Muzik

13 Nisan 2016 Çarşamba

GURBETÇİNİN DÖNÜŞÜ

Aksu köyünde komşum ve en iyi dostlarımdan biri idi. Hani olur ya, köyde onu sevmeyene de hiç rastlamadım. Yaşamanın bütün zorluklarını görmüş ve hayat onu pişirmişti. Söz sohbet konusunda gerçek bir usta idi. Yaşı altmış’ın üzerindeydi. Seyrek olarak şapka kullanırdı. Kırlaşmış saçlarını taradığı zaman tam bir delikanlı olurdu.

Bıyıklarını da benim bıyık modelimde bıraktığı için hevesle bakardım ona. Muhabbeti hoş, bilge bir ihtiyardı. Alnında, boyun ve çenesinde yıpratıcı yılların oluşturduğu derin çizgiler vardı. Onun yaşında olup da, kitap okuyan başka bir ihtiyara rastlamamıştım. Vardır elbet, ama ben görmemiştim. Adı Aslan'dı, ben ona aga derdim.

Sürmene’de küçük bir terzi dükkanı vardı; gömlek ve pijama dikerdi. Dükkânına üç konuğu gelse birisine oturacak yer kalmazdı. Kazandığı üç beş kuruşla geçinip giderdi. Arada bir içerdi ki; işte o an’larda muhabbeti ikiye katlardı. Şakalarında bile öğütler vardı. Bir ara Trabzon’da işçi partisi il başkanlığı da yaptı. Politik düşüncelerinden dolayı savcılarla zaman, zaman sorunları da oldu.

Hayata bakma biçimini severdim. Başından geçen çok çetin olayları anlatırken bile, sanki hoş bir olayı nakleder gibiydi; “Çünkü kötü günler geride kalmıştır ve bir daha geri gelmeyecekler. Öyleyse, onları naklederken bu günü tatlandırmak amaç olmalıdır” derdi.

Dükkânı akranlarının sohbet yeri idi. Aralarında geçen konuşmalar, yirminci yüzyılda Sürmene ve Sürmenelinin tarihi ile ilgili olurdu. Arkadaşlarını dinlemek bile keyif verirdi bana. Bir seferinde, konuştuğu ihtiyar, sözünün yarısında bana dikkatle baktı, sonra da Aslan agama sordu;

“Kimdur bu uşak?”
“Yabancı deyil bizum oğretmen.”
“Sır çıkmaz değil mi?”
“Çıkmaz, çıkmaz” dedi agam, sonra da kaldığı yerden devam etti.
Söz bitince bu kez ben araya girdim;
“Aga kim bu ihtiyar, sır verir mi?” ikisi de bastı kahkahayı.
“Ömer, ağabeyimin bilinen en son arkadaşı ve onu en son gören Sürmenelidir. Onu dinleyince ağabeyimi hatırlarım, kokusunu almaya çalışırım. Anlattıklarını da, özel bir sır gibi var sayar. Başkalarına anlatmaz ama, bana günde yüz kez anlatsa dinlemekten bıkmam” dedi agam.

* * *

Cumhuriyet öncesinde, doğu Karadeniz insanları Rusya’ya gurbete giderlerdi. Bolşevik ihtilali sonrası, Rusya’daki Türkler geri döndü ama isteyenler de orada kaldı, bolşevikler hiç kimseye de “gidin” demediler. O günlerde Aslan agamın ağabeyi de Rusya’da gurbette idi. Arkadaşlarının çoğu döndüğü halde o, nedendir bilinmez kalmayı tercih etti.

Türkiye’ye dönecek olanlar, Batum’dan gemilerle Trabzon’a gelirlerdi. Ne var ki bolşevik askerleri onları önce sıkı bir aramadan geçirirdi. Kağıt paralara ses çıkarılmaz ama altınların yurt dışına çıkarılmasına engel olurlardı.

Agamın konuştuğu Macuka’lı Ömer, bolşevik ihtilali sonrasında gemi ile dönenlerdendi. Gemiye binenlerin arandığını duyunca, biriktirdiği 3 altını nasıl saklayacağı telaşına düştü. Köylüsü bir arkadaşı daha vardı, onun da derdi aynıydı. Altınları yutmağa karar verdiler. Bütün birikimleri de o kadardı zaten. Mal canın yongası, altın paraları yuttular. Gemiye bindiler; iyi bir aramadan geçirildiler. Üzerlerinde bir şey bulunmadı. Gel gör ki bolşevikler bu aramayı yeterli görmediler. “Altınları verin” diye direttiler. Sonra da iki arkadaşı özel bir kamaraya alarak müshil ilacı verdiler. Başlarına da nöbetçi diktiler. Arada bir dayak yedikleri de olurdu. Trabzon’a gelene kadar altınların tamamını geri vermek zorunda kaldılar.

Anlatılan olay bu idi. Defalarca anlattırıp kahkahalarla gülerdi agam. Anlatan da aynı keyifle anlatırdı. Aslan agam ise ağabeyi bu tuzağa düşmedi diye hoşlanırdı hikâyeden.

* * *
56 sene sonra köyüne dönen
Mustafa Dilaver

1973'ün kışında Aslan agamın ağabeyi Mustafa sılaya dönecek, diye bir haber duyuldu. Duyuldu ama haberin yankıları da büyük oldu. Öyle biri gelecek ki; 56 yıl sonra evine, köyüne dönüyor. Üstelik yarım asrı geçkin ayrılığının her saniyesi dolu, dolu. Köyden giderken delikanlıydı ve evliydi, Aslan aga ise henüz çocuktu. Hanımı elli altı yıldır bıkmadan usanmadan kocasının yolunu gözledi, evlenmeyi hiç düşünmedi. Çocukları da yoktu ve tek başına bir ömür boyu beklemek böyle olurdu her halde. Kocasıyla yeniden karşılaşmaya hazırlanırken seksenli yaşlarındalar ve delikanlılık günlerine geri dönecekler gibi bir duyguya kapıldı. Hayalini düşünürken, gerçeği geliyor işte. Gerçekle karşılaşınca da hayallerini nereye saklayacağını düşündü.

Köyün delikanlıları, büyük bir tören hazırlığına başladılar. Tören işinin sorumlusu Turgut Dilaver’di. Karşılamaya katılacak arabaların listesini çıkardı. Gelini ve gelin arabasını hazırladı. Arkadaşları arasında iş bölümü yaptı. Şenlik için silahlar temizlendi, hazırlandı.

Köyde, günlerce hep bu ihtiyarların işi konuşuldu. Herkes heyecanlı bir hazırlığın içinde idi. O telaş sırasında İstanbul’dan bir telgraf geldi. “Gemi ile geliyorum, salı günü Trabzon’da olacağım.” Heyecan daha da arttı ve artık gözler, İstanbul’dan gelecek gemideydi.

Aksu köylüleri eski gurbetçilerini Trabzon limanında karşıladılar. Süslenmiş gelin arabası limandaki gemiye yanaştı. Geminin merdivenlerinden inen ihtiyarı sadece kardeşi tanıyabildi. Karaya ayak basar basmaz kucaklaştılar. İkisi de heyecandan tir, tir titriyordu. Sarıldılar koklaştılar, neden sonra;

“Ağabey…” diyebildi Aslan aga, ikisi de ağlıyordu. Karşılamaya gidenler iki kardeşe yaklaştılar, mahzunlaştılar. Hoş geldiniz deyişlerini uzaktan görenler, “geçmiş olsun” gibi de algılayabilirdi.

Seksenlik gelin ile damat wilis arabanın ikinci sırasında yan yana oturtuldular. Gelin hanım keşanın kenarından yan gözle baktı kocasına, hafifçe gülümsedi. Kocası bu gülümsemeye kayıtsız kaldı. Yaşlı insanların gülmesi de pek anlaşılmaz. Yüzlerindeki derin çizgiler buna engel olur. Belki de ondan fark edemedi. "Hatırlayamadı beni” diye düşündü kadın....

Araba korna çalarak hareket etti. Limanın çıkışında diğer araçlar bekliyordu. Onlarda yürüdüler, çok uzun bir araç konvoyu oluştu. Üniversite kavşağına kadar kornalar hiç susmadı. Aksu bir yana, Trabzon, Trabzon olalı ne böyle karşılama ne de böyle düğün görmedi.

Konvoy Sürmene’den dönüp, Aso hanlarından yukarı çıkmağa başlayınca, silahlar patlamaya başladı. Silah sesleri karşı dağlarda yankılandı. Yandı aksu yamaçları...


Arabalar köyün merkezinde durdular. Köylülerin çoğu eski komşularını görmek için oradaydı. Hoş geldin, demek için sıraya girdiler. Gelin hanım donuk bakışlarla kocasına ve olup bitenlere bir anlam vermeye çalışıyordu. Kocası da çok durgundu, arada bir mendili ile göz yaşlarını siliyordu. 

Gözden ırak olanlar gönülden de ırak olurlar. Halbuki biri birlerine anlatacak ve elli altı yılda ne kadar da çok anıları birikmişti. Yine de susmayı ve anıları saklamayı uygun bulmuş olmalılar ki, sadece bakışma ile yetindiler.

İzleyenler mahzunlaştılar, ağlamaklı oldular.

Gurbetçi kendi evine değil de kardeşinin evine gitmeyi yeğledi.

İhtiyar kadının evi köyün başındaydı. Değneğinden destek alarak ağır ağır yokuş yukarı yürüdü.

Geriye dönüp bakmadı bile... 

_____________

Bu öykü, "Temel Kimdir" adlı kitapta yayınlanmıştır. 2006 / Heyamola yayınları, İstanbul
________

EMRİYE

Emriye halasının ateşini ölçtü, derece kırkı gösteriyor, telefona koştu, Nezir Doktoru aradı. Acele gelmesini istedi, sonra geri döndü. Bir havlu ıslatıp hastanın ellerini, ayaklarını ovdu. Hala hiçbir şey olmamışçasına öylece yatıyor. Dün akşam da böyle olmuştu. Yine ateşi çıkmış ve doktor çağırmışlardı. Sanki akşamın karanlığı ile halanın ateşi beraber aynı anda geliyordu. Çocukları öteki odaya gönderdi ve halanın diğer yeğenlerine telefon ile haber verdi.
Tam donanımlı bir ambulans aşağıda, apartmanın önünde durdu. İçinden önce doktor, ardından elinde bir el çantası olan hemşire çıktı. Merdivenleri koşarak tırmandılar. Kapı açıktı ve doktor hastanın odasını biliyordu, kimseye bir şey sormadan girdi. Yumuşak bir sesle “Neyin var Hala” dedi elindeki çantayı açarken. Cevap veremedi hasta kadın. Bu sırada hemşire, hastanın başucunda bulunan çengele bir serum torbası astı. Doktorla göz göze geldi, ‘evet’ anlamında başını salladı doktor. Acele koluna bir damaryolu açtı, ve kordonun ucunu oraya ekledi.
Hala, üç aydan bu yana Ankara’da yeğenlerinin yanındaydı. Hastaydı ve bakacak başka kimsesi yoktu. Çocuksuz bir kadındı ve yetmişini çoktan geçmişti. Kocasının ölümüyle düzeni temelli bozulmuş, evinde kimsesiz ve yapayalnız kalmıştı. Hastalandı ama hastalığının ne olduğunu hiçbir doktor bilemedi. Daha doğrusu doktorlara inanmıyordu. Kendine özgü bir kadındı ve hastalığı da ona özel olmalıydı. “İnsan hasta olmasa hastayım der mi?” diye dert yanardı ziyaretine gelenlere.
Hastalığının ilk günlerinde kemik erimesi teşhisi koymuştu Trabzon’daki doktorlar. O ise genç doktorların teşhislerine hiçbir zaman itibar etmedi. Onlar daha yeni yetmeydi, doktor dediğin yaşlı, başlı aksaçlı biri olmalıydı. İşte şimdi başucunda duran bu doktor kırklı yaşlarındaydı ve onu da hiç sevmemişti. Bütün kan tahlili sonuçlarının çok iyi olduğunu söylüyordu. Sürekli yatmasına itiraz etmiş yatarsa, yatağın onu kendine çekeceğini söylemişti. Ev sahibesi yeğeni de bir seferinde doktoru desteklemişti de Emriye Hala onun bu tavrına çok alınmıştı.
Serum iyi gelmiş olmalı. Göz kapaklarını biraz araladı sonra yine kapattı. Hemşire koltuk altındaki dereceyi aldı, biraz yukarı kaldırarak baktı. O sırada Hala da gözlerini açtı ona bakıyordu, göz göze geldiler.
“Geçmiş olsun teyzeciğim,” dedi hemşire. “ateşiniz düşmüş.”
Dudaklarını kıpırdattı, ne dediği anlaşılmadı ama herhalde teşekkür etti.
“Serum sana iyi gelecek, Pazar günü geleyim de dışarı çıkalım parklarda dolaşalım, gezelim ister misin?”
Gülümsedi, sonra da uykusu gelmiş gibi gözlerini tekrar kapattı. Bu bir uyku hali değil, yorgunluk bitkinlik ve umutsuzluktan kaynaklanan bir göz kapatmasıydı sanki.
Gözlerini kapattığında kendisini köyünde buldu. Gençliğinde çekingen bir kızdı, kumral uzun boylu, ama güler yüzlü ve alımlıydı. Güzelliğinin de farkındaydı aslında. Düğünlerde derneklerde delikanlıların ilgisini çekerdi. Ağabeyi ile başı dertteydi. O tutucu bir adam ve evin tek erkek oğluydu. Belki de o yüzden kız kardeşlerini baskı altında tutmak gibi bir görev üstlenmişti kendiliğinden. Kızlardan dolayı bir söz duyacak olsa dünyayı başlarına yıkardı. Onlara söz söyleyen delikanlılarla her an kavgaya hazırdı. Öyle olunca da mahallenin delikanlıları bu evin kızlarıyla konuşmayı göze almazdı.
Her genç kız gibi o da evlenmeyi hayal ederdi. Komşu kadınlar; “Ne zaman evleneceksin kız?” diye sorardı ki kıkır kıkır bir gülmek tutardı onu. Sonra da “Aman ağabeyim duymasın” demeyi ihmal etmezdi. Tek başına kaldığı zamanlarda derin düşüncelere dalar, nasıl bir evlilik yapacağının planlarını yapardı. Aslında eş seçmek gibi bir şansının olmayacağını da bilirdi. Kararı o değil büyükleri verecekti. Yine de bir kısım hayatını kendisinin tanzim edebileceğini sanarak avunurdu. Sonra da; hiç olmazsa evlendiğinde yeni elbiseleri, ayağında yeni pabuçları olacak diye düşünür mutlu olurdu.

Mayıs ayında tarla ikilemeleri yapılır. Bunun için gençler ırgatlıklara çağrılırdı. Erkekler bir sırada kadınlar kızlar diğer sırada kazma sallardı. Hoş yan yana çalıştıkları da olurdu. Bu durum tarlada çalışanların sayısı çok az olunca ancak mümkün olabilirdi. Oysa tarla işlerinin tez elden bitirilmesi gerekirdi ki çok kişi aynı anda çalışmalıydı. Çünkü ekinler erken yetişsin, ekmeklik mısır tez gelsin istenirdi. Sesi güzel olanlar hem çalışır hem de türkü söylerler. Söylenen nağmeler genellikle sevgililere işaret gönderirdi. Tüm çalışanlar bu türküleri keyifle dinler, sonra da kimin işaret edildiği yorumları yapılırdı. Türkülere eşlik edenler de olurdu ki heyecan daha da artardı.
İşte böyle, sıcak bir mayıs günüydü ve Osman ustanın ırgatlığı vardı. O da oradaydı. Güldursun kadın sırasından çıkarak Emriyeye yaklaştı. Bir süre yan yana çapaladılar. Sonra da fısıltılı bir sesle;
“Kız Emriye” dedi.
“Buyur Güldursun abla”
“Seni seven birisi var kız, istetecek seni babandan kız!”
Sağına soluna baktı konuşulanları duyan olmasın istedi. Öyle bir yerdeydiler ki duyulmaması olacak iş değildi. Çünkü tüm ırgat omuz omuza çalışıyordu. Demek ki Güldursun, bu haberin herkes tarafından duymasını uygun gördü. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra da ‘kim duyarsa duysun’ diye düşündü.
“Kimdir o, beni seven?”
“Mustafa, bana dedi ki; git Emriye’ye söyle; onu seviyorum, evet derse isteteceğim onu.”
Aklından her delikanlı geçebilirdi ama Mustafa en son geçecek olan adamdı. O sessiz sakin bir delikanlıydı. Oysa gönlünden daha oynak birisi geçiyordu. Kazmasını yere dikti, iki elini üst üste koyarak sapının ucundan tuttu, alnını da ellerine dayadı. Öylece çok beklediğini sandıysa da belki iki saniyelik bir duruş oldu. Sağında solunda çalışan kazmacılara baktı, aklından geçenleri anlayabileceklerini sandı. Sonra, sırasındakilere uydu, elindeki kazmayı sertçe yere çaktı. Hem kazma salladı hem de Mustafa’yı düşünmeye başladı. Onunla bir ömrü birlikte geçirip geçiremeyeceğine karar vermek istiyordu. Güldursun kadın içten içe kıkırdayarak izledi onu. Sonra da kulağına yanaşarak;
“Daha iyisini bulamazsın kız,” dedi. “ağzı var dili yok.”
Cevap vermedi, doğru söylüyor olabilirdi; ağzı var dili yok. ‘Mustafa’nın bu halini iyiye mi yoksa kötüye mi yormak gerekir?’ diye düşünmeye başladı.

Akşam eve gittiğinde yeni haberi anasına anlatmak istedi. Uygun yer olarak da ahırı seçti. İnekleri sağarken yanaştı anasına ve sakince anlattı.
“Allah yazdıysa olur kızım” dedi kayıtsızca. Bu işe anasının da heyecanlanacağını düşündü ama hiç de, öyle olmadı.
Biraz sonra haber evin içinde dalgalandı. Babası ile anası, Mustafa’yı Allah’ın emri olarak uygun bulduysa da ağabeyi Nuh dedi peygamber demedi. 
Aslında Mustafa’nın evindekiler de sıkıntıdaydı. Altı kız ve üç erkek kardeş iki odalı bir evi paylaşıyordu. Gelin de gidecek olursa eve sığmayacaklardı. Gerçi bu durum Mustafa’nın değil babasının sorunuydu. Evlerinin yukarı tarafında merek olarak kullanılan tek göz bir yerleri daha vardı. Orasını düzenleyerek gelin odası yapmayı düşündüler. Banyosu tuvaleti yoktu ama daha sonra bir eklenti yapılabilirdi. Bu haber halaya da ulaştırıldı.
Bir perşembe günü akşamı ki o gece cumanın gecesiydi ve hayırlı bir geceydi, kalabalık bir heyet ile kız istemeye gidilecek. Molla Hüseyin, Visirli Emin, Zenolu Ali Çavuş, Sünnetçi Adem ve Ayaz Ahmet, fındıklıktan yukarı doğru çıkıyorlar. Mustafa’nın babası Saffet en öndeydi. Köpek havlamaya başlayınca sesi karşı yamaçta yankılandı. Hala köpeğin havladığı tarafa baktı, gelenleri gördü. Adamların neden geldiğini zaten biliyordu, koşarak eve girdi ve diğer kapıdan çıktı, dışarıda pencerenin altına saklandı. Babası da misafirlerin geleceği kapıdan çıktı, köpeğin havladığı tarafa baktı, gelenleri gördü. Sonra da köpeği yanına çağırdı, götürdü tasmasını taktı, bağladı.

Düğünü yapıldığı zaman ağabeyi askerdi. Öyle olmasaydı asla izin vermezdi. Askerden döndüğü zaman iş işten geçmişti. Artık söylenecek söz yapılacak hiçbir iş kalmamıştı. Hala ise Mustafa ile evliliğine rıza göstermediğini bildiği için ağabeyine gidip de hoş geldin demeye cesaret edemedi.
Aslında korkusu boşunaymış. Bir akşam evinde yemek hazırlığı içindeydi ki;
“Emriye!” diye bir ses duydu.
Sesi tanıdı, bu gelen ağabeyiydi. Önce korktu ses çıkarmadı, onu dövmeye ya da azarlamaya gelmiş olabilir miydi? Tekrar aynı sesi duydu, yapacak başka bir şeyi yok, kapıya doğru yöneldi. Adı üçüncü kez çağrıldığında kapıyı açtı. Göz göze geldiler, hâlâ korku içindeydi ve ne yapacağını bilemiyordu.
“Neden cevap vermedin Emriye, tanımadın mı sesimi?”
“Tanıdım, tanımam mı ağabeyimin sesini. Kızdın mı bana ağabey?”
“Yok canım, neden kızayım, bu senin suçun değildi.”
Boynunu büktü sustu…
“Bunca yıldır görüşmedik, sarılmayacak mısın boynuma?”
İki adım yürüdü ve kardeşler kucaklaştı. Sonra da ağabeyinin elinden tutarak eve girdiler. İçin için ağlıyor, bir iskemle verdi ağabeyine o da peykenin üstünde yatağın kenarına oturdu. Hem ağladı hem de şöyle söyledi; “Ben böyle olsun istemezdim kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı”

Ağabeyi de duygulandı, boynunu büktü yere bakıyordu onu dinlerken. Yanan ocakta asılan zincire takılı küçük bir kazan vardı, çorba pişiyordu. Yerinden kalktı, duvarda asılı duran şimşir kepçeyi aldı ve karıştırmaya başladı.
“Karnın aç mı ağabey, ben de yemedim beraber yiyelim mi?” diye sordu.
“Olur, olur” dedi. “Çoktandır seninle aynı sofrayı paylaşmadım.”
Yuvarlak tahta sofrayı yanaştırdı ve yemek hazırlığına başladı.
“Kocan nerede?”
“Gurbete gitti ağabey, gideli çok oldu, sadece bir mektubu geldi.”

Doktor Nezir;
 “Uyuyor musun teyzem?” diye sordu.
Gözlerini açtı baktı ona. Hasan’a benzetmiş doktoru. Bakışlarında bir kin duygusu okundu. Doktor hastasını konuşturmak için başka şeyler de sordu. Yavaş yavaş yüz ifadesi düzeldi;
Teşekkür etti bakışlarıyla belli belirsiz.
“Bana ihtiyacın olursa telefon ederler, hemen gelirim. Daha önce de söylemiştim sana, mümkünse yatma teyzem. Sabah olunca kalk otur. Evin içinde de olsa biraz yürü.” Sonra da yanağını okşadı; “Hadi bakalım, şimdilik hoşça kal, geçmiş olsun.”
Doktor gittikten sonra; söylendi içinden, verip veriştirdi arkasından, ama kimse fark edemedi.
“Karnın açtır, çorba ister misin?” diye sordu yeğeni. Elini yorganın altına çekerek gözlerini kapattı, duymazdan geldi söyleneni. Işıktan rahatsız olduğunu düşünen yeğeni tavan lambasını söndürdü. Yanına gitti elini tuttu.
“Oldu mu, şimdi, rahat mısın?” diye sordu. O da yeğeninin elini sıkmak istedi fakat gücü yetmedi. durumu hisseden yeğeni yanına, yere oturdu;
“Hep yanında olacağım, rahat ol” dedi.
Emriye Hala o saniyede köyüne uçtu.
Kocasının öldüğü günü hatırladı. “Beni buralarda bırakıp da nerelere gidiyorsun” diyerek ağlamıştı tabutun ardından. “Beni de götürsene, gurbete gitmiyorsun, geri dönmeyeceksin artık, ne zaman alacaksın beni yanına?” diye çığlıkla karışık ağladı, dinleyenler üzmüş, böyle iki sevdalının, bu şekilde ayrıldığına hiç tanık olmamışlardı. Elli dört yıllık hayat arkadaşı ona sormadan, izin istemeden almış başını gidiyordu işte.
Bu uzun beraberlikten çocukları olmamıştı. Kimisi kabahatin onda, kimileri de kocasında olduğunu söy- lerdi. Trabzon ve çevresinde ne kadar cinci hoca varsa hepsini dolaşıp çare aradılar. Her biri başka şey söyledi. Kirpi eti yedirenler de oldu, kabuğu içinde pişirilmiş salyangoz yedirenler de. Boynunda kolye gibi asılan bir muskası da vardı, ondan da hiçbir fayda göremedi.
 Birbirlerinden destek alarak sevdakâr bir ömür yaşamışlardı. Birkaç yıl önce Hacca bile gitmişlerdi.
Eşinin hastalığını öğrendikleri gün akılları başlarından çıkacaktı sanki. Morfin yutmuş gibi oldular. Adı bile ürküntü veren o hastalığa yakalanmıştı kocası.
“Sen ölürsen ben ne yaparım hacı’m” demişti ona. O da boynunu bükerek:
“Ben ölürsem bu boş ev korkutur seni. Yetmişinden sonra evlen desem, onu da beceremezsin.”
“Öyle konuşma Hacı’m, seni unutabilir miyim?”
“Senin için hayat devam ediyor olacak. Artık yetmişine girdin, su verenin, yemek verenin olmayacak, ne yapacaksın? Tek başına doktora bile gidemeyeceksin.”
Bu sözleri duyunca ağlamaya başladı hala. Kocasının boynuna sarıldı yanağını yanağına değdirdi, gözlerinden akan yaş kocasının bıyıklarından aşağı süzüldü. Bir süre öylece durup ağladılar. Kapı önünden birisi geçecek olsa hıçkırıklarını duyabilirdi.
O günden sonra dört yıl daha yaşadı kocası. Hastalığının verdiği sıkıntıyı, acıyı birlikte göğüslediler. Hala sağlıklıydı ve onun her hizmetini yaptı. Kocası ile aynı gün aynı saatte ölmeyi dilerdi Allah’tan. Ne var ki diğer dileklerinde olduğu gibi bu dileği de kabul olmamıştı.
Hacı’sı ölünce yapayalnız kaldı, artık basit işlerini bile yapamaz oldu. İneklerinin çoğunu sattı, sadece iki tane bıraktı. Onların bile bakımını tam olarak yapamıyordu. Ama köy yerinde olan insanın mutlaka inekleri olması gerektiğini, olmazsa ayıp olacağını düşünürdü. Öyle düşünürdü de, değil ineklerinin bakımını yapmak acıktığında kendisine çorba pişirecek takati yoktu.
Mezere ve yayladaki evini, çayır ve tarlasını bir yıllığına kayın biraderi Hasan’a verdi. Buna karşılık herhangi bir ücret talep etmedi. İkinci sene diğer kayın biraderinin çocuklarına vermek istiyordu. Babaları daha önceden ölmüş ve gerçekten ihtiyacı olan insanlardı. Ne var ki Hasan buna izin vermedi; ‘Kardeşim öldü yeri yurdu da bana kaldı’ diye söylermiş köy içinde. Aslında tarla ve çayırlıklarından elde edilen gelir, çalışanlarının gündeliğini ancak karşılayacak kadardı. Ama Hasan’ın bu tavrı onu çok üzdü. Henüz hayatta iken toprağına el konulmasına tahammül edemedi bu durum uykularının kaçmasına neden oluyordu. Bütün bunları başkalarına anlatırken dudakları titrer sinirli haline engel olamazdı. Gücü yetse Hasan’ın boğazını sıkacaktı.
Muhtara ve köyde sözü dinlenen diğer adamlara anlattı derdini. Ancak hiçbir çözüm yahut hiçbir fayda edinemedi. Bir gün, bastonuna dayanarak ve arada bir oturup kalkarak Maçka’ya, karakola gitti, Hasanı şikayet etti, ama oradakiler de ilgilenmedi onunla. Bir komşusu savcıya gitmesini önermiş, o da öyle yapmıştı, fakat savcıdan da bir netice alamadı. Bir sabah vakti ziyaretine giden bir komşu kadın ‘kaymakamlığa başvur’ demişti ona. Daha o gün bastonundan destek alarak yine Maçka’ya kadar gitti. Ne çare ki kaymakam da dinlemedi onu. Hükümet binasının merdivenlerinden inmeye çalışırken; “Mademki haklıyı haksızı ayırt etmeyecekler, bu kadar kocaman binayı neden yaptılar buraya?’ diye düşündü. Yüreğini zift gibi bir umutsuzluk sardı.

Hastalığı iyice ağırlaştı, kendisine en yakın gördüğü insana, Ankaradaki yeğenine haber saldı o da gidip aldı Ankara’ya götürdü onu. İşte şimdi Ankara’da olmasının nedeni bu idi.
Gözlerini araladı, açık kapıdan koridora doğru baktı. Demek ki yeğeni burada, bu evde yaşıyordu. Oysa onun kafasında olan Ankara daha başka bir yerdi. “Hoş, buradaki hayat çok da farklı değilmiş bizim oranın yaşam biçiminden” diye düşündü. Köyünden yurdundan ilk kez ayrıldı da keşke sağlığı yerinde olsaydı.
Geldiği ilk akşam bir tepsi üzerine sıralanmış sıcak yemekler ikram ettiler ona. Köyde kalsaydı o gece belki de aç acına girecekti yatağına. Garip ama ezginlik veren bir mutluluk duygusu sardı içini. Yeğeni köydeki evinin kapısına vardığında “Hala!” diye seslendi. Gökten bir güç kuvvet yahut bir melek indiğini sanmıştı. Duydu onu, fakat ses veremedi. Kapısı aralıktı ve yatıyordu. Evin içi düzenli değildi duvarlar badanasız her taraf toz ve kir içinde eşyaları karma karışıktı. Yatağının içindeydi hastaydı. Üzerine eski bir battaniye çektmişti. Sobanın yanında bir sepette odunlar vardı ama sobası yanmıyordu, hava soğuktu. Elindeki tepsiyi masanın üzerine koydu sonra da ona yanaştı. ‘Halam’ diyerek elinden tutup yatağın içinde oturmasına yardım etti, kucaklaştılar.
“Sesinden tanıdım seni İsmet” dedi.
“Neden cevap vermedin hala?” diye sorunca; başını yan tarafa çevirdi, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Peştamalı ile yüzünü silmeye çalışırken, yeğeni mendilini çıkarıp, uzattı. Almak istemeyince bu kez o yardım etti, sildi yüzünü, sonra da tekrar kucakladı:
“Ağlama” dedi.
Ardından sofrayı hazırladı. Çorba henüz sıcaktı. Ekmek de getirmişti. Hasta yatağında, için için ağlamaya devam ederken İsmet duvarda asılan havluyu aldı, ıslattı. İtiraz ettiyse de halasının ellerini ovuşturdu yüzünü sildi. Kendine gelir gibi olunca, elinden tuttu sofraya kadar yürümesine yardım etti. Sıcak çorba iyi geldi ona.
“Dolapta yemeklerim var ama sofraya taşıyacak adamım yok” dedi.
“Ben de onun için geldim hala. Bu yemekleri yedikten sonra dolabını açacağım. Senin yemeklerinden de yiyeceğiz.”
“Ankara’dan yeğenim gelecek de bana çorba getirecek diye aklımdan geçmezdi. Ne kadar sevindirdin beni bilemezsin. Param var, her şeyim var. Ama paranın da işe yaramadığı bir durumdayım… Çocuklarım olsun diye Allah’a çok yalvardım. Demek ki Allah’ın günahkâr bir kuluydum. Enişten de çok dualar yaptı, ikimizin de duası kabul olmadı. Çocuksuz olmak kimsesiz olmak ne demektir? Kimsesiz olmak ne demektir bilemezsin” dedi tekrar ederek ve sustu.
“Sen bizim canımızsın halamızsın.”
“Biliyorum, biliyorum eksik olmayın, sağ olun. Bilemezsin, yaşamak için yeteri kadar güç ve direnci sizlerden alıyorum” dedi ve yine gözlerinden akan bir çift damla, yanaklarından aşağı süzüldü.
Yeğen de ağlamamak için kendini zorladı, konuşmanın akışını bir türlü değiştiremedi.
“Kaderim böyleymiş kaderim… Kadere alın yazısına karşı gelinmez. Benim yazılarım kara, çok kara yazıldı… Ölürsem eğer, anlımı açın, göğsümü yarın da yazılarıma bakın, okuyun, o zaman hak vereceksiniz bana.”

Hala hayal görmeye devam ediyor tuttuğu eli de bırakmıyor, ne sıkıyor ne de gevşetiyor. Yeğeni usulca çekti elini. Başını döndürmeden gözlerini açtı, kız kardeşini adı ile çağırdı; “Kezban” dedi. Konuşmayan hala konuştu. Yeğeni bu haline sevindi. Demek ki kendine geliyor, diye yorumladı.
Her iki dakika bir, kız kardeşini adı ile çağırıyor artık. Nefes alıp vermesi sıklaştı ancak temposunu bozmadan kız kardeşinin ismini tekrar edip duruyor. Arada bir, sanki kızarak yanına çağırıyor. Bu çağırması ile sanki sitem gönderiyordu ona. Yeğeni ise;
“Halam o burada değil biliyorsun, İstanbul’da yaşıyor. İster misin telefon edeyim gelsin.”
Cevap veremedi, işine devam etti; aynı ismi tekrar edip durdu.

Nefes alıp vermesi biraz daha da sıklaştı, sanki çok uzun yoldan koşarak gelmiş gibi. Bir önceki akşamdan uykusuz olan ev halkı çevresine toplandı arada bir sorular yöneltiyorlar ama o hiç birini duymadı, sadece kız kardeşinin ismini tekrar edip durdu.
Yeğeni yoruldu el değiştirdi. Hala önce bir irkildi sonra uzatılan eli tutunca yeniden hayallerine daldı.

Eski bir Kalandar günü geldi aklına. Ocak ayının eski adı Kalandar’dır. 14 Ocak da Kalandar’ın ilk günüdür. On üçü on dörde bağlayan gece, köy gençleri çeşitli eğlenceler yaparlar. Daha çok şakaya dayalı eğlenceler yaparlar. Maskeli olarak mahalledeki evleri gezerler. Kenarına ip bağlanmış bir torbayı açılan kapıdan içeri atarak tekrar kapatırlar. Ev sahipleri de bu durumu bildiği için kapının dışında olan kişileri merak etmezler. Çünkü torbayı atanların tanınmaması önemlidir. İşin kuralı öyledir. Kalandarlık yapan gençler ise her ihtimale karşı tanınmamak için ceketlerini ters giyerler ve çok kez yüzlerini kömür karası ile boyarlardı. Tanınanlara hediye verilmez. Hane sahipleri durumlarına göre kuruyemiş ya da meyve verirler. İçerden “Çek” diye bir ses gelir. O zaman kapı acele ile açılarak torba çekilir. Torbayı kurtarır kurtarmaz kaçarlar. Bazı evlere birden fazla torba atanlar da olur. Ev sahibi bunu anlar da torbayı tanırsa istenmeyen şeyler koyabilir içine. Bu da Kalandarcılara hane sahiplerinin bir şakası olur. Kalandar sonrasında kim kime ne tür şakalar yaptığı ayrıca anlatılır.
O yıllarda evlerde musluktan akan su olmazdı. Mahalle çeşmelerinden özel kaplarla taşınırdı. Kalandar sabahı suya ilk giden kişi uygun bir yere bir mısır koçanı bırakır. Bırakır ki “ben yeni yılda çalışmaya başlayan ilk kişiyim” demek ister. Yani o sene onun işleri rast gidecek ve diğerlerinden daha başarılı olacak. Bu mısır koçanı işini yorumlayan bazıları da; Cin taifesine bir ikram olarak bırakıldığından söz ederler. Cinler de insanlar gibi yer içer evlenir ve ürerlermiş. Ne var ki görünmez olan bu yaratıklarla iyi geçinmek gerekir miş. İşte Kalandar sabahının böyle de bir inceliği olur.
Doğu Karadeniz’de evler en az iki katlı olur. Alt katta sığırlar üstte de insanlar yaşar. Kalandar’ın ilk günü ahıra gidilir. Ahırın kapısı besmele ile açılır; “Ey yeni yıl; üst katta erkek uşaklar, alt katta dişi buzaklar ver” diye dilek dilenir. Sonra da ahırdan bir dana çıkarılarak eve, yani üst kata getirilir. Eğer dana kapıdan girerken sağ ayağı ile girerse o sene işler yolunda gidecek. Sol ayağı ile girerse dikkat etmek gerekecek ki o sene bir terslik olmasın.
İşte bu yüzden kalandar’ın ilk gününde kimse kimsenin evine gitmez. Gitmez, çünkü o ev halkının işi o sene ters giderse bu durum o kişiden bilinir. Yıl boyunca olabilecek uğursuzlukların o kişiden kaynaklandığına inanılır.
1959’un ocak ayında hala’nın babası hasta yatıyordu. Ve kalandar’ın ilk gününde vakit öğlene yaklaşıyordu. Emriye Hala baba evine gitti. Doğruca babasının odasına girdi. Hal hatır sordu. Biraz sonra anası kapıyı açtı, kızını görünce azarladı;
“Bugün Kalandar’ın ilk günü, sen neden geldin? Zaten çocuksuz nesli kurumuş bir kadınsın. Hanemize de zararın dokunacak” diyerek sinirli sinirli konuştu. Dikkatle anasının yüzüne baktı. Son derece ciddi konuştuğuna şaştı kaldı. Oysa anası hiçbir zaman bu kadar sert konuşmazdı. Cevap vermedi, ağlamaya başladı. Kalktı kapıyı açtı, hıçkırıklara boğularak yürüdü gitti. Babası hasta yatağının içinde doğrularak oturdu, kadınına kızdı;
“Sen deli misin be kadın, bu bizim kızımız. Neler söylüyorsun, çıldırdın mı, ağzından çıkanı kulağın işitiyor mu?”
Bu dışlanmışlık duygusunu ömrü boyunca atamadı üzerinden.
Şimdi Ankara’da ölüm döşeğinde yatarken hayaline takıldı. ‘Çocuksuz nesli kurumuş bir kadın’ olarak Allah’ın huzuruna nasıl gideceğini düşünüyor ve çok korkuyor.
Yeğeni diğer eliyle halasının alnını okşadı. Hiç tepki vermedi.
“Beyaz koyunlar görüyorum” dedi, ama anlaşılır bir şekilde söyledi.
Herkes biri birine baktı. Koyunlar da nereden çıktı şimdi.
“Say onları” dedi yeğeni. “daha kolay uyursun.”
“Uyumak istemiyorum” dedi gözleri kapalı olduğu halde. Artık konuşuyordu hala.
Yan komşu Cemile kapıyı çaldı. Seksenine girmiş boylu poslu dinç bir kadındı. Açılan kapıdan girince oturanlara baktı, hiçbir şey söylemeden hastaya yanaştı. Tecrübeli bir kadın halanın ayaklarına tuttu;
“Soğudular” dedi.
Halanın konuştuğunu, koyunlar gördüğünü söylediler ona.
“Artık Kuran okuyun, ölüm işareti beyaz koyunlar, herkes bildiği duayı okusun, bir kitap verin ben de okuyayım” dedi sessizce.
Dediğini yaptılar; sessizce dualar, ayetler okunmaya başlandı.
Yeğeninin elini bıraktı;
“Hasan!” diye bağırdı, acı bir sesle.
Daha önce kız kardeşini aralıklarla çağıran hala bu kez ‘Hasan’ dedi ve ardından söyledikleri anlaşılamadı.
‘Yarım saat oluyor Hasan’ demekten bitkin düştü.
Yanında bekleyenler Hasan’ın toprağına el koyan adam olduğunu biliyorlardı, lânet okudular ona.
Yeğeni elini tutunca rahatladı, ondan güç alıyordu sanki. Yine öyle yaptı, elini avuçları arasına aldı. Hala rahatlar gibi oldu ve bir saniye sonra köyündeki evine döndü.
Fakirlik günleri geldi hayaline. Açlık çektiği de oldu. Ne var ki karı koca çok çalışmış yoksulluğun belini kırmışlardı. Kocası tutumlu bir adamdı. Boş yere beş kuruş harcamazdı. Paraya ihtiyacı olan komşular ona giderlerdi. Her zaman yeteri kadar parası olurdu yanında. Hiç kimseyi boş çevirdiği görülmedi. Bu durumdan bir tür keyif alırdı. Ödünç verdiği paraları duvarda asılı duran takvimin kartonuna yazardı. Getirenlerin adını siler, vermeyenlere de hiçbir zaman, neden getirmedin diye sormazdı.
 Emriye Hala’nın okuryazarlığı yoktu. Kocası öldükten sonra takvimin kartonunda yazılı olan isimleri komşu çocuklara okutmuş ve paralarını tahsil etmek istemişti. Borçluların pek çoğu inkâr etti ‘kocana ödedim’ diyenler de oldu.
Hala sakince:
“Ödemiş olsaydın bu kartonda ismin olmazdı” derdi. Ama dediğine diyeceğine bin pişman ederlerdi onu. Hacı Tevfik’le çok cebelleşti. Parasını istedi alamadı. Halaya göre üç yüz, Tevfik’e göre ise yüz liralık bir borcu vardı. Tevfik halayı cahil ve deli bir kadın olmakla suçladı. O da bu suçlamadan ar etti, bir daha aramadı, sormadı onu. Arada bir lânetler okurdu parasını vermeyenlere, Hasan’a, ayrıca karakol komutanına, savcıya ve kaymakama.
Nefes alma şekli aynı sıklıkta devam ediyor. Artık o kadar sık nefes alıp vermeye başladı ki; bu duruma hiçbir bünye dayanamaz, diye düşündü yanındakiler.
Kadınlardan biri ılık su ile ıslattığı havluyu anlına yüzüne ellerine sürdü. Diğeri çay kaşığı ile dudakları arasına su damlattı.
Yeğenleri ve komşu Cemile çevresinde oturmuş kimisi kuran okuyor kimisi de elini yüzünü siliyor. Dudakları ve ağzının kuruduğu her halinden belli oluyor. Daha sık aralıklarla su damlatıyorlar dudaklarına. Arada bir yüzünü okşadıkları da oluyor ama hiçbir tepki vermiyor. Nefes alışı düzelmedi, daha da hızlandı. O kadar sıkça nefes almaya nasıl dayanabildiğine bir akıl erdiremedi orada olanlar.
Odanın içinde ağır bir hava oluştu. Pencereyi açtılar, Ocak ayının on yedinci gecesi soğuk bir hava üfledi içeriye, pencere tekrar kapatıldı.
“Beni duyuyor musun hala” diye sordu küçük yeğeni. Sonra da dikkatle baktı yüzüne. Bir mimik göstermesini bekliyordu. Duymadı, duysa bile hiçbir belirti göstermedi.
Bir seferinde doktoru tahlil sonuçları hakkında bilgiler verdi evdekilere. Tüm değerlerinin son derece iyi ve sağlıklı olduğunu söylemişti. Sonra da sürekli yatmamasını, buna dikkat edilmesini istemişti. Hala ise hiç kimseyi dinlemeden yatıyor, hep yatmak istiyordu. Ne var ki Doktorun geldiğini duyunca kalkıyor salona gidip oturuyordu. Doktor son gelişinde hastası ile baş başa kalmış ve her şeyi anlatmıştı ona. İşini bitirip salona döndüğünde;
“Sürekli yatmamasını söyledim ama yine dinlemeyecek beni” dedi.
“Geleceğinizi duyunca kalkıyor, siz gidince yine yatıyor.”
“Ender görülecek bir hal, buna hastalık da denmez başka bir adı olmalı.”
“Ölümü istemek.”
“Evet… Ölümü istemek.”
Kocasının ölümünden sonra yaşadıkları, hiçbir tutunacak dal bırakmadı ona. Her şeyi talan edilmiş. Son kalan beş bin lirasının da hastalığı sırasında doktorlara bile yetmediğini biliyordu, Yeğeni bile olsa kimseye borçlu kalmak istemiyordu. Alacağı olduğu halde borçlanmasını kendine yediremedi. Onurlu, gururlu bir kadındı. Hiç kimseye yük olmak istemiyordu. Hakkını gasp edenlerden öcünü almak isterdi ama gücü yetmiyordu. Belki de ondan dolayı; Doktoru ne dediyse tam tersini yaptı. Şu anda bile takati olsa kalkar ve yanındakileri ‘gidin yatın!’ diye kovalayabilirdi.
Yanında oturanlar uykulu gözlerle onu izliyor. Bazıları içinden ağlıyor bazıları ise ayetler okuyordu.
Çay kaşığı ile arada bir dudaklarına su vermeye devam ediyorlar. Çünkü dudaklarının kuruduğu net olarak görülüyor.
Yine uçup gitti. Bu kez uçarken beyaz koyunlar da onunla beraberdi. Yan yana uçuyorlar. Rüyada olduğunu anladıysa da ‘gerçeğe bu kadar uygun bir rüya olamaz’ diye karar verdi. Ne kadar da çok beyaz koyunlar varmış bu dünyada. Hem koyunlarla yan yana uçuyor hem de hayal meyal Trabzon’dan gelişini hatırlamaya çalışıyor. Bindiği uçağı net olarak hatırladı.
İç hatlar terminalindeki çıkış kapısının önünde bekleniyordu. Yolcuların tümü çıkışa geldiği halde o görünürde yoktu. Görevliden öğrendiler ki uçaktan inmeden tekerlekli sandalyeye alınmış. Sandalyesi ile asansörlü bir kamyona bindirilmiş.
Asansörlü kamyonun kabini camekânlıydı çıkışa yaklaşınca boynunu uzatarak yeğenini görmek istedi, göremedi. İçinden ‘eğer gelmediyse’ diye bir kuşku duydu. Bu düşünce korkuttu onu. Kabini aşağı indirdiler tekerlekli sandalye ile biraz götürülmüştü ki;
“Bu ne hal hala, kalkıp yürüsene kız” diyerek, boynuna sarıldı, kucakladı onu gülerek.
“Yürüyemiyorum, belim tutmuyor belim!” demişti.
“Dene bakalım” dedi ve ellerinden tutarak kaldırdı. O sırada tekerlekli sandalyeyi götürdüler. Ayaküstü duramadı, tekerlekli sandalyeyi de götürdüler, çaresiz sırtına alıp arabasına kadar taşıdı onu. Bu kez;
“Çantamı aldın mı çantamı?” diye sorunca geriye, bagaj bandına doğru koşmuştu.
‘Bak şimdi ne güzel uçuyorum, hem de beyaz koyunlarla birlikte. Ne tekerlekli sandalyeye ihtiyacım var ne de uçağa. Hiçbir ağrı, sızı duymuyorum’ diye geçirdi içinden.
Uçarken daha da yükseldi, artık çok uzakları görebiliyor. Koyunların küçük beyaz kuzuları da varmış meğer. ‘Nasıl olmuş da fark edememişim’ diye ah’landı. Bir tanesini yakaladı, kucağına aldı, sevdi onu gülümseyerek. Bu gülümsemesini yeğenleri de fark etti. Uçmak ne güzel diye düşündü. Sonra da; Maçka dağları uzaktan gözüktü. Beyaz koyunlar ve beyaz kuzularla beraber yan yana uçmaya devam etti. Artık keyfi yerinde, yüzü gülüyor. Üstelik bu gülümsemesi yeğenlerini de mutlu ediyor, umutlanıyor.
Karakaban Dağı’ndan aşağıya doğru süzülerek alçaldı. O önde beyaz koyunlar arkasında ve yanında olmak üzere uçuyorlar. Evini gördü, komşu çocukları kapının önünde misket oynuyor. Bundan mutluluk duydu. “Oynasın çocuklar, ben artık Ankara’da yaşıyorum” diye hesap etti.
Hasanı, sonra da Hacı Tevfik’i gördü. İkisi de bir solucan gibi Velizena kayalıklarından aşağı sürünerek gidiyor. Tiksindi, iğrenç buldu daha bakmadı onlara. Maçka’ya aşağı doğru uçtu. Meydanın orta yerinde, şehitler anıtının yanında bir kalabalık gördü. Kalabalığın üzerine doğru alçaldı. Hiç kimse, ne onu ne beyaz koyunları ne de beyaz kuzuları göremedi.
Kalabalığın ortasında, anıtın karşı tarafında üç direk dikilmiş. Üç direğe üç adam belinden bağlanmış. Direklere bağlanan adamlar konuşuyor, el kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyorlar. Ama ne söyledikleri hiç anlaşılmıyor. Anıtın yanındaki şehitler de üç sıra halinde dizilmiş bir adım önlerinde komutanları var. Komutan direklere bağlı adamları suçlu bulmuş ve ne tür bir ceza vereceğini düşünüyor.
İyice görebilmek için biraz daha alçaldı hala, her şeyi görmek istiyordu. Beyaz koyunlar ve beyaz kuzular da alçaldı. Direklere bağlı olan adamları tanıdı. Birinci direğe bağlı olan Karakol Komutanı, ikincisi Savcı, üçüncüsü de Kaymakam. Şehitlerin komutanına olanca sesiyle ünledi, bir şey diyecekti ama diyeceğini unuttu. “Zaten beni duyamazlar” diye geçti içinden.
Şehitlerin Komutanı, Maçkalıları üç sıra haline soktu. Üç uzun kuyruk oluştu ve kuyruğun ucu Coşandere’ye kadar ulaştı. Sonra da bir emir verdi; Maçkalılar yürüyerek, direklere bağlı adamların yanından geçecek. Her geçen, ceza olarak bağlı adamlardan birisinin yüzüne tükürecek. Bu cezayı olumlu bulduysa da Üzerleri hep salya sümük olduğu için tiksinti duydu.  İğrendi onlardan, daha da bakamadı, Trabzon’a doğru havalandı.
Hacca gittiğinde orada mahşeri bir kalabalık görmüştü. İşte, şimdi o yoğunlukta bir kentin üzerinden uçuyor. ‘Ne kadar da çok insan yaşarmış Trabzon’da’ dedi kendi kendine. Görsünler diye peştamalını çıkarıp salladı aşağıdakilere. Hiç kimse fark etmedi onu.
Halanın yanında bekleyenler oturdukları yerde sızıp kaldı. Ev sahibesi yeğeni hâlâ elinden tutuyor arada bir yanındaki bardaktan çay kaşığı ile su alarak dudaklarına veriyor. Onunda uykusu geldi, uyumamak için direniyor.
Artık hastanın nefes alması daha da sıklaştı, dayanılacak gibi değil.
Herkes uyumuş, halanın elini tutan yeğeni yerde oturuyor elini tutuyor, hem de başını döşeğe yaslamış uykusuna direnmeye çalışıyor. Aniden zıpladı. Halasına baktı, nefes almıyordu. Kulağını yaklaştırdı ağzına, iyice dinledi. Hayır nefes almıyor.
“Hala!” diye bir çığlık attı.
Diğerleri de yerlerinden fırladı.
“Hala nefes almıyor, hala öldü” dedi.
Herkes yanaştı, dikkatle izlediler.
“Gerçekten de nefes almıyor” diyenler oldu.

Vücudu soğumaya başladı. Kambur olan ihtiyar hala upuzun, boylu boyunca yatıyor artık. Epey zamandan beri asık olan yüzü sanki gülümsüyor mutlu gibi görünüyor. Üzerinden buhar çıkıyor, hoş gibi bir koku yayıyor odaya.
Yeni bir günün doğmasına yarım saat daha vardı.


AYŞE

Livera köyü ormanı, kalenin yamacından başlar, yukarıya doğru yayılır, köyü kucakladıktan sonra Sümela’nın karşı yamaçlarına kadar uzanır gider. Bu uzantı sırasında bazı yerlerde seyrekleşir ve yayla yerlerine izin verir. Pek çok çeşit ağacın barındığı, harika doğa güzellikleri insanın aklını başından alabilir niteliktedir.
Köyün kızları kadınları, ormanı iyi bilir. Gizli kalmış, ayak basılmamış yerlerini, çam sakızı kokan pınarlarını da bilirler. Baharda kuğular gelince hangi ağaca tüneyerek öter, nerede kuru odun, nerede mantar bulunabileceği gibi her şeyi, daha doğrusu ormanın sırrını bilirler. Tuhaftır, orman da onların sırrını bilir ama özenle saklar. Genç kızlar hiç kimseye açamadığı sırlarını, beğendikleri mesela, gürgen ağaçlarına anlatır, arada bir o ağaçlardan sanki; “ola ki dertlerine çözüm” beklerler.
Gürgen ağaçları sır tutar. Söyleneni sessizce dinler hiç kimseye aktarmaz, laf taşımazlar. Ola ki sır duyulursa kabahatli o ağaç olur. Bunun için bir zamanlar şöyle bir türkü dizilmişti.
Ey gürgen karagürgen
Budan dalından budan
Ben yar bulur alırım
Sen yaptığından utan

Ayşe’nin dert ortağı olan koca gürgen sır tutardı. O kadar büyüktü ki Livera üstünden uçan tüm kuşlar gelse, dalları arasında bir kış boyunca barınabilirdi. Ayşe ise onun gölgesine oturur belki de birilerine iletilmek üzere sessizce anlatırdı içinden geçenleri. Dert ortağına anlattıklarının ya orada kalacağını ya da gerçekte ulaşması gereken yere ulaştırılacağını da bilirdi. Yahut öyle sanırdı…
İyi günlerinin birinde Kemal ve oğlu

O gün mezere çayırlarından sağa döndü, madene giden kamyon yolunun bir kısmını örten koca gürgenin aşağıya doğru uzanan kalın kökü üzerine oturdu. Dertlerini, daha doğrusu sırlarını sessizce ama arada bir, bir tür ağıt şekline dönüştürüp hem söyledi hem ağladı.
Ezgin ve kırık duygular içindeydi. Bir hafta önce, çok da belirgin olmayan bir kısmet bulundu kendisine. Bulundu bulmasına da, buna pek sevinemedi, bir alınganlık sardı yüreğini. 36 yaşına gelmişti de ancak, daha yenice bir kısmet yakalayabilmişti. Alınganlığının nedeni ise, adamı henüz hiç görmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Meryemana ormanlarında ağaç kesim işinde çalışan bir adammış. O da 30 yaşın üzerindeymiş ve kendisi gibi yoksulmuş. Haberi orada çalışan Korkut Mehmet getirmişti.
Arkadaşları Raşi tarafındaki ormana girdi, kurumuş ağaç dalları toplayıp yük yapacaklardı. Ayşe keyifsizdi, hem iş yapmak istemiyor hem de iş yapacak derman bulamıyordu kendisinde. Dirseklerini dizlerine dayadı, yüzünü avuçları arasına aldı, daldı gitti.
Küçük kardeşleri evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Bu, onda bir burukluk oluşturuyor, yaptığı işlerden tat alamıyordu. Bir süre öylece durdu, sonra başını yukarıya doğru kaldırdı gürgenin yaprakları izin verseydi, gökyüzünü görebilecekti. Artık ona, yani o ağaca bir daha hiçbir şey anlatmamaya karar verdi. Şimdilik tanımıyor olsa da bir isteyeni vardı ya, bu ona yetiyordu. “Şansım açıldı galiba” diye düşündü.
Epey yukarılardan arkadaşı Makbule’nin sesini duydu;
“Ayşe!”
“İhuuuu!” diye haykırdı. Moralinin bozuk olduğu anlaşılsın istemedi. 
“Burada devrilmiş bir kuru ağaç var. Sesime doğru gel.”
Artık durmanın, hayal kurmanın zamanı değildi. Yerinden doğruldu, sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Güneş orman aralarından bir görünüp bir kayboluyor. Vakit epey geçmiş, hava da yağmur işaretleri vardı. Aşağılardan bir ses;
“Hey kızlar yüklerinizi yaptınız mı?”
Karşı yamaçtan başka biri;
“Yaptık, yaptık!”
Yukarılarda orman içinden bir diğeri;
“Şose yolun dönemecindeki pınarda buluşalım!” diye haykırdı.

***

Buluşma yerine vardı, yüklerini yol kenarına bırakmış dinlenmekte olan diğer kadınlar da oradaydı. O kalabalığın içinde Korkut Mehmet’in karısını da fark etti. Yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. “Mutlaka bir haber getirmiştir” diye hesap etti. Oturanlara yaklaşınca selam verdi, yavaş bir hareketle yere çömeldi, yükünü indirdi. Kadınların bir kısmı azıklarını çıkarmış yemek yiyorlardı. Kimisi yükünün ağırlığından, kimisi de romatizma ve diz ağrısından şikâyet ediyordu.
Ayşe de torbasını açtı, peynirini ve ekmeğini çıkardı, yükünün yan tarafına koydu. Ağzının kuruduğunu hissetti, yerinden kalktı biraz ilerideki çeşmeye gitti. Eğildi, avuçlarını oluğun akan suyuna tutarak içti. İnşallah, Korkut Mehmet’in karısı Zehra bu kadınlara benden söz etmez diye geçirdi kalbinden. Sadece önüne bakarak yükünün olduğu yere doğru yürüdü.

***

Ekmeğini yiyen kadınlar yükünü sırtına alıyor ve ikişer, üçerli gruplar halinde yola koyuluyorlardı. Zehra ile Ayşe en sona kaldı.
“Hadi biz de gidelim kız” dedi Zehra ve yükünü sırtlamaya yöneldi. Ayşe, yerinden kolayca kalkması için onun yanına gidip yardım etti. Sonra da kendi yükünü sırtladı. Yavaş konuşurlarsa hiç kimse duymaz diye düşündü Korkut Mehmet’in karısı;
“Ayşe” dedi. “Bu akşam yeni bir haber geldi. Eğer istiyorsan önümüzdeki cuma günü, seni isteyen Kemal, Kınalı Köprü’de bekleyecek. İstediğin saati söyle, ona söyleyelim. Köprüde buluşup, Kuştul’dan yukarı çıkar Zavera’ya gidersiniz.”
Ne diyeceğini bilemedi.
“Zehra abla aceleye getirme, sıkıştırma beni. Hazır olduğumda haber ederim sana” dedi.          

***
Madene çıkan dönemeçli araba yolunu dikey olarak kesen patika yolun çıkışında ayrıldılar. Zehra kuzey, Ayşe ise orta mahallede oturuyordu. Ayrılmış olmaları yükünü de hafifletmiş gibi oldu Ayşe’nin. Artık tanımıyor olsa da kesin olarak bir isteyeni var. Bu düşünce ona tarifi zor bir güç ve keyif verdi. O nedenle sırtındaki yüke aldırış etmeden sekerek inmeye başladı mahalleye aşağı giden yolu. Birisi görse “çıldırmış bu kız” diyebilirdi.
Aynı anda Maçka’yı, Kizera ve İskopiya köylerini gören sırtın dönemecinde durdu. Kemal’in köyü Zavera, İskopiya Dağı’nın ardında Hamsiköy vadisindeydi. Oralar hakkında hiçbir fikri yoktu. Fakat Livera’dan gelin gideceği için kendisine saygılı davranılacağı düşüncesi geçti aklından.
Evi aşağıdaki küçük düzlüğün içinde elma ağaçlarının arasındaydı. Dikkatle baktı, kimseyi göremedi. İçini kaplayan mutluluk devam ediyordu. Yeniden sekerek ve sırtındaki odun yüküne aldırış etmeden evine doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe, sırtındaki yükü de hoplayıp duruyordu.

1956’nın mayısı, olanca güzelliği ile serpildi Maçka ve köylerin üzerine. Yaylacılar o sene erken göç etti dağlara. Ve güneş her sabah Suma Dağı’nın arkasından doğar. Dağın gölgesi köyün karşısındaki Hortokop kayalıklarına boydan boya yayılır. Saatler ilerledikçe gölge dereye aşağı doğru iner öylece kaybolur gider. Akşama doğru tersi olur; Hortokop Dağı’nın gölgesi Kınalı köprüden başlayarak Livera’ya doğru tırmanmaya başlar. Havanın bulutlu yahut yağmurlu olmadığı günler hep böyle bir seyir izler güneş ve dağların gölgesi.
Mayıs ayı boyunca Guguk sesleri duyulur Suma ormanlarından. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ses bir başka yaşama sevinci verir köylülere.

***

Üç erkek kardeşi evlenmiş ve ikisi baba evinden ayrılmıştı. Kendisi gibi bekâr olan bir oğlan kardeşi daha vardı. Askerden yeni gelmiş ve geçen hafta başında sığırları alarak yaylaya göçmüştü. Babası öleli iki seneden çok oluyor. Anası ise ev içinde ufak tefek bazı işler yapabiliyorsa da romatizma ağrıları nedeniyle, bezgin ve iş göremeyen bir haldeydi. Kendisini isteyen birisinin olduğunu ailesinden hiç kimseye anlatmadı. Daha doğrusu kendisinde böyle bir cesaret bulamadı. Birkaç kez anasına açmak istediyse de başaramadı. Korkut Mehmet’in karısı Zehra, arada bir gelip haberler getiriyor ama ona da net olarak evet veya hayır diye bir şey söyleyemiyordu. Ne var ki her geçen gün sabrı tükeniyor, halen baba evinde yaşamayı kendi adına bir fazlalık olarak düşünüyordu. Arada bir “Neden kendisine ait bir evi olmasın?” diye bir soru da geçerdi aklından.

***

Korkut’un karısı evin başındaki yoldan geçiyordu. “Ayşe!” diye seslendi. Kapıya çıktı. Kadınla göz göze geldi. Koşarak yanına gitti. Zehra sağı solu kontrol eder gibi yaptı ve başka kimsenin duymaması için kulağına yanaştı;
“Yarın Kemal gelecek ormana gideceğiz. Sen de gel, orada tanıştıracağım sizi.”
Dili tutuldu sanki belli belirsiz bir “olur” çıktı dudakları arasından. 
Mayıs ayının sonuna doğru tarlalarda ikilemeler başlayacaktı. Tarla işleri tamam olunca yaylaya gidecek, kardeşi Hüseyin de köye dönecekti. İşte tam bu sırada sevgilisine kaçmayı başarabilirdi.
Neredeyse bir hafta olacak yağmur yağmadı. Bu fırsattan yararlanan köylüler acele ile mısır tarlalarının ikilemelerini bitirmek istiyordu. Ayşe ise ne kadar erken bitirirse o kadar tez gideceğini, daha doğrusu kaçacağını düşünüyor. Henüz cesaretini toparlayıp, aklından geçenleri hiç kimseye anlatamadı.

***

O sabah erkenden dışarı çıktı, güzel ve güneşli bir gün yaşanacağı anlaşılıyordu. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu ve her zamankinden daha maviydi. Mısır tarlasında ağabeyi ve yengesi ile ikileme yapacaklardı. Kemal ile görüştüğünün üzerinden iki hafta geçti. Yakışıklı biri değildi ama güçlü kuvvetli, adama güven veren bir hali vardı. Mayısın son cumartesi günü yani 26’sında akşama doğru evden çıkacaktı. Kemal onu Kınalı köprünün karşı ayağında bekleyecekti. Evdekilere bahane olarak; öte mahalledeki arkadaşına gideceğini söyleyecek ve bir daha geri dönmeyecekti. Bu fikir biraz hatalı gibi geldi ona. Kazma sapının ucundan iki eli ile tuttu ve çenesini de ellerinin üzerine dayadı. “Bir gören olur da eve haber verir ve arkamdan gelenler olur. Kolayca yakalanabilirim” diye düşündü. “Hayır, bu planı değiştirmeliyim” dedi kendi kendine. Bu durgun halini fark eden yengesi;
“Yoruldun mu Ayşe abla?” diye sordu.
“Yok yok, dalmışım işte.”    
Beş gün sonra bu iş bitecek, ailesine ve köyüne veda edecek. O güne kadar çok çalışıp tarla işlerini hiç olmasa azaltmak istiyordu. Çok fazla durgunlaştığını hatta zayıflamaya başladığını bile hesap ediyordu. “Evdekilerin hiç biri, bütün bu olup bitenleri fark edemedi” diye düşünüyor ve garip bir suçluluk duygusuna kapılıyordu.
Aklından geçirdiği gibi, hesabı tutturdu. Cuma günü öğleden sonra tarla işleri tamamlandı. O sabah yaylaya gideceğini söyledi evdekilere. Ve yaylaya götürmek üzere bir ekmek pişirdi. Yanına biraz patates ekleyerek yükünü tamamladı.

***

Artık bir süreden beri tasarladığı kaçma planını uygulama zamanı geldi. Yaylaya gider gibi evden çıkacak mümkün mertebe hiç kimse ile karşılaşmadan yola koyulacaktı. Taşboğazı’nı geçince orman içi yoldan çıkacak, aralardan aşağı Pangal’a inecekti. Oralarda onu tanıyan olmazdı. Sonra da Coşandere yamaçlarından aşağı inecek, Kınalıköprü’ye ulaşacaktı. Ola ki tanıyan birisi denk gelirse; “Yayladan geliyorum, Verizena değirmenine mısır bırakmıştım, unlarımı almaya gidiyorum” diyecekti. Bütün bu planları kafasında kuruyordu ama içinden bir ses; “geri dön, gitme!” diyordu. Bu durum onu o kadar rahatsız etmeye başladı ki gözünün önüne, bilmediği tanımadığı canlılar geliyor sivri oklarını fırlatıp dehşet saçıyorlardı. Hem gidiyor hem de onlarla cebelleşiyordu. Bir ara dayanamamış olmalı ki iki avucu ile yüzünü kapattı ve can havli ile bir çığlık attı. Çığlık onu kendine getirdi sanki. Avuçlarını yüzünden çekti etrafına bakındı. Raşi çayırlarının yukarısından gidiyordu ve görünürde sesini duyan olmamış, diye hesap etti.

***

Kararını değiştirebilmesi için, Taşboğazı’na kadar biraz daha yolu vardı. Orada yoldan çıkıp da orman içinden aşağı döndüğünde bir daha geri dönmeyecekti. Bütün bu düşünceler içinde yürüdüğünü sanıyordu, oysa olduğu yerde dikiliyor ve İskopiya tepesine doğru bakıyordu.
Yayla yolunu hiç bu kadar tenha görmemişti. Her seferinde pek çok insanla karşılaşırdı. Sanki her şey onun kaçmasına yardım ediyor ve onu görmemek için hiç kimse yola çıkmamıştı. Ağır ama kararsız adımlarla yeniden yürümeye başladı. Orman içi yol ala karanlıktı. Arada bir güneşli yerlerden geçiyor olsa da genel olarak güneş ışığına hasret bir yoldan gidiyordu. Bir kuşun “pırrr” diye uçtuğu oluyor, korkudan yüreği ağzına geliyordu.
Son dönemeci de döndü, Vanya Suyu’na çok az bir mesafe kaldı. Taşboğazı geride kaldı artık. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Verdiği kararı yeniden düşünmeye başladı. Başı uğulduyor, bilmediği yerlere, tanımadığı adamlara gitmek ürküntü veriyordu ona. Vanya Suyu çeşmesinin yanında durdu. Oradan aşağıya doğru bir parça ağaçsız açık yer vardı. İşte şu çimeni aşıp da yeniden ormanın içine girerse, geri dönülmez bir yol üzere olacağı kesindi.
Vanya Suyu büyükçe iki taşın arasından çıkar ve kısa bir akıntıdan sonra çeşmeye ulaşır. Tam orada aktığı taşın üzerinde küçük bir çukurluk var. Orasının Hazreti Ali’nin ayak izi olduğu, hemen yanında bir de nal izi var ki Düldül’ün ayak izi olduğuna inanılır.
Sırtındaki torbayı bir kenara bırakıp suyun gözesine doğru yöneldi. Dizlerinin üzerine çömelerek nal izinden kana kana su içti, ellerini yıkadı, sonra bahtının açık olması için dua etti. Torbasının yanına döndü. Avuçlarını gökyüzüne doğru kaldırarak gelecek günlerin iyi olması için yeniden dua etmeye başladı. Ve sonunda “Utandırma beni Allah’ım” diyerek avuçlarını yüzüne sürdü. Torbasını kaldırdı sırtına bağladı, ağır adımlarla suyun akarına, aşağı doğru yürümeye başladı. O anda en çok arzuladığı şey; tanıdık biri denk gelse de, “Gitme Ayşe!” diye ardından seslense.               

***

Haber bir gün sonra baba evine ulaştığında kardeşler, ocak başında oturuyordu. Ayşe, ocağın tam orta yerine bir sessizlik bombası gibi düşmüştü sanki. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyor, sigara üstüne sigara tüttürüyorlardı.
Küçük kardeş Hüseyin, haberi yaylada aldı. Ağabeylerinin aksine ablasının zorla kaçırıldığını düşünüyordu. Eninde sonunda gerçeği öğrenecek, eğer düşündüğü gibi çıkar da zorla kaçırılmışsa elinden kimse kurtulamayacaktı. Mutlaka hesap soracağını düşünüyordu.
Köylülerin pek çoğuna soruldu, ancak hiç kimseden en ufak bir bilgi, bir ipucu alınamadı.
“Bu işin içinde bir iş var” dedi anaları.
“Birisinin yardımı olmadan kız kaçırmak olacak iş değil. Bir gün mutlaka öğreneceğiz ama iş işten geçmiş olacak. Dört erkek kardeş bir kıza sahip çıkamadı. Yazıklar olsun! Babanız sağ olsaydı on kere bulmuştu onu ve kaçıran adamı. O kadar şaşkın oldunuz ki hükümete bile şikâyet edemediniz. Artık oturun oturduğunuz yerde. O bir yolunu bulur, haber verir ya da çıkar gelir.”  
Oğlanlar analarının bu sözüne cevap veremedi. Her biri kızgındı, içten içe kinleniyorlardı ve bunu bir onur yahut erkeklik sorunu gibi algılamaya başlamışlardı. Öyle ya, konu komşu ne der. “Kız kardeşlerini kurda kuşa kaptırmış, nasıl da adam gibi ortalıkta dolaşıyorlar” denilmez mi?

***

Ayşe Kemalini Kınalıköprü’de, köprünün öte yakasında buldu. Hiç konuşmadan hatta elele tutuşmadan Larhan Deresi boyunca yürüdüler. Sonra, gecenin karanlığında iskopiya yamaçlarını tırmanmaya başladılar. Arada bir gereksiz ama cevabın mutlaka olumlu olması gerekli küçük sorularla yolculuğu renklendirmeye özen gösterdikleri de oluyordu.
Zavera bayırlarından aşağı dönünce Kemal iyice dillendi. Yiğit bir delikanlı oluşundan çalışkanlığına kadar pek çok şey anlattı Ayşe’ye. Eve vardıklarında sabah olmak üzereydi. Evin kapısına varınca birkaç kez “Ana!” diye seslendi Kemal. Uykulu haliyle saçları karmakarışık, yaşlı bir kadın karanlığa doğru açtı kapıyı.
“Geldin mi Kemal” dedi.
“Geldik ana.”
“Hiç kimse ile karşılaşmadınız değil mi?”
“Hayır ana, orman içlerinden geldik, hiç kimse görmedi bizi.”
Döndü, karanlık evin içine doğru yürüdü kadın, el yordamıyla kara lambayı buldu, yaktı. Kapının önünde biraz bekleyenler lambanın yaydığı ziyayı görünce girdiler. Ayşe doğruca ev sahibi kadının yani kaynanasının yanına gitti boynuna sarılmak istedi. Hiç ummadığı bir tepki ile karşılaştı;
“İstemem” dedi.
Şaştı kaldı, aslında hayalinde canlandırdığı kaynana bu değildi. Küçük bir iskemle fark etti, kenara çekip oturdu. Kara lambanın izin verdiği kadar evin içini izlemeye koyuldu. Burası onların yayla evinden daha küçük ve daha döküntü bir yerdi. Tek odalıydı ve kaynanasının orada, o odada yattığı anlaşılıyordu.
Kaynanası yatağını ocağın yanına taşırken dikkatle izledi, gözü hiç tutmadı, daha doğrusu sevimli bulmadı. Üstelik olabildiğince çirkin bir kadın gibi geldi ona. “Ana oğul burada yaşıyor ama burası yaşanacak bir yer değil” diye geçti içinden.
Kemal sahana döktüğü ayrana bir parça mısır ekmeği ufaladı. Sonra iki şimşir kaşık getirdi birisini Ayşe’ye uzattı.
 O gece yatağa girdiklerinde, döşeğin kuru otlardan yapılmış olduğunu fark etti.
“Kemal, evinizin tek odası mı var?” diye sordu kocasına fısıltı ile.
“Evet.”
“Yünden yapılı döşeğiniz yok mu?”
“Hayır, yok.”
Ayşe ilk kez ve gerçekten pişmanlık duymaya başladı. Yine de;
“Omuz omuza çalışırsak bizi kimse durduramaz” dedi ve sağ eli ile Kemalin sol yüzünü okşadı. Nasırlı avucu yüzünü çizdi adamın, ama fark ettirmedi.

***

Gelin olduğunun daha beşinci günüydü kaynanasından sert bir azar işitti. İneği iyi sağamadığını söylüyordu. Cevap vermedi ona ama yinede kadının kızgınlığı geçmedi. Kemali çağırdı;
“Çıkın evimden” dedi.
“Nereye gideriz ana?”
“Mezere evine taşının, orası sizin olsun” dedi ve somurtarak uzaklaştı.
Mezere evi dediği yer, tepenin başında bir yerdeydi, yani orası köy değil yayla idi. Kaynana kararlıydı, evin- den çıkmalarını kesin olarak istiyordu.

İki hafta oldu Ayşe Mezere evinde kalıyor. Sadece adı ev, başkaca hiçbir özelliği olmayan bu yapının içinde yaşamak kolay iş değildi. Rüzgâr bir yandan giriyor, diğer yandan çıkıyor. Kemal ise Meryemana vadisine ağaç kesme işinde çalışıyordu. Bir sefer gelmiş o gece kalmış ve sabah erkenden yine gitmişti. Evde yiyecek namına hiçbir şey yoktu. Biraz ilerde bir pınar vardı ama oradan su alacak bir kabı bile yoktu.
Çok aşağılardan, vadinin eteğinden Erzurum, Gümüşhane yolu geçiyordu. Gece olduğunda arabaların motor sesleri duyulurdu. İşte o sesler Ayşe’ye arkadaş olurdu da sabahı ancak yakalardı.

***

 “Açlık ne kötü şey” diye geçti içinden. Kuşluk vakti oldu, iki gündür hiçbir şey yememişti. Köye aşağı doğru giderek birilerinden ekmek istemeyi geçirdi aklından. “Artık geriye anamın evine dönemem, dönsem bile kabul etmezler. Zaten ağabeylerim başlık parası alamadıkları için kızgın olabilir. Burada kalsam açlıktan bir kedi gibi öleceğim. Ne yapsam? Kimden yardım istesem” diye düşünerek patika yoldan aşağı yürümeye başladı. Bazen dizleri onu taşımıyor düşüyor sonra kalkıyor yine yürümeye gayret ediyordu. Gözlerinin önünden parça parça karaltılar geçtiğini fark etti, başı döndü olduğu yere çöktü, kendinden geçti.

Annesini gördü uzaktan. Ona doğru koşuyordu. Oysa annesi yürümek özürlüydü. Bu bir rüya olmalı diye düşündü. Elinde bir bohça vardı ve içindeki sıcak ekmeğin kokusunu bu kadar uzaklıktan duyumsayabildi. Biraz sonra yanına geldi. Bir kovadan su dökerek kızının yüzünü yıkamaya başladı.
“Gelin!” diye bir ses işitti.
Annesi neden “gelin” diye hitap ediyordu ona, diye geçti içinden. Gözlerini açtı. İki genç kadın gördü başından aşağı dikilmiş. Birisi elini başının altından geçirmiş yastık oluşturuyor diğeri de bir avucunu ıslatıp yüzüne sürüyordu.
“Ne oldu sana gelin?” diye sordu yüzünü ıslatan.
Dikkatle baktı onlara, hiç birini tanımıyordu.
“Livera’dan gelen gelin sen misin?”
Cevap veremedi. Her şeyi hissediyor anlıyor da cevap veremiyordu.
“Kemal’in hanımı mısın?” diye sordu diğeri.
“Evet” dedi usulcacık, sonra da “Çok açım” diyebildi.
İki kadın yol kenarındaki çimlerin üzerine çektiler onu. Çantalarından peynir ekmek vardı, çıkarıp önüne serdiler. Ayşe hem yedi hem de derdini anlattı.

Artık bu köyde tanıdığı insanlar vardı. Sabahları aşağı köye iniyor, tarla işlerinde olanlara yardım ediyor, karnını da doyuruyor, akşam olunca yine evine dönüyordu. Evine gidince gözü hep kapıda olurdu, Kemal gelecek diye bekleyip dururdu.
Bu kez tam bir hafta üzerine geldi kocası. Torbasında yuvarlak bir Trabzon ekmeği vardı.
Ayşe olup bitenleri anlattı ona. Artık Livera’ya giderek ailesi ile tanışmasının zamanı geldiğini de söyledi. Kemal sessizce dinledi karısını.
“Nasıl istersen, acaba bizi oraya kabul etmezler mi?” diye sordu.
“Bilmem” dedi Ayşe. “Onu da konuşuruz.”

***

Livera’ya vardıklarında akşam olmak üzereydi. Doğruca eski komşu Kemal’in evine gitmeye karar verdiler. O Ayşe’nin baba dostu olan iyi bir adamdı. İki sene önce babası öldüğünde eve gelmiş ve:
“Ağlama kızım, diyerek başını okşamıştı.”
O nedenle, baba dostu saydığı adamı kendisine yakın hissediyordu.
Baba dostunu, akşamın alacakaranlığında avluda otururken buldular. Kocasının önüne geçti hızlı adımlarla yürüdü. Giderek yaşlı adamın önünde durdu eline uzandı; “İzniniz olursa öpeyim” dedi. Ardından Kemal de uzandı.
“Nerelerdeydin kızım, aranmadık yer koymadılar. Oturun bakayım, nasılsınız iyi misiniz?”
Ayşe yan tarafta duran kısa bir kütüğün üzerine ilişti. Kemal de hanımının yanına gidip oturdu. Evin hanımı ve çocukları konuşmaları duyunca geldiler. Ayşe yerinden kalktı;
“Elini öpeyim Şerife teyze” dedi. Kadın elini uzattı ama;
“Buraya geldiğinden kimsenin haberi var mı?” diye sordu.
“Hayır” cevabını alınca eve girmelerini istedi.

***

Uzun uzadıya konuştular o gece. Ayşe, ağabeyleri ile barışmak için geldiğini o yüzden kendisine yardım etmelerini istedi hane sahiplerinden. Baba dostu adam gece vakti kardeşlerini çağırmayı uygun bulmadı. Mademki onu tercih ederek gelmişlerdi, ailesi ile barıştırmak işini boynuna düşen bir görev olarak kabullendi. Nasıl hareket etmesi gerektiğinin planlarını yaptı. İki yetişkin oğlunu bu iş için görevlendirdi;
“Yarın sabah Ayşe’nin ağabeylerini davet edeceğiz. Geldiklerinde bir uyumsuzluk olur da enişteleri ile kavga etmek isterlerse engel olmamız gerekecek. Bunu bilin ve uyanık olun” dedi oğullarına.        

***

Sabah oldu, Şerife kadın çorbayı hazırladı. Yuvarlak yer sofrasının etrafına dizildiler, ortadaki bakır sahana kaşık sallamaya başladılar. Uzun zamandır ilk kez karnının doyacağını düşündü Ayşe.
Hane sahibi, konuklarını ikaz etti;
“Evimde güvendesiniz, rahat olun, gelecek olanlara karşı saygıda kusur etmeyin geri yanını bana bırakın” dedi ve Ayşe’nin ağabeylerine haberci gönderdi.
Çeyrek saat sürmedi, kardeşlerden ikisi geldi. Uzun boylu olanı Zeki, kısasının adı da Mehmet’ti. Üçüncü kardeş Hüseyin henüz gelmedi.
 Gelir gelmez “Nerede onlar?” diye sordu uzun boylu olanı.
“Acele etmeyin” dedi ihtiyar. “Önce konuşalım. Kavga çıkarmanızı istemiyorum, benim yanımda Ayşe’yi dövmek isterseniz buna izin veremem, bunu da bilesiniz.”
“Olur mu Kemal amca” dedi Zeki. Dedi ama hareketleri hiç güven vermiyordu.
“Bakın, olanlar olmuş, artık bu işin geri dönüşü yok. Olay çıkarmanızı istemiyorum. Siz de yardım edin ki yuvalarını kursunlar.”
“Bize akıl verme, kız kardeşimizi teslim et” diye kükredi Zeki.

Ayşe ile kocası konuşulanları odadan dinliyordu. Uzun süren pazarlıklardan sonra huzura çıkarıldılar. Saygı ile kardeşlerinin yanına giderken, zeki bir ok gibi fırladı eniştesine bir tokat çaktı.  Bu hareketi karşılık bulmadı ama o sırada evin delikanlıları bu davranışı affetmedi. Kıyasıya bir kavga başladı. Ayşe ile kocası bundan yararlanarak tekrar odaya girdi.
Bağrışmaları duyan mahalle komşuları koşarak yetişti. Zeki ile evin delikanlıları kıyasıya vuruşuyor. Aracılık edenler kavgayı durdurmakta başarılı olamıyordu. O sırada Mehmet kavgayı bırakıp Ayşe’nin yanına döndü. Kocası Kemal ile pazarlığa girişti. Kemal de iş yatışsın diye cebindeki yüz on liranın yüz lirasını kayın biraderine vermek zorunda kaldı. Parayı alan Mehmet yatıştı. Barışmaktan yana tavır takınmaya başladı. Komşuların da araya girmesiyle kavga yatıştırıldı ama kavgayı ilk başlatan Zeki’nin yüzü gözü kan içinde kaldı.

***

Kemal ile Ayşe bu barıştan hiçbir şey elde edemedi. Üstelik ceplerindeki parayı da kaptırdılar. Ne yapmaları gerektiği konusunda uzun uzadıya düşünmeye başladılar. Hiçbir çıkış yolu bulamadılar. Umutsuzca köylerine dönmek üzere yola girdiler. Yoksulluk ve şanssızlık bir şemsiye gibi üzerlerini örtüyordu sanki.

İki sene boyunca fukaralıkla dalaşıp durdular. Bir komşuları küçük bir buzağı hediye etti onlara. Onu büyütmeye gayret ediyorlardı. Ele gelir zenginlikleri sadece o idi. Belki de o yüzden buzağıyı bir yaşındaki çocuk gibi nazlandırır, sever okşardı Ayşe. Kemal arada bir gündeliğe gidiyor üç beş kuruş kazanıyordu ama o da içkisine yetmiyordu. Bu içki işine epey zamandır devam ediyordu. Ayşe ise, kahreden acılar içinden geçtiğini düşünüyor, bazen ne kadar derin nefes alsa, nefesine doyamıyordu. Ne toprakları ne de çalışacak bir işleri yoktu. Hayatında değişen tek olumlu şey; bu zaman içinde bir kızı doğmuştu ve onu hayata bağlayan yegâne varlıktı.  

***

Karakaban Dağı tarafından gelerek Hamsiköy’ün batısındaki tepelere yayılan kara bulutların etkisinde kaldığı da olurdu arada bir. Hiçbir şekilde sır vermeyen, acele ile nereye gittikleri, ne yapacakları belli olmayan, somurtkan, insana kasvet veren o kara bulutların etkisinden bir türlü kurtulamazdı. Yine öyle, kasvetli bir akşamüzeriydi. Avludaki oturma taşının üstüne koyduğu tahta parçasına oturuyordu. Çocuğu kucağında olduğu halde gözü, Hamsiköy tepelerinde hızla hareket eden yağmur bulutlarındaydı. Dağ yolundan aşağı doğru iki kadın, sırtlarında odun yükü olduğu halde sekerek ama acele ile geliyordu. Elini kaşına siper ederek dikkatle baktı. Neden sonra kim olduklarını bilebildi.
Kocası her sabah iş aramak bahanesi ile çıkıyor geç vakitlerde dönüyordu. Oysa anlatacak ne kadar çok derdi vardı ama dinleyecek kimsesi yoktu. Yukarıdan aşağıya gelen kadınlar yanından geçeceklerdi. Epey yaklaştıklar, Gözü üzerlerindeydi. Geldiler ve selam verirken biraz öte tarafına yüklerini indirdiler. Bu gelenler aşağı mahallenin kadınlarıydı. Biraz yaşlı olanı Şahender diğeri de Sakineydi. Yorgun bir halleri vardı. Yükünü bırakan Ayşe’nin yanına doğru yürüdü.
“Nasılsın Ayşe gelin” dedi Şahender.
“İyiyim abla, bu günüme şükür, hasta değilim işte.”
“Bebeğini kucağıma ver de evden bir maşrapa su getir, susadık kız.”
O da öyle yaptı.
Suyu getirirken, çocuğu kucağında oynatan kadın;
“Bunun adını ne koydun kız?”
“Fatma”
“O niye?”
“Annemin adıydı, unutulsun istemedim.”
Maşrapayı Şahender’in yanına koydu sonra da bebeğini kucağına aldı. Yorgun kadınlardan su içen; “Su gibi aziz olasın Ayşe” dedi. Sonra da geçim derdinden konuşmaya başladılar. Söz sözü açtı, Ayşe için çözüm yolu aramaya başladılar. Ne var ki her yol, öncelikle toprak sahibi olmaya çıkıyordu. Hava kararmak üzereydi. Şahender yerinden kalktı, yüküne doğru giderken durdu, geriye döndü.
“Kız Ayşe!”
“Buyur Abla”
“Kız, insanlar İstanbul’a gidiyor. Oralarda fabrikalar varmış, fabrikalarda çalışanlar çok para kazanıyormuş. Kocana söyle, alın başınızı gidin. Buralarda durmakla hiçbir şey elde edemezsiniz. Gidin, gidin, göreceksin kaderiniz bile değişecek.”
“Bilmem ki nasıl olur abla. Hiç bilmediğimiz yerler, oralarda barınabilir miyiz? İstanbul nere Zavera nere?”
“Buralarda umutsuzca beklemekten iyidir kız. Kocana söyle çekin gidin.”
Cevap veremedi Ayşe, fakat küçük de olsa bir umut doğdu içine. Yüklerini tekrar sırtlayıp iniş aşağı giden kadınlara, gözden kayboluncaya kadar baktı. Akşam ezanı okunuyordu, Kemal henüz gelmedi, bebeği kucağında olduğu halde ağır adımlarla evine girdi.
***

Kocası geldiği zaman imam yatsı ezanını çoktan okumuştu. Bebeğini uyutmuş ocak ateşinin aydınlığında ona bir bluz örüyordu. Kemal de ocağın öbür başına geçip oturdu, Ayşe yerinden kalktı ona ayırdığı bir tas çorbayı uzattı. Sonra da yan tarafa geçerek elişini eline aldı;
“Kemal çok yoruldun mu bugün?” diye sordu.
“Yorulmadım ama iş de bulamadım.”
“Bak ne diyeceğim. İnsanlar İstanbul’a gurbete gidiyor. Orada karı koca fabrikalarda çalışıp çok para kazanıyorlar. Yeni bir ev bile alabiliyorlar. Düşündüm de; biz de gitsek fena mı olur?”
“Bilmem hiç düşünmedim. Oralara gidince bir tanıdık bulmak lazım. İstanbul’da tanıdık kimsemiz yok.” Biraz düşünür gibi yaptı; “Ama Zonguldak’ta dayım var. Ona gitsek bize yardımcı olabilir mi acaba?”                   

***

Gurbete gitmek kararını verince önce danayı sattılar. Sonra da bir keçe ve yorgandan ibaret olan yatak takımını sarıp sarmaladılar. Bir sahan, bir tencere ve iki tahta kaşıktan ibaret olan mutfak malzemelerini de yüklerinin arasına sıkıştırdılar. Zavera’dan aşağı yürüyerek şose yola indiler. Hamsiköy tarafından gelen bir kamyona bindiler ve o gün Trabzon Limanı’na ulaştılar. Günlerden çarşamba idi. Oysa batıya, Zonguldak tarafına doğru gidecek gemi, perşembe günleri saat onbirde hareket ederdi. İki kişilik üçüncü sınıf Zonguldak bileti alınca, on lira paraları arttı.
                              ***
Gemi bir ikindi vakti Zonguldak limanının açığında demirledi. Yaklaşan kayıklardan birisine indirildiler. Karaya ayak bastıkları zaman, yorgun ve bitkin bir haldeydiler. Trabzon’dan ayrılalı dört gün olmu8ştu. Ayşe ve bebeğini deniz tutmuş, sarhoş gibiydiler. Üstelik karınları da açtı. Bir yandan açlık diğer yandan deniz tutması başlarını dönüyordu. Doğrusu Kemal de ondan daha iyi durumda değildi.        
15 gün önceden dayıya mektup yazmışlardı ama yine de onu bulamayacağı korkusu sardı Kemali. Zonguldak iskelesinin önündeki parkın çıkış tarafında bir ıhlamur ağacının altında oturdular. Zavera’ya sadece yamaçları benzeyen bambaşka bir dünyanın içine adım atmakta olduklarını anladılar. Bir taraf dağ, diğer taraf deniz. Akşam karanlığı yaklaşıyor bebek durmadan ağlıyor. Kemal bir ekmek bulmak için parkın dışına çıkmaya karar verdi. Yaşlı bir adam;
“Kemal” diye ünledi biraz uzaktan. Cevap alamayınca yürüdü geldi, avucunu Kemalin sırtına şaplattı.
“Dayı!” diye haykırdı Kemal.
Olup biteni izleyen Ayşe o adamın “dayı” olduğunu anladı. Ayıp olmasın saygılı bir gelin olduğu anlaşılsın diye büyüğüne daha edepli görünmek amacıyla toparlandı.

***

Zonguldak’a geleli üç sene olmuş. Şehrin yukarı mahallesinde bir yamacın başındaki tek odalı gecekonduda yaşayıp gidiyorlar. Zonguldaklılar genellikle kömür ocaklarında çalışır. Oysa Kemal kömür işini hiç sevmedi. Bir benzinlikte araba yıkayarak gündeliğini çıkarıyordu.
Bu sırada bir de erkek çocukları doğdu. Gerçi zengin olamadılar ama Zavera köyünden daha iyi durumda oldukları kesindi. Ayşe arada bir mahalleli kadınlarla şehirdeki evlere temizliğe gidiyor, kazandığı para ile çocuklarının eksiklerini gideriyordu. Kemal ise kazandığı paranın önemli bir kısmı ile her akşam içerdi. Hatta parası yetmediği zamanlarda “sende para vardır” diyerek karısını zorladığı da olurdu.

***

O kış biraz sert geçti, evleri ve yatakları muntazam olmadığı için geceleri üşüdüler. Belki de o yüzden, Kemal güneşi gördüğü zaman sırtını dönüp ısınmaktan haz duyardı. Bahar gelmiş her yan yeşillenmeye başlamıştı. Ayşe bir sabah uyandı, çocukları okula hazırlayacaktı. Evin içi oldukça soğuk ve rutubetliydi. Sobayı yakmak için dışarıya çıkıp odun alması gerekiyordu. Dış kapıyı açıp çıktı fakat öksürmeye başladı. Ardı arkası kesilmeden öksürüp durdu. Öksürük nedenini sabahın soğuğuna bağladı. Bir gün sonra öksürüğü ile beraber ağzından kan geldiğini gördü. Umursamadı, geçer diye düşündü, işine devam etti.

***

Hastalığı gün geçtikçe ilerliyor, vücudu suya düşmüş şeker gibi erimeye devam ediyordu. Kemal yine eskisi gibi, her akşam içiyor, evde olup bitenlerin farkında bile olmuyordu.
Kız ilkokulu bitirmiş oğlan da son sınıfa geçmişti. Maçka’nın Zavera köyünden ayrılalı on dört yıl olmuş. Bu ona bir asır gibi geliyordu. Kardeşlerinden hiçbiri ne soruyor ne de bir selam gönderiyordu. Dalyan gibi olduğunu sanan Ayşe, küçücük zayıf bir kadın haline gelmiş. Kocası onu bir sefer doktora götürdü. Doktor; “Bu kadın verem hastalığına yakalandı. Artık biraz geç kalındı. Bakımını iyi yapabilirseniz yaşayabilir” dedi. Doktorun bu açıklaması ile tüm umutları denizin ufkundan uçup gitti sanki.

Bir akşam vaktiydi, kocasının erken gelmesi için dua etti. Çünkü çocuklarına yemek yapabilecek takati yoktu. O kadar çok terlemiş ve o kadar çamaşır değiştirmişti ki artık daha da değişecek hiçbir çamaşırı kalmamıştı. Kemal yine bildiği gibi yaptı ve o gece eve hiç gelmedi.
Sabahın çok erken bir vaktinde kapı çalındı. O kötü haber bir bomba gibi evin tam orta yerine düştü; “Kemal biraz ileride yol kenarında boylu boyunca uzanmış yatıyor, öldü” dedi adam. Haberi getiren başka bir şey söylemeden döndü gitti. Çocuklar, kapıyı çalanın ne dediğini tam olarak anlayamadı. Ayşe ise orada, kapının önünde öylece dondu kaldı. Hiçbir şey hissetmiyor narkoz almış bir kedi gibi duygusuzca çocuklarına bakıyordu. Neden sonra onlara sarılıp; “Biz şimdi ne olacağız?” diyerek hıçkırarak ağlamaya başladı. Kendisi evden dışarı çıkabilecek halde değildi.
Ölen, ölümüyle beraber bu dünya ve sıkıntılarından kurtulur. Ne var ki geride kalanlar aynı sıkıntıları katlayarak yaşamla boğuşmaya devam eder. O gün akraba, hemşeri ve komşuların yardımıyla Kemal’i karşı mahalledeki mezarlığa defnettiler.

***

Kemal öleli üç gün oldu. Ne yapacağını, nasıl geçineceğini, bu hasta haliyle çocuklara nasıl bakacağını akıl edemez oldu. Yine ateşi çıktı ve artık sürekli olarak kan tükürüyor. Ölümün sivri pençesini ta yüreğinin derinlerinde hissediyordu artık. Bu hasta haliyle hayata son bir yön vermek geçti gönlünden. Kızını yanına çağırdı, büyük ağabeyine gönderilmek üzere bir mektup yazdırdı. Çok hasta olduğunu, kocasının birkaç gün önce öldüğünü, kendisinin de her an ölümü beklediğini kaydettirdi. Çocuklarının ortada kalabileceği endişesi taşıdığı için ağabeyinden başka hiç kimseden yardım göremeyeceğini de yazdırdı.  Aklına gelen daha pek çok şeyi anlattıktan sonra zarfı kapattırdı.

Mektubun postaya verilmesinden iki hafta sonra bir akşam vakti kapısı çalındı. O yine hasta yatağında ateşler içinde yatıyordu. Kızı Fatma koşarak kapıyı açtı, bir adam;
“Burası Kemal’in evi mi kızım?” diye sordu.
Çocuk geriye annesinin yanına döndü durumu anlattı.
“Gelsin” dedi anası.
Gelen ağabeyi Mehmet idi. Ağabey kız kardeşini yatağın içinde bir deri bir kemik olarak gördüğü zaman şaştı kaldı. Böylesini hiç beklemiyordu. Yıllar önce eniştesinden aldığı yüz lira geldi aklına, utandı kendisinden, kızardı bozardı. Şaşkınlığından “geçmiş olsun” bile diyemedi. Ayşe ise gözlerini ona dikti, konuşamadı ama öz ağabeyini karşısında gördüğü için sevinç gözyaşlarını da tutamadı. Mehmet dikkatle yeğenlerine baktı. Çocukların eli yüzü ve giysileri kir içinde ve ayaklarındaki kara lastikler yırtıktı. Ne yapacağına nereden başlayacağına karar veremedi ama “Hadi hazırlanın gidiyoruz” diyebildi.

***

Trabzon’a, Livera’ya döndüklerinde ziyarete gelen komşular eli boş gelmedi. Hayatında hiç görmediği kadar yiyecek ve içecekle doldu odası. Ne var ki sağlığı yerinde değil iştahı da yoktu, canı hiçbir şey yemek istemiyordu. Sadece kendisinin ve çocuklarının artık emin ellerde olduğunu düşünüyor bir parça mutlu oluyordu.
Köye gelişinin ikinci perşembe günü akşam vakti, emanetini teslim ederken yanında hiç kimse yoktu. Ölümünden sonra odasına ilk giren kızı Fatma oldu. Önce dikkatle baktı dondu kaldı. Annesinin başı yana dönmüş, gözleri açıktı ve ağzından akan kan yastığını kızıla boyamıştı. Bir uzun çığlık atarken cenazenin üzerine kapandı.

Mezarlıktan dönerken Mehmet’in karısı kocasına sitem ile karışık dert yandı:
“Biz zaten kendi çocuklarımıza bakmakta zorluk çekiyorduk, şimdi iki kişi daha katıldı aramıza. Onları ne yapmayı düşünüyorsun?

“Öyle düşünme hanım, hanemize iki çalışabilir insan daha katıldı. Artık daha güçlü olacağız” dedi.