim kızım gelinim ve
çocuklarının da torunum olduğunu unutma. Artık vargit çiçeklerinin dediğini yap.”
Elindeki elmayı
ısıramadı, kenara koydu Meva. Sonra da biraz daha yanaşarak, kaynanasının boynuna
sarıldı, yanaklarını yanaklarına değdirdi bir süre öylece kaldılar. İkisi de
sessizce ağlıyordu, biri birlerinin gözyaşı sıcaklığını duyumsadılar. Neden
sonra, çocukların yukarıda çıkardıkları şamata ile kendilerine geldiler. Meva
elinin tersiyle gözyaşlarını silerken kaynanası eteğini yüzüne yanaştırıyordu.
Geleli iki gün
oldu. Aklı Livera’daki bebeğinde kaldı. Mayriya Kâmil de bir an önce dönmek istiyor.
Meva çocuklarını, sığırını alacak ve Seveho’ya gidecekti. Geceyi orada geçirip
sabah erkenden biraz otlamasını sağlayacaktı. Kâmil geldiği zaman yola çıkacaklardı.
Seveho’ya kadar
anası ile beraber gitti. Geceyi orada, ninesinin evinde geçirdiler. O sabah
kuşluk vaktine kadar otladı sığır, sonra Kâmil geldi ve yolculuk başladı.
Sırtında mısır
çuvalı ve evden verdikleri bazı eşyalar vardı. Oğlu Behzat yürümeye
dayanamıyor, arada bir yükünün üzerine oturtuyordu. Kâmil’in de yükü ağırdı.
Çocuklar, inek ve sırtlarındaki yük, yolculuğu zorlaştırıyordu.
Sivrisinek korkusu
ile Araklıda havanın serin olması için dua etti. Duası kabul görmüş olmalı ki
Sürmene’den batıya döndükleri zaman denizin ufkunda koyu renkli bulutlar gördü.
Küçükdere’nin
denize döküldüğü yerde durdular, güneş arada bir yüzünü gösteriyor. Çocuklarını
deniz suyu ile yıkadı. Deniz suyu ile yıkanmanın faydalı olacağını duymuştu. Aslında
kendisi de yıkanmak isterdi ama ortam buna uygun eğildi.
Trabzon’a
vardıklarında karanlık çökmüş ve iyice yorulmuşlardı. Sülüklü mezarlığına yakın
bir selvi ağacının altında konaklamaya karar verdiler.
Geceyi orada
geçirdiler. Çocuklar daha önce açık havada gecelememişti. Hem onlar hem de
ineğinin çalınma kuşkusu ile hiç uyuyamadı.
Sabah erkenden
yeniden yola çıkarken dikenlerin arasına atılmış fakat tabanı yırtılmış bir
kova gördü.
“Kamil” dedi. “Şunu
alsam tabanını tahtadan yapar mısın bana?” Dikkatle baktı adam,
“İyi bak oralara,
ona benzer başka kovalar da olabilir. Katırcıların eskitip attığı kovalar.”
Dereye kadar
yürüdü, Kamil haklıydı bir tane daha buldu.
***
Artık ineği vardı,
çocukları yanındaydı ve yeni bir düzen kurmaya çalışıyordu. Hele de yeteri
kadar mısırı olsa, ekmek sıkıntısı çekmese keyfine diyecek olmazdı. Küçük bir
tarlası vardı ama yıllarca işlenmediği için tarla olmaktan çıkmış. Buna
karşılık kazması olduğu için keyifli olması gerektiğini düşündü. Ormanlık olan
arazisini işlenir hale getirmek o kadar da kolay olmayacak. Belki de uzun
yıllar geçmesi gerekecekti. Evinin yakınında küçük bir bahçe hazırladı; lahana,
pancar soğan, pırasa gibi şeyler dikmeyi başardı. Fidan ve tohum bulmak hiçte
kolay olmadı.
Komşuları ile
tanışmaya başladı. Visirli Harun’un karısı İslâmina, kocasının akrabasıydı.
Akçaabatlı, Maçkalı, Tonyalı, Yomralı ve Oflu komşuları vardı. Herkes işinde
gücündeydi ve kimse kimseye sorun oluşturmuyordu.
Köyde kış mevsimi
çok ağır geçmez. Kar yağdı ama birkaç güne kalmadı erimeye başladı. 1930’un
kışına girerken odunlarını hazırladı. Çatının aktığı yerleri biraz tamir
etmişti ama yeterli değildi. Kocası gelene kadar bu şekilde idare etmeyi
düşünüyor. Bir seferinde Hasan Usta uğramış hal hatır sormuştu. Çatının durumunu
gösterdi o da Kış gelmeden tamir edeceğini söyledi. Daha sonra, bir yağmurlu günde
çıktı geldi. Akan yerleri tamir etti ve çatı işini sorun olmaktan çıkardı.
Köyde kocası
yanında olmayan tek kadın o idi. Asker karısı olması nedeniyle bazıları saygı
duyuyor olsa bile kadın olmanın getirdiği zorlukları yaşıyordu. Çocuklarından
başka hiç kimseye güler yüz göstermiyordu. Komşuları ile ilişkilerini kendisi
belirlerdi. Yinede kimsesiz bir kadın olmanın sıkıntılarını görmekten kurtulamadı.
1930 yılının Nisan
ayı idi, Hafız Orhan kalabalık bir heyetle çıktı geldi. Komşu Molla Hüseyin de
aralarındaydı. Evin başındaki yoldan geçerek biraz ilerde durdular. Aralarında
uzun uzadıya konuştular.
Olup bitenleri
biraz uzaktan çocukları ile izledi. Başka tanıdığı insanlar da vardı
aralarında. Hafız Orhan, eli ile işaret ederek;
“Sen de gel gelin”
diye seslendi.
O da bebeği
kucağında olduğu halde yürüdü gitti.
“Verilen arazileri
ölçtük. Kişi başına hesap edildiğinde Molla Hüseyin’e az yer vermişiz. O
bakımdan onunla olan sınırını boydan boya elli adım geri çekeceğiz.”
Ne diyeceğini
bilemedi. Herkesin yüzüne dikkatle baktı, hiç kimsenin bakışında bir destek
bulamadı. Sonra geriye döndü, Yusuf ile Behzat ona doğru geliyordu, koşarak
yanlarına gitti.
Hafız Orhan cevap
bekliyordu;
“Tamam, mı gelin,
dediğimi anladın mı?”
Kucağındaki bebeği
yere bıraktı; iki avucunu gökyüzüne doğru açtı. Çocuklarını işaret ederek;
“Bu sebilerin
hakkını çalıyorsun, hepinizi Allah’a havale ediyorum. Yapabileceğim başka bir
şey var mı?”
Hiç kimse bir şey
demedi.
Neden sonra;
“Hayırlı olsun
Molla” dedi Hafız Orhan. “Gidin kazık hazırlayın da, biz buradayken yerlerine çakın.
Bitsin bu iş.”
Çocuklarıyla
beraber evine döndü;
“Kocam burada
olsaydı bunu bana yapamazlardı” diye söylendi.
Avlunun kenarına
kadar yürüdü, orada bulunan küçük bir kütüğün üstüne oturdu. İçinden bir
hıçkırık koptu, tutamadı kendini ağlamaya başladı. Çocuklar çevresini sardı
suratlarını dökerek dikkatle izlediler analarını, ne olduğunu anlayacak yaşta
değillerdi. Sonra analarına uyup onlar da ağlamaya başladı. Büyük oğlan Yusuf
beş yaşındaydı ve herhalde ailenin babası rolünü oynuyordu. Dayanamadı gözleri
dolu dolu oldu.
“Ağlamayın diyorum
size!” diye azarladı kızarak.
Heyet evin
başındaki yoldan geçiyordu. Yusuf neden geldiklerini pek anlayamamıştı ama
anasının ağlaması ile ilgili olduklarını sezdi;
“Anamı neden
ağlattınız?” diye sordu yoldan geçenlere. Aslında sesi pek çıkmadı sadece anası
ve kardeşleri duydu.
***
Muhacirlerin durumu
içler acısıydı. Hiç birinin tuz alacak kadar parası yoktu. Zaten ekmek ve
giyecek sıkıntısı çekiyorlardı. Yetişkin kızlar delikanlılar bile yarı giyinik
yarı çıplak haldeydi. Meva bu sorunların bazılarını aştı. Çoruk’a gitti dokuma
tezgâhı getirdi. Kendir yetiştirmeye başladı ve liflerinden Keten (ketan) dokudu.
O bakımdan onun çocukları diğerlerine göre daha şanslıydı. Bazı bayramlarda
dokuduğu ketenlerden gömlek diker yetim çocukları da giydirirdi. Öyle yaptığı
için, zengin olduğunu düşünürdü komşuları.
Kaymakam,
muhacirleri desteklemek için bir karar aldı. İki köye odun satma izni verdi. O
köylerden birisi Livera diğeri Soldoy’du. Odun yapıp, sırtlarında taşıyarak Maçka’da
fırıncılara ve memurlara satacaklardı. Bundan kazandıkları ile tuz, gazyağı,
kibrit ve benzeri temel ihtiyaç maddelerini satın alacaklardı.
Meva çok çalışırdı,
boş kaldığı zamanlarda toprağı kazar tarla yeri hazırlardı. Geceleri geç
vakitlere kadar dokuma tezgâhının başında olurdu.
1931 yılı
Ağustosunun son Cuma gecesiydi. Yatsı namazını kılmış biraz daha dokuyup
yatacaktı. Hem dokuyor hem de Cuma gecesinin hikmetine dualar okuyordu.
Tezgâhın kütürtüsü
arasında bir ses duydu, durdu kulak verdi.
“Meva!” diye bir
daha seslendi adam. Kâmil’di bu, sesini tanıdı hayırdır inşallah diye geçti
içinden bu saatte ne işi olabilir kapımda.
“Buyur!” diye cevap
verdi.
“Aç kapıyı!”
Ağır ağır yerinden
kalktı, giderek kapının sürgüsünü çekti. Karanlıkta hayal meyal gördü onu.
“Hayırdır inşallah
kötü bir haberin olmasın.”
“Yok, kötü bir şey
yok, müjdemi isterim.”
Aklına ilk gelen
Of’tan birisinin gelmiş olabileceğiydi.
“Kimi getirdin.”
“Bil bakalım.”
“Ya anam ya da
kaynanam?”
“Bilemedin.”
“Söyle kim geldi,
bunaltma beni!”
“Bayram, Bayram
geldi!”
Öyle bir çığlık
attı ki sesi karşıki bayırlarda yankılandı.
Karayemişin
arkasından sanki bir gölge atladı yola. Oraya doğru dikkatle yürüdü.
“Bayram!” diye
seslendi, yüreği ağzına gelebilirdi.
“Meva!” dedi
diğeri.
Evet, o idi, koştu
yakaladı sarıldı ona. Hem ağlıyor hem de kokluyordu kocasını. Meva’nınki
ağlamanın dışında bir şeydi, çıldırmıştı sanki. Kamil unutuldu. Hiçbir şey
demeden usulcacık uzaklaştı, evine doğru yürüdü. Büyük oğlu Yusuf kapının
yanına geldi;
“Ana!” diye seslendi.
“Kim o?” diye sordu
Bayram.
“Yusuf! Yusuf baban
geldi oğlum, kardeşlerini uyandır.”
Yan yana yürüyerek
ve bir eli ile sanki düşecekmiş gibi kocasını tutarak eve girdiler.
Evin içi ala
karanlık da olsa biri birini görüyorlardı artık. Çocuklar çekingen davrandı
yeni gelen adama.
Asker elbisesi ile
gelmişti. Pantolonunun dizlerinden yukarısı geniş, aşağısı ise kılıf gibi ve
dizlerinden aşağı kısmı düğmeliydi. Ayağında çizmeler vardı ve topukları
mahmuzluydu. Dikkatle ama kuşku ile baktı ona Meva. Sonra rüya gördüğünü
düşündü. Önüne dikildi dikkatle baktı gözlerine sonra yeniden sıkıca sarıldı
eşine. Her an rüyadan uyanabileceğini düşünüyordu. Kocasını çok sıkmış olmalı
ki;
“Dur be kadın” dedi
adam.
Ellerini biraz
gevşetip başını göğsüne dayadı;
“Bitti mi?” dedi
ağlayarak.
“Tamam, bitti.”
“Ama bu
elbiselerin?”
“Elbiseler benim
artık bana verdiler, teskeremi aldım.”
Biraz rahatladı.
Onsuz geçen günleri bir çırpıda anlatmak istiyordu. Hâlâ rüyada olduğunu
sanıyor nefesine doyamıyordu. Bıraktı adamını, gidip yoğurt kabını aldı bakır
tasa döktü. Bir parça mısır ekmeği ve bir kaşık da tereyağı verdi ona. Sofrası
yoktu, bir iskemle yanaştırdı yanına.
“Uzun yoldan
geliyorsun karnın açtır” dedi.
“Açtır” dedi adam.
Lambayı göstererek;
“Odun sattım,
gazyağı ve tuz aldım.”
“Çok çalışkan
olduğunu söyledi anam.”
“Of’a da mı
gittin?”
“Evet, teskeremi
aldım yürüyerek geldim Karaköse’den. Keşke burada olduğunu bilseydim. Anam dedi
ki; çocukların Maçka’ya taşındı. Çok kızdım, ben Maçka filan anlamam, haber
salalım gelsinler dedim. Sonra başınıza gelen felaketi anlattı, daha itiraz edemedim
çıktım geldim.”
“Allah’a şükür ki
yeni bir düzen tutturdum. Bir inek getirmiştim şimdi bir de danası var. “Sadece
ekin sıkıntımız var.”
“Herkesin ekin
sıkıntısı var.”
“Evet. Tarlamız var
ama imar edilmemiş.”
“Artık endişen
olmasın kolayını bulacağız.”
Yemeğini bitiren
kocasının elindeki tası alırken, babalarına şaşkın bakan çocuklara söylendi;
“Babanız geldi
oğlum, sarılsanıza.”
Bayram ellerini
uzattı, birini bir dizine diğerini ötekine oturttu ve büyüğünü de ayaklarının
arasına çekti…
Rüyasında görse
inanmazdı bu kadar mutlu olacağını. Kocası yanındaydı artık ve güvende olduğunu
düşünüyordu. O sabah sıcak karalâhana çorbası ile kahvaltı ettiler.
“Güne bu kadar
güzel başladığımı hiç hatırlamıyorum. Çocuklarım ve karımın yanımdayım. Allah
bu günleri de gösterdi, başka ne isteyebilirim” dedi Bayram.
Küçüklerin dün
akşamki soğuk davranışı kayboldu, babalarına daha sıcak yaklaşıyorlar artık.
Dışarı çıktılar, güneş henüz Sumaa dağının arkasından çıkıp Livera’yı göremedi.
Ancak Hortokop kayalıklarını ayna gibi parlatıyor. Gökyüzünde tek bir bulut yok
ve her zamankinden daha mavi görünüyor. Tarlanın kenarına kadar yürüdü,
çocukları da peşine takıldı. Köye doğru baktı, sonra yere çömeldi Yusuf’a sordu:
“Komşumuzun adını
biliyor musun?”
“Molla Hüseyin.”
“Hocamıdır yani?”
“Bilmem”
“Nerelidir?”
“Visirli”
“Visirde halam
vardı, onlardan kimse geldi mi acaba?”
“İslâmina teyze
mi?”
“O da kim?”
“Bilmem, anam dedi
ki babanın halasının kızıdır.”
“O zaman anana sorayım,
o bilir.”
Meva sığırlarını
otlağa çıkardı, ahırı temizliyordu. Hayvanlar dere tarafına doğru yürüdü. Baba
ve oğulları da peşlerinden gitti. Bayram her yeri dikkatle izliyor, inceliyor.
Her şeyi, arazisini ağaçlarını daha doğrusu köyü beğendi.
İnekler yamaca
yukarı doğru yayıldı.
Meva da işini
bitirdi kocasının peşinden gitti.
“Hadi gel
gezdireyim, tanıtayım sana buraları.”
Cevap almadan
yukarıya doğru yürüdüler.
Kocasından on beş
yaş büyüktü. Onunla evlendiğinde otuz yaşınaydı. O bakımdan hem kocası hem de
çocuğu gibi severdi onu. Askere göndermeden önce hiçbir iş yaptırmazdı ona.
Pahalı bir pırlanta gibi, mümkün olsa yakasında taşıyacaktı.
Dereden yukarı
doğru çıktılar, sonra sağ tarafa dönerek evin hizasına doğru yürüdüler.
Çocuklar arkada Meva ortada ve Bayram önde olduğu halde kiraz ağacının yanına
kadar yürüdüler, durdular. Eli ile işaret ederek;
“Bak” dedi. “Yukarı
mahallenin yolu bizim evin üstünden geçer. En ilerde görünen evler Hasan usta
ile Osman ustanın, şu ormanın dibindeki de Refe’nin. Visirlilerden başka,
zeno’lu, Tonya’lı komşularımız da var.”
Geriye döndü
parmağını uzattı;
“Aha, şu
Kulaoğlu’nun, şu Kâmil’in, şu Çakıroğlu Mustafa’nın, yanındaki Harun’un, diğer
taraftaki Bendigo Behzat’ın evi.”
“Yani epey eski
tanıdık komşumuz var.”
“Evet, çok tanıdık
var.”
Aşağı doğru
yürüdüler, köyün yaslandığı Sumaa Dağı’nın gölgesi geri çekiliyor köy içi güneş
görmeye başlıyordu. Deniz tarafındaki dağların zirveleri boyunca beyaz bulutlar
görünüyor.
“Düşündüm de, ben
de koyun alsam koyunculuk yapsam, çocuklar da yardım ederler, ne dersin?” dedi
karısına.
“Elbette iyi olur,
boş durmak olmaz, başka bir zanaatın da olmadığına göre en iyi kararı verdin.”
“Koyunlarımız da mı
olacak ana” dedi Yusuf.
“İster misin?”
“İsterim.”
Yusuf o yıl yedi
yaşını tamamlayacaktı. Anası, yetişkin bir delikanlı gibi görürdü onu.
Eve
yaklaştıklarında, böylesi mutlu bir günü yaşamak için onca acıları çekmek mi
gerektiğini düşündü içinden. Mutlu olmasının uzun süremeyeceğini o nedenle daha
gerçekçi olması için içinden ikaz etti kendini.
Artık, evi yeniden
düzenlemek gerekli, diye düşündü. Bir odası bir de kiler işlevi gören ara bir
yeri daha vardı. Aşhane ise başlı başına mimari özellikleri olan bir yaşam
alanıydı. Orası mutfaktı, oturma odasıydı, ateşin yandığı yerdi, ahıra inilen
merdiveni vardı, ocağın hemen arkasında tünel şeklinde bir yer daha vardı ki
yazın serin kışın sıcak olurdu. O gün yatağını odaya taşıdı. Çocuklar ocağın
arkasındaki yerde yalnız yatacaktı.
Bayram’ın geldiğini
duyan komşular ziyaretine geldi. Tanımadığı bilmediği yeni komşuları ile
tanıştı. Tanıdıkça daha da ısındı köyüne.
O akşam her zamanki
gibi erken yattılar. Er yattılar ama uyku ikisini de tutmadı. Geç vakitlere
kadar dertleştiler. Gecenin bir vaktinde yatsı namazını kıldı Meva, artık uyku zamanı
gelmişti, yatıp uyudular.
Gecenin kör vaktine
büyük bir gürültü ile uyandı. Uyku sarhoşluğu ile ne olduğunu anlamaya çalıştı,
hiçbir şey hissedemedi, sonra kocasının yanında olmadığını fark etti. Acele ile
yastığın altındaki kibriti aradı.
“Bayram!” diye bir
çığlık attı.
Cevap alamadı,
gecenin karanlığında bir inilti duydu sadece. Kibriti çaktı kocasını gördü,
köşeye sığınmıştı, duvarı delip dışarı çıkmak istiyordu sanki. Bir anlam
veremedi, içini bir endişe kapladı. Lambayı yaktı, sonra adamının yanına gitti,
tutup kaldırmak istedi beceremedi.
“Bayram!” diye bir
çığlık daha attı.
Yine sesini
duyuramadı, ellerini göğsünün altından dolandırarak kaldırmak istedi olmadı.
Cinlerin saldırısına uğradı, diye düşündü. Sol yanağını uygun buldu, olanca
gücü ile bir tokat çaktı ve olduğu yere oturdu. Adamı ayıldı, karısı ile göz
göze geldi. Meva uzanıp alnını ve saçlarını okşadı. Her yanından terler
boşalıyordu. Silinmesi için bir bez verdi ona. Acele ile mutfağa geçti, açık
olan oda kapısından gelen ışıkla maşrapayı buldu su koydu. Götürdü uzattı.
Bayram ise tam olarak kendine gelememiş öylece bakıyordu.
“İç bu suyu
açılırsın” dedi.
İçti ve maşrapayı
karısına verdi, duvara yaslandı. İçtiği su bir süzgeçten çıkar gibi derisinden
dışarı boşalıyordu. Karısı silmeye kurulamaya çalışırken;
“Ne oldu sana,
kendine geldin mi?” diye sordu.
“İyiyim, uyandım.”
“Ne oldu sana?”
“Bir su daha
versene.”
Gidip su getirdi
yeniden. O da iki yudum içti maşrapayı kenara koydu.
“Otur yanıma” dedi.
Başka bir bez daha
getirdi, yeniden yüzünü boynunu sildi. Gömleğini çıkardı değiştirdi sonra da
yanına oturdu;
“Şimdi anlat
dinliyorum seni” dedi.
“Askerliğimi
Ağrı’da yaptığımı söylemiştim sana. İki buçuk sene boyunca Kürt harbindeydim.
Aslında iki Kürt harbinin başından sonuna kadar oradaydım. Pek çok arkadaşım
şehit oldu, kıl payı ölümden kurtulduğum da oldu. Anlatılmayacak kadar, kötü
günler yaşadım.” Biraz durdu, sustu. “ Anlatılmamalı, çünkü savaş hiç kimseye
iyilik getirmez. Bir seferinde Ağrı dağı tarafından Doğubayazıt’a gidiyorduk.
Elli kişiydik, ellimizde süvariydik. Rahvan gidiyorduk, çok uzaklardan bir
silah sesi duydum. Atım olduğu yere yığıldı, düşmedim ama sanki toprak çekti.
“Siper alın” diye bir ses duydum. Öyle yaptım, herkes siper aldı. Çok uzaktan
ateş edenler vardı ama hiç birini göremiyorduk. Atıma baktım sol kalçasından
bir kurşun yemişti, kanı yerlere akıyordu. Kalkamıyor ama ön ayakları üstüne
dikilmek istiyordu. Üç arkadaşım orada şahadet mertebesine ulaştı. Bir küfür
savurdum ama neye yarar, o anda yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Üstelik atım
vurulmuştu. Daha fazla acı çekmesin diye, vur onu dedi komutanım. Bir senelik
arkadaşım, yoldaşım olan tor atımı kendi silahımla başından vurdum.
Şehitlerimize orada, vuruldukları yerde mezar yeri hazırladık ve defnettik.
Atıma da biraz aşağıda, arkadaşlarımın ayakları tarafında bir mezar yeri
hazırladım, ona da bir Fatiha okudum. Daha sonraları birkaç kez ziyaretine
gittim. Aslında yüzlerce arkadaşım vurulmuştu, binlerce düşmanı da biz vurduk.
Bu anlattığım olayı hiç unutamadım. Çok sevdiğim ve şehit olan arkadaşımın atı
bana verilmişti. O günden sonra atıma her bindiğimde arkadaşımın da arkamda
olduğunu hissederdim, aynı vücutta iki asker ve bir at, güçlü olduğumu
düşünürdüm.
Savaş bittiğinde
bölük olarak ziyaretlerine gittik, mezarlarının çevresini duvar ördük.
Komutanımdan izin aldım ben de atımın mezarını düzenledim. Şehitlerden biri
Yozgatlıydı, daha önce ölümden kurtarmıştı beni. Borcumu ödeyemedim ona.”
Yüzünden akan ter oturduğu yerde dizlerine damlıyor, Meva ses çıkarmadan
dinliyordu.
“Teskere alırken
silahımı teslim ettim. Bir daha elime almamak, hatta dokunmamak için Allah’ıma
dua ettim. Öldürdüğüm insanlar arada bir gözümün önüne gelir. Her birini bir
arkadaşımın öcünü almak için öldürmüştüm. İnsan öldürmek, ölürken can
çekiştireni izlemek korkunç bir şey, hepsini gördüm. Çürümüş insan eti kokusu
dayanılmazdır ve verdiği ruhsal sıkıntı dehşet vericidir. Savaş halinde olan
insanlar, insan olmanın ötesine geçiyor, acı çektirmekten keyif almaya
başlıyorlar. İşte o zaman bir tarafın tamamen yok olmasından başka hiçbir
seçenek kalmıyor.”
Dayanamadı Meva;
“Bu gece ne oldu,
onu anlat.”
“Rüya gördüm,
ovanın içinden dörtnala Patnos’a doğru gidiyorduk. İki taraftan ateş altına
alındık. Yine atımı vurdular.”
Durdu, kısa bir
sessizlik çöktü odaya. Kara lambanın ışığı pırpırlamaya başladı.
“Su iç iyi gelir”
diyerek maşrapayı uzattı.
O da içti;
“Bugünleri
gösterdiği için Allah’a şükrediyorum. Seni ve çocuklarımı hiçbir zaman
göremeyeceğimi düşünür rüyalar görürdüm. Şimdi de tersi oluyor, oraları görüyorum.”
“Yarın sabah hocaya
götüreyim, okusun üflesin seni, iyi gelir.”
“Olur” dedi
umutsuzca.
Sonra da yerinden
kalktı, elindeki bez ile terlerini sildi. Yatağına yöneldi ağır hareketlerle
yorganı kaldırdı altına girdi, uzandı.
Meva da lambayı
söndürdü, usulca adamının yanına sokuldu.
Rahatsız etmek
istemiyordu.
“Çocuklar farkında
olmuş mu acaba?” diye geçti aklından.
Kocasına
kavuştuğunda her şeyin yoluna gireceğini düşünürdü. Hiçte öyle olmadı, onun
kişisel sorunları fakirlikten daha da çetindi. Kaderine küstü, aslında ağlamak
istiyordu ama sıktı kendini. Bir süre öylece durdu ve çok fazla dayanamadı, göz
pınarlarından yanaklarına aşağı sanki kaynar sular dökülmeye başladı. 09.12.1998
1 yorum:
dedemin annesi: Meva ..
Geçmişe bir pencere.. Teşekkürler Dayı...
Yorum Gönder