Muzik

9 Temmuz 2016 Cumartesi

SAHİ İNSAN NE DİYE İNEĞE TAPAR ?

En iyi dostlarımdan kimileri çocuklardır.
Aslında en iyi dostlarım çocuklardır.
“J. D. Salinger”
Köyde, Zemherinin en soğuk günlerinden biri yaşanıyordu. Geceden kalan ayaz, insanın nefesini kristalize ederek havaya karıştırıyordu. Sınıfta ise sobaya doldurulan tezekler henüz tutuşmuş soğuk biraz kırılmıştı.

Her pazartesi günü ilk dersten önce, beş dakika içinde temizlik kontrolü yapmak adettendi. Ben de öyle yapardım. Çocuklar ellerini sıranın üzerine koyar tırnaklarına ve elbise yakalarının temiz olmalarına bakardım. Bit yoklaması için başka bir yöntemim vardı. Herkesi yanındakine kontrol ettirirdim. Sıra arkadaşları birbirlerinin yakasında veya saçlarında bit arardı.

O sabah, öğrencilerimin bit yoklaması tamamlandı. Sadece bir kız öğrencim işini bitiremedi. Arkadaşının başını kurcaladıkça bit buluyordu. Bulduğu bitleri defterinin üzerine sıralıyor, kâğıt üzerinden kaçmak isteyenlere de engel olmaya çalışıyordu. O sırada ben, günlük ders planımı kontrol ediyor, bir yandan da bit yoklamasının son bulmasını gözlüyordum.
Bit arayan çocuk;
“Öğretmenim otuz sekiz oldu” dedi.
Bütün sınıf ona doğru baktı, ben de baktım. Aranan çocuğun yüz rengi değişti gözleri doldu. Ağlamağa başladı. Onlara doğru yürüdüm.
“Bu kadar yeter kızım, yakaladıklarını sobaya at.” Sonra da “Herkes arkasına yaslansın” dedim.
Dedim ama ağlayan çocuk bir türlü susmuyor hıçkırıklara boğuluyordu. Yanına yaklaştım, utanmasam onula beraber ağlayabilirdim. Kendimi tuttum.
Arkadaşları onu döveceğimi sanmış olmalı ki dikkatle bana bakıyorlardı. Ağlayan çocuğun başını okşadım.
“Üzülme kızım, bu senin suçun değil, ağlama” dedim.
Herkes önüne döndü, sınıfın havası ağırlaştı.
Ağlayan çocuk beni duymamış gibi ağlamaya devam etti.

Çocuğun ağlaması böyle devam ederken, hayat bilgisi dersi kimin umurunda olurdu? Karatahtanın yanına kadar yürüdüm, sanki kimse nefes almıyor sadece o çocuğun ağlaması duyuluyordu. Sertçe geriye döndüm. Ders konusunun bu ağlayan çocuk olması gerektiğine karar verdim. Onun evi ile imamın evi birbirine bitişikti. Daha önce duyduklarım hafızamda şekillendi. İmamın bir odası tıka basa, köylülerin imam hakkı olarak verdiği ekin ile doluydu.

“Çocuklar!” dedim. “Şimdi büyüklerinizin bazı temel yanlışlardan söz edeceğim. Arkanıza yaslanın dikkatle dinleyin. Törelerden, alışkanlıklardan söz edeceğim…”
Sınıfta sinek uçsa kanat çırpması duyulabilirdi.
“Bu kızım kendi isteği ile mi bitleri başına topladı?”
Hep birlikte:
“Hayır!” dediler.
“Annesi mi istedi?”
“Hayır!”
“Nasıl olmuş da bitler bu kızımın başına, saçlarının arasına musallat olmuş?”
Kimseden ses çıkmadı. Bu soru ile yeteri kadar ilgi uyandırdığımı hissettim.
“Çünkü ailesi yoksul. Sabun alacak kadar paraları yok. Yoksulluk insanların kötü kaderidir. Bu çok boyutlu bir sorundur. Yoksulluğu ortadan kaldırmak, bireyin tek başına başaracağı bir iş olmayabilir. Yoksullukla, başta devlet olmak üzere toplum olarak mücadele etmek gerekir.

Yoksul ve sefil bir hayat yaşayanlar için, garip iddialarda bulunanlar olur. Duymuş olmalısınız, öte dünyada zengin ve güzel bir hayat süreceklerini anlatanlar var. Vaat edilen o hayal ile günlük ve gerçek yaşamın ihmal edilmesi bile istenir.

Bilmem duydunuz nu? Hindistan’da ineklere tapan insanlar var. İnekleri kutsal saydıkları için süt ve etlerinden yararlanmazlar. Üstelik oralarda her yıl çok sayıda çocuk ve yetişkin açlıktan ölür*. Bu size ne kadar saçma geliyor değil mi? Fakat bunu o insanlara anlatamazsınız. Sahi insanlar ne diye ineğe taparlar?
kimseden bir yanıt gelmedi.

Batıl inanç, iman haline dönüşürse insanlara ve topluma zarar vermeğe başlar. Bu zararı o topluma dışarıdan bakanlar daha kolay fark eder. İçeridekiler ise içselleştirir.

Şimdi size, töreleriniz ile ilgili bir soru soracağım. Daha dikkatle dinleyin ve cevap aramaya çalışın. Babalarınız hasat zamanı, harman yerinde, imama hak olarak verdikleri ekinler, ayrı bir yerde toplansa, sonra da satılıp mesela sabun alınsa, köy halkına kaç yıl yeter o kadar sabunlar? Yani iki kamyon dolusu buğdayı satın ve bedeli ile sabun alın. Cevap vermenizi istemiyorum, sadece düşünün.

Hindistan’da ineklere tapan insanlarla köyünüzdeki bu alışkanlığı karşılaştırın. Oradakiler ineklere duyduğu kutsal saygıdan dolayı, et ve sütlerini yemeyerek açlıktan ölüyorlar. Buradakiler de imama duydukları kutsal saygıdan, kazançlarını veriyor ve sonra da sabun alacak paraları kalmıyor. Öyle olunca da çocuklarını bitlere yem ediyorlar. Bildiğiniz gibi bitler “Tifüs” hastalığına sebep olurlar. Öğretmenler ve İmamlar devletten maaş alır. Oysa babalarınızın tek geliri harman yerindeki ekinleridir.

Büyüdüğünüz zaman, sizin de çocuklarınız olacak. Şimdiden sizden bir isteğim var. Okuldaki temizlik yoklamalarında çocuklarınız ağlasın ister misiniz?”
“Hayııır!” dediler hep bir ağızdan.

Mesajım alınmıştır diye düşündüm. Daha da ileri gitmek istemedim.
Ders saatinin bitmesine dört dakika kalmıştı.
“Dersimiz hayat bilgisi, konumuz akıllı ve sağlıklı yaşamak! Gelecek ders saatinde kaldığımız yerden devam edeceğiz.”
***
Sınıftaki bu konuşmam köy içinde yankı buldu. Haklı bulanlar da oldu, suçlayanlar da. Suçlayanlar çoğunluktaydı. Çünkü din kurallarına öğretmen karışamaz karar veremezdi. Onun bu konuda zaten bilgisi olamazdı. Haklı bulanlar ise şu soruya cevap arıyorlardı; “İnsanlar İmam hakkını başka nasıl ve ne şekilde verebilirler? Öğretmen Hanefi mezhebinden olduğu için kendi inancına göre konuşuyor. Oysa Şafilerde gelenek farklıdır. Herkesin inancı kendine, diye yorum yapanlar da oldu.”

Köyün imamı bir tarikatın adamıydı. Kendisini suçladığımı sandı. O günden sonra bana karşı düşmanca davranmaya ve tehditler savurmaya başladı.
_________________
* 1970’li yıllarda Hindistan’da açlıktan ölen insanların haberlerini okurduk gazetelerden

29 Haziran 2016 Çarşamba

“EFSANELERDE LİVERA GEYİKLERİ” ADLI KİTABIN ELEŞTİRİSİ

Yazan / Ali İhsan Aksamaz
Makalemin başlığı, son okuduğum kitabın da adı. Size bu kitap hakkında bilgi vermek istiyorum. Öncelikle, bu çalışmanın yazarını size tanıtayım: Yusuf Bulut. Kendisi, 15 Mart 1949 tarihinde, Trabzon- Maçka’da doğmuş. Livera Köyü’nden. Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’ndan 1969 yılında mezun olmuş. İlk atandığı yer: Yüksekova Yatılı Bölge Okulu. Orada okuluna öğrenci bulmak ve kaydetmek için köy köy dolaşmış. Kürt vatandaşlarımızla tanışması da böyle olmuş. Yusuf Bulut, (TÖS) Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın Yüksekova şubesine başkan seçilmiş. 1969’da Türkiye çapındaki Öğretmen Grevine, bulunduğu yörede önderlik etmiş. Ağalık düzeninin ne olduğunu da orada görmüş; öğrenmiş. Sınır kaçakçılığının gerçek yüzünü de görmüş. Devlet ve yöre insanının ilişkilerini de orada yakından öğrenme fırsatı olmuş. Yusuf Bulut, temel askerlik görevini Amasya’da tamamlamış. Ardından da “er öğretmen” olarak Ağrı’ya gönderilmiş. Sendikacı olduğunun haberi, kendisinden önce ulaşmış oralara. 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nden üç gün sonra silahlı saldırıya uğramış. Verilmiş sadakası varmış ki; ölmemiş. Bu saldırının failleri yakalanmış. Ne var ki, aynı gün serbest bırakılmışlar. Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfettişi, onu başarısız bulmuş. Siciline “orta” yazmış. Artık mimlenmiş. Kendisini rahat bırakmayacaklarını da anlamış. Ancak bir yıl daha Sürmene’de öğretmenlik yapabilmiş. 1973 yılı sonunda görevinden istifa etmek zorunda kalmış.
Hayata yeniden başlar. Meteliksizdir. Üstelik artık mesleği bile yoktur. Bir süre kamyon şoförlüğü yapar. 1976 yılında ise, çalışmak üzere Libya’ya gider. İşçidir. Arap işçilerle birlikte çalışır. Çöldeki bir çimento fabrikasında iş makinası operatörü olarak çalışmaya başlar. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre yine kamyon şoförlüğü yapar. 1989 yılında, kendi deyişiyle Türkiye’nin önde gelen holdinglerinden birinde düzgün bir işte çalışmaya başlar. Orada 15 yıl çalışır. Ardından emekli olur. SSK emeklisidir. Yazmak, onun için bir tutkudur. Yazıyor.  http://yusufbulut49.blogspot.com.tr/  adlı bir internet sitesi var.
Yusuf Bulut, aynı zamanda benim dostum. Kendisini yaklaşık 2008’den bu yana tanıyorum; görüşüyorum; haberleşiyorum. Bence Yusuf Bulut,  isimsiz binlerce kahramandan bir tanesidir. “Soğuk Savaş Dönemi” yapılanmalarının cehenneme çevirdiği ülkemizde; hayatını kaybeden, ocakları sönen, sakat kalan, işsiz kalan binlerce isimsiz kahramandan bir tanesi. O karanlık günlerden geçerek bugünlere ulaşabilen ve yazabilme ve yayınlayabilme cesareti gösterebilen kahramanlardan biridir o…
Yusuf Bulut’un “Efsanelerde Livera Geyikleri” adlı eserinin ilk baskısı Ocak 2015’te “Heyamola Yayınları”ndan çıktı. Yayın yönetmeni ise, Ömer Asan. Editörü: Leyla Çelik.  Kitabın grafik tasarımı ise, Murat İlhan’a ait. Salih Şahinler ve İlyas Karagöz, kitabın kaynak kişileri. Kitabın önsözü, Kudret Emiroğlu’na ait. Arka kapak yazısı ise, Nazım Esmer’in.
Kitap, şu bölümlerden oluşuyor:” Livera Geyikleri”, “Sabriye”, “Ayşe”, “Fadime”, “Emriye”, “Gömleksizin Köprüsü”, “Gudul Kalesi ve Ziya Kayaları”, “Meva”, “Bizim Köyün Kadınları”, “Ayı Dağ”ı, “Yeni Dünyanın Liveralı Yolcuları”.
Doğrusunu isterseniz, “Efsanelerde Livera Geyikleri” adlı bu çalışma beni derinden etkiledi. Karadeniz Bölgesi, özellikle de Doğu Karadeniz Bölgesi hep aynı. Coğrafyası, doğası, üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri aynı. Hele dağ köyleri… Kitaptaki bu hikâyeleri, efsaneleri okurken kâh dedemi, ninemi hatırladım, kâh o dağ köylerini ve zorlu hayat şartlarını. Okuduklarım, beni bulunduğum yerden ve içinde bulunduğum zamandan alıp götürdü. Sisli dağları da aştım adeta. O yağmurlarla ıslandım adeta. Küçük keçilerin koşuşup melemesini ve çıngırak seslerini ve orman kuşlarının cıvıldamalarını duydum ardından. Bir sofrada bizimkilerle beraber buldum kendimi. Öyle saf ve önyargısız. Gülümsüyorlardı bana. Yalnızca bunları değil mezarları da hatırlattı kitap bana. Sisli dağların beklediği mezarlar.
Akan suyun şırıltısı hâlâ kulağımda, orman bitkilerinin, çiçeklerinin kokusu hâlâ burnumda sanki. Sonra derinden ve çok eski zamanlardan belli belirsiz bir çan sesi duydum sanki. Kitap, kadınların bilge, direngen, üretgen, fedakâr hallerini yeniden hatırlattı bana. Hep önde ancak hep acı çeken kadınları, genç kızları da tanıdım kitapta; fakir ama asil. Sessiz çığlıklarını duydum kitabı okudukça.
Kitaptaki her hikâye, efsane Doğu Karadeniz’in doğasına; suyuna, toprağına, kuşuna, böceğine, sebzesine, meyvesine, acısına, yasına, sevincine ama çoğunluklu da yaşam coşkusuna tanıklık ediyor; bize aktarıyor. Karadeniz’in çok yakın geçmiş bir zamanda sinesinde barındırdığı Hıristiyan ahalisinin de sessiz çığlıklarını aktarıyor hikâyeler, efsaneleriyle bu kitap. Sonra yine de bir kemençe sesi duyuluyor. Yüzlerce insan horona durmuş sislerin ötesinde. Delirmiş olmalılar, hiç durmuyorlar. Yusuf Bulut’un eserindeki her hikâye, her efsaneyle geçmişe dönüyor insan.
Hikâyelerde, efsanelerde hep kadın var, genç kızlar var. Onların hayatları var. Üreten, fedakâr insanlar. Bir o kadar da acı çeken kadınlar. Yan yana Müslüman ve Hıristiyan Karadeniz kadınları. Komşu kadınlar. Taa eski zamanlardan.
Kitaptaki her hikâye ve efsaneyi beğeni ile okudum; beni derinden etkiledi. Kitabı okurken, eski Trabzon; kent merkezi, köyleri canlandı hafızamda. Neden bilemiyorum. Yalnızca Trabzon’u değil Batum’u da, Sohum’u da hatırladım. Zugdidi’yi de. Sumela’nın eski halini de düşündüm. Vadilerde yankılanan çan sesleri geldi birden kulağıma. Tanıdık bir melodi gibi. Sonra daha birkaç yıl öncesinde Sumela’da ibadetleri bir bürokrat kadın tarafından engellenen Hıristiyanları da hatırladım. Daha sonraki yıllarda Patrik 1. Bartholomeos’un Sumela’da yönettiği ayinleri düşündüm. Dağ, tepe aşarak yürüyüşü de geldi gözümün önüne. Bahşis verdiği kemençeciler de.
Günümüzde cami olan, Livera’nın kilisesini ve muhtar Ğorğor Şalvadaris’i hep hatırlayacağım. 24 Şubat 1923 tarihini de….  İki sevgilisi olan İrina’yı da. Sevgililerinden biri kıskanç bir ayı, diğeri ise, Levent Orhan olan İrina’yı da hep hatırlayacağım. Liveralı Şahin, Liveralı Pilipos ve Liveralı Şahin Pilipos ya da Liveralı Pilipos Şahin. Mübadele ve çekilen acılar. Selimiye Kışlası’ndan da geçen hiç bilinmeyen insan hikâyeleri.
Yusuf Bulut’un “Efsanelerde Livera Geyikleri” isimli eseri; Doğu Karadeniz coğrafyasına, geçmişteki Hıristiyan ve Müslüman ahalisinin hayat hikâyelerine ilgi duyan herkese okumalarını öneririm. Emperyalizm, emperyalizm ile işbirliği yapan siyasîler bir yana, onlarla işimiz olmaz. Çünkü onların en büyük kötülük yaptıklarından bir tanesi de Doğu Karadeniz’in halkıdır. Duygu yüklü bu güzel çalışmayı okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız muhakkak.
Böyle bir eseri kültür hayatımıza kazandıran Yusuf Bulut’u tanıdığım için kendimi şanslı addediyorum. Bazılarının hiç bilmediği, bilenlerin ise, unutmaya yüz tuttukları gerçekleri yeniden gündeme getirdi. İmzalayıp adresime kadar gönderdiği bu güzel eser için kendisine bir defa da huzurunuzda teşekkür ediyorum. (16 Nisan 2015)

Ali İhsan Aksamaz
aksamaz@gmail.com


9 Haziran 2016 Perşembe

KARAKUŞ DESTANI

Yazan / Hasan Çelebi
Kar gene kitsa kitsa başladi savurmağa
Elamet bir karakuş kondi bizum hurmaya.
Kuş ki kondi, dal birkaç arşin aşaa endi.
Kuşun konduği dalun altinde kar da dindi.
Kapar kapmaz tofeği atladum metereze
Bir gözumi uydurup arpacuk ile gez’e
Şipşak nişan aldum da bir koyverdum ki, sorma
Zerzeleye tutulmiş gibi sallandi hurma.
Karakuş szivili de szivili duşti kara
Haman ayağa kalkti değil imiş mudara.
Bir paldur küldür uçti, bir paldur küldür duşti.
Kar, kırmızi benekli bir çarşafa donuşti,
Tum mahalleli, kuşe karşi girdi savaşa,
Uçi kanayakli on kişi zor çikti başa.
En son canli canli tutup eve taşiduk.
Kan ter içinde kalduk, sanki deve taşiduk.
Kuşi gören çecukler korkti, beyukler güldi.
Duzköy, Makret, Mamanat Handuzine dokildi.
Durdiler, kuşten cani yananlar sira sira,
Aşaktaki sozler o günden kaldi hatira;

Muhtar: Uşaklar habu menşur casus CİA dur.
Kinyaz: Yahot da boyuk bir mecliste uyedur.
Süse Refik: Ulkeyi baturan bu kuş idi.
Tormani: Başumuze saran oni Buş idi.
Uzun Ahmet: Bence bu bir gömruk kolcisidur.
Şişmani Enver: Belki da sosyete solcisidur.
Kaptan Orhan: Bu mehlük ya cazidur ya da cin.
Skenderi Ziya: Yecuci Mecuc Çini Maçin.
Toşi Osman: Bolmiştur memleketi ikiye.
Tululi: Tazıya tut, kaç deyerek tikiye.
Kaptan Şadi: Belki da uçan daire budur.
Ali Ağa Husen: Bu bilduğumuz burbudur.
İmami Hasan: Yikti birluği ve dirluği.
Terzi Azmi: Aşladi millete cibgirluği.
Tibuki Abdula: Yok, eyiluği da vardur.
Onçamure İsmet: Bu tanriden bir şamardur.
Livane: Bana ne, ben doneyim da köşeyi.
Mezini Sebo: Ben da soylerum ayni şeyi.
Kasimi Mevlut: Bunun dişisi da var imiş.
Tibuki Muho: O da erkeği kadar imiş.
Lumani saffet kuşi benzetince keşişe,
İskenderi’nun Rifet çok bozuldu bu işe.
Kaboğlu Hakki: Şimdi Soner körfez kirizi.
Mehmet Emin: Az daha savaşa sokti bizi.
Simsar Dursun, kemençe elde durdi horona,
Coşti İdris Güneş da ayak uydurdi ona.
Halka halka oldi halk, beyuk şenlik patladi.
Köy o ağirbasandan kurtuluşi kutladi.
Kimi omuz omze durup, kimi oturup
Hatira fotoğraflar çekildi grup grup.

“Kuşi Kestuk”

Üç dort kişi zor belâ kuşi yere yaturdi,
Didi Bahri da çikup uzerine oturdi.
“Yahu!” diye bağirdi, “Biraz çekilun geri,”
Seyidi Hasan çekti kilifinden hançeri
O ki çaldi boynine kuşun, kuş bir boğurdi,
Yüz okkaluk Bahri’yi savurup yere vurdi.
Bir kıyamet kopti, bir dalgalandi ortaluk
Kimi kaçıyur, kimi bakiyur aluk aluk.
Topçi Recep şaşurmiş, otturiyur duduği,
Ustumuze işeyen kuşun ekşi sidiği
Oyle bir pis kokti ki uç gişi duşup kusti,
Beş kişi da fenaluk geçurdi ayağ usti.
Millet dort nala kaçti donup saldurince kuş
Ortada tek başina kaldi Fadime çavuş,
Fadime, Bumba Yavuz çavuşun kızı idi.
Güzelliği ile köyun kutup yulduzi idi
Korkusuz Fado, deli Fado derlerdi ona,
O girince bir başka renk verirdi horona.
Kuş ile Fado boğaz boğaza boğuştiler,
Ve kan revan içinde kanavaya duştiler.
Çilgince alkişlandi ayağa kalkan Fado
Diz çokti ve hıçkıra hıçkıra ağladi o…
Hançerledi olumcul kuşi Seyidi Hasan
Tam bir fiskiye çizdi havaye fişkiran kan.
Hayvan debelendi bir iki dakika gene,
Ağzi bir kariş açuk can verdi oylecene.

“Bu Kuşun Eti Yenmez”

Az sonra köyumuzun Ofli hocasi geldi,
Lakozanun belvermiş çeperine çomeldi.
Dedi ki: “Yuce Tanri eyiyi aklamiştur,
İnsana zerar veren şeyi yasaklamiştur,
Mencerrebben mucerrep, denenmişler denenmez,
Burnine bakilurse bu kuşun eti yenmez.”

Kalabaluktan bir ses: “Hoca, bok atma kuşe,”
İkinci ses: “Hayirdur işi, surmek yokuşe,”
Üçüncü: “Bir mushadan yüz lira aliyur,”
Dördüncü: “Haram ile yasak, bize kaliyur,”
Osman Vural: Yuz okka gelur bu kuşun eti.
Moymohti: Kim mehf eder boyle milli serveti.
Ayağa kalkup, “hocam” dedi Zehir Medeni,
“Var mi bu yasağun bir mantiği bir nedeni.
Bati, sumukli bocek yesun, kurbağa yesun,
Bir av kuşina bizum toremuz mundar desun.
Göruyoruz ulkede neler yeniyor, neler
Nasil ki bir solukta klunz ediliyur develer,
Kertenkele goz göre göre, timsah oliyor,
En kurada en kiro kimse o şah oliyor.
Timsah da donişiyor pasturmaya, salama
Bir cins karatavuktur yenmez deduğun bu kuş,
Yapay yemle beslene beslene ejder olmiş.
Ne gun ki bu doğaya ters gidiş tam yerleşur,
İnsan doğasi da o gun boyle ejderleşur.
Kilavuzun akil’se bu gidişe karşi dur,
Tanrı kulu olarak asil görevun budur.”

“Yas Toreni”
Birden çinladi çığlık sesleriyle handuzi
Ortuldi, milyon çarpi milyon kuşla gök yuzi.
Geniş eğmeçler çizup endiler yavaş yavaş
Donuşti renk renk çiçek bahçelerine dağ-taş,
Birbirlerinun eşluk edup kanat sesine,
Gelmişler, vurduğumuz kuşun cenazesine,
Uzun bir yolculuktan yorgun, acıdan ölük,
Geçtiler ölü kuşun oninden boluk boluk,
Ustine birer çiçek birer tuy piraktiler.
Ve kisuk bir çığırtı ile ağit yaktiler.
Bir tepe oluşturdi tuy ve çiçek yiğini.
Tutuşturduk isinmak için tuy yığinini,
Koyumuze sundu o yas toreni bir duğun.
Ateş sondi bir avuç kül kaldi, ağardi gün.

“Kuşi Boliştuk”
Kuşun yuzildi tuyi muyi ile derisi,
Uç lengeri doldurdi tam otesi berisi.
Millet şaşurdi kuşten çikinca iki yurek,
İki karaciğer, dort akciğer, dort bumburek.
Bir taşşağı var idi ki sanilurdi boğa,
Göninden çikti uç çift kalamani, uç szuğa.
Ola, deduk bu binbir çeşit mağazasi mi?
Yok yoğisem yonetim kuruli eğzasi mi?
Ne isa lafi daha şişurmeyelum,
Yüzde yüz hakikate golge duşurmeyelum.
Hayvanun yarisini koni konkşi boluşti,
Kellesi da Kurhusenoğli Yaşara duşti.
Yarim gövdesi kaldi, bize da kala kala,
Dort parmak yaği çikti ekole mundikala.
Biraz dayansun deyi, beharli tuze bastuk
Kaldurup dortkoşenun darabasine astuk.
Pilavi sahan sahan, çorbasi kazan kazan
Yedi nufus idare ettuk butun remezan.


4 Haziran 2016 Cumartesi

İLKOKUL HOCAM ALİ RIZA AYAR

Bizim köylüler yaz aylarında yaylaya çıkar. Yayla mevsimi Mayıs ayının başında başlar eylül sonuna kadar devam eder. O sene ilkokulun ikinci sınıfına başlayacaktım. Orta boylu zayıf sayılabilecek ve ismi bende kalsın, esmer bir öğretmenimiz vardı. Günde birkaç kez döverdi çocukları. Korkardık ondan. O nedenle o sene yayla mevsiminin bitmesini istemiyordum. Fakat zamanı durdurmak mümkün değildi. Okul vakti geldi çattı. Evdekiler de öğretmenin dövdüğünü biliyordu. Eğitim yılının ilk günü okul yoluna çıkarken nasihat ettiler. Ettiler ama nasihatlerin hiç biri aklımda kalmadı, bir kulağımdan girip diğerinden çıktılar.

Okulun önünde toplandık. Geçen seneden iki öğretmenimiz vardı, bu yıl da iki ama birisi değişmiş. Giden Turgut öğretmen kumral uzun boylu diğerine göre daha yumuşak bir adamdı. Bu gelen ilk bakışta güler yüzlü sevecen bir adama benziyor. Giden öğretenden biraz daha sarışın daha kısa boylu ama saçları daha gür ve biçimliydi. Bizim sınıfa gelmesi için içimden dua ettim. Çünkü diğerinden daha fazla döven bir adam olmadığı yüzünden okunuyordu.
Duam kabul görmüş olmalı ki bizimle beraber o da sınıfa girdi. Üç sınıf bir arada ders görüyorduk.

“Geçen 56 yılı senin için hız olsun
957 başarılarla dolsun”


Yıl sonunda böyle biten bir şiir öğrendiğimizi anımsıyorum. Demek ki Ali Rıza öğretmenin bizim köye geliş tarihi şiirdeki gibidir.

Ali Rıza öğretmen diğerlerinden farklı bir adamdı. Eski Maçka müftüsünün oğluydu. Belki de o nedenle olmalı; namazını kılardı ve Cuma günleri camide Cuma namazında en ön safta olurdu.

O yıllarda sadece Trabzon’da doktor vardı ve doktora gidebilmek kolay iş değildi. Öyle olunca, kendisini hoca zanneden insanlar hasta olanları okuyup üfleyerek tedavi etmeye çalışırdı.

Bir seferinde başım çok ağrımıştı. Babaannem de beni okusun diye, komşumuz olan bir hocaya götürdü.
Babaannemin baş bağlaması şöyleydi. Başında bir fes olurdu ve büyükçe bir eşarp onun üzerinden sarılır ve boynunu da örterdi. Onun da dışında daha küçük bir yazma ile baş, kuşak gibi sarılırdı.
Hoca efendi işte o kuşak gibi sarılan eşarbı ister alır üçgen şekilde katlardı. Sağ dirseği ile sağ elinin parmak ucu arasında defalarca ölçerdi. Hem oku üflerdi hem de ölçer biçerdi. Ne var ki eşarp hiçbir zaman kolu ile uc uca gelmezdi. En sonunda okuyacağı dua tükenince ‘artık kalan’ eşarbın yerini düğümledi. Düğümden ilerisi kadar, “İşte bu kadar yüreği kaçık” diye karar verdi. Okuyarak üfleyerek tedavi etmekten, aklımda kalanlar bu kadardır.

Bir seferinde, ders sırasında üfürükçülüğün kötü bir şey olduğunu anlattı Ali Rıza öğretmen. Bu sözlerini hafızama not ettim. Bir süre sonra, bir akşam başım yine ağrıdı. Babaannem; “hazırlan hocaya gideceğiz” dedi. İşte o zaman olanlar oldu. Direndim; “olmaz” dedim ve hocaya gitmedik.

Cuma günleri sınıfça Cuma namazına gitmeye başladık. Biz öğrenciler en arkada saf tutardık. Bu durum; köylülerin öğretmenimize daha saygılı davranmalarına neden olurdu. Öyle bir an geldi ki onun her sözü bir emir olarak kabul görürdü.
Arada bir köylülerden bazıları, ona süt ve yoğurt gönderirdi. Bir süre sonra sadece birkaç aileden gelenleri kabul eder diğerlerini de kırmadan teşekkür ederdi; “Bir daha getirmemelerini” öğütlerdi.

Arada bir sinirlendiği de olurdu. O durumlarda arkaya doğru taradığı saçları yüzüne aşağı dökülürdü. Tüm öğrenciler bunu anlar ve çıt çıkarmazlardı. Seyrek olarak o da döverdi ama nedense korkmazdık, sever ve saygı duyardık.

Milli Bayramlarda ahali okulun bahçesine yığılırdı. Şimdi düşünüyorum da; demek ki seyredebilecekleri bir şeyler olurdu.

Bir seferinde hayatım boyunca unutamadığım bir şey anlatmıştı. Doğrusu onu neden anlattı, ders ne idi, orasını şimdi hatırlayamıyorum. 
“Tanrı dedi ki; Öyle bir millet yaratacağım ki, diğerleri beni sinirlendirdiği zaman kötüleri cezalandırmak için bu yarattıklarımı onların üzerine süreceğim. Ve adlarına da Türk adını vereceğim.”

Sonraki yıllarda öğrendim ki bu sözler, Alman Keşiş ve din adamı, Protestanlığın babası Martin Luther’e aitmiş.  Aslında bunun fena bir mantık olduğunu çok sonraları öğrendim. Milliyetçi sözcüğünü biliyordum ama bugünkü anlamda kullanıldığını öğretmen olduktan çok sene sonra öğrenmiştim.

Ali Rıza Öğretmen için “Irkçı” sözcüğünü kullanamam ama bu mantığı Köy Enstitüsünden aldığı anlaşılıyor.
1969 öğretmenler grevinde Yüksekova’da (TÖS) sendika şube başkanıydım. İlkokul hocamla 1972 yılında Trabzon’da karşılaştığım zaman laf lafı açtı ve o günlerden, greve katıldığımızdan söz ettim. Beni eleştireceğini sanımıştım ama hiçte öyle olmadı. Her şeyini anlatmadı ama Trabzon TÖBDER yönetim kurulunda olduğunu söyledi.
“Öğretmenler mesleki ve eğitim sorunlarını görüşecekleri bir dernekleri olmalı” dedi. 
TÖBDER, TÖS askeri yönetimce kapatılınca onun yerine kurulan bir dernekti. Daha sonraki yıllarda arkadaşı Şefik Asan anılarında şunları yazdı;
“Ali Rıza Ayar sosyalist bir adamdı. Namazını da kılan dindar bir sosyalist idi.”

Cumhuriyet hükümetleri ve Köy Enstitüleri bu mantığı kabul etmedi. Seküler eğitim ve yaşam biçimini benimsedi. Oysa bir insanın dindar olması “modern” olmasına engel olmayabilirdi.
Böyle düşünen Hükümetler hiç kimseye yaranamadı. Ne Sünniler ne Aleviler ne de Hıristiyanlar huzur bulamadı. Devleti yönetenlerle her zaman kavgalı oldular.

Sonuçta Sünni çoğunluk bir şekilde kendi düzenini kabul ettirdi. Bu kez Aleviler sorun yaşamaya başladı. Cem evleri halen ibadethane olarak kabul edilmiyor.

Oysa bu durumun devletin işleyişi ile ne ne ilgisi olabilirdi?
Hıristiyanların daha başka sorunları var. Korktukları için, sorunlarını uluorta anlatmayı hiçbir zaman beceremediler.

Hocamızın bize Türklerin kutsallığını anlattığı zaman, İstanbul’da 6–7 Eylül hadiseleri yaşanmış ve taksim ile Beyoğlu civarındaki tüm Hıristiyan ahalinin her şeyi talan edilmişti. Zamanın hükumeti tıpkı Sivas, Maraş ve Çorum olaylarında olduğu gibi suçluları bulamamış yahut bulmak istememişti.

Yine o günlerden aklımda kalan bir başka fotoğraf; Karne tatilinde, bir yıl önce bizim okuldan mezun olan ve o sene Öğretmen Okuluna giden arkadaşlarımız köye geldi. Temiz elbiseleri beyaz gömlekleri ve kravatları vardı. Ayaklarına da iskarpin giyiyorlardı. Bu o günlere göre müthiş bir tabloydu. Ben de Sınavlara girerek aynı okula kaydolacağımı kurdum aklımca.
İlginçtir, kendime çok güveniyordum. Şimdi düşünüyorum da bu güven duygusunu Ali Rıza öğretmenimiz vermişti.

Bir seferinde Babaannem sınıfın kapısını açıp girdi. Dersin ortasındaydık, Öğretmenin kızacağını sandım. Düşündüğüm gibi olmadı, onu saygı ile karşıladı ve sandalyesini kenara çekerek oturmasına yardım etti. Dersten sonra ne konuştular bilmiyorum ama uzun uzadıya dertleştiler.

Sırf onun öğrencisi olsun diye başka köylerden gelen arkadaşlarımız vardı. Köy içinde tanıdık bir ailenin yanında kalırlardı. Son sınıfta Mayıs ayından itibaren Öğretmen Okulu sınavlarına hazırlamaya başladı bizleri. Yine başka köy okullarından gelen öğrenciler vardı aramıza.

Birinci sınavı kazanıp da Erzurum’a gideceğimiz zaman yüzer lira topladı babalarımızdan. Aslında yüz lira fazla para değildi. Ilıca’da ucuz bir otelde kaldık. Fırından ekmek, bakkaldan peynir alır bir kahvehane de çay ile beraber öğünü geçiştirirdik. Kazanıp da köye döndüğümüz zaman paranın üzerini iade ettiğini hatırlıyorum. Oysa pek çoğu, onun bu işten para kazandığını savunurdu.

Öğretmen olduğum zaman onun gibi olmayı düşünürdüm. Çünkü o pek çok öğrencisinin eğitim görmesini sağlamıştı. Mesleklerinin olması, para kazanıyor olmaları önemliydi ama örnek ve lider yurttaşlar olarak yetişmelerini çok önemsiyordu. Her zaman o hesap üzere gayret ediyordu. 

Ve bir gün, ben de onun gibi bir köye atandım. Oradaki çocuklar Türkçe konuşmasını bilmiyordu. Okulun tuvaleti yoktu.

Öncelikle çocukların dilini öğrenmeye başladım. İlginçtir, Öğretmen okulunda, bizlere böyle bir köyden söz eden olmamıştı. Nisan ayı sonunda karlar erimeye başlayınca okul için bir helâ inşaatına başladım.

Daha pek çok nedenden dolayı ilkokul hocam Ali Rıza gibi başarılı olamadım. Daha da başarısız olmayı kendime yediremedim ve beşinci yılıma girerken istifa ettim. Ama ne ilkokul öğretmenimi ne de kendi öğretmenliğimi unutamadım.
Ali Rıza Ayar öğretmenimi saygı ve rahmetle anıyorum. / 10 Temmuz 2011

______
Not: Bu yazı Hasan Güleryüz’ün kaleme aldığı “Kuman Kumandan Ali Rıza Öğretmen” (2012) adlı kitapta da yayınlanmıştır.

12 Mayıs 2016 Perşembe

GÖRMENİN BEDELİ (masal)

Karadeniz henüz deniz olamamış, yerinde geniş, yeşil ve güzel ovalar varmış. Bu güzel ovalar yemyeşil vadilerle birbirine bağlıymış. Bereketli topraklarının üzerinde binbir çeşit meyve ormanları ve şırıldayarak akan dereleri varmış. Bütün o havali, Adem’in dünyaya ayak bastığı yerin batısında bulunan, bir memleket olarak anılırmış. Bütün insanlar ve hatta hayvanlar, dünya düzlüklerine oralardan yayılmış imiş… Şuradan belli ki, ahali keyif ve mutluluk içinde yaşıyormuş. Bu masal, o memleketin güneyinde, yağmurlar vadisinin ovaya açıldığı yerde, ‘Mutlar’ köyünde yaşanmış.  

Köye, uzaktan bakıldığında ağaçlar arasında olduğu için pek belli olmazmış. Ahalisi kendi halinde, neşeli ve hoş bir halde günlerini geçiriyormuş. Hiç kimse, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyormuş.
Yol boyunca uzayıp giden kanallardan, berrak sular akarmış. Dört bir taraf yaşlı ve büyük ağaçlarla donanmış ormanlıkmış. Heybetli ağaçlar, insanları hayvanları yağmurdan ve güneşten korurmuş. Kuşlar cıvıl cıvıl öterken diğer yaban hayvanları da oralarda dolaşırmış. Dolaşırlarmış ama ne insanlara ne de diğer hayvanlara bir zarar vermezlermiş.
Masal bu ya, kadınlar çocuklar ve yaşlılar bile masal içinde ayrı bir masal dünyasında yaşarlarmış.   
Evcil hayvanlar kendi aralarında toplanır, hoplaya zıplaya otlağa giderlermiş. O kadar geniş otlaklar içinde yaşarlarmış ki, hiç biri diğerine bir üstünlük sağlamak için huysuzluk yapmazmış. Bütün yaban hayvanları dahi, bu barış ve mutluluk ortamını korumak için fazlasıyla dikkat ederlermiş. Kurtla kuzu, tavşanla tilki yan yana gezermiş. Ormanın bütün hayvanları, Mutlar köyü halkı ile de iyi geçinmeye özen gösterirmiş. Çünkü o halk da tıpkı kendileri gibi, kötülük nedir hile nedir bilmezmiş. Sözün özü; Mutlar köyünde bütün canlılar biri birlerine iyi davranıyormuş.     
Köylüler mutlu olmasına mutluymuş. Her şey iyi güzel ve yolunda gidiyormuş ama derler ki her güzelin bir kusuru olur. Bu kusur, köye bir yabancı gelince meydana çıkmış. Yüzyıllar boyunca hep böyle güzellikler içinde devam etmiş olan yaşam, gelen yabancı ile bir şaşkınlığın içine düştü.  
Gelen kişi, köyde yaşayanların görmediğini, gözlerinin olmadığını fark etmiş. Sadece göz değil, yüzlerinde göz çukuru bile yokmuş. Ne kaş ne de kirpik, hiçbir şey yokmuş. Öyle olunca da; göz ve görmek konusunda hiçbir fikirleri yokmuş. Hatta kör olduklarının farkında bile değillermiş. Görmedikleri için de, bütün canlıları kendileri gibi sanıyorlar, sorunsuz yaşıyorlarmış.
Görmeyen insanlar için ne gecenin ne de gündüzün bir farkı olmazmış. Atalarından dedelerinden beri, böyle gelmiş böyle gidiyormuş. Rivayet edilir ki, Mutlar köylüleri Ademin gelişinden beri hep böyle yaşamışlar.  
Günlerden bir gün, o esrarengiz adam çıkagelmiş. Yolun kenarında, kalın bir ağaç kökünün üzerinde bir köylü oturuyormuş. Saçı sakalı birbirine karışmış, garip ama kibar bir adam. Gelen adamı ayak seslerinden bilmiş. Selam vermiş gelen. Fakat oturan onu tanıyamamış;
“Kimsin sen, nereden gelip nereye gidersin?” diye sormuş.
“Güneşin doğduğu yerden geliyor, derelerin aktığı tarafa doğru gidiyorum” demiş. Demiş ama oturan adama dikkatle bakmış. Yüzünün az bir kısmı görünüyormuş. Şaşırmış, böyle yüzünü saklayan bir adamı ilk kez görüyormuş.
Oturan adam daha da şaşkınmış. Çünkü ömründe hiç duymadığı bir sözcükle karşılaşmış. Güneş demiş adam.
“Güneş ne demek?”
“Güneş aydınlık sıcaklık demek, iyilik demek, bize kol kanat açan demek?”
Nedense daha fazla açıkla yapmak istememiş. Oturan da üstüne varmamış.
“Hoş geldin safa geldin.”
“Uzun yoldan geldim yorgunum. Karanlığa kalmak istemiyorum, karnım da aç, tanrı misafiri olarak kalmak istesem ne dersin?”
Oturan, yolcunun bu sözcüğünü ve ne demek istediğini anlayamamış, bu kez;
“Karanlık ne demek?” diye sormuş.
Sorana dikkatle bakmış yolcu. Hayret, konuştuğu adamın gözleri yokmuş. Hatta göz çukuru bile yokmuş. Şaşılacak iş, diye düşünmüş. İlk kez böyle kör birisiyle karşılaşıyormuş. Acaba burada yaşayanlar, hep böyle kör mü? Karanlığı güneşi, bilmediğine göre bunların hepsi mi böyle? Öyle düşünmüş olsa da acemiliğinin dallanıp budaklanmasını istememiş, gerekli açıklamayı yapmış;
“Karanlık demek; yani uzun yoldan gelenler yorulur, uyumak isterler. Uyku zamanına, karanlık derler bizim oralarda.”
“Anladım” demiş öteki. “Bizim buralarda uyumanın belli bir zamanı yoktur. Dileyen dilediği zaman uyur, sonra uyanır kalkar, işine gücüne bakar.”
“Benimkisi de öyle, söylediğin gibi, uyku zamanım gelmiş.”
“Seni anladım yolcu, hadi gel benimle. Tanrı misafirine hayır, demek olmaz” dedi ve yerinden kalktı.
Adamın karanlığı bilmemesi, yolcuyu hayretler içinde bırakmış. Köylü ile yan yana yürümeye başlamış. Köyün içine girince, yolcu yeni bir şaşkınlık daha yaşamış. Rastladığı kim varsa hiçbirinin gözü yokmuş. Çocukların da kadınların da gözleri yokmuş. O sırada kafasında bir şimşek çakmış;
“Eğer bu köyde bütün insanlar böyle kör ise, ben buraya yerleşmeliyim. Aralarına girersem, köyün en önemli adamı olurum” diye düşünmüş.
Hem gidiyor hem de böyle şeyler kuruyormuş.
Yanındaki;
“Çok garip bir memleketten geliyorsun, neresiydi demiştin?” diye sormuş.
O da;
“Güneşin doğduğu taraf.”
“Böyle bir memleket hiç duymadım. Güneş dediğin nasıl bir şeydir? Canlı mıdır?”
“Güneş dünyayı ısıtan ateştir. Her sabah doğudan doğar, batıya doğru gider.”
“Nasıl yani?”
“Güneş en büyük ateştir. O olmasa, bütün canlılar donar. Hiç kimse soğuktan donmasın ölmesin diye, güneş doğudan doğar, dünyayı ve bütün canlıları ısıtarak geçer gider. Sonra gece olur, uzun sürmez yeniden sabah olur. Başka bir güneş gelir, yine ısıtarak gelir geçer. Bu hep böyle devam eder gider.”
Yolcunun bu sözleri köylüyü hayretler içinde bırakmış. Aslında tam olarak ne dediğini de anlayamamış. Bu adam ne kadar da çok şey biliyor, diye düşünmüş.
Hem düşünmüş hem de evine doğru götürmüş. Her çınarın altında bir ev varmış. Varmış ama bizim bildiğimiz evlerden değilmiş. Ağaç dallarından örülmüş bir çadır gibiymiş. Orası hem mutfak, hem de eşyalarını saklamak için öylesine bir yermiş. Yatmak için, biraz daha ilerde, ağaç dalları arasına gerilmiş ve sarmaşıklardan örülmüş pek çok hamaklar varmış.
Köylü konuğunu yedirmiş içirmiş ve sonra uyuması için boş bir hamak göstermiş. O da çıkmış, yatmış. Uyandığında bu köyde neden herkesin kör olduğunu düşünmeye başlamış. Sonra da böyle bir köyde, gören bir kişi olarak yaşamak pek cazip olmalı diye düşünmüş. O anda sadece bir türlü değil, yedi türlü düşünmeye başlamış.  
Sonunda karar vermiş, ne olursa olsun bu köyde kalmalıyım, demiş kendi kendine.
İnsanlar görmüyor ama düzgün işleyen bir yaşam biçimi oluşturmuşlar. ‘Evet, adamları ikna edebilirsem bu köyde kalmalıyım’ demiş içinden…
Kendisini yedirip buraya getiren kör adam, ayaklarının ucuna basarak gelmiş. Önce hamağa tutmuş, sonra usulca elini uzatmış;
“Uyandın mı yolcu?” diye sormuş.
Oysa yolcu onun bütün hareketlerini izliyormuş.
“Uyandım…”
“Rahat uyudun mu?”
“Yorgundum, yatmamla uyumam bir oldu. Ne kadar iyisiniz, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
“Teşekkür gerekmez, sen tanrı misafirisin. Hadi kalk da gidelim.”
Adam hamaktan inmiş. Diğeri koluna girmiş, eve doğru yürümeye başlamışlar.
Yolcu;
“Köyünüzü çok sevdim. Kimim kimsem yok. Beni de aranıza kabul eder misiniz?”
“Bunu Baş köylüye sormam gerekecek. Böyle önemli kararları ancak o verir.”
“Ne isterseniz yaparım, çalışırım. Odun taşırım, inek sağarım ne derseniz yaparım.”
Yolcuyu tekrar evine götürüp kahvaltı yaptırmış. Sonra da Baş köylünün huzuruna çıkarmış.
“Nerden gelir nereye gidersin?” diye sormuş, saçı sakalı karman karışık olan Baş köylü.
“Güneşin doğduğu taraftan geliyorum ve derelerin aktığı tarafa doğru gidiyordum.”
“Güneş mi, o da ne demek?”
“Hani bazen sıcak olur bazen soğuk. İşte o sıcaklığı veren şeye güneş diyoruz. O da her gün, aha şu taraftan gelir, bu tarafa doğru gider.”
“O sözünü ettiğin güneş gelmezse hep soğuk mu olur?”
“Evet, güneş gelmezse sıcaklık olmaz. Sadece sıcak değil, gündüz de olmaz.”
“Sen ne kadar çok şey biliyorsun. Güneş bizim buralardan da gelir geçer mi?
“Elbette…”
“Neden haberimiz olmuyor?”
Çünkü sizin gözünüz yok, göremiyorsunuz.”
“Göz ne demek?”
“Göz demek, yanına gitmeden her şeyi görmek demektir.”
“Ne kadar da çok şey biliyorsun?”
“Çok şey bilmek değil bu, bizim oralarda herkes güneşi de bilir, gündüzü de...”
Bu sırada, yolcunun sorgulandığını duyan köylüler, toplanma yerine gelmeye başlamışlar.
“Bu meseleyi yeniden konuşacağız. Köyümüzü ve köylülerimizi beğendiğini burada, aramızda yaşamak istediğini söylemişsin.”
“Evet, doğru söylüyorsun. Her şeyinizi beğendim. Kimim kimsem yok, eğer kabul ederseniz aranızda yaşamak istiyorum. Çok çalışırım, ne iş verirseniz yaparım.”
“İnek sağabilirim demişsin. Koyun da sağabilir misin?”
“İkisini de sağarım. Dediğim gibi ne iş verirseniz yaparım.”

Karşılıklı konuşmalar devam ederken, toplanan köylüler, çoğaldıkça çoğalıyormuş. Baş Köylü ile yolcu arasında geçen konuşmaya, tanık olmak istiyorlarmış. Yolcu kalabalığı görünce heyecanlanmış, biraz da korkmuş. Elini sallamış, yerinden kalkmış oturmuş, hiç kimse neden öyle yapıyorsun diye sormamış. Kesin olarak anlamış ki bu adamların hiç biri görmüyor. Görmek bir yana göz çukurları bile yok.
Baş Köylü, kalabalığın toplandığını hissetti;
“Arkadaşlar” demiş. “Bu adam bizimle beraber yaşamak istiyor. Üstelik çok şeyler biliyor. Dünyayı ısıtan ateşi de biliyor. Ne dersiniz, bizimle beraber yaşasın ister misiniz?”
“Sen bilirsin” demiş önde oturanlar. Diğerleri de hep bir ağızdan;
“Sen nasıl uygun görürsen öyle olsun Baş köylü” demişler.
Bir adam ayağa kalkmış;
“Bana izin ver, kendisini kontrol edeyim. Çok şeyler bildiğine göre, bizden farklı yanları olmalı” demiş.
“İzin senindir, kontrol edebilirsin” demiş Baş Köylü.
Ayağa kalkan adam;
“Ses ver” demiş yolcuya.
“Buradayım bu tarafa gel.”
Gitmiş, yolcunun kolundan tutmuş.
“Kalk ayağa…” kalkmış.
Avuçları ile her yanını ellemeye başlamış.
“Boyu benim kadar!”
“Oooo!…” dedi hazırda bulunanlar.
“Elleri ayakları da benim gibi…”
“Eeee!..” dediler.
“Başındaki saçları kısa…”
“Aaaa…”
“Bizim gibi bir adam...”
“Aooo!
“Otur bakalım yabancı.”
Yolcu oturmuş. Kontrol eden köylü, avucunu yüzünde dolandırmaya başlamış.
“Farkı yakaladım, burnunun iki yanında birer çukur var…”
Oturanlar heyecanlanmış…
“Eeee!..”
Çukurların içinde birer küçük top var…”
“Uuuu!…”
Demişler ve bir merak ile ağır ağır yolcuya doğru yaklaşmaya başlamışlar.
“Her şeyi bize benziyor ama burnunun sağında ve solunda çukurlar var, bu ne ola ki?”
“Bu çukurlar niyedir?” diye sormuş kontrol eden adam.
“Göz, onlar benim gözlerim.”
“Göz ne demek?”
“Onlarla dünyayı görürüm, sizi görürüm.”
“Yaaa!” demiş dinleyenler.
“Görmek ne demek?
Dinleyenlerin merakı iyice kamçılanmış. Görmek ne demekmiş acaba?
“Ben bu gözlerle her şeyi görürüm. Sizi görürüm çocukları, hayvanları ağaçları günü geceyi ne varsa her şeyi.”
“Uzaktaki hayvanları da görebilir misin?”
“Elbette, arada bir mani yoksa her şeyi görürüm.
“Vaaaay!”
O sırada köylüler çemberi daraltmaya devam ediyorlarmış. Çünkü yolcunun gözlerini merak ediyorlarmış.
“Bizim bilmediğimiz şeyler biliyor. Gün dedi, gece dedi güneş dedi.”
Bu açıklamayı Baş Köylü yapmış. Yolcunun yanında dikilen adam;
“Anlat bakalım, gün ne demek, gece ne demek?”
Yolcu anlatmaya başlamış;
“Önce güneşi bilmek gerek. Güneş gelirse gündüz olur, giderse karanlık ve gece. Karanlık olduğunda ben de sizin gibi olurum, ışık olmazsa göremem. Güneşin aydınlığında her şey ayan beyan belli olur. Büyüklük küçüklük, iyiler kötüler, her şey görülür.  Şu anda ben, hepinizi görüyorum, kaç kişi olduğunuzu biliyorum. Biraz ilerde dolaşan inekleri de görüyorum. Gözleri olmayanlar bu söylediklerimi anlayamaz.”
“Heleee!…” demiş dinleyenler.
“Daha başka?”
“Gördüklerimin yakınlığını uzaklığını, sevimli yahut çirkin oluşunu da anlarım.”
“Ho hooo…”
“Daha başka?”
“Eğer canlıysa gördüğüm ve hareket halindeyse, ne tarafa ne kadar hızla gittiğini de görürüm.”
“Uhuuu…” demiş dinleyenler.
Yanına kadar yaklaşmış olanlar o anda kıskıvrak yakalamışlar yolcuyu. Aslında niyetleri kötü değilmiş. Sadece, burnunun sağında ve solunda bulunan çukurları merak ediyorlarmış. Bu nasıl bir duyu ki her şeyi haber verebiliyormuş. Bütün köylüler ellerini uzatıp, görmek duyusunu elleyerek anlamak istiyorlarmış.
Yolcuya hareket alanı bırakmamışlar. Gözüne tutan bir daha bırakmak istemiyormuş. Adamın canı yanmaya başlamış. Köylüler tutukları yeri sıkıyorlarmış. Yolcunun bir sesi yerde diğeri gökte yankılanıyormuş. Bağır bağır bağırıyormuş. Göz çukurunu elleyenler ise, içinde ne var diye merak ediyor tuttuğunu bırakmıyormuş.
Adamın yüzü gözü kan revan içinde kalmış. Kirpikleri göz kapakları göz yuvarlağı, koparılıp alınmış. Acılar içinde kıvranan yolcu, can havli ile ağlamış, bağırmış çırpınmış. O zaman Baş köylü;
“Durun!” diye emir vermiş…
Durmuşlar ama o zamana kadar yolcuyu per perişan etmişler. Yolcu acılar içinde bir dana gibi böğürüyormuş. Elleri kanlanan adamlar kan kokusunu almışlar. Göz kontrolü yapalım derken misafiri yaraladıklarını anlamışlar.
Köyün, yara sarıcı adamı da yolcunun başına geleni anlamış. Evine koşmuş. Duvarda asılı duran kurutulmuş ayı postunu kazıyarak bir tutam lif edinmiş. Koşarak yolcunun yanına gitmiş. Diğer köylülerin kıskıvrak tuttuğu adamın gözlerine bastırmış ve sarmış.
Köylüler yolcunun yaralanmasına bir anlam verememiş ama çok üzülmüşler. Aslında böyle olmasını istememişlerdi. Sadece görmek nasıl bir şey onu öğrenmenin merakı içindeymişler. Başkaca hiç bir kötü niyetleri yokmuş. Baş Köylü de bu yaralanmaya çok üzülmüş;
“Arkadaşlar!” demiş. “Yolcuyu mahvettiniz, ağır şekilde yaralamışsınız. Artık şimdi onunla eşit hale geldik. Bundan böyle o da bizim gibi olmuş ve görmekten söz edemeyecek. Gözlerini kopardınız ama bir şeyler öğrenmiş oldunuz. Ben şunu öğrendim ki; bazı insanlarda görmek diye bir yetenek olurmuş… Bundan sonra onun gibi birisine daha rast gelirsek eğer, dikkatli olalım. Nasıl gördüğünü merak etmeden önce, söylediklerini dinleyelim, anlamaya çalışalım. Neler biliyor onu anlayalım. Bu yabancının yarası iyi olur da konuşmaya başlarsa, öncelikle aydınlık nedir, karanlık nedir onu soralım ve öğrenelim.”
Yolcunun göz çukurlarında oluşan yara, bir süre sonra iyileşmeye başlamış. Artık o da, diğerleri gibi hiç görmeden yaşamaya gayret edecekti. Yaşarken de bütün bildiklerini, bir masal gibi etrafındakilere anlatmak zorunda kalacaktı. Gözleri olmadığı için de, köyden dışarı çıkamayacaktı. Ora halkı gibi, ama acemi bir kör olarak yeni bir hayata başlayacaktı.  

                                                                   12.05.2016 / Ankara

9 Mayıs 2016 Pazartesi

BİR GÜMÜŞHANELİ AİLENİN ÖYKÜSÜ

Yazan: Aleksis Palapanidis / Çeviren: Vahit Tursun 
Bu okuyacağınız öykü Osmanlı ahalisinin trajik sürgün hikâyelerinden sadece biridir.
1878 Osmanlı-Rus savaşı yaşandığı sıralarda ailemiz, trajik bir hayat serüveninin henüz ilk adımını atıyordu. Artık insanlarımızın sürekli olarak yaşadığı güvensizlik hissi, malından mülkünden olma korkusu, yerinden yurdundan edilme tehlikesinin altında hayli yıpranmışlardı. Bu nedenle ailemiz, akraba ve komşularımızla birlikte, ata toprağı Gümüşhane’yi terk etmek zorunda kalmış.

Dedem Palapanidis’in doğduğu yer; Gümüşhane’nin küçük bir köyü olan Demirci köyü hakkında, tarifi imkânsız bir nostalji ile konuşurken, bana anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum: Çocukluk yıllarının yaramazlıklarını, hayvanları gütme hevesini, insanların saatlerce tarlada yorulmadan nasıl çalıştıklarını anlatırdı. Ailesi çiftçiydi. Komşularının büyük bölümü, bölgede faaliyet gösteren maden ocaklarında çalışırken, bazıları Trabzon’a ve bazıları da Rusya’ya gurbete giderlerdi. Köyün içindeki bir tepenin doruğuna inşa edilmiş Profit İlia kilisesinin önü, hem köylerinde yaşayan Müslümanların hem diğer köy ahalisinin, bayram havasında buluştukları, eğlendikleri yer idi; oraya gidenler güncel sorunlarını unuturlardı.

Dedem bana aile serüvenimizi anlatırken, şöyle demişti;
“Her şey değişmeye, korku denen şey Rumların yüreğinde yuvalanmaya başladı. Tarlalarımızın bir kısmı elimizden alınmış, Kafkaslardan gelen Müslümanlara verilmişti. Diğer yandan devlet, bizden daha çok vergi istiyordu. Bazı komşularımız, vergi yüzünden borç altına girmiş, daha sonra ödeyememişlerdi. Hayvanlarını satmak zorunda kalmışlardı. Bunlar yetmiyormuş gibi, birde soyguncu çeteler müptela olmuştu köy halkına... Onlara karşı geldiği için, Kharonos’un Kotso’yu öldürdüler.

Sadece bizim köy için geçerli değildi bu sorun. Komşu köyler de, aynı sıkıntı içindeydi. Müslüman çeteler her geçen gün, biraz daha saldırganlaşıyordu. Artık çok önemsiz bir olayı dahi fırsat biliyor, bize karşı düşmanca davranmaya ve sorun yaratmaya çalışıyorlardı. Her olay, işbirliği yapmışçasına, köyden sürülmemizin zeminini hazırlıyordu.

Nihayet göç zamanımız geldi çattı. Toplu halde köyü terk etmeden önce, kadınlar fırınları ateşledi, hamur yoğurdular, peksimet ve kurabiye pişirdiler, varil ve tenekelere tereyağı ve peynir doldurdular. Erkekler de çuvallara buğday ve un doldurdu, yürekleri cız ederken hayvanlarını kesip büyük kazanlarda pişirdiler, kavurma yaptılar varillere küplere doldurdular.

Kilisemizdeki son ibadette, hüzün ve ümitsizlik hâkimdi. Herkes oradaydı. Titrek ellerle son mumlarını yaktılar.

Dönemin eşkıyalarının trajik oyunları sonucunda, Demirci köylülerinin bir kısmı uzun yıllar önce yaşadıkları aynı sorunlar nedeniyle kaçmış Kars’a doğru gitmişlerdi. Ailem, küçük bir köy olan Sidiskom’a yerleşti. Ancak orada da artık huzur yoktu. Her yerde anarşi vardı. Buna rağmen Müslüman köylüler, ailemi çok hoş karşıladı. Bizi misafir ettiler, varlık yokluk ve çilelerini bizimle paylaştılar.

İleriki yıllarda sorunlar yeniden yine başladı. Bu defa devriye askerler ve Kürt çetelerinin saldırıları bıktırdı bizi. Sürgünün yaşam koşullarıyla, bu yerin hassas durumu, kaderimizle birleşti. Adam öldürmeler... katliamlar... Rumları yok etme planları... ve yine göç...

Sonuçta, misafir kabul etmeyen yere (Gürcistan / Çalka) göçmek zorunda kaldık. Annem hep, bir gün ortalığın yatışacağı ve biricik vatanı Gümüşhane’ye, doğduğu köyüne geri döneceği ümidiyle yaşadı. Fakat o, gününü beklerken ölüm yakaladı onu.”

Bu anlattıklarından sonra dedemle sarıldık, gözyaşlarımız sel oldu aktı. Onun anlattıklarını ben yaşamamıştım. Ancak aile serüvenimizden hayli etkilenmişim. Ben 1915 yılında orada, Çalka’da doğmuşum. Annemin de dediği gibi; “yaban ellerde.” Ne var ki, dedemin anlattığı, ailemizin trajik hayat serüveni devam etti.
 
Yeni bir göç dalgası daha
Yıllar sonra, 1922 yılında, Karadeniz Rumları, doğup büyüdükleri vatanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Anavatanımız Karadeniz’den buraya sürgün gelenlerden geriye kalanlar, bu defa Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldılar. Biz ve civarda (Rusya-Gürcistan) bulunan hemşerilerimiz de, daha iyi bir yaşam, bir daha sürgün yaşamamak ve daha fazla acılara katlanmamak için, bu göç dalgasına da katıldık.

Gemiyi kaçırdık
Nihayet göç zamanı geldi çattı. Yunanistan’a gemi ile gidilecekti. Herkes, Batum Limanı’na toplandı. Yığınla insan “kurtuluş gemisini” beklerken, biz de aralarında aç, susuz ve yaşamın kovaladığı insanlar olarak, kaderin bize hazırladığı yeni ve daha trajik oyunun farkında bile değildik.

Günler geçiyor, ancak bizi kurtuluşa taşıyacak gemi bir türlü gelmiyordu. Bir ara babam (Savas Palapanidis), köye gidip öküz ile atımızı alıp gelmeyi tasarladı. İllâ da, “Elimizde, hayatımızı yeniden inşa edecek bir şeyimiz olsun” diye tutturmuştu.

Günlerdir gelmeyen gemi, hemen mi gelecekti? Gemi gelene kadar, geri dönerim diye düşünüyordu. Annem (Ağapi Palapanidu) ve amcam Fotis, babamı ne kadar bu düşüncesinden vazgeçirmeye uğraştıysalar da, beceremediler. Her ne kadar ona; “gemiyi kaçıracak, buralarda kalacaksın” dedilerse de, o kararını vermişti. Ben de onunla gitmek istedim. Yedi yaşımda olmama rağmen, sevgili babamın çektiği çileyi ve işkenceyi üzerimde hissedebiliyordum. Annemin itirazlarına rağmen, beni de yanına alarak, öküz ve atımızı almak için köye doğru yola koyulduk.

Gidiş ile dönüşümüz tam dört gün sürdü. Geri limana döndüğümüzde, bizi Yunanistan’a götürecek olan gemi, çoktan limandan ayrılmıştı. Bizim dışımızda, annem dâhil bütün aile ve akrabalarımız, ‘başka bir gemiyle arkamızdan gelirler’ düşüncesiyle, gemiye binmiş gitmişlerdi. Oysa o gelen gemi son gemiydi ve bizim gibi gemiyi kaçıran hemşerilerimizin ufak tefek söylentilerine rağmen, bir daha hiç geri dönmedi.

Yollar kapandı
Aylar yıllar geçiyordu ve ben, bir gün annemle buluşup kucaklaşacağımız günü bekliyordum. Ancak bunun imkânsız olduğunu anlamıştım. Çünkü yollar yeniden kapandı.

Halkların kaderini bir avuç politikacı tayin etti ve Karadeniz halkı bunun acısını iliklerine kadar hissetti.

Daha sonraları, kaçırdığımız son gemi ile Yunanistan’a doğru yola çıkmış hemşerilerimizden, yolculuk esnasında baş gösteren açlık ve hastalıktan dolayı, birçoklarının Yunanistan’a varmadan yolda öldüğünü duydum. Konsolosluğa defalarca gittim ama annem hakkında hiçbir bilgi yahut haber alamadım.

Yıllar sonra, annemin ölmüş olabileceğini kabullendim. Bir daha kendisine kavuşamayacağım gerçeğini benimsedim. Daha doğrusu annemi hafızamda öldürdüm.

Annem yaşıyordu
Aradan 40 sene geçti, yollar yeniden açıldı. Yunanistan’dan ziyaretçiler gelip gitmeye başladı. Gelen bazı tanıdıklardan annemin yaşadığını öğrendim. Bu bir mucizeydi ve bu kez onunla karşılaşabileceğim günü beklemeye başladım. İlginçtir ki o bizi hafızasında öldürmemiş, hep yaşatmaya çalışmış. Her an “Acaba biricik oğlum Aleksi yaşıyor mu?” diye düşünüyormuş. Ancak biz, her şeyimizi bırakıp da Yunanistan’a gidemezdik. Acılarla dolu bir hayatı, dişime tırnağıma takarak yaşamaya çalışmıştım. Dünyamı yeniden inşa etmeye çalışıyordum. Bütün bu acılara rağmen yaşamak, nefes almak çok güzeldi. Artık yollar açıldı, malımı mülkümü satıp, bir daha buralara geri dönmeyecek şekilde gitmeliydim.

Annemin adresini öğrendiğim günden itibaren, onunla mektuplaşmaya başladım. Bana gelen mektuplar, bir annenin gözlerinden akan acı, hüzün ve mutluluğun harman olup yarattığı gözyaşı mürekkebiyle yazılıydı sanki. Mektubunda anlattığına göre; Yunanistan’a gittiklerinde, uzun bir süre Atina’nın Pireas semtinde kurulmuş göçmen çadırlarında yaşamış. Daha sonra Selanik’in Stavropoli bölgesine gönderildiler. Ancak orayı beğenmediler, birçok kişiyle beraber, anavatan Gümüşhane veTrabzon’u hatırlatacak bir yer aramaya çalıştılar. Nihayet Kilkis’in P.Ağioneri köyüne yerleşmeye karar verdiler.

Kadere bakın ki, 1967’de Yunanistan’da cuntacılar iktidarı ele geçirdi. Bu sefer yollar yeniden kapandı. Hayat bana bir kez daha oyun oynadı.

Nihayet Yunanistan’a göç edebildim
1974 yılında, Yunanistan’da cunta hükümeti devrildi ve ülke yeniden demokrasiye dönüş yaptı. Yollar yeniden açıldı. Annem hâlâ yaşıyordu. Sanki beni görmeden, kucaklamadan, ölmek istemiyordu. Olanca gücüyle hayata asılmaya çalışıyordu. Ne var ki ben, son yolculuk ve son göç için gereken bütün hazırlıklarımı, ancak 1981 yılının yaz aylarında tamamlayabildim. Artık 66 yaşına girmiş bir ihtiyar olarak, beni geçmişe ve geleceğe taşıyacak olan, çocukluğumda doyamadığım annemin sıcak kucağına atacak yolculuğa çıktım.

Annemin kapısını çaldığım zaman heyecandan oraya yığılabilirdim. Bir süre bekledim, beli bükülmüş çok yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Göz göze geldik, yüzünde hiçbir sevinç işareti göremedim. Tanıyamadı beni, belki de beni bu şekilde beklemiyordu.  
“Anne” diye avazım çıktığı kadar bağırdım ve boynuna sarıldım.
“Aleksi, sen misin çocuğum?” diye sordu.

Artık konuşacak halde değildim, gözlerimden yaşlar boşaldı. Arada bir anlamsızca; “Anne” diyebiliyor ve kucağımdan uçup gidebileceği endişesi ile manasız bir korkuya direnmeye çalışıyordum.

3 Mayıs 2016 Salı

KEMENÇENİN SESİ

Öyküyü yaşayan ve yazan:
Vahit Tursun
1992 yılının ilkbaharında, Atina’ya gittim. Nüfusunun önemli bir kısmını Karadeniz kö­kenlilerin oluşturduğu Kalithea’dan yaklaşık 40 km uzaklıkta bulunan ve kuzeydoğusuna düşen Nea Makri semtine yerleştim. Sahilde ve gelişmekte olan bir yerdi. Makri, bizim Muğla/Fethiye’nin eski adı. Mübadele sonucunda Fethiye’den tehcir edilenler buraya yer­leştirilmişti.
Burası eskiden sazlık ve sivrisinek yatağı bir yermiş. Buna rağmen, yerleşmek zorunda kaldıkları bu yere “Yeni Makri” anlamına gelen “Nea Makri” ismini koymuşlar. Sözün özü Nea Makri, Fethiyeli Rumların “Yeni Fethiye”si olmuş.
Nea Makri’de ilk günüm, eşyalarımı yerleştirmekle geçti. Ertesi gün iş aramaya çıkacak­tım. Ne var ki oralarda hiç kimseyi tanımıyordum. Evi düzenleme işi bittikten sonra, koltuğuma geçip oturmuş, ertesi gün iş aramaya nasıl  başlayacağımı düşünmeye koyul­dum.
Rastgele bir iş arayacak, yeni bir çevre edinmeye çalışacaktım. O sırada, telefon sehpa­sının altında bir lokal telefon rehberi ilişti gözüme. Elime aldım karıştırmaya başladım. “İş bulmada bana yardımcı olabilecek Karadeniz kökenli birilerini bulabilirim” diye hesap ettim. Çünkü Karadeniz kökenliler, Yunanistan’ın her yerine dağılmıştı. Her kentte ve her semtte bulunabilmeleri mümkündü. Karadeniz kökenlilerin ezici çoğunluğunun soyadı, ‘idis’ sonekiyle biter. Bunu biliyordum. Karadenizlere bu ek ile kendilerini belli ederler.

Rehberi karıştırırken, inşaat taşeronu olduğu not edilmiş ‘Tasos Muratidis’ adında birinin adını okudum. İçimden bir ses; “Bu adam Karadeniz kökenli olmalı. Üstelik adam inşa­atçı, bana yardımcı olabilir” dedi. Aradım;
Telefonun ucunda gür sesli bir adam;
“Buyurun” dedi.
Ben de Karadenizli olduğumu, Nea Makri’ye yeni geldiğimi söyledim. İş bulmak konu­sunda bana yardımcı olup olamayacağını sordum. Soruma cevap vermeden; “Telefo­numu kimden aldın ve Karadeniz kökenli olduğumu nereden öğrendin” diye sordu.
 “Telefonunuzu rehberden buldum. Karadeniz kökenli olduğunuzu da soyadınızdan anla­dım” deyince;
Karadenizli
Tasos Muratidis
“Açıkgöz birine benziyorsun. Yarın sabah buluşalım” dedi ve bir kahvehanenin adresini verdi. Çok sevindim. O kadar ki sevincimden o gece ikide bir uyandım.
Sabah olunca erkenden kalktım, sözleştiğimiz kahvehaneye gittim. Kahveciye Tasos Muratidis’i sordum. O da bana onun oturduğu masayı işaret etti. Baktım ki, Tasos 55-60 yaşlarında, oldukça dinç bir adam… Tek başına oturuyor, beni bekliyordu. Yanına gittim, ayağa kalktı merhabalaştık.
“Buralara hoş geldin” dedi.
“Hoş bulduk” dedim.
Sonra kahveciye dönerek;
“Bak bakalım delikanlı ne içer” diye seslendi.
Oturduk, kısa bir tanışma faslından sonra sohbete daldık.

Tasos ile aramızda geçen sohbet, ailesinin Karadeniz’den nasıl sürüldüğü ve buralara nasıl geldikleri üzerineydi. Ailesi önce Karadeniz’den Kars’a göçmek zorunda kalmış, sonra oradan mübadeleye tabi tutulmuş. Yunanistan’a gelmişler ve eski bir Türk evine yerleştirilmişler. Ancak onlar uzun zaman, Karadeniz’deki köylerine benzer bir yer aramış ama bulamamışlar. Bu nedenle oradan oraya göçmüş, ömürleri yollar üzerinde geçmiş. Kendilerine bir köy evi dahi edinemediler.

Tasos Yunanistan’da doğmuş büyümüş. Sonra gencecik yaşında,  Almanya’ya işçi olarak gitmiş. Geçmişini anlatırken, babası için şunları söyledi;
 “Babam Türkçe konuşabiliyordu. Bu nedenle, Türkiye’ye gitmeyi ve orada doğup büyü­düğü köyünü ziyaret etmeyi çok istiyordu. Fakat o zamanlar, henüz ortam uygun değildi. Almanya’dan izine her geldiğimde, özlemini hafifletir düşüncesiyle, kendisine orada ya­yınlanan Türkçe plaklardan getirirdim. Dinlerken ağlardı. Bazen getirdiğime de pişman olurdum.”.

Tasos, ailesinin geçmişini anlattıktan sonra, biraz durakladı. Sonra Almanya’dan kalan bir anısını anlatmak için;
 “Ey gidi Vahit” dedi. “Dün gece bana telefon açtığında, bir arkadaşımı hatırladım. Gözle­rim doldu. Adı Mustafa’ydı ve sanırım sizin oralardandı. Almanya’da yıllarca beraber ça­lıştık. Sonra ben döndüm. Bir daha görüşemedik.”
Gözleri yine doldu, başını öne eğerek fark ettirmemeye çalıştı. Sonra Mustafa ile ta­nışmasını anlatmaya başladı.
“Altmışlı yıllardı, Almanya’da çalışıyorduk. Mustafa da bizim firmanın yakınında iş yapan başka bir firmada işçiydi. Bizim firmada epey Karadenizli çalışıyordu. Aramızda bir ke­mençecimiz de vardı. Ara sıra bir araya gelir, kemençe eşliğinde eğlenirdik. Mustafa’nın çalıştığı firmada hemşerisi yoktu. Yalnızdı. Bir gün, bizimkilerle bir araya geldik ve Mus­tafa’nın çalıştığı firmanın yakınında bulunan işçi koğuşunun avlusunda horona başladık. Uzun zamandır yalnızlık çeken Mustafa, kemençenin sesini duyunca çılgına döndü. İşi gücü bırakıp kemençenin sesi üzerine koşmaya başladı. O zamanlar Almanya’da işçiler bugünkü gibi serbest değillerdi. Çalıştığımız firmaların etrafı tel örgülerle çevriliydi. Her isteyen istediği firmaya izin almadan girip çıkamazdı. Kemençenin sesi üzerine koşan Mustafa, bir süre sonra kemençe sesinin bizim işçi barakasından geldiğini anladı, firma­sından izin isteyip dışarı çıktı ve bizim tel örgüye kadar geldi. Girişin nerede olduğunu bilemedi. Deliler gibi tel örgüye tutunarak, sallamaya ve bir yandan da bağırmaya baş­ladı. Onu fark edenlere de, el işaretleriyle içeriye girmek istediğini anlatmaya çalıştı. Sonra tarif üzerine girişi buldu ve geldi. İçeri girmek için izin istedi. Gerekli izni aldıktan sonra, kemençenin sesi üzerine koşmaya başladı. Şantiye alanı kocaman bir yerdi. Eğer kemençe susarsa, bizi bulamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden, deliler gibi acele edi­yordu. Kan ter içinde kalan Mustafa, nihayet bizi buldu. Geldiğinde, kemençecimiz de parçasını bitirmek üzereydi. Bitirir bitirmez, daha nereli olduğunu sormadan, tanışmak için tek söz etmeden, kemençeciye sarıldı. Kemençeci, tanımadığı bu adamın ilgisi karşı­sında şaşkına döndü. Kendisine Yunanca; ‘Hemşerim seni tanıyamadım. Kimsin?’ de­yince, Mustafa bir an duraksadı. Sonra Türkçe bir şeyler söyledi. Anlayamadık tabi. Mustafa bu defa Rumca konuşmaya başladı. “Nerelisiniz?” diye sordu. “Yunanlı…” dedik. Mustafa da şok oldu. Sonra Karadeniz Rumcasını kullanarak, birbirimizi tanımaya başla­dık. Zaten üç beş kelime dışında Almanca da bilmiyorduk. İşte Mustafa ile böyle tanıştık ve uzun yıllar arkadaşlık ettik”.
Tasos hikâyesini bitirmişti. Mustafa, kemençenin sesine ulaşmada, başına gelenleri son­radan anlatıştı Tasos’a. Sonra içinden bir ah çekti;
“Ey gidi Vahit… Mustafa belki de memleketine, köyüne geri dönmüştür. Ben ise hâlâ bu­ralarda, bu yabancı yerlerde gurbetteyim. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi dahi bilmiyoruz. Buralarda kaybolup gidiyoruz işte...” diye sızlandı.

Aniden ayağa kalktı.
“Haydi, işe çıkıyoruz” dedi.
Nostalji ve hüzün dolu sohbetimize son verdi.
Zaman hızla gelip geçiyordu, artık ona “Amca” demeye başlamıştım. Yıllar sonra vefat etti. “Yabancı yer” dediği Nea Makri'ye defnettik onu. 

1 Mayıs 2016 Pazar

GURBETÇİNİN TORUNU

Mustafa Dilaver
Hani bazen, hayat sizi öyle yerlere doğru iteler ki, asla direnemez teslim olursunuz. Derler ki nasibinize varsa eğer, su içebilirsiniz. Şimdi anlatacağım öykü de öyle, kaderin bir oyunu gibi…

1973 kışında Sürmene / Aksu köyünde öğretmen olarak çalışıyordum. O sene, eşine az rastlanır bir olaya tanık oldum. Yaşananları “Gurbetçinin Dönüşü” adlı bir anı- yazı ile kayıt altına aldım. Sözünü ettiğim öykü, 2006 yılında Heyamola yayınla­rından çıkan “Temel Kimdir” adlı kitapta yayınlandı. Aradan on sene geçti. Bu kez aynı öyküyü kendi blog sitemde yayınladım. Yayından bir ay sonra, internet üzerinden bir kişi aradı.
“Yazınızda sözü edilen adam benim dedemdir. Hakkında, başka bir yazınız var mı?” diye sordu.

Olay şu; Dedem dediği adam (Mustafa Dilaver) 1916 yılında Rusyaya işçi olarak gitmiş. İhtilal nedeniyle orada kalmış. Lenin ölünce Stalin baş olmuş. Baş olan Stalin, ahaliyi oradan oraya savurmuş, darmaduman etmiş.

Bunları nereden mi biliyorum?
1973 senesinde Aksu köyüne ‘izinli olarak’ gelen Mustafa Dilaver anlatmıştı da, oradan bili­yorum.

Şimdi, Mustafa Dilaver’in anlattıklarına dönelim.
“Devrimden sonra, biz birkaç Türk arkadaş, Osedya taraflarında bir köye yerleştirilmiştik. Bir sabah apar topar aldılar bizi. Yollara düştük. Yolculuk yaya ve Tirenle olmak üzere üç ay sürdü. Ne oldu, nereye neden gidiyoruz bilen yoktu. Nihayet Sibirya’ya ulaştık. Yolculuğa pek çok çocuk yaşlı ve hasta insan dayanamadı. Ölenlerin bazıları tirenlerden atılırdı. Sibirya’da yaşamaya başladık. Bu sefer de insanlar hastalıktan, açlıktan, kahrından hatta soğuktan ölmeye başladı. Milyon­larca insana sıcak bir ortam yahut sıcak yemek vermek kolay iş değildi.

Ben ölmedim. Sibirya’da onuncu senemi yaşıyordum. Bir Rus arkadaşım öğüt verdi. ‘Senin hiçbir kötü olayın olmadı. Bir Rus kadınıyla evlenirsen, buradan kurtulur­sun.’ Adamı dinledim ve dediğini yaptım. Evlendikten iki ay sonra Almaata’ya gönderdiler. Orada bir ev ve küçük bir bahçe verdiler. Üç oğlum oldu. Birisi Mü­hendis, ev yapar. Diğeri Müzisyen ve küçüğü de öğretmendir.”
Soldan / Aslan, Kemal ve İbrahim Dilaver
Kardeşler
Araya girdim;
“Çocukların Türkçe mi konuşur Rusça mı?”
Aslında o sırada çok gençtim ve yeteri kadar politik sorular soracak bilgim yoktu.
“Her iki dili de konuşurlar” dedi.
“Çocuklara karşı sert bir baba mısın?”
“Disiplin içinde yaşayan bir aileyiz. On iki lambalı bir radyom var. Akşamları Çu­kurova ve Erzurum yayınlarını çeker. Eve geldiğim zaman çocuklarımdan biri evde yoksa eğer, mutlaka bir not yazmış ve kaçta geleceğini anlatan bir kâğıdı radyonun üzerine bırakmıştır.”

Türkiye’ye turist olarak gelmişti ama bir aylık vizesi vardı. Bu vizeyi Rusya verdi. İstanbul’a gidip Rus konsolosluğundan üç aylık daha vize almak istiyordu. Şu anda o vizeyi alıp alamadığını hatırlayamıyorum. Aradan çok uzun zaman geçti. Bu arada bir hatırlatma daha yapmak istiyorum. Mustafa Dilaver, Çok sevdiğim As­lan Dilaver’in ağabeyi idi. Her akşam evine gidiyordum. Fakat o kadar çok geleni gideni oluyordu ki, soru sormak fırsatım olamıyordu. Ancak üçüncü akşam fırsat yakaladım ve konuşabildim. 

Şimdi, neredeyse yarım asır sonra İnternet üzerinden beni arayan kişiye döneyim.
“Mustafa Dilaver dedemdir” diye yazınca inanamadım.
Almaata nere, Ankara nere… Üstelik düzgün bir Türkçesi vardı. “Gurbetçinin Dönüşü” öyküsünde, yazılmayanlarla kendisini test ettim. Her şeyi biliyordu. Amcalarının ve ba­basının mesleklerini sordum, bildi. Aksu’da yaşayan ve dedesinin ilk hanımı olan kadının adını sordum, onu da bildi. (Bu arada Mustafa Dilaver’in ilk ve ömrünün sonuna kadar kocasını bekleyen eşi Aksu’lu Behiye teyzeye de rahmet diliyo­rum.)

İbrahim Dilaver
Arayan kişinin de hikâyesi ilginçti. Mustafa Dilaver çoktandır ölmüştü. Oğlu İbra­him ailesi ile beraber 2001 yılında Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’a yakın bir yere yerleşmiş­ler.

İlginçtir, 1973 senesinde de Mustafa Dilaver, Türkiye’ye Kars tarafından girmişti. Fakat Oradan Trabzon’a otobüsle gidildiğini bilememiş.  Tiren sormuş, o da İstanbul tarafına gidermiş. Tamam demiş; “İstanbul’dan da Trabzon’a gemi ile giderim” diye düşünmüş. Öyle olunca da bir aylık vizenin yarısını yolda geçirmişti.
 
Mustafa Dilaver Oğullarına isim verirken, memleketini unutmamış. Birinci oğluna kardeşi Aslan’ın adını vermiş. İkinci oğlunun doğduğu hafta, Atatürk ölmüştü. Yeni doğan çocuğuna Kemal adını Koymuş. Üçüncü oğluna da babasının adını, İbra­him demiş.

Türkiye’ye dönen öğretmen oğul İbrahim, çok yaşamadı. Mustafa Dilaver’in 1942 doğumlu olan bu oğlu da vefat etti. 
Ve şimdi Almanya’da yaşayan, İbrahim’in kızı “Gülnar Dilaver” Hem benim hem de Aksu köylülerinin yeğenidir, çocuğudur diye düşünüyorum. Henüz bire bir görüşemesek de o bizim canı­mızdır artık.

27 Nisan 2016 Çarşamba

ADNAN ÖZDEMİR’DEN WART GEDİKYAN’A

Adnan Özdemir Maçka’nın Zanoy (Akmescit) köyündendir. Maçka merkezinde oturur ve bizim köy Liverada da bir evi vardı. Bu evi onu seven dostlarıyla beraber yaptı. Ne var ki yaptırdığı o evde bir gece bile kalmak nasibi olmadı.
Ömrünün sonuna kadar, şoförlük yaptı. Maçka / Trabzon / Sümela arasında binlerce insan taşıdı. En küçük bir trafik kazası yaptığı duyulmamıştır. Hem kendisi hem de ahlakı güzel bir insandı.

Karşılaştığı herkese saygılı davranırdı. Belki de o yüzden herkes de ona saygılı davranırdı. Dostlarıyla iğneli bir mecaz ile konuşmaktan keyif alırdı.
Ona; “Nasılsın?” diye soranlara şöyle derdi.
“Allaha şükürler olsun ki Müslüman memleketinde doğdum, Müslüman gibi yaşıyorum. Eğer Avrupa gibi bir Gâvur memlekette doğsaydım, Allah muhafaza, Gâvur olmam işten değildi.”

1980’li yılların başında kendi minibüsü iyice ihtiyarlamıştı. O yüzden arada bir Belediye otobüslerinde çalışırdı. Çalıştığı yıllarda otobüslerin durak yerleri sık sık değiştirilirdi. Bir seferinde ben de onun arabasında yolcuydum. Yol kenarında otobüs bekleyen adamların yanında durdu. Yolcular binerken Trafik Polisleri geldi.

“Durak olmayan yerde neden durdun?” diye sordular.

O günlerde durak yerlerinin sıkça değişiminden zaten bunalmış olan Adnan, iyice sinirlendi. Başını otobüsün camından çıkararak;
“Her gün durak yeri değiştiriyorsunuz. Bunun adına Gâvur azabı denir. Fakat siz bunu Müslüman azabına çevirdiniz” dedi.

Bir seferinde de yolcuları Maçka’da indirdi. Arabayı bir kenara çekti koltuk aralarını süpürmeye başladı. O sırada bir cüzdan buldu. İçinde hatırı sayılır para vardı. Cüzdanı cebine koydu, süpürmeyi tamamladı. Arabadan indi kapılarını kilitledi. Su değirmeninin yanındaki kahvehaneye doğru yollandı. Giderken kendi kendine şöyle bir soru sormuş;

“Oğlum Adnan, şimdi bu cüzdanı kapatır da Müslüman mı olursun yoksa sahibini arar bulur da Gâvur mu olursun?”
Biraz daha yürüdü;

“Gâvur olmalısın Adnan Gâvur” dedi kendi kendine.

Arada bir din adına konuşarak batılıları eleştirenlere de lafı yapıştırırdı;
“Adamlara demediğinizi koymazsınız ama mark ve dolarları da cüzdanınızdan eksik etmezsiniz.”

Uzun yıllar boyunca Sümela Manastırına turist taşıdığı için her dilden birkaç sözcük bilirdi. Bir seferinde Maçka’ya iki çekik gözlü kız gelmişti. Ahali başlarına toplanmış ne kızların dediğini anlıyorlar ne de kızlar Maçkalıların dediğini. Adnan yanaştı, kalabalığı yararak kızların yanına ulaşmış. Bildiği kadar İngilizceyle kızların derdini sormuş. Maçka’ya turist olarak gelmişler. Koreliymişler ve otel soruyorlarmış. Tesadüfe bakın ki Adnan askerliğini Kore’de yapmıştı. Filan memleketi biliyor musunuz diye sormuş. Kızın teki oralıymış. Aartk hemşeri çıkmışlardı ve Adnan kızları kanatlarının altına alıp doğruca evine götürmüş.

“İşte burası odanız, şurası tuvalet, şurası banyo….”

İki gün kalacak olan kızlar bir hafta kaldılar. Adnan onlara çocukları gibi davrandı. Daha sonraları memleketlerine giden kızlar aileleri ile beraber çekilmiş fotoğraflar gönderdiler. Adnan ve ailesinin fotoğraflarını da odalarının duvarına astıklarını yazdılar.

Bunu duyan Maçkalılar;
“Adnan Korelilerden çok para sızdırdı, köşeyi döndü” diye dedikodu yaymaya başladı.

Zaten Onun hareketleri insanların ilgisini çekerdi. O nedenle bazıları, “Komünist Adnan” bazıları da “Gavur Adnan” diye lakap uydurdulardı.

İlginç anıları vardı. ‘O anıları ne işe yarardı’ diye sorarsanız ben de bilmiyorum. Ancak bu yazıyı yazmama neden olan öyküsünü benimle paylaştığı için gönlümdeki yeri hep sıcak kaldı. Aramızdan ayrılalı uzun yıllar oldu ve şimdi anlatacağım bu öykü ile hatırlanmasını, anılmasını isterim.

Bir kadın ile kocası Sümela Manastırına gitmek için Adnan’ın arabasını kiraladı. O senelerde Manastırın yolu dar ve dönemeçliydi. Bazı yerlerde uçurumun kenarından geçilirdi. Tecrübeli şoför olması nedeniyle o yollarda özellikle tercih edilirdi. Kadın ön koltuğa kocası da arka sıraya oturdu. Adam hiç konuşmuyor, buna karşılık kadının sohbeti fevkalade güzeldi. Kadının düzgün Türkçe konuşmasından bu çiftin İstanbullu olduğunu düşündü.

Bir ara kocasının beyin doktoru olduğunu söyledi kadın. O da da latife olsun diye;
“Benim de arada bir başımla sıkıntım oluyor, adresinizi verirseniz İstanbul’a geldiğimde size uğrar muayene olurum” dedi.

“Fakat biz İstanbul’da değil İtalya, Venedik'te oturuyoruz” diye cevap verdi kadın.

Bunun üzerine Adnan sustu. O susunca kadın da sustu. Çam ormanları arasında Coşandere boyunca arabanın motorundan başka ses duyulmuyordu. Venedik adını duyan Adnan hafızasını zorlamaya başladı. Babasından duyduğu ve Ermeni tehciri sırasında yaşanmış bir olayın detaylarını hatırlamaya başladı.

Bir gurup Ermeni sürgüne gönderilirken o gece Maçka’da konakladılar. Onlarla ilgilenen ve Maçka’da ikamet eden bir subay, çok güzel bulduğu bir Ermeni çocuğunu ailesinden aldı, evine götürdü. Çocuğu sünnet ettirmiş ve adını da “Ahmet” olarak değiştirmiş.

Asıl adı Wart Gedikyan olan Ermeni yavrusu, Subay ailesinin bir ferdi olarak büyümeye başladı.

Rus İşgalinde Çorum’da görevli olan subayın ailesi diğer insanlarla muhacir çıkan ve Trabzon’u terk eder. Tek bildikleri şey babalarının Çorum’da olmasıydı. Aylarca süren yolculuktan sonra Çoruma varmış ve babalarını bulmuşlar.

Rus işgali sona erince Maçka’ya döndüler. Artık Wart Geikyan bir delikanlıdır. Bu süre zarfında Adnan’ın babası Mustafa Efendi ile Ahmet “Gedikyan” iyi bir arkadaşlık kurar.

Gedikyan Maçka’ya dönünce öz ailesini araştırmaya başlar. Trabzon’da kuyumculuk yapan aile dostları ya da akrabalarını bulur. Ailesi hakkında bazı bilgiler edinir. Venedik’ten mektup gönderdiklerini öğrenir. Artık ailesinin izini bulur ve bu nedenle dayanılmaz bir istekle onlara ulaşmayı düşünür. Nihayet hayalini gerçekleştirir ve çeşitli yollardan Venedik kentine ulaşır. Orada yeniden vaftiz edilir ve Papaz Okuluna verilir. Okulu bitirdikten sonra da Santa Maria Kilisesine papaz olarak atanır.

Bütün bu bilgileri, mektuplaştığı Adnan’ın babası Mustafa Efendiye zaman içinde yazar. Mustafa Efendi Öldükten sonra mektuplaşmak kesilir. Ne var ki Adnan küçük yaşına rağmen babasından bu haberleri duymuş ve hafızasına kopyalamıştır.

İşte şimdi "yanımda bulunan bu insanlara bu öyküyü anlatmalı mıyım?" diye düşünüyor.

Hiç ikilemedi, olayı bildiği ve hatırladığı şekliyle kadına anlattı. Wart Gedikyan’ı arayıp bulmalarını ve arkadaşı olan Mustafa’nın oğlunun selamını iletmelerini istedi.

Aradan aylar geçti. Sümela Manastırına götürdüğü aileden bir mektup geldi. İçinde Wart Gedikyan’ın da adresi vardı. Aynı gün bir mektup gönderir Vatikan’a.

23.12.1989 tarihli cevabi mektupta Gedikyan şunları yazar.

Sevgili Adnan
Beklemediğim sevinçle dolu, müjden bana şu soruyu sana tevcih etmemi davet ediyor. Mademki beni tanıyorsun, demek ki sen Abdullah Beyin veya Kalçizade Ömer Efendinin torunu olman gerekiyor.

Çocukluk çağımı sırasıyla Trabzon, Maçka, Ordu, Çorum ve Sivas’ta geçirdim. Kardeş ve kız kardeşlerimin müşfik sevgi bağlantılarıyla Bedriye, Kadriye, Kemal, Zekiye, Emine ve Çorumda doğan Osman.

Çok memnun olurdum eğer bana bunlardan kimin akrabası olduğunu bildirseydin.

Seni görmek ve geçmiş anıları tekrar yaşamayı çok arzu ediyorum. Maalesef ilerlemiş yaşım ve yerinde olmayan sağlığım beni bu isteğimi gerçekleştirecek durumdan mahrum ediyor. Bilhassa uzun yolculuklar.

Tabi sen benden daha gençsin, sana daha uzun ve sıhhat içinde, şen seneler temenni ederim.
Sevgi ve selamlar cümlenize. Hoşça kal.

Adnan cevabi mektubunda kendisini ona tanıtmış olmalı ki; 14 Mart 1990 tarihli mektupta şöyle yazmış Gedikyan.

Sevgili Adnan
5 Ocak 1990 tarihli mektup ve fotoğrafını aldım. Annenin Bedriye hakkındaki yazılarını okudum. Bana karşı beslediği sevgi ve yakınlığı fark ettim. Bunun sebebini düşündüm ve fikrime eski bir olayın hatırası geldi.

1916 tarihinde Çorumda bulunuyorduk ve aynı evde yaşıyorduk. Ben 10 yaşındaydım. Bedriye’nin annesi Rabiye hanım beni her görüşünde cenabı Allaha; “Bana bunun gibi bir oğlan ver” diye dua ederdi. Birkaç ay sonra gerçekten bana benzeyen bir oğlu doğdu. Annen Bedriye bütün bu olayları biliyordu. Zira kız kardeşlerin en büyüğü idi. Daima annesinin yanında bulunur ve ev işlerine yardım ederdi. Bütün sene beni ve yeni doğan kardeşini ve annenin sevincini görmek fırsatını buldu.

Sonra biz Sivas’a hareket ettik. 1919 senesinde Trabzon’a döndüğümüzde, kardeşi oldukça büyümüştü. Bana benzerliği daha da artıyordu. Annesinin vefatından sonra benim de tamamıyla 1920 de Trabzon’dan ayrılmamdan sonra, bütün bu hatıralar üzerinde tepki yarattığını sanıyorum. Bana benzeyen kardeşi bu hatıraları canlandırıyordu.

Göndermiş olduğun fotoğraflar için çok teşekkür ederim. Onlara bakarak maziyi hatırlıyorum. Yeni seneni tebrik eder işlerinde başarılar dilerim. 
Candan sevgi ve selamlar. Wart Gedikyan

Adnan’a gelen bu mektup son olmalı ki ilişkiler kesildi. Anlaşılan o ki Wart Gedikyan ölmüştü.                                       















Bu anıları yazdığım 22 Haziran 2009 tarihinde, o insanlardan hiç biri yaşamıyordu. Duygu dolu anıların tarihin bir kesitinde canlı olduğunu biliyorum. O nedenle kayıp olmalarına, unutulmalarına gönlüm razı olmadı.
_____________
İlyas Karagöz / 22 Haziran 2009 / Yazlık Köyü / Maçka / Trabzon
_________________
Yusuf Bulut'un Notu; İlyas Karagöz 2013 Haziranında 81 yaşında hakkın rahmetine kavuştu.