Muzik

12 Mayıs 2016 Perşembe

GÖRMENİN BEDELİ (masal)

Karadeniz henüz deniz olamamış, yerinde geniş, yeşil ve güzel ovalar varmış. Bu güzel ovalar yemyeşil vadilerle birbirine bağlıymış. Bereketli topraklarının üzerinde binbir çeşit meyve ormanları ve şırıldayarak akan dereleri varmış. Bütün o havali, Adem’in dünyaya ayak bastığı yerin batısında bulunan, bir memleket olarak anılırmış. Bütün insanlar ve hatta hayvanlar, dünya düzlüklerine oralardan yayılmış imiş… Şuradan belli ki, ahali keyif ve mutluluk içinde yaşıyormuş. Bu masal, o memleketin güneyinde, yağmurlar vadisinin ovaya açıldığı yerde, ‘Mutlar’ köyünde yaşanmış.  

Köye, uzaktan bakıldığında ağaçlar arasında olduğu için pek belli olmazmış. Ahalisi kendi halinde, neşeli ve hoş bir halde günlerini geçiriyormuş. Hiç kimse, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyormuş.
Yol boyunca uzayıp giden kanallardan, berrak sular akarmış. Dört bir taraf yaşlı ve büyük ağaçlarla donanmış ormanlıkmış. Heybetli ağaçlar, insanları hayvanları yağmurdan ve güneşten korurmuş. Kuşlar cıvıl cıvıl öterken diğer yaban hayvanları da oralarda dolaşırmış. Dolaşırlarmış ama ne insanlara ne de diğer hayvanlara bir zarar vermezlermiş.
Masal bu ya, kadınlar çocuklar ve yaşlılar bile masal içinde ayrı bir masal dünyasında yaşarlarmış.   
Evcil hayvanlar kendi aralarında toplanır, hoplaya zıplaya otlağa giderlermiş. O kadar geniş otlaklar içinde yaşarlarmış ki, hiç biri diğerine bir üstünlük sağlamak için huysuzluk yapmazmış. Bütün yaban hayvanları dahi, bu barış ve mutluluk ortamını korumak için fazlasıyla dikkat ederlermiş. Kurtla kuzu, tavşanla tilki yan yana gezermiş. Ormanın bütün hayvanları, Mutlar köyü halkı ile de iyi geçinmeye özen gösterirmiş. Çünkü o halk da tıpkı kendileri gibi, kötülük nedir hile nedir bilmezmiş. Sözün özü; Mutlar köyünde bütün canlılar biri birlerine iyi davranıyormuş.     
Köylüler mutlu olmasına mutluymuş. Her şey iyi güzel ve yolunda gidiyormuş ama derler ki her güzelin bir kusuru olur. Bu kusur, köye bir yabancı gelince meydana çıkmış. Yüzyıllar boyunca hep böyle güzellikler içinde devam etmiş olan yaşam, gelen yabancı ile bir şaşkınlığın içine düştü.  
Gelen kişi, köyde yaşayanların görmediğini, gözlerinin olmadığını fark etmiş. Sadece göz değil, yüzlerinde göz çukuru bile yokmuş. Ne kaş ne de kirpik, hiçbir şey yokmuş. Öyle olunca da; göz ve görmek konusunda hiçbir fikirleri yokmuş. Hatta kör olduklarının farkında bile değillermiş. Görmedikleri için de, bütün canlıları kendileri gibi sanıyorlar, sorunsuz yaşıyorlarmış.
Görmeyen insanlar için ne gecenin ne de gündüzün bir farkı olmazmış. Atalarından dedelerinden beri, böyle gelmiş böyle gidiyormuş. Rivayet edilir ki, Mutlar köylüleri Ademin gelişinden beri hep böyle yaşamışlar.  
Günlerden bir gün, o esrarengiz adam çıkagelmiş. Yolun kenarında, kalın bir ağaç kökünün üzerinde bir köylü oturuyormuş. Saçı sakalı birbirine karışmış, garip ama kibar bir adam. Gelen adamı ayak seslerinden bilmiş. Selam vermiş gelen. Fakat oturan onu tanıyamamış;
“Kimsin sen, nereden gelip nereye gidersin?” diye sormuş.
“Güneşin doğduğu yerden geliyor, derelerin aktığı tarafa doğru gidiyorum” demiş. Demiş ama oturan adama dikkatle bakmış. Yüzünün az bir kısmı görünüyormuş. Şaşırmış, böyle yüzünü saklayan bir adamı ilk kez görüyormuş.
Oturan adam daha da şaşkınmış. Çünkü ömründe hiç duymadığı bir sözcükle karşılaşmış. Güneş demiş adam.
“Güneş ne demek?”
“Güneş aydınlık sıcaklık demek, iyilik demek, bize kol kanat açan demek?”
Nedense daha fazla açıkla yapmak istememiş. Oturan da üstüne varmamış.
“Hoş geldin safa geldin.”
“Uzun yoldan geldim yorgunum. Karanlığa kalmak istemiyorum, karnım da aç, tanrı misafiri olarak kalmak istesem ne dersin?”
Oturan, yolcunun bu sözcüğünü ve ne demek istediğini anlayamamış, bu kez;
“Karanlık ne demek?” diye sormuş.
Sorana dikkatle bakmış yolcu. Hayret, konuştuğu adamın gözleri yokmuş. Hatta göz çukuru bile yokmuş. Şaşılacak iş, diye düşünmüş. İlk kez böyle kör birisiyle karşılaşıyormuş. Acaba burada yaşayanlar, hep böyle kör mü? Karanlığı güneşi, bilmediğine göre bunların hepsi mi böyle? Öyle düşünmüş olsa da acemiliğinin dallanıp budaklanmasını istememiş, gerekli açıklamayı yapmış;
“Karanlık demek; yani uzun yoldan gelenler yorulur, uyumak isterler. Uyku zamanına, karanlık derler bizim oralarda.”
“Anladım” demiş öteki. “Bizim buralarda uyumanın belli bir zamanı yoktur. Dileyen dilediği zaman uyur, sonra uyanır kalkar, işine gücüne bakar.”
“Benimkisi de öyle, söylediğin gibi, uyku zamanım gelmiş.”
“Seni anladım yolcu, hadi gel benimle. Tanrı misafirine hayır, demek olmaz” dedi ve yerinden kalktı.
Adamın karanlığı bilmemesi, yolcuyu hayretler içinde bırakmış. Köylü ile yan yana yürümeye başlamış. Köyün içine girince, yolcu yeni bir şaşkınlık daha yaşamış. Rastladığı kim varsa hiçbirinin gözü yokmuş. Çocukların da kadınların da gözleri yokmuş. O sırada kafasında bir şimşek çakmış;
“Eğer bu köyde bütün insanlar böyle kör ise, ben buraya yerleşmeliyim. Aralarına girersem, köyün en önemli adamı olurum” diye düşünmüş.
Hem gidiyor hem de böyle şeyler kuruyormuş.
Yanındaki;
“Çok garip bir memleketten geliyorsun, neresiydi demiştin?” diye sormuş.
O da;
“Güneşin doğduğu taraf.”
“Böyle bir memleket hiç duymadım. Güneş dediğin nasıl bir şeydir? Canlı mıdır?”
“Güneş dünyayı ısıtan ateştir. Her sabah doğudan doğar, batıya doğru gider.”
“Nasıl yani?”
“Güneş en büyük ateştir. O olmasa, bütün canlılar donar. Hiç kimse soğuktan donmasın ölmesin diye, güneş doğudan doğar, dünyayı ve bütün canlıları ısıtarak geçer gider. Sonra gece olur, uzun sürmez yeniden sabah olur. Başka bir güneş gelir, yine ısıtarak gelir geçer. Bu hep böyle devam eder gider.”
Yolcunun bu sözleri köylüyü hayretler içinde bırakmış. Aslında tam olarak ne dediğini de anlayamamış. Bu adam ne kadar da çok şey biliyor, diye düşünmüş.
Hem düşünmüş hem de evine doğru götürmüş. Her çınarın altında bir ev varmış. Varmış ama bizim bildiğimiz evlerden değilmiş. Ağaç dallarından örülmüş bir çadır gibiymiş. Orası hem mutfak, hem de eşyalarını saklamak için öylesine bir yermiş. Yatmak için, biraz daha ilerde, ağaç dalları arasına gerilmiş ve sarmaşıklardan örülmüş pek çok hamaklar varmış.
Köylü konuğunu yedirmiş içirmiş ve sonra uyuması için boş bir hamak göstermiş. O da çıkmış, yatmış. Uyandığında bu köyde neden herkesin kör olduğunu düşünmeye başlamış. Sonra da böyle bir köyde, gören bir kişi olarak yaşamak pek cazip olmalı diye düşünmüş. O anda sadece bir türlü değil, yedi türlü düşünmeye başlamış.  
Sonunda karar vermiş, ne olursa olsun bu köyde kalmalıyım, demiş kendi kendine.
İnsanlar görmüyor ama düzgün işleyen bir yaşam biçimi oluşturmuşlar. ‘Evet, adamları ikna edebilirsem bu köyde kalmalıyım’ demiş içinden…
Kendisini yedirip buraya getiren kör adam, ayaklarının ucuna basarak gelmiş. Önce hamağa tutmuş, sonra usulca elini uzatmış;
“Uyandın mı yolcu?” diye sormuş.
Oysa yolcu onun bütün hareketlerini izliyormuş.
“Uyandım…”
“Rahat uyudun mu?”
“Yorgundum, yatmamla uyumam bir oldu. Ne kadar iyisiniz, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
“Teşekkür gerekmez, sen tanrı misafirisin. Hadi kalk da gidelim.”
Adam hamaktan inmiş. Diğeri koluna girmiş, eve doğru yürümeye başlamışlar.
Yolcu;
“Köyünüzü çok sevdim. Kimim kimsem yok. Beni de aranıza kabul eder misiniz?”
“Bunu Baş köylüye sormam gerekecek. Böyle önemli kararları ancak o verir.”
“Ne isterseniz yaparım, çalışırım. Odun taşırım, inek sağarım ne derseniz yaparım.”
Yolcuyu tekrar evine götürüp kahvaltı yaptırmış. Sonra da Baş köylünün huzuruna çıkarmış.
“Nerden gelir nereye gidersin?” diye sormuş, saçı sakalı karman karışık olan Baş köylü.
“Güneşin doğduğu taraftan geliyorum ve derelerin aktığı tarafa doğru gidiyordum.”
“Güneş mi, o da ne demek?”
“Hani bazen sıcak olur bazen soğuk. İşte o sıcaklığı veren şeye güneş diyoruz. O da her gün, aha şu taraftan gelir, bu tarafa doğru gider.”
“O sözünü ettiğin güneş gelmezse hep soğuk mu olur?”
“Evet, güneş gelmezse sıcaklık olmaz. Sadece sıcak değil, gündüz de olmaz.”
“Sen ne kadar çok şey biliyorsun. Güneş bizim buralardan da gelir geçer mi?
“Elbette…”
“Neden haberimiz olmuyor?”
Çünkü sizin gözünüz yok, göremiyorsunuz.”
“Göz ne demek?”
“Göz demek, yanına gitmeden her şeyi görmek demektir.”
“Ne kadar da çok şey biliyorsun?”
“Çok şey bilmek değil bu, bizim oralarda herkes güneşi de bilir, gündüzü de...”
Bu sırada, yolcunun sorgulandığını duyan köylüler, toplanma yerine gelmeye başlamışlar.
“Bu meseleyi yeniden konuşacağız. Köyümüzü ve köylülerimizi beğendiğini burada, aramızda yaşamak istediğini söylemişsin.”
“Evet, doğru söylüyorsun. Her şeyinizi beğendim. Kimim kimsem yok, eğer kabul ederseniz aranızda yaşamak istiyorum. Çok çalışırım, ne iş verirseniz yaparım.”
“İnek sağabilirim demişsin. Koyun da sağabilir misin?”
“İkisini de sağarım. Dediğim gibi ne iş verirseniz yaparım.”

Karşılıklı konuşmalar devam ederken, toplanan köylüler, çoğaldıkça çoğalıyormuş. Baş Köylü ile yolcu arasında geçen konuşmaya, tanık olmak istiyorlarmış. Yolcu kalabalığı görünce heyecanlanmış, biraz da korkmuş. Elini sallamış, yerinden kalkmış oturmuş, hiç kimse neden öyle yapıyorsun diye sormamış. Kesin olarak anlamış ki bu adamların hiç biri görmüyor. Görmek bir yana göz çukurları bile yok.
Baş Köylü, kalabalığın toplandığını hissetti;
“Arkadaşlar” demiş. “Bu adam bizimle beraber yaşamak istiyor. Üstelik çok şeyler biliyor. Dünyayı ısıtan ateşi de biliyor. Ne dersiniz, bizimle beraber yaşasın ister misiniz?”
“Sen bilirsin” demiş önde oturanlar. Diğerleri de hep bir ağızdan;
“Sen nasıl uygun görürsen öyle olsun Baş köylü” demişler.
Bir adam ayağa kalkmış;
“Bana izin ver, kendisini kontrol edeyim. Çok şeyler bildiğine göre, bizden farklı yanları olmalı” demiş.
“İzin senindir, kontrol edebilirsin” demiş Baş Köylü.
Ayağa kalkan adam;
“Ses ver” demiş yolcuya.
“Buradayım bu tarafa gel.”
Gitmiş, yolcunun kolundan tutmuş.
“Kalk ayağa…” kalkmış.
Avuçları ile her yanını ellemeye başlamış.
“Boyu benim kadar!”
“Oooo!…” dedi hazırda bulunanlar.
“Elleri ayakları da benim gibi…”
“Eeee!..” dediler.
“Başındaki saçları kısa…”
“Aaaa…”
“Bizim gibi bir adam...”
“Aooo!
“Otur bakalım yabancı.”
Yolcu oturmuş. Kontrol eden köylü, avucunu yüzünde dolandırmaya başlamış.
“Farkı yakaladım, burnunun iki yanında birer çukur var…”
Oturanlar heyecanlanmış…
“Eeee!..”
Çukurların içinde birer küçük top var…”
“Uuuu!…”
Demişler ve bir merak ile ağır ağır yolcuya doğru yaklaşmaya başlamışlar.
“Her şeyi bize benziyor ama burnunun sağında ve solunda çukurlar var, bu ne ola ki?”
“Bu çukurlar niyedir?” diye sormuş kontrol eden adam.
“Göz, onlar benim gözlerim.”
“Göz ne demek?”
“Onlarla dünyayı görürüm, sizi görürüm.”
“Yaaa!” demiş dinleyenler.
“Görmek ne demek?
Dinleyenlerin merakı iyice kamçılanmış. Görmek ne demekmiş acaba?
“Ben bu gözlerle her şeyi görürüm. Sizi görürüm çocukları, hayvanları ağaçları günü geceyi ne varsa her şeyi.”
“Uzaktaki hayvanları da görebilir misin?”
“Elbette, arada bir mani yoksa her şeyi görürüm.
“Vaaaay!”
O sırada köylüler çemberi daraltmaya devam ediyorlarmış. Çünkü yolcunun gözlerini merak ediyorlarmış.
“Bizim bilmediğimiz şeyler biliyor. Gün dedi, gece dedi güneş dedi.”
Bu açıklamayı Baş Köylü yapmış. Yolcunun yanında dikilen adam;
“Anlat bakalım, gün ne demek, gece ne demek?”
Yolcu anlatmaya başlamış;
“Önce güneşi bilmek gerek. Güneş gelirse gündüz olur, giderse karanlık ve gece. Karanlık olduğunda ben de sizin gibi olurum, ışık olmazsa göremem. Güneşin aydınlığında her şey ayan beyan belli olur. Büyüklük küçüklük, iyiler kötüler, her şey görülür.  Şu anda ben, hepinizi görüyorum, kaç kişi olduğunuzu biliyorum. Biraz ilerde dolaşan inekleri de görüyorum. Gözleri olmayanlar bu söylediklerimi anlayamaz.”
“Heleee!…” demiş dinleyenler.
“Daha başka?”
“Gördüklerimin yakınlığını uzaklığını, sevimli yahut çirkin oluşunu da anlarım.”
“Ho hooo…”
“Daha başka?”
“Eğer canlıysa gördüğüm ve hareket halindeyse, ne tarafa ne kadar hızla gittiğini de görürüm.”
“Uhuuu…” demiş dinleyenler.
Yanına kadar yaklaşmış olanlar o anda kıskıvrak yakalamışlar yolcuyu. Aslında niyetleri kötü değilmiş. Sadece, burnunun sağında ve solunda bulunan çukurları merak ediyorlarmış. Bu nasıl bir duyu ki her şeyi haber verebiliyormuş. Bütün köylüler ellerini uzatıp, görmek duyusunu elleyerek anlamak istiyorlarmış.
Yolcuya hareket alanı bırakmamışlar. Gözüne tutan bir daha bırakmak istemiyormuş. Adamın canı yanmaya başlamış. Köylüler tutukları yeri sıkıyorlarmış. Yolcunun bir sesi yerde diğeri gökte yankılanıyormuş. Bağır bağır bağırıyormuş. Göz çukurunu elleyenler ise, içinde ne var diye merak ediyor tuttuğunu bırakmıyormuş.
Adamın yüzü gözü kan revan içinde kalmış. Kirpikleri göz kapakları göz yuvarlağı, koparılıp alınmış. Acılar içinde kıvranan yolcu, can havli ile ağlamış, bağırmış çırpınmış. O zaman Baş köylü;
“Durun!” diye emir vermiş…
Durmuşlar ama o zamana kadar yolcuyu per perişan etmişler. Yolcu acılar içinde bir dana gibi böğürüyormuş. Elleri kanlanan adamlar kan kokusunu almışlar. Göz kontrolü yapalım derken misafiri yaraladıklarını anlamışlar.
Köyün, yara sarıcı adamı da yolcunun başına geleni anlamış. Evine koşmuş. Duvarda asılı duran kurutulmuş ayı postunu kazıyarak bir tutam lif edinmiş. Koşarak yolcunun yanına gitmiş. Diğer köylülerin kıskıvrak tuttuğu adamın gözlerine bastırmış ve sarmış.
Köylüler yolcunun yaralanmasına bir anlam verememiş ama çok üzülmüşler. Aslında böyle olmasını istememişlerdi. Sadece görmek nasıl bir şey onu öğrenmenin merakı içindeymişler. Başkaca hiç bir kötü niyetleri yokmuş. Baş Köylü de bu yaralanmaya çok üzülmüş;
“Arkadaşlar!” demiş. “Yolcuyu mahvettiniz, ağır şekilde yaralamışsınız. Artık şimdi onunla eşit hale geldik. Bundan böyle o da bizim gibi olmuş ve görmekten söz edemeyecek. Gözlerini kopardınız ama bir şeyler öğrenmiş oldunuz. Ben şunu öğrendim ki; bazı insanlarda görmek diye bir yetenek olurmuş… Bundan sonra onun gibi birisine daha rast gelirsek eğer, dikkatli olalım. Nasıl gördüğünü merak etmeden önce, söylediklerini dinleyelim, anlamaya çalışalım. Neler biliyor onu anlayalım. Bu yabancının yarası iyi olur da konuşmaya başlarsa, öncelikle aydınlık nedir, karanlık nedir onu soralım ve öğrenelim.”
Yolcunun göz çukurlarında oluşan yara, bir süre sonra iyileşmeye başlamış. Artık o da, diğerleri gibi hiç görmeden yaşamaya gayret edecekti. Yaşarken de bütün bildiklerini, bir masal gibi etrafındakilere anlatmak zorunda kalacaktı. Gözleri olmadığı için de, köyden dışarı çıkamayacaktı. Ora halkı gibi, ama acemi bir kör olarak yeni bir hayata başlayacaktı.  

                                                                   12.05.2016 / Ankara

9 Mayıs 2016 Pazartesi

BİR GÜMÜŞHANELİ AİLENİN ÖYKÜSÜ

Yazan: Aleksis Palapanidis / Çeviren: Vahit Tursun 
Bu okuyacağınız öykü Osmanlı ahalisinin trajik sürgün hikâyelerinden sadece biridir.
1878 Osmanlı-Rus savaşı yaşandığı sıralarda ailemiz, trajik bir hayat serüveninin henüz ilk adımını atıyordu. Artık insanlarımızın sürekli olarak yaşadığı güvensizlik hissi, malından mülkünden olma korkusu, yerinden yurdundan edilme tehlikesinin altında hayli yıpranmışlardı. Bu nedenle ailemiz, akraba ve komşularımızla birlikte, ata toprağı Gümüşhane’yi terk etmek zorunda kalmış.

Dedem Palapanidis’in doğduğu yer; Gümüşhane’nin küçük bir köyü olan Demirci köyü hakkında, tarifi imkânsız bir nostalji ile konuşurken, bana anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum: Çocukluk yıllarının yaramazlıklarını, hayvanları gütme hevesini, insanların saatlerce tarlada yorulmadan nasıl çalıştıklarını anlatırdı. Ailesi çiftçiydi. Komşularının büyük bölümü, bölgede faaliyet gösteren maden ocaklarında çalışırken, bazıları Trabzon’a ve bazıları da Rusya’ya gurbete giderlerdi. Köyün içindeki bir tepenin doruğuna inşa edilmiş Profit İlia kilisesinin önü, hem köylerinde yaşayan Müslümanların hem diğer köy ahalisinin, bayram havasında buluştukları, eğlendikleri yer idi; oraya gidenler güncel sorunlarını unuturlardı.

Dedem bana aile serüvenimizi anlatırken, şöyle demişti;
“Her şey değişmeye, korku denen şey Rumların yüreğinde yuvalanmaya başladı. Tarlalarımızın bir kısmı elimizden alınmış, Kafkaslardan gelen Müslümanlara verilmişti. Diğer yandan devlet, bizden daha çok vergi istiyordu. Bazı komşularımız, vergi yüzünden borç altına girmiş, daha sonra ödeyememişlerdi. Hayvanlarını satmak zorunda kalmışlardı. Bunlar yetmiyormuş gibi, birde soyguncu çeteler müptela olmuştu köy halkına... Onlara karşı geldiği için, Kharonos’un Kotso’yu öldürdüler.

Sadece bizim köy için geçerli değildi bu sorun. Komşu köyler de, aynı sıkıntı içindeydi. Müslüman çeteler her geçen gün, biraz daha saldırganlaşıyordu. Artık çok önemsiz bir olayı dahi fırsat biliyor, bize karşı düşmanca davranmaya ve sorun yaratmaya çalışıyorlardı. Her olay, işbirliği yapmışçasına, köyden sürülmemizin zeminini hazırlıyordu.

Nihayet göç zamanımız geldi çattı. Toplu halde köyü terk etmeden önce, kadınlar fırınları ateşledi, hamur yoğurdular, peksimet ve kurabiye pişirdiler, varil ve tenekelere tereyağı ve peynir doldurdular. Erkekler de çuvallara buğday ve un doldurdu, yürekleri cız ederken hayvanlarını kesip büyük kazanlarda pişirdiler, kavurma yaptılar varillere küplere doldurdular.

Kilisemizdeki son ibadette, hüzün ve ümitsizlik hâkimdi. Herkes oradaydı. Titrek ellerle son mumlarını yaktılar.

Dönemin eşkıyalarının trajik oyunları sonucunda, Demirci köylülerinin bir kısmı uzun yıllar önce yaşadıkları aynı sorunlar nedeniyle kaçmış Kars’a doğru gitmişlerdi. Ailem, küçük bir köy olan Sidiskom’a yerleşti. Ancak orada da artık huzur yoktu. Her yerde anarşi vardı. Buna rağmen Müslüman köylüler, ailemi çok hoş karşıladı. Bizi misafir ettiler, varlık yokluk ve çilelerini bizimle paylaştılar.

İleriki yıllarda sorunlar yeniden yine başladı. Bu defa devriye askerler ve Kürt çetelerinin saldırıları bıktırdı bizi. Sürgünün yaşam koşullarıyla, bu yerin hassas durumu, kaderimizle birleşti. Adam öldürmeler... katliamlar... Rumları yok etme planları... ve yine göç...

Sonuçta, misafir kabul etmeyen yere (Gürcistan / Çalka) göçmek zorunda kaldık. Annem hep, bir gün ortalığın yatışacağı ve biricik vatanı Gümüşhane’ye, doğduğu köyüne geri döneceği ümidiyle yaşadı. Fakat o, gününü beklerken ölüm yakaladı onu.”

Bu anlattıklarından sonra dedemle sarıldık, gözyaşlarımız sel oldu aktı. Onun anlattıklarını ben yaşamamıştım. Ancak aile serüvenimizden hayli etkilenmişim. Ben 1915 yılında orada, Çalka’da doğmuşum. Annemin de dediği gibi; “yaban ellerde.” Ne var ki, dedemin anlattığı, ailemizin trajik hayat serüveni devam etti.
 
Yeni bir göç dalgası daha
Yıllar sonra, 1922 yılında, Karadeniz Rumları, doğup büyüdükleri vatanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Anavatanımız Karadeniz’den buraya sürgün gelenlerden geriye kalanlar, bu defa Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldılar. Biz ve civarda (Rusya-Gürcistan) bulunan hemşerilerimiz de, daha iyi bir yaşam, bir daha sürgün yaşamamak ve daha fazla acılara katlanmamak için, bu göç dalgasına da katıldık.

Gemiyi kaçırdık
Nihayet göç zamanı geldi çattı. Yunanistan’a gemi ile gidilecekti. Herkes, Batum Limanı’na toplandı. Yığınla insan “kurtuluş gemisini” beklerken, biz de aralarında aç, susuz ve yaşamın kovaladığı insanlar olarak, kaderin bize hazırladığı yeni ve daha trajik oyunun farkında bile değildik.

Günler geçiyor, ancak bizi kurtuluşa taşıyacak gemi bir türlü gelmiyordu. Bir ara babam (Savas Palapanidis), köye gidip öküz ile atımızı alıp gelmeyi tasarladı. İllâ da, “Elimizde, hayatımızı yeniden inşa edecek bir şeyimiz olsun” diye tutturmuştu.

Günlerdir gelmeyen gemi, hemen mi gelecekti? Gemi gelene kadar, geri dönerim diye düşünüyordu. Annem (Ağapi Palapanidu) ve amcam Fotis, babamı ne kadar bu düşüncesinden vazgeçirmeye uğraştıysalar da, beceremediler. Her ne kadar ona; “gemiyi kaçıracak, buralarda kalacaksın” dedilerse de, o kararını vermişti. Ben de onunla gitmek istedim. Yedi yaşımda olmama rağmen, sevgili babamın çektiği çileyi ve işkenceyi üzerimde hissedebiliyordum. Annemin itirazlarına rağmen, beni de yanına alarak, öküz ve atımızı almak için köye doğru yola koyulduk.

Gidiş ile dönüşümüz tam dört gün sürdü. Geri limana döndüğümüzde, bizi Yunanistan’a götürecek olan gemi, çoktan limandan ayrılmıştı. Bizim dışımızda, annem dâhil bütün aile ve akrabalarımız, ‘başka bir gemiyle arkamızdan gelirler’ düşüncesiyle, gemiye binmiş gitmişlerdi. Oysa o gelen gemi son gemiydi ve bizim gibi gemiyi kaçıran hemşerilerimizin ufak tefek söylentilerine rağmen, bir daha hiç geri dönmedi.

Yollar kapandı
Aylar yıllar geçiyordu ve ben, bir gün annemle buluşup kucaklaşacağımız günü bekliyordum. Ancak bunun imkânsız olduğunu anlamıştım. Çünkü yollar yeniden kapandı.

Halkların kaderini bir avuç politikacı tayin etti ve Karadeniz halkı bunun acısını iliklerine kadar hissetti.

Daha sonraları, kaçırdığımız son gemi ile Yunanistan’a doğru yola çıkmış hemşerilerimizden, yolculuk esnasında baş gösteren açlık ve hastalıktan dolayı, birçoklarının Yunanistan’a varmadan yolda öldüğünü duydum. Konsolosluğa defalarca gittim ama annem hakkında hiçbir bilgi yahut haber alamadım.

Yıllar sonra, annemin ölmüş olabileceğini kabullendim. Bir daha kendisine kavuşamayacağım gerçeğini benimsedim. Daha doğrusu annemi hafızamda öldürdüm.

Annem yaşıyordu
Aradan 40 sene geçti, yollar yeniden açıldı. Yunanistan’dan ziyaretçiler gelip gitmeye başladı. Gelen bazı tanıdıklardan annemin yaşadığını öğrendim. Bu bir mucizeydi ve bu kez onunla karşılaşabileceğim günü beklemeye başladım. İlginçtir ki o bizi hafızasında öldürmemiş, hep yaşatmaya çalışmış. Her an “Acaba biricik oğlum Aleksi yaşıyor mu?” diye düşünüyormuş. Ancak biz, her şeyimizi bırakıp da Yunanistan’a gidemezdik. Acılarla dolu bir hayatı, dişime tırnağıma takarak yaşamaya çalışmıştım. Dünyamı yeniden inşa etmeye çalışıyordum. Bütün bu acılara rağmen yaşamak, nefes almak çok güzeldi. Artık yollar açıldı, malımı mülkümü satıp, bir daha buralara geri dönmeyecek şekilde gitmeliydim.

Annemin adresini öğrendiğim günden itibaren, onunla mektuplaşmaya başladım. Bana gelen mektuplar, bir annenin gözlerinden akan acı, hüzün ve mutluluğun harman olup yarattığı gözyaşı mürekkebiyle yazılıydı sanki. Mektubunda anlattığına göre; Yunanistan’a gittiklerinde, uzun bir süre Atina’nın Pireas semtinde kurulmuş göçmen çadırlarında yaşamış. Daha sonra Selanik’in Stavropoli bölgesine gönderildiler. Ancak orayı beğenmediler, birçok kişiyle beraber, anavatan Gümüşhane veTrabzon’u hatırlatacak bir yer aramaya çalıştılar. Nihayet Kilkis’in P.Ağioneri köyüne yerleşmeye karar verdiler.

Kadere bakın ki, 1967’de Yunanistan’da cuntacılar iktidarı ele geçirdi. Bu sefer yollar yeniden kapandı. Hayat bana bir kez daha oyun oynadı.

Nihayet Yunanistan’a göç edebildim
1974 yılında, Yunanistan’da cunta hükümeti devrildi ve ülke yeniden demokrasiye dönüş yaptı. Yollar yeniden açıldı. Annem hâlâ yaşıyordu. Sanki beni görmeden, kucaklamadan, ölmek istemiyordu. Olanca gücüyle hayata asılmaya çalışıyordu. Ne var ki ben, son yolculuk ve son göç için gereken bütün hazırlıklarımı, ancak 1981 yılının yaz aylarında tamamlayabildim. Artık 66 yaşına girmiş bir ihtiyar olarak, beni geçmişe ve geleceğe taşıyacak olan, çocukluğumda doyamadığım annemin sıcak kucağına atacak yolculuğa çıktım.

Annemin kapısını çaldığım zaman heyecandan oraya yığılabilirdim. Bir süre bekledim, beli bükülmüş çok yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Göz göze geldik, yüzünde hiçbir sevinç işareti göremedim. Tanıyamadı beni, belki de beni bu şekilde beklemiyordu.  
“Anne” diye avazım çıktığı kadar bağırdım ve boynuna sarıldım.
“Aleksi, sen misin çocuğum?” diye sordu.

Artık konuşacak halde değildim, gözlerimden yaşlar boşaldı. Arada bir anlamsızca; “Anne” diyebiliyor ve kucağımdan uçup gidebileceği endişesi ile manasız bir korkuya direnmeye çalışıyordum.

3 Mayıs 2016 Salı

KEMENÇENİN SESİ

Öyküyü yaşayan ve yazan:
Vahit Tursun
1992 yılının ilkbaharında, Atina’ya gittim. Nüfusunun önemli bir kısmını Karadeniz kö­kenlilerin oluşturduğu Kalithea’dan yaklaşık 40 km uzaklıkta bulunan ve kuzeydoğusuna düşen Nea Makri semtine yerleştim. Sahilde ve gelişmekte olan bir yerdi. Makri, bizim Muğla/Fethiye’nin eski adı. Mübadele sonucunda Fethiye’den tehcir edilenler buraya yer­leştirilmişti.
Burası eskiden sazlık ve sivrisinek yatağı bir yermiş. Buna rağmen, yerleşmek zorunda kaldıkları bu yere “Yeni Makri” anlamına gelen “Nea Makri” ismini koymuşlar. Sözün özü Nea Makri, Fethiyeli Rumların “Yeni Fethiye”si olmuş.
Nea Makri’de ilk günüm, eşyalarımı yerleştirmekle geçti. Ertesi gün iş aramaya çıkacak­tım. Ne var ki oralarda hiç kimseyi tanımıyordum. Evi düzenleme işi bittikten sonra, koltuğuma geçip oturmuş, ertesi gün iş aramaya nasıl  başlayacağımı düşünmeye koyul­dum.
Rastgele bir iş arayacak, yeni bir çevre edinmeye çalışacaktım. O sırada, telefon sehpa­sının altında bir lokal telefon rehberi ilişti gözüme. Elime aldım karıştırmaya başladım. “İş bulmada bana yardımcı olabilecek Karadeniz kökenli birilerini bulabilirim” diye hesap ettim. Çünkü Karadeniz kökenliler, Yunanistan’ın her yerine dağılmıştı. Her kentte ve her semtte bulunabilmeleri mümkündü. Karadeniz kökenlilerin ezici çoğunluğunun soyadı, ‘idis’ sonekiyle biter. Bunu biliyordum. Karadenizlere bu ek ile kendilerini belli ederler.

Rehberi karıştırırken, inşaat taşeronu olduğu not edilmiş ‘Tasos Muratidis’ adında birinin adını okudum. İçimden bir ses; “Bu adam Karadeniz kökenli olmalı. Üstelik adam inşa­atçı, bana yardımcı olabilir” dedi. Aradım;
Telefonun ucunda gür sesli bir adam;
“Buyurun” dedi.
Ben de Karadenizli olduğumu, Nea Makri’ye yeni geldiğimi söyledim. İş bulmak konu­sunda bana yardımcı olup olamayacağını sordum. Soruma cevap vermeden; “Telefo­numu kimden aldın ve Karadeniz kökenli olduğumu nereden öğrendin” diye sordu.
 “Telefonunuzu rehberden buldum. Karadeniz kökenli olduğunuzu da soyadınızdan anla­dım” deyince;
Karadenizli
Tasos Muratidis
“Açıkgöz birine benziyorsun. Yarın sabah buluşalım” dedi ve bir kahvehanenin adresini verdi. Çok sevindim. O kadar ki sevincimden o gece ikide bir uyandım.
Sabah olunca erkenden kalktım, sözleştiğimiz kahvehaneye gittim. Kahveciye Tasos Muratidis’i sordum. O da bana onun oturduğu masayı işaret etti. Baktım ki, Tasos 55-60 yaşlarında, oldukça dinç bir adam… Tek başına oturuyor, beni bekliyordu. Yanına gittim, ayağa kalktı merhabalaştık.
“Buralara hoş geldin” dedi.
“Hoş bulduk” dedim.
Sonra kahveciye dönerek;
“Bak bakalım delikanlı ne içer” diye seslendi.
Oturduk, kısa bir tanışma faslından sonra sohbete daldık.

Tasos ile aramızda geçen sohbet, ailesinin Karadeniz’den nasıl sürüldüğü ve buralara nasıl geldikleri üzerineydi. Ailesi önce Karadeniz’den Kars’a göçmek zorunda kalmış, sonra oradan mübadeleye tabi tutulmuş. Yunanistan’a gelmişler ve eski bir Türk evine yerleştirilmişler. Ancak onlar uzun zaman, Karadeniz’deki köylerine benzer bir yer aramış ama bulamamışlar. Bu nedenle oradan oraya göçmüş, ömürleri yollar üzerinde geçmiş. Kendilerine bir köy evi dahi edinemediler.

Tasos Yunanistan’da doğmuş büyümüş. Sonra gencecik yaşında,  Almanya’ya işçi olarak gitmiş. Geçmişini anlatırken, babası için şunları söyledi;
 “Babam Türkçe konuşabiliyordu. Bu nedenle, Türkiye’ye gitmeyi ve orada doğup büyü­düğü köyünü ziyaret etmeyi çok istiyordu. Fakat o zamanlar, henüz ortam uygun değildi. Almanya’dan izine her geldiğimde, özlemini hafifletir düşüncesiyle, kendisine orada ya­yınlanan Türkçe plaklardan getirirdim. Dinlerken ağlardı. Bazen getirdiğime de pişman olurdum.”.

Tasos, ailesinin geçmişini anlattıktan sonra, biraz durakladı. Sonra Almanya’dan kalan bir anısını anlatmak için;
 “Ey gidi Vahit” dedi. “Dün gece bana telefon açtığında, bir arkadaşımı hatırladım. Gözle­rim doldu. Adı Mustafa’ydı ve sanırım sizin oralardandı. Almanya’da yıllarca beraber ça­lıştık. Sonra ben döndüm. Bir daha görüşemedik.”
Gözleri yine doldu, başını öne eğerek fark ettirmemeye çalıştı. Sonra Mustafa ile ta­nışmasını anlatmaya başladı.
“Altmışlı yıllardı, Almanya’da çalışıyorduk. Mustafa da bizim firmanın yakınında iş yapan başka bir firmada işçiydi. Bizim firmada epey Karadenizli çalışıyordu. Aramızda bir ke­mençecimiz de vardı. Ara sıra bir araya gelir, kemençe eşliğinde eğlenirdik. Mustafa’nın çalıştığı firmada hemşerisi yoktu. Yalnızdı. Bir gün, bizimkilerle bir araya geldik ve Mus­tafa’nın çalıştığı firmanın yakınında bulunan işçi koğuşunun avlusunda horona başladık. Uzun zamandır yalnızlık çeken Mustafa, kemençenin sesini duyunca çılgına döndü. İşi gücü bırakıp kemençenin sesi üzerine koşmaya başladı. O zamanlar Almanya’da işçiler bugünkü gibi serbest değillerdi. Çalıştığımız firmaların etrafı tel örgülerle çevriliydi. Her isteyen istediği firmaya izin almadan girip çıkamazdı. Kemençenin sesi üzerine koşan Mustafa, bir süre sonra kemençe sesinin bizim işçi barakasından geldiğini anladı, firma­sından izin isteyip dışarı çıktı ve bizim tel örgüye kadar geldi. Girişin nerede olduğunu bilemedi. Deliler gibi tel örgüye tutunarak, sallamaya ve bir yandan da bağırmaya baş­ladı. Onu fark edenlere de, el işaretleriyle içeriye girmek istediğini anlatmaya çalıştı. Sonra tarif üzerine girişi buldu ve geldi. İçeri girmek için izin istedi. Gerekli izni aldıktan sonra, kemençenin sesi üzerine koşmaya başladı. Şantiye alanı kocaman bir yerdi. Eğer kemençe susarsa, bizi bulamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden, deliler gibi acele edi­yordu. Kan ter içinde kalan Mustafa, nihayet bizi buldu. Geldiğinde, kemençecimiz de parçasını bitirmek üzereydi. Bitirir bitirmez, daha nereli olduğunu sormadan, tanışmak için tek söz etmeden, kemençeciye sarıldı. Kemençeci, tanımadığı bu adamın ilgisi karşı­sında şaşkına döndü. Kendisine Yunanca; ‘Hemşerim seni tanıyamadım. Kimsin?’ de­yince, Mustafa bir an duraksadı. Sonra Türkçe bir şeyler söyledi. Anlayamadık tabi. Mustafa bu defa Rumca konuşmaya başladı. “Nerelisiniz?” diye sordu. “Yunanlı…” dedik. Mustafa da şok oldu. Sonra Karadeniz Rumcasını kullanarak, birbirimizi tanımaya başla­dık. Zaten üç beş kelime dışında Almanca da bilmiyorduk. İşte Mustafa ile böyle tanıştık ve uzun yıllar arkadaşlık ettik”.
Tasos hikâyesini bitirmişti. Mustafa, kemençenin sesine ulaşmada, başına gelenleri son­radan anlatıştı Tasos’a. Sonra içinden bir ah çekti;
“Ey gidi Vahit… Mustafa belki de memleketine, köyüne geri dönmüştür. Ben ise hâlâ bu­ralarda, bu yabancı yerlerde gurbetteyim. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi dahi bilmiyoruz. Buralarda kaybolup gidiyoruz işte...” diye sızlandı.

Aniden ayağa kalktı.
“Haydi, işe çıkıyoruz” dedi.
Nostalji ve hüzün dolu sohbetimize son verdi.
Zaman hızla gelip geçiyordu, artık ona “Amca” demeye başlamıştım. Yıllar sonra vefat etti. “Yabancı yer” dediği Nea Makri'ye defnettik onu. 

1 Mayıs 2016 Pazar

GURBETÇİNİN TORUNU

Mustafa Dilaver
Hani bazen, hayat sizi öyle yerlere doğru iteler ki, asla direnemez teslim olursunuz. Derler ki nasibinize varsa eğer, su içebilirsiniz. Şimdi anlatacağım öykü de öyle, kaderin bir oyunu gibi…

1973 kışında Sürmene / Aksu köyünde öğretmen olarak çalışıyordum. O sene, eşine az rastlanır bir olaya tanık oldum. Yaşananları “Gurbetçinin Dönüşü” adlı bir anı- yazı ile kayıt altına aldım. Sözünü ettiğim öykü, 2006 yılında Heyamola yayınla­rından çıkan “Temel Kimdir” adlı kitapta yayınlandı. Aradan on sene geçti. Bu kez aynı öyküyü kendi blog sitemde yayınladım. Yayından bir ay sonra, internet üzerinden bir kişi aradı.
“Yazınızda sözü edilen adam benim dedemdir. Hakkında, başka bir yazınız var mı?” diye sordu.

Olay şu; Dedem dediği adam (Mustafa Dilaver) 1916 yılında Rusyaya işçi olarak gitmiş. İhtilal nedeniyle orada kalmış. Lenin ölünce Stalin baş olmuş. Baş olan Stalin, ahaliyi oradan oraya savurmuş, darmaduman etmiş.

Bunları nereden mi biliyorum?
1973 senesinde Aksu köyüne ‘izinli olarak’ gelen Mustafa Dilaver anlatmıştı da, oradan bili­yorum.

Şimdi, Mustafa Dilaver’in anlattıklarına dönelim.
“Devrimden sonra, biz birkaç Türk arkadaş, Osedya taraflarında bir köye yerleştirilmiştik. Bir sabah apar topar aldılar bizi. Yollara düştük. Yolculuk yaya ve Tirenle olmak üzere üç ay sürdü. Ne oldu, nereye neden gidiyoruz bilen yoktu. Nihayet Sibirya’ya ulaştık. Yolculuğa pek çok çocuk yaşlı ve hasta insan dayanamadı. Ölenlerin bazıları tirenlerden atılırdı. Sibirya’da yaşamaya başladık. Bu sefer de insanlar hastalıktan, açlıktan, kahrından hatta soğuktan ölmeye başladı. Milyon­larca insana sıcak bir ortam yahut sıcak yemek vermek kolay iş değildi.

Ben ölmedim. Sibirya’da onuncu senemi yaşıyordum. Bir Rus arkadaşım öğüt verdi. ‘Senin hiçbir kötü olayın olmadı. Bir Rus kadınıyla evlenirsen, buradan kurtulur­sun.’ Adamı dinledim ve dediğini yaptım. Evlendikten iki ay sonra Almaata’ya gönderdiler. Orada bir ev ve küçük bir bahçe verdiler. Üç oğlum oldu. Birisi Mü­hendis, ev yapar. Diğeri Müzisyen ve küçüğü de öğretmendir.”
Soldan / Aslan, Kemal ve İbrahim Dilaver
Kardeşler
Araya girdim;
“Çocukların Türkçe mi konuşur Rusça mı?”
Aslında o sırada çok gençtim ve yeteri kadar politik sorular soracak bilgim yoktu.
“Her iki dili de konuşurlar” dedi.
“Çocuklara karşı sert bir baba mısın?”
“Disiplin içinde yaşayan bir aileyiz. On iki lambalı bir radyom var. Akşamları Çu­kurova ve Erzurum yayınlarını çeker. Eve geldiğim zaman çocuklarımdan biri evde yoksa eğer, mutlaka bir not yazmış ve kaçta geleceğini anlatan bir kâğıdı radyonun üzerine bırakmıştır.”

Türkiye’ye turist olarak gelmişti ama bir aylık vizesi vardı. Bu vizeyi Rusya verdi. İstanbul’a gidip Rus konsolosluğundan üç aylık daha vize almak istiyordu. Şu anda o vizeyi alıp alamadığını hatırlayamıyorum. Aradan çok uzun zaman geçti. Bu arada bir hatırlatma daha yapmak istiyorum. Mustafa Dilaver, Çok sevdiğim As­lan Dilaver’in ağabeyi idi. Her akşam evine gidiyordum. Fakat o kadar çok geleni gideni oluyordu ki, soru sormak fırsatım olamıyordu. Ancak üçüncü akşam fırsat yakaladım ve konuşabildim. 

Şimdi, neredeyse yarım asır sonra İnternet üzerinden beni arayan kişiye döneyim.
“Mustafa Dilaver dedemdir” diye yazınca inanamadım.
Almaata nere, Ankara nere… Üstelik düzgün bir Türkçesi vardı. “Gurbetçinin Dönüşü” öyküsünde, yazılmayanlarla kendisini test ettim. Her şeyi biliyordu. Amcalarının ve ba­basının mesleklerini sordum, bildi. Aksu’da yaşayan ve dedesinin ilk hanımı olan kadının adını sordum, onu da bildi. (Bu arada Mustafa Dilaver’in ilk ve ömrünün sonuna kadar kocasını bekleyen eşi Aksu’lu Behiye teyzeye de rahmet diliyo­rum.)

İbrahim Dilaver
Arayan kişinin de hikâyesi ilginçti. Mustafa Dilaver çoktandır ölmüştü. Oğlu İbra­him ailesi ile beraber 2001 yılında Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’a yakın bir yere yerleşmiş­ler.

İlginçtir, 1973 senesinde de Mustafa Dilaver, Türkiye’ye Kars tarafından girmişti. Fakat Oradan Trabzon’a otobüsle gidildiğini bilememiş.  Tiren sormuş, o da İstanbul tarafına gidermiş. Tamam demiş; “İstanbul’dan da Trabzon’a gemi ile giderim” diye düşünmüş. Öyle olunca da bir aylık vizenin yarısını yolda geçirmişti.
 
Mustafa Dilaver Oğullarına isim verirken, memleketini unutmamış. Birinci oğluna kardeşi Aslan’ın adını vermiş. İkinci oğlunun doğduğu hafta, Atatürk ölmüştü. Yeni doğan çocuğuna Kemal adını Koymuş. Üçüncü oğluna da babasının adını, İbra­him demiş.

Türkiye’ye dönen öğretmen oğul İbrahim, çok yaşamadı. Mustafa Dilaver’in 1942 doğumlu olan bu oğlu da vefat etti. 
Ve şimdi Almanya’da yaşayan, İbrahim’in kızı “Gülnar Dilaver” Hem benim hem de Aksu köylülerinin yeğenidir, çocuğudur diye düşünüyorum. Henüz bire bir görüşemesek de o bizim canı­mızdır artık.

27 Nisan 2016 Çarşamba

ADNAN ÖZDEMİR’DEN WART GEDİKYAN’A

Adnan Özdemir Maçka’nın Zanoy (Akmescit) köyündendir. Maçka merkezinde oturur ve bizim köy Liverada da bir evi vardı. Bu evi onu seven dostlarıyla beraber yaptı. Ne var ki yaptırdığı o evde bir gece bile kalmak nasibi olmadı.
Ömrünün sonuna kadar, şoförlük yaptı. Maçka / Trabzon / Sümela arasında binlerce insan taşıdı. En küçük bir trafik kazası yaptığı duyulmamıştır. Hem kendisi hem de ahlakı güzel bir insandı.

Karşılaştığı herkese saygılı davranırdı. Belki de o yüzden herkes de ona saygılı davranırdı. Dostlarıyla iğneli bir mecaz ile konuşmaktan keyif alırdı.
Ona; “Nasılsın?” diye soranlara şöyle derdi.
“Allaha şükürler olsun ki Müslüman memleketinde doğdum, Müslüman gibi yaşıyorum. Eğer Avrupa gibi bir Gâvur memlekette doğsaydım, Allah muhafaza, Gâvur olmam işten değildi.”

1980’li yılların başında kendi minibüsü iyice ihtiyarlamıştı. O yüzden arada bir Belediye otobüslerinde çalışırdı. Çalıştığı yıllarda otobüslerin durak yerleri sık sık değiştirilirdi. Bir seferinde ben de onun arabasında yolcuydum. Yol kenarında otobüs bekleyen adamların yanında durdu. Yolcular binerken Trafik Polisleri geldi.

“Durak olmayan yerde neden durdun?” diye sordular.

O günlerde durak yerlerinin sıkça değişiminden zaten bunalmış olan Adnan, iyice sinirlendi. Başını otobüsün camından çıkararak;
“Her gün durak yeri değiştiriyorsunuz. Bunun adına Gâvur azabı denir. Fakat siz bunu Müslüman azabına çevirdiniz” dedi.

Bir seferinde de yolcuları Maçka’da indirdi. Arabayı bir kenara çekti koltuk aralarını süpürmeye başladı. O sırada bir cüzdan buldu. İçinde hatırı sayılır para vardı. Cüzdanı cebine koydu, süpürmeyi tamamladı. Arabadan indi kapılarını kilitledi. Su değirmeninin yanındaki kahvehaneye doğru yollandı. Giderken kendi kendine şöyle bir soru sormuş;

“Oğlum Adnan, şimdi bu cüzdanı kapatır da Müslüman mı olursun yoksa sahibini arar bulur da Gâvur mu olursun?”
Biraz daha yürüdü;

“Gâvur olmalısın Adnan Gâvur” dedi kendi kendine.

Arada bir din adına konuşarak batılıları eleştirenlere de lafı yapıştırırdı;
“Adamlara demediğinizi koymazsınız ama mark ve dolarları da cüzdanınızdan eksik etmezsiniz.”

Uzun yıllar boyunca Sümela Manastırına turist taşıdığı için her dilden birkaç sözcük bilirdi. Bir seferinde Maçka’ya iki çekik gözlü kız gelmişti. Ahali başlarına toplanmış ne kızların dediğini anlıyorlar ne de kızlar Maçkalıların dediğini. Adnan yanaştı, kalabalığı yararak kızların yanına ulaşmış. Bildiği kadar İngilizceyle kızların derdini sormuş. Maçka’ya turist olarak gelmişler. Koreliymişler ve otel soruyorlarmış. Tesadüfe bakın ki Adnan askerliğini Kore’de yapmıştı. Filan memleketi biliyor musunuz diye sormuş. Kızın teki oralıymış. Aartk hemşeri çıkmışlardı ve Adnan kızları kanatlarının altına alıp doğruca evine götürmüş.

“İşte burası odanız, şurası tuvalet, şurası banyo….”

İki gün kalacak olan kızlar bir hafta kaldılar. Adnan onlara çocukları gibi davrandı. Daha sonraları memleketlerine giden kızlar aileleri ile beraber çekilmiş fotoğraflar gönderdiler. Adnan ve ailesinin fotoğraflarını da odalarının duvarına astıklarını yazdılar.

Bunu duyan Maçkalılar;
“Adnan Korelilerden çok para sızdırdı, köşeyi döndü” diye dedikodu yaymaya başladı.

Zaten Onun hareketleri insanların ilgisini çekerdi. O nedenle bazıları, “Komünist Adnan” bazıları da “Gavur Adnan” diye lakap uydurdulardı.

İlginç anıları vardı. ‘O anıları ne işe yarardı’ diye sorarsanız ben de bilmiyorum. Ancak bu yazıyı yazmama neden olan öyküsünü benimle paylaştığı için gönlümdeki yeri hep sıcak kaldı. Aramızdan ayrılalı uzun yıllar oldu ve şimdi anlatacağım bu öykü ile hatırlanmasını, anılmasını isterim.

Bir kadın ile kocası Sümela Manastırına gitmek için Adnan’ın arabasını kiraladı. O senelerde Manastırın yolu dar ve dönemeçliydi. Bazı yerlerde uçurumun kenarından geçilirdi. Tecrübeli şoför olması nedeniyle o yollarda özellikle tercih edilirdi. Kadın ön koltuğa kocası da arka sıraya oturdu. Adam hiç konuşmuyor, buna karşılık kadının sohbeti fevkalade güzeldi. Kadının düzgün Türkçe konuşmasından bu çiftin İstanbullu olduğunu düşündü.

Bir ara kocasının beyin doktoru olduğunu söyledi kadın. O da da latife olsun diye;
“Benim de arada bir başımla sıkıntım oluyor, adresinizi verirseniz İstanbul’a geldiğimde size uğrar muayene olurum” dedi.

“Fakat biz İstanbul’da değil İtalya, Venedik'te oturuyoruz” diye cevap verdi kadın.

Bunun üzerine Adnan sustu. O susunca kadın da sustu. Çam ormanları arasında Coşandere boyunca arabanın motorundan başka ses duyulmuyordu. Venedik adını duyan Adnan hafızasını zorlamaya başladı. Babasından duyduğu ve Ermeni tehciri sırasında yaşanmış bir olayın detaylarını hatırlamaya başladı.

Bir gurup Ermeni sürgüne gönderilirken o gece Maçka’da konakladılar. Onlarla ilgilenen ve Maçka’da ikamet eden bir subay, çok güzel bulduğu bir Ermeni çocuğunu ailesinden aldı, evine götürdü. Çocuğu sünnet ettirmiş ve adını da “Ahmet” olarak değiştirmiş.

Asıl adı Wart Gedikyan olan Ermeni yavrusu, Subay ailesinin bir ferdi olarak büyümeye başladı.

Rus İşgalinde Çorum’da görevli olan subayın ailesi diğer insanlarla muhacir çıkan ve Trabzon’u terk eder. Tek bildikleri şey babalarının Çorum’da olmasıydı. Aylarca süren yolculuktan sonra Çoruma varmış ve babalarını bulmuşlar.

Rus işgali sona erince Maçka’ya döndüler. Artık Wart Geikyan bir delikanlıdır. Bu süre zarfında Adnan’ın babası Mustafa Efendi ile Ahmet “Gedikyan” iyi bir arkadaşlık kurar.

Gedikyan Maçka’ya dönünce öz ailesini araştırmaya başlar. Trabzon’da kuyumculuk yapan aile dostları ya da akrabalarını bulur. Ailesi hakkında bazı bilgiler edinir. Venedik’ten mektup gönderdiklerini öğrenir. Artık ailesinin izini bulur ve bu nedenle dayanılmaz bir istekle onlara ulaşmayı düşünür. Nihayet hayalini gerçekleştirir ve çeşitli yollardan Venedik kentine ulaşır. Orada yeniden vaftiz edilir ve Papaz Okuluna verilir. Okulu bitirdikten sonra da Santa Maria Kilisesine papaz olarak atanır.

Bütün bu bilgileri, mektuplaştığı Adnan’ın babası Mustafa Efendiye zaman içinde yazar. Mustafa Efendi Öldükten sonra mektuplaşmak kesilir. Ne var ki Adnan küçük yaşına rağmen babasından bu haberleri duymuş ve hafızasına kopyalamıştır.

İşte şimdi "yanımda bulunan bu insanlara bu öyküyü anlatmalı mıyım?" diye düşünüyor.

Hiç ikilemedi, olayı bildiği ve hatırladığı şekliyle kadına anlattı. Wart Gedikyan’ı arayıp bulmalarını ve arkadaşı olan Mustafa’nın oğlunun selamını iletmelerini istedi.

Aradan aylar geçti. Sümela Manastırına götürdüğü aileden bir mektup geldi. İçinde Wart Gedikyan’ın da adresi vardı. Aynı gün bir mektup gönderir Vatikan’a.

23.12.1989 tarihli cevabi mektupta Gedikyan şunları yazar.

Sevgili Adnan
Beklemediğim sevinçle dolu, müjden bana şu soruyu sana tevcih etmemi davet ediyor. Mademki beni tanıyorsun, demek ki sen Abdullah Beyin veya Kalçizade Ömer Efendinin torunu olman gerekiyor.

Çocukluk çağımı sırasıyla Trabzon, Maçka, Ordu, Çorum ve Sivas’ta geçirdim. Kardeş ve kız kardeşlerimin müşfik sevgi bağlantılarıyla Bedriye, Kadriye, Kemal, Zekiye, Emine ve Çorumda doğan Osman.

Çok memnun olurdum eğer bana bunlardan kimin akrabası olduğunu bildirseydin.

Seni görmek ve geçmiş anıları tekrar yaşamayı çok arzu ediyorum. Maalesef ilerlemiş yaşım ve yerinde olmayan sağlığım beni bu isteğimi gerçekleştirecek durumdan mahrum ediyor. Bilhassa uzun yolculuklar.

Tabi sen benden daha gençsin, sana daha uzun ve sıhhat içinde, şen seneler temenni ederim.
Sevgi ve selamlar cümlenize. Hoşça kal.

Adnan cevabi mektubunda kendisini ona tanıtmış olmalı ki; 14 Mart 1990 tarihli mektupta şöyle yazmış Gedikyan.

Sevgili Adnan
5 Ocak 1990 tarihli mektup ve fotoğrafını aldım. Annenin Bedriye hakkındaki yazılarını okudum. Bana karşı beslediği sevgi ve yakınlığı fark ettim. Bunun sebebini düşündüm ve fikrime eski bir olayın hatırası geldi.

1916 tarihinde Çorumda bulunuyorduk ve aynı evde yaşıyorduk. Ben 10 yaşındaydım. Bedriye’nin annesi Rabiye hanım beni her görüşünde cenabı Allaha; “Bana bunun gibi bir oğlan ver” diye dua ederdi. Birkaç ay sonra gerçekten bana benzeyen bir oğlu doğdu. Annen Bedriye bütün bu olayları biliyordu. Zira kız kardeşlerin en büyüğü idi. Daima annesinin yanında bulunur ve ev işlerine yardım ederdi. Bütün sene beni ve yeni doğan kardeşini ve annenin sevincini görmek fırsatını buldu.

Sonra biz Sivas’a hareket ettik. 1919 senesinde Trabzon’a döndüğümüzde, kardeşi oldukça büyümüştü. Bana benzerliği daha da artıyordu. Annesinin vefatından sonra benim de tamamıyla 1920 de Trabzon’dan ayrılmamdan sonra, bütün bu hatıralar üzerinde tepki yarattığını sanıyorum. Bana benzeyen kardeşi bu hatıraları canlandırıyordu.

Göndermiş olduğun fotoğraflar için çok teşekkür ederim. Onlara bakarak maziyi hatırlıyorum. Yeni seneni tebrik eder işlerinde başarılar dilerim. 
Candan sevgi ve selamlar. Wart Gedikyan

Adnan’a gelen bu mektup son olmalı ki ilişkiler kesildi. Anlaşılan o ki Wart Gedikyan ölmüştü.                                       















Bu anıları yazdığım 22 Haziran 2009 tarihinde, o insanlardan hiç biri yaşamıyordu. Duygu dolu anıların tarihin bir kesitinde canlı olduğunu biliyorum. O nedenle kayıp olmalarına, unutulmalarına gönlüm razı olmadı.
_____________
İlyas Karagöz / 22 Haziran 2009 / Yazlık Köyü / Maçka / Trabzon
_________________
Yusuf Bulut'un Notu; İlyas Karagöz 2013 Haziranında 81 yaşında hakkın rahmetine kavuştu. 



21 Nisan 2016 Perşembe

ANILARIMDA LİBYA

TRABLUSGAP Cezayir meydanı
Kaddafi’nin iktidara çıkışının altıncı yılında Libya’daydım. Pek çok komik yahut trajikomik anılarım oluştu. Birkaç tanesini nakledeceğim. Neredeyse üzerinden kırk yıl geçti.  O günleri şimdilerde tebessümle hatırlarım.

Bazıları “Sosyalist Devrim” izlerini umutla ama boşuna aradı oralarda. Dönüşümde soranlara şöyle demiştim; “İnsan onuruna, tabiatına uymayan hiçbir rejim uzun boylu yaşayamaz.” Şimdi düşünüyorum da 40 yılını dolduran Cemahiriye rejimi çok uzun yaşamış.  
Kapalı çarşıda ramazan günü Sigara İçenler
C
ezayir meydanının batı tarafında Osmanlı devrinden kalma iki kapalı çarşı var. Birisi giyim üzerine, diğeri de sebze pazarı olarak işlerdi. Giyim üzerine işleyen çarşının adı “Türk Çarşısı”ydı. Sebze pazarı olarak kullanılan diğer çarşı çok büyük olduğu için pek çok yeri boş idi. Üstelik çok serin olduğunu fırsat bilen yabacı işçiler özellikle Ramazan ayında oraya gider, bir köşeye çekilir sigara içerlerdi.

Bir seferinde Polis baskın yaptı, tüm sigara içenleri toplayıp karakola götürdü. Ramazan günü sigara içmek ağır bir suçtu. Karakola götürülenler arasında her milletten kişi ama iki de Trabzonlu vardı. İfade verme sırasında biraz geride kalmayı tercih ettiler. Polis (Şurta) öncelikle, suçluların hangi ülkeden olduğunu soruyordu. Trabzonlular şunu anladı ki, Müslüman olanlar bir tarafa, Hıristiyanlar da diğer tarafta sıraya diziliyor. Nihayet onlara da sıra geldi. “Nerelisiniz?” diye sordu polis. “Trabzon!” dedi önde olan. Adam anlamadı tekrar sordu aynı cevabı aldı. Bu kez bir süre durakladı, Trabzon diye bir ülke duymamıştı. Fakat öyle bir ülkeyi tanımamak da olacak iş değil. Koskoca Libya’nın polisi Trabzon ülkesini elbette bilmesi gerekirdi. Yine de olsa olsa Hıristiyan bir memleket diye düşünmüş olmalı ki Polonyalıların sırasına gönderdi karşısında duran delikanlıyı. Diğeri de “Trabzon” dedi ve aynı sıraya geçti.

Önce Müslüman olanlar götürüldü. Sonra da Hıristiyanlar ikaz edildi ve birer kırbaç ceza ile ödüllendirildiler. Ödül diyorum ya, kırbaçlanmak gerçekten ödül sayılırdı. Müslüman olanlar bir ay boyunca hapis ve her gün işkence gördü. Hapisten çıkarken 15 kilo zayıflayanlar bile oldu.

Parktaki Çocuklar
Evimize gitmek için, içinde büyükçe bir havuz olan parkın yanından binerdik otobüse. Otobüs henüz gelmemişti ve biraz daha zamanımız vardı. Parka girdik ve havuz başındaki oturakların birine oturduk. Çocuklar oynuyordu parkın içinde. Bir ara ufak tefek olan bir arkadaşlarını karga tulumba havuzun içine attılar. Suyun yüksekliği çocuğun bel seviyesinden biraz daha yukardaydı. Sırılsıklam vaziyette havuzdan çıkan çocuğu tekrar suya attılar. Ağlamaya başladı, ne var ki o ağladıkça diğerleri kahkahalarla gülüyor ve sudan çıkmasına engel oluyordu. Arkadaşım Çetin koşarak gitti ve kahkahalarla gülen çocukları kovaladı. Havuzdaki çıksın diye da elini uzattı. Çocuk Çetinden korkmuş olacak ki havuzun diğer yanına gitti ve oradan çıkıp üzerinden sular akarak arkadaşlarının peşinden koştu.

Arkadaşım yanıma geldiği zaman şöyle dedi; “Bu olay bizim oralarda bu şekilde yaşanmaz. Yani bütün çocuklar bir olup da en güçsüz olanı bu şekilde hırpalamaz. Böyle bir şey olsa bile gurubun yarısı ondan taraf olur.”

Devrim Mitingi

Bir Eylül, devrim bayramıydı ve o gün tatildi. Biz de fırsattan istifade “Tatilin kötüsü olmaz” mantığı ile Tripoli’ye gittik. Cezayir meydanına giden caddenin başında indirdi bizi otobüsün sürücüsü. Bu cadde güney kuzey yönünde uzanır. Deniz kenarındaki meydandan başlar, çöle doğru uzayıp gider. Epey yürüdük, sağlı sollu dükkânlar başladı. Bayram nedeniyle olmalı hepsi kapalıydı. Yol boyunca tek tük insanlar vardı ve biz ağır adımlarla ilerliyorduk.
Arkamızdan gelen polis arabası yanımızda durdu. Bir polis başını camdan çıkardı, bağırarak bir şeyler söyledi. Söyledi ama dediğini anlayamadık. Çetin Türkçe olarak; “Biz Türk’üz, ne dediğini anlayamıyoruz” dedi. O da Çetini anlamadı, arabadan indi. Elinde lastik bir cop vardı, bir ona bir de bana şaplattı. Eli ile de ‘ileri’ işareti yaptı.
Lanet olası lastik parçası değdiği yeri yaktı geçti. Caddenin karşı tarafından koşan onlarca insan gördük. O zaman, bir tehlike var, diye düşündük ve biz de koşmaya başladık. Polis arabası arkamızda biz önde, koşuyoruz. İlerledikçe cadde boyunca koşan insan sayısı da artıyordu. Polis arkada, insanlar önde. Nerede son bulacağı bizce belirsiz bir koşu, devam ediyor.
Cezayir meydanındaki kalabalığı gördüğümüz zaman, Çetin işi anladı. “Bunlar miting için adam topluyor, akşam televizyonda gösterecekler” dedi. Biraz yavaşladık. İyice yorulmuşuz, geriye dönüp baktım. Polis arabası yoktu, ara sokaklara girmiş olmalı.
Cezayir Meydanı genişçe bir yerdir ve mitingler hep orada yapılırdı. Doğu tarafında yeşil bir park var. Genellikle Türkler orada toplanır, bir tür randevu yeriydi. Deniz kenarında bir tabela ve üzerinde şöyle bir yazı vardı; “Bu denizin öte tarafında ne var düşünmeyin, işinize bakın.”
Türk Çarşısı girişinin önüne bir kürsü kurulmuş, her tarafta Kaddafi’nin boy boy resimleri asılıydı. Daha çok gençlerden oluşan yaklaşık bin kişilik bir kalabalık vardı. Polisler iyi çalışırsa bu sayının artacağını hesap ettim.
Devrim şarkıları, çalınıyordu ve çıkan gürültüden kimse kimseyi duyamıyordu. Bir adam mikrofona bir şeyler söylüyor, izleyenler de “Yaşa Filistin” diye bağırıyordu. Yumruklarını kaldırıyor arada bir havaya zıplıyorlardı.
Biz iki arkadaş, ne olur ne olmaz endişesiyle kalabalığın içine girmedik biraz kenardan izlemeye koyulduk. Belki bir yarım saat kadar öylece dikildik. Meydanı terk etmek de kolay iş değil, polis çevrede sıkı tedbirler almış.
Yeni bir duyuru yapıldı, “lider Kaddafi birazdan kürsüde olacak”. Bu haber hem alkışlandı hem de kalabalıktan “El Fatih!” diye gür nidalar yükselmeye başladı. Çevreme bakındım, El Fatihin gelebileceği en olası yol yanımdan geçiyordu.
Nihayet ‘El Fatih’ üstü açık bir araba ile meydana girdi. Polisler çırpınıyor, kim denk gelirse copluyor, dövüyorlardı yolu açmak için. Yeniden bir darbe almamak için dikkatli davrandım, geri çekildim. Araba yakınıma kadar yanaştı. Kavurga renginde bir adam aracın içinde ayakta duruyor, bir eliyle tutunuyor diğer eli ile halkı selamlıyor. Her tarafta resimleri asılı olan Kaddafi’yi orada yakından gördüm. Hazırda bulunanlar hep bir ağızdan ‘El Fatih’ diyerek meydanı inletti. O bir devrim lideri ve bir tür Libya ilahıydı.
Kürsüye çıktı kollarını sağa sola açtı, bu hareket herkesi coşturmaya yetti. Öyle bir gürültü çıktı ki; insan sesleri dev hoparlörün gürültüsünü bastırdı. Silah atılsa, sesi fark edilemezdi. Devrim lideri el kol hareketleriyle kalabalığı coşturmaya, bağırtmaya devam etti. Bu seslerin, karşı kıtadaki mesela Napoli’den duyulması isteniyordu sanki. Elini kaldırıyor alkışlanıyor, başını döndürüyor yine alkışlanıyordu. Bu hal epeyce devam etti. İçinde Filistin sözcüğü geçen sloganlar atılıyor. Arapça bilmiyordum ama fondaki devrim şarkıları yeterli ipucunu veriyordu.
Ne olur ne olmaz endişesiyle Çetini elinden tutarak kalabalığın dışına doğru çektim. Nihayet konuşmaya başladı adam. Bir söylüyor iki alkış alıyor. Biz ona göre en uzak yerde dikiliyoruz. İzleyenlerin zıplamasından göremiyor, bazen ayak parmaklarım üzerine yükselerek görmeye çalışıyordum. Doğrusunu söylemem gerekirse alkışlamıyor sadece bakıyordum.
Konuşmasının bir yerinde, kürsünün çevresindeki kalabalık görüş alanımı daralttı. Yine ayak parmaklarım üzerine yükselerek görmeye çalışıyordum ki diz kapağımın tam arkasından bir darbe aldım. “Ih!” diyerek olduğum yere çöktüm. Çöktüm ama çökmemle kalkmam bir oldu. Polisin teki arkadan yanaşarak bir tekme savurmuş bana. Göz göze geldik, sadece bakmamı değil alkışlamamı da istedi. Çetin ağzını kulağıma yanaştırdı bağırarak ikaz etti;
“Alkışlamazsak dövecekler durma, hadi alkışla.”
Arkadaşım haklıydı, avuçlarımı değdirmeden alkışlar gibi yapmaya başladım.
25.02.2005

19 Nisan 2016 Salı

DEMOKRATİK BİR SEÇİM HİKÂYESİ

Bugünlerde de herkes demokrasinin erdeminden söz ediyor. Çünkü seçime gidiyoruz. Demokrasilerde ana unsur seçimdir. Fakat ne demokrasi ne de uygulanmakta olan seçimler en ideal olan değildir. Gerçi daha iyisi de henüz icat edilmedi. O nedenle bununla yetinmek zorundayız. Açık konuşmak gerekirse halkın yönetim kalitesi o ülkede işleyen paranın izin verdiği kadardır.

Öğretmen Okulundayken 1966 öğrenci derneği seçimlerine başkan adayı olarak katılmıştım. Bağlı kollara gösterdiğim aday arkadaşlar okulun seçkin öğrencilerinden oluşuyordu. Seçim günü geldi çattı. Bizim gurup oylarını verdi işine gücüne döndü.

Öğleden sonra bir arkadaşım geldi, dedi ki;
“Rakibin başkan adayı oy pusulaları hazırlamış. Başkan olarak kendi adını başa yazıyor geri kalan kollara ait isimler senin gurubun. Gelenlerin eline tutuşturuyor ve o pusulaları sandığa attırıyor.”
“Olur mu öyle şey öğretmen olacak olan öğrenciler böyle bir şeyi kabul eder mi?” dedim.
“İstersen git de bak.”

Seçim sandığı müzik salonundaydı. Kalktık gittik. Rakip başkan beni görünce kaçtı. Peşine düşüp kavga edecek adam değildim. Seçim işlerinden sorumlu Sosyoloji hocamız vardı. Ona gittim. Olup biteni anlattım. Seçimlerin iptal edilmesini istedim.

“Biliyorsun” dedi. “Bu sene aldığımız karar gereği dileyen seçmen bir guruba oy vereceği gibi her iki guruptan dilediği kişilere de oy verebilir. Bu sene böyle bir karar aldık seneye değiştirebiliriz.”

Böyle bir kuralın varlığını o anda öğrendim.
Hoca ile tartışmak istemedim çünkü çok sıkışırsa not silahını kullanabilirdi.
Seçim sonunda benim gurubum kazandı ama başkan ben değildim.
Arkadaşlarım istifa edeceklerini söyleyince;
“Hayır” dedim. “Sorun çıkarırsanız hepimizi sınıfta çakarlar.”

Bir yıl sonra olayın aslını öğrendim; Eğitim Şefi solcu olduğumu düşünüyordu. Böyle bir yol ile beni saf dışı bırakmış oldu. Görece kendi sağcı hemşerisini seçtirmişti.

Demokrasi, en iyisi icat edilene kadar iyi bir sistemdir ama pek çok açık tarafı vardır.

                                                                   
                                                                                            01.06.2015 / Ankara

18 Nisan 2016 Pazartesi

DELİ KEMAL

Fotoğrafı Posof Taşkıran köyü sitesinden aldım. Böylece Kemal'in Posof'lu olduğunu da öğrenmiş oldum.

1968 yılında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri, diğer Avrupa ülkelerinde ve bu arada Türk üniversitelerinde de yankı buldu. Bizimkiler Amerika’yı emperyalist buluyor ve iç işlerimize çok fazla karışıldığını düşünüyordu. 6 Ocak 1969 günü ABD’nin Ankara büyük elçisi Robert Komer ODTÜ’ne gitti. Öğrenciler, rektörlük binası önünde duran arabasını ters çevirerek ateşe verdi. Ardından, yayınladıkları bildiri ile bu olayı geri bırakılmışlığın öfkesi ve ikinci kurtuluş savaşının başlangıç meşalesi olarak yorumladılar.

İstanbul’daki üniversite gençliği, 10 Şubat 1969’da limana yaklaşan Amerikan 6. filo askerlerine, geri dönmemeleri için ikazda bulundu. Ciddiye alınmadılar. Bunun üzerine gemi limana yanaşınca gittiler, yakaladıkları Amerikan askerini denize attılar. Polis müdahale etti, ortalık savaş alanına döndü. Bir bakıma Ankara’daki arkadaşlarına destek mesajı gönderdiler.

12 Mart 1971 de askerler hükümeti düşürdü. Aralarında İstanbul, İzmir ve Ankara’nın da bulunduğu on bir ilde sıkıyönetim ilan ettiler. Önce sol muhalefetin gücü kırıldı. Ünlü gazetecililerin tamamı ve bazı bilim adamları sıkıyönetim komutanlıkları tarafından tutuklandı, sorgulandı, işkence gördü. 1961 anayasasının getirdiği temel hak ve özgürlüklerin tümü askıya alındı. Yine de öğrenci olaylarının ardı arkası kesilmedi.

O günlerde Eleşkirt’in bir köyünde er öğretmen olarak çalışıyordum.
12 Mart askeri müdahalesinden 3 gün sonra, bir sabah vakti evimdeyken silahlı saldırıya uğradım, ama ucuz kurtuldum. Savcılığa şikayet ettim, savcı saldırganı serbest bıraktı.

Ben de tavır aldım ve köyüme dönmedim. Yasal olarak hiçbir şey yapamayacağımı anlayınca, kaymakam’a dedim ki;
“Saldırıya uğradım ama Savcı adamı serbest bıraktı. Ya kışlama geri gönderin ya da başka bir köye tayin edin”
Kaymakamdan cevap alabilmek için, Eleşkirt çarşısında, Musa’nın kahvesi bitişiğindeki yanık tütün kokan otel odasında 15 gün bekledim.
                    “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok,                          
                    Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok."                                                                                                                           Mevlana

Karaköse, Van, Erzurum, Kars ve Ardahan taraflarında dolaşan deli Kemal adında bir mecnun vardı. Deli mi Veli mi olduğu pek belli değildi ama herkes ona öyle derdi. Otuzlu yaşlarında dağınık kılıklı bir adamdı. Ne zaman nerede olacağı belli olmazdı. Kürek, dirgen ve tırmık meraklısıydı. Her zaman omuzunda birkaç tane asılırdı. Baston niyetine kullandığının sapı uzun olurdu. Ahıska göçmenlerindendi. Kürtçe konuşamazdı ama söylenenleri anlardı. Kimse bir kötülüğünü görmemişti. Tekin bir adam olmadığından söz edilirdi. Ona yapılacak yardımın, verene, bir yerlerden misli ile döneceğine inanılırdı.

Ben onu uzaktan tanırdım; yani birisi sorsa, Deli Kemal olduğunu söyleyebilirdim. Doğrudan konuşmuşluğum olmamıştı.

Kuşluk vaktiydi, Musa’nın kahvesinde oturuyor Kaymakamdan cevap gelecek diye bekliyordum. Dışarıda müthiş bir soğuk vardı. Kahvedekiler sobanın başına toplanmış ısınmağa çalışıyorlardı. Sobayı demir bir çubukla karıştıran çaycı, içerisini kömür dumanına boğdu. Aslında orası oturulacak yer değildi ama başka da gidecek yerim yoktu. Paltoma sarılmış kenarda bir sandalyeye ilişmiştim.

Dış kapı her zamanki gibi uzun bir cızırtı ile açıldı, gelen deli Kemal’di. Elinde uzun saplı eski bir kürek vardı. Çok üşüdüğü her halinden belliydi. “Şaşılacak bir adam bu Deli Kemal. Karda kışta nerelerde barınır da soğuktan ölmez. Üstelik giysileri mevsime uygun değil” diye düşündüm. Kapıyı itina ile kapattı sonra acele ile yürüdü. Sobaya yanaşmak istediyse de kalabalıktan yer bulamadı. Kimseye de “çekilin” demedi. Bir süre etrafına bakındı. Sonra bana doğru gelmeye başladı. Yaklaştı durdu, dikkatle yüzüme baktı. Göz göze geldik. “deli bu” diye düşünüp gözlerimi ondan ayırdım kapıya doğru baktım. Masamın öbür tarafına geçip oturdu. Dirgen ve küreklerini yan tarafa, yere koydu. Uzun saplı küreğini ayaklarının arasına sıkıştırdı, iki eliyle sapını avuçladı. Bir sobanın başındakilere, bir de bana bakıyordu.
“Merhaba Kemal” dedim ona, gülümsedi. Gülümsedi ama yapmacık bir gülümsemeydi bu. Sadece merhabama cevap olsun diye öyle yapmış olabilirdi. Çaycıya parmağımla işaret ettim ve; “Kemale bir çay ver” dedim.
Deli Kemal daha bir dikkatle yüzüme bakmaya başladı. Öyle bakıyor ki, sanki bir şey demek istiyordu. Göz kırptım ona, hadi konuş anlamında. Yüzünü çevirdi, susmayı tercih etti. Kahvede on beş yirmi kişi vardı. Kemal ile aramda geçen bu sessiz muhabbeti kimse fark edemedi.

Garson çay bardağını usulca masanın üzerine koydu. Kemal çaycıya hiç bakmadan bardağı avuçladı. Anlaşılan önce ellerini ısıtmak istiyordu. Neden sonra tekrar masanın üzerine koydu, uzun süre karıştırdı. Kendi kendine; “Hükümet gevşek, hükümet gevşek” diyerek söyleniyordu. Çayını karıştırdıkça tekrar, tekrar aynı şeyi söylüyordu. Onun bu sözü çok meşhurdu.

Çayı soğumuş olmalı ki, iki harekette boğazına döker gibi yaptı. Boşalan bardağı iki avucu içine hapsetti. Bir ileri bir geri döndürmeğe başladı.

“Bir çay daha içer misin Kemal?” diye sordum.
“Bu yeter” dedi, çenesi ile bardağı göstererek. Küreği hala bacaklarının arasına sıkışmış, sapı da sağ yanağına değerek başından biraz daha yukarı uzanıyordu.

Dışarıdaki havanın soğukluğu zaten kahve içinde kasvetli bir durum oluşturuyordu. Deli Kemal boğazını temizler gibi yaparak iki ağız öksürdü. Sonra da, neredeyse çok uzaklardan duyulacak bir sesle;
“Nasılsan hoca!” diye sordu. Ona doğru döndüm, herkes ona doğru döndü.
“Sağ ol Kemal” dedim yavaşça. O da güya duymamış gibi sorusunu tekrar etti. Bu kez cevap vermedim. Ayağa kalktı ağır ağır yürüyerek önüme kadar geldi. Elindeki küreği destek yaparak dayandı. Sobanın yanında oturanları gösterdi;
“Hau Kürtler ilen aran nasıl?” diye sordu.
Kulaklarıma kadar kızardım. Orada bulunanların bir kısmı beni tanıyor, hikâyemi de biliyordu. Demek ki Kemalin de haberi varmış, diye düşündüm.
“Çok iyi” dedim sakince. Bu cevap ile zor durumda kaldığım, gözünden kaçmadı.
“Hoca!” dedi yeniden. Belayı satın aldık diye düşündüm yüzüne baktım, ne yapmak istediğine dair hiçbir ipucu alamadım.
“Söylesene son durumun nasıl?” diye saçma bir soru daha sordu. Yine cevap vermedim. Doğrusu, bu soruya cevap vermek o kadar da kolay bir iş değildi.

Kemal kontrolü eline geçirdi. Bu kez kahvede oturan diğer adamlara döndü. Yanlarına kadar yürüdü, durdu. Yerini beğenmedi, sobanın öbür tarafına geçti. Beni de görebilecek durumda bir yer buldu kendine. Herkes dikkatle ona bakıyor. Yüzündeki ifade, bir çılgınlık yapacak izlenimi veriyordu. Yüksek sesle konuşmayı sürdürdü;
“Bu Laz öğretmen benim dervişimdir. Buna silah çekenler... göreceksiniz ki bahara çıkamayacak. Allahın hışmına uğrayacaklar. Öğretmene silah tutulur mu gafil adamlar? Konuk öğretmene silah çekilir mi? Bunun hesabı sizden sorulmaz mı zannediyorsunuz?” Her sözcüğü söylediğinde bir başkasının yüzüne bakıyordu. “Duyan duymayana söylesin, herkesin haberi olsun. Bundan böyle, öğretmenlere el verdim. Onlara karşı tutulan silahlar, tutanın eline yapışacak, elini yakacak. Herkes böyle bilsin. O kötü eller cennete giremeyecek. Cehennemde yanacak, yanacak ama kül olamayacak.” Sustu, sanırsın bir cevap bekliyordu.

“Hükümet gevşek. Öğretmenlere el verdim, bu onlara yeter. Siz ne yaparsanız yapın, bu günden sonra kurşun işlemeyecek onlara!” dedi daha yumuşak bir sesle.
Sobanın başında oturanlar hutbe dinler gibi izlediler deli Kemali. Sadece bir kişi laf attı ona;
“Atlattın mı yine, deli Kemal!”
Baktı ona, cevap vermek gereği bile duymadı.

Bu sözleri bir delinin söylemesi, etkiledi beni. Deli Kemalin öğretmenlere sahip çıkmasına şaştım kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim, yüzüne bile bakamadım. Daha fazla ileri gitmesini de istemiyordum. Yerimden kalktım, çay paralarını ödedim. Dış kapıya doğru yöneldim ve ağır ağır yürüdüm. Kemal’de sobanın başında kendine bir yer bulmuştu. Kapıdan çıkmadan geriye döndüm. Deli Kemal göz ucu ile beni izliyordu.

Yüreğime bir şeyler düğümlendi, göz kapaklarımın altında bir acı hissettim. Nereye gideceğimi de bilmiyordum. Karla kaplı ve bina saçaklarından sarkan buzların, neredeyse yere değeceği cadde boyunca yürüdüm…