Muzik

16 Nisan 2016 Cumartesi

AZİZ BARDAKÇI

Aziz Bardakçı ile Libya’da, bir şantiyede tanışmıştım. Orta boylu zayıf kır saçlı bir adamdı. Ana dili Türkçe’nin dışında Arapça ve İngilizceyi konuşup yazabiliyordu. O bir Kerkük Türk’ü ama aynı zamanda bir Irak kaçkınıydı. Önce Türkiye’ye kaçtı, daha doğrusu sığındı. Derdini kimseye anlatamadı. Her an yakalanıp sınır dışı edilmek korkusuyla İstanbul’da çetin günler yaşadı. 1976 yılında, Beyazıt’ta bir kahvehaneye takılırdı.

Kimsesiz olduğu anlaşılınca, dönemin militan örgütlerinden biri tarafından güya sahiplenildi. Ardından da bazı eylemlerde kendisine görevler verilmek istendi. Başının derde gireceğini anladı, uzaklaştı onlardan.
Ve o yazın şansı açıldı. Libyalı bir şirket Türk işçileri için tercüman arıyordu. Tercümanlığa talip oldu ve işe alındı. İşte bu nedenle 1977 yılının Eylülünde Souk el khamis, Libya’da tanıştım onunla.

* * *
Baasçılar Arap milliyetçileridir. Irakta 17 Temmuz 1968 de Ahmed Hasan el-Bekr önderliğinde bir darbe gerçekleştirdiler. Kraliyetin ardından iktidara gelen bu ırkçı parti, öncelikle Arap olmayanları rahatsız etmeğe başladı. Kerkük Türkmenler bu iş için biçilmiş kaftandı.

* * *
Aziz Bardakçı'nın ailesi Kerkük’te yaşıyordu. Babasının küçük bir dükkânı vardı. Kumaş, basma, kaput bezi satardı. Bir gün polisin biri kapısını çaldı.
“Ticaret yapmak istiyorsan Basra vilayetine taşınmalısın” dedi.
Adam bu saçma emre direnince, oğullarını tutuklayıp hapse attılar. Sonra da tutuklu kardeşleri Basra ceza evine gönderdiler. Aziz’in babası işin ciddiyetini anladı ve Basra’ya taşınmak zorunda kaldı. Oraya taşınınca, oğulları salıverildi.

Basra’da yeni bir düzen kurmak gerekiyordu. Yine bir dükkân açtılar. Aradan çok geçmedi büyük oğlan askere alındı ama gidiş o gidiş.

Aziz babasının dükkânında çalışıyordu. Bir polis musallat oldu ona. Her Perşembe günü geliyor ve onu karakola götürüyordu. Biraz sakladıktan sonra da salıveriyordu. Bu durum bir kaç ay boyunca sürdü.

Üç ay sonra Aziz’in eline bir evrak tutuşturdular, askere çağrılıyordu, başına gelecekleri anladı. Aslında Aziz de ağabeyleri gibi askerliğini yapmıştı. Kurtulamayacağını anladı. O akşam ailesi ile helalleşti ve çıktı.
Gideceği tek yer vardı; Türkiye.
O da öyle yaptı.
İstanbul’a gidince derdini anlatmak için çalmadık kapı bırakmadı. Ne var ki hiç kimseye anlatamadı. Siyasal örgütlerden biri destek olmak istedi. Buna karşılık karanlık işler teklif ettiler. Derdi başından aşkındı ve kirli işlerden hoşlanmıyordu. Sadece ailesinin Irak’tan kurtulmasını istiyordu.

Bu kez Basra’da olduğu gibi izlenmekte olduğunu hissetti. Şansı tam o günlerde gülmüştü. İstanbul’dan da kurtuldu. Bu kurtuluş aslında, umutsuzluğa attığı bir adım oldu. Tercüman olarak bir Libya firmasında iş buldu.

* * *
Akşam olunca odasına giderdim, Iraktaki yönetimin Türkmenlere yaptığı zulmü anlatırdı. Masal gibi gelirdi bana. Olmaması gereken, insana reva görülmemesi gereken şeyler anlatırdı.
Bazı akşamlar O gelir, uzun uzadıya konuşurduk, bir de bakardık ki vakit gece yarısı olmuş.
İnsanlara güven duymaz, herkesten kuşkulanan bir hali vardı. Kaçak yaşamanın verdiği huzursuzluğu görürdüm gözlerinde ve rahatlaması için ne diller dökerdim…
 Azizi dinledikçe,  Türkiye dışında Türk olmanın külfetini duyumsardım.
Kalkıp gidince yatağıma uzanır uzunca bir süre uyku tutmaz, uyuyamazdım. Yorgun düşene kadar yorganımın altında döner dururdum.  

Bir akşam vakti yine geldi. Yüzüne dikkatle baktım, mosmordu;
“Ne oldu sana?” diye sordum.
“Her şeyimi biliyorsun, ben bir kaçağım. Irak gizli servisi Libya istihbaratıyla burada bulunan vatandaşlarını araştırıyor. Kaçmalıyım; doğrusunu söylemem gerekirse nereye gideceğimi de bilmiyorum.”
 Dondum kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. Hiçbir şey yapamamanın ezikliğini duydum yüreğimde. Şaşkınlığımı anladı, elini uzattı, boynuma sarıldı. Dilim tutuldu sanki.
Kapıyı açıp çıkarken aklıma geldi;
“Harçlığın var mı?” diye bağırdım. Geriye dönüp gülümsedi, başkaca bir şey söylemedi. Dizlerim tutuldu sanki bir adım bile gidemedim arkasından. Göz kapaklarımda bir yanma hissettim. Neden sonra, bıyıklarımdan aşağı süzülen yaşların sıcaklığı ayılttı beni.
* * *
Bu yazıyı yazarken Basra ve Bağdat’a bomba yağıyor.
“Acaba Aziz hayatta mı?” diye bir soru takıldı zihnime.
                                                              

____________________

14 Nisan 2016 Perşembe

BİZİM KÖYÜN KADINLARI

Köyde yoksulluğun ne olduğu bilinirdi ama “Buralarda yoksul var mı?” sorusuna da kimse kolayca cevap veremezdi. Hoş böyle bir soru da kimsenin aklına gelmezdi.

Kuzey yarım küreyi per perişan eden ikinci büyük savaş daha yeni sonlanmıştı. Her yanda açlık sefalet ve yoksulluk kol geziyordu. Bizim köylüler de katılmadığımız bu savaştan nasiplerini aldı. Gaz, tuz, bez en çok kıtlığı duyulan şeylerdi. Bazı evlerde kendir liflerini işleyerek ailesini giydirmek için çırpınan neneler, teyzeler ve halaların dokuma tezgâhları çalışırdı. Geceleri tezgâh başında gündüzleri tarlalarda olurdu kadınlar.

Bizim oralarda mevsimler kendilerine has özelliklerin keyfini çıkararak, üstelik bu keyfi insanlara da hissettirerek, yaşatarak gelir geçerler. Kışın kar'ı yüksek dağlarda ana yaşmağı, köy içindeki ağaçlarda salkım saçak pamuk yığınları gibi görünür. İlkbahar ve yazın yeşili; dünyanın hiç bir yerinde bu kadar çoğulcu olamaz. Hele son baharın sarı yaprakları; sarı rengin tüm tonları sanki bizim ormanlardan yayılır tüm dünyaya. Renklerin anavatanı bizim vadinin yamaçlarındaki ormanlardır desem çok da abartmış olmam.
Gel gör ki yaşamanın tüm zorlukları da oralarda şekillenir. İnsanlar hayatın her aşamasına en zor koşullarda direnir. Bu direniş ile sanki mitolojik çağda Doğu Karadeniz'de yaşamış olan Amazonların torunları olduklarını kanıtlarlar bir bakıma.

Bitmez tükenmez yağmurlar insanların yaşamını sıkıntıya soksa da doğayı olabildiğince zenginleştirir ve güzelleştirir. Bu yüzden olmalı ki bitki örtüsü çok zengindir oralarda. İnsanlara dünyanın en güzel renklerini, en güzel meyvelerini, en güzel mevsimlerini, en güzel yaşam alanlarını sağlasa da; kibirli, gururlu biraz da kendini beğenmişlik içindedir. Yaşamı zorlaştırır, geçit vermez engeller oluşturur. Yamaçlar, bayırlar, yarlar, ormanlarla kaplanır insanların yürümesine engel oluşturur.

Savaş sonrası yıllarda kıtlık, yoksunluk, yoksulluk, yokluk her alanda yaygındı. Ne ilgisi varsa, çayırlıklar bile yeteri kadar ot üretemezdi. Kışın ortasında hayvanların yiyecekleri sorun olmaya başlardı. "Eğer kara kış ortasında otlar tükenirse?" endişesi herkesin yüreğini ağzına getirirdi.

Kızlara gelinlere, yaşlı kadınlara, hamile kadınlara bu kez başka bir iş düşerdi. Meryemana ormanlarına taflan yaprağına giderlerdi. Taflan kışın yapraklarını dökmez ve yetiştiği ormanlar bizim köye dört beş saat uzaklıktaydı. Gidiş dönüş sekiz on saatlik iş idi.

Geceden yola çıkılmalı ki gün akşam olmadan köye dönülebilsin. İpler, tirmaçlar, fenerler ve azık olarak da bir parça mısır ekmeği ile biraz peynir akşamdan hazırlanırdı.

Yarı gecelerde yola çıkardı insanlar. Pangal ormanlarındaki patika yollardan kadınlar, kızlar tek sıra halinde giderlerdi. Herkesin elinde fener olmazdı. Eli fenerli olanlar aralarda giderdi. Yinede de yeteri kadar aydınlanmazdı yollar. Karanlıkta ayağını taşlara vuranlar, kayarak düşenler bir çığlık atardı boşluğa doğru. Çığlık sesi karşı yamaçlarda yankılanırdı. Yürüyenler durur ve sorarlar, çok önemli bir şey olmadıysa onlarda haykırarak şenlendirirlerdi ormanı.

Yollar uzun ve çileliydi. Gecenin sessizliğinde yukarı ormanlardan, Galyan tepelerinden çakal ve kurt ulumaları duyulurdu. Çok aşağılardan coşan derenin akan sesi gelirdi. Yaban hayvanları ile karşılaşılabileceği kuşkusu yolcuları ürkütürdü. Sesi güzel olanlar türkü söylerdi. Bu türkü söylemeler bir bakıma güven verirdi onlara. Yürüyenler türkücülerin türkülerine eşlik ederdi. Ola ki, yaban hayvanları taflan yolcularının seslerini duysun ve uzak gitsinler.

Taflan yolculuğunda türkülere ara verildiği zaman kız kaçıran ayı masalları anlatılırdı. Ayılarında iyi kalpli kötü kalpli olanlarının masalları anlatılırdı. Yaban adamı masalları da anlatılırdı. Gerçekte yaban adamı olmadığını herkes bilirdi ama ama yinede anlatırlardı. Yaban adamları kime denk gelirse kaçırırlarmış. Ama masalları genellikle hoş bir şekilde sonuçlanırdı. Mağaralarında dertleşecek adam ararlardı çoğunlukla.

Arada bir Taşboğazı ve Mangana tepelerinden inen vadilerden taşlar yuvarlanırdı, yamaçlardan aşağı, delice zıplayarak uçuşurlar, yolcuların yakınlarından geçerlerdi. Herkes korkarak bir ağacın arkasına saklanmaya çalışır ve bildikleri duaları sessizce okurlardı.

İskalita bayırlarını geçerken gün ağarır, fenerler söndürülürdü. Bazıları bohçasından çıkardığı mısır ekmeğini ısırarak sabah kahvaltısı yaparken bir yandan da yürümeye devam ederlerdi. Artık Meryemana ormanlarına bir saatlik yol kalmıştır.

Yolculuk sona erdiğinde önce bir çoban ateşi yakarlardı. Herkes toplanır, döne döne ısınırdı. Sonra da ısınanlar, manastırın karşısından başlayarak sesli kayaya kadar çıkan ormanlara yayılırdı.

Taflan dallarını keserken de türküler söylerlerdi. Bu türküleri ormanın sessizliğinden korktukları için söylerlerdi aslında. Arada bir arkadaşlarına haykırarak seslenir ve yüklerinin ne kadarını hazırladıklarını öğrenirlerdi. Hiç durmadan çalışır bir an önce köye dönüşün hesaplarını yaparlardı. Eğer sis yok da görünüyorsa, Güneş tam tepeye gelmeden taflanlar hazır olurdu. Artık dönüş zamanıdır ve yolculuğun en zahmetli bölümü başlayacaktır. Sırtlarında taflan yükleri ile inişli çıkışlı patika yollarda saatlerce sürecek olan geri dönüş yolculuğu.

Çayır ve mısır tarlalarının verimsiz olduğu yılların ardından kış ayları hep böyle geçerdi. Ramazanlara denk gelindiği zamanlarda yol hikăyeleri daha bir çetin hal alırdı. Herkes orucunu tutardı. Bir eşeğin bile zor taşıyabileceği yükün altında ağır ağır yürürken, açlığa da direnmeye çalışırlardı genç kızlar yaşlı veya hamile kadınlar. Direnemeyen hem ağlar hem de sırtındaki taflan yükünün ağırlığı altında iki büklüm, tırmanılırdı yokuşlar.

Ağlayarak ağıtlarını söyleyenleri tüm orman sessizlik içinde dinlerdi. O yüzden kuşlar ve yaban hayvanları bu ağıtları ezberlediler.

Sonraki yıllarda, güzel öten kuşların, yanık yanık uluyan diğer hayvan sesleri bizim kadınların ağıtlarına benzetildi.

Yürek dağlayarak, yol ağıtı yakan kızların adları her yerde söylenirdi.
Ve o kızların ağlamaklı ezgileri hafızalara kopyalanır, dilden dile ulaşırdı.


FADİME

1932 yılının kışı daha öncekilerden çok uzun sürdü, gibi geldi köylülere. Kar yağar en çok bir hafta kalır, sonra da eriyip giderdi. Aradan çok geçmez yine yağar, dereye kadar iner her yer bembeyaz olur bir kaç güne kalmadan eriyerek dağlara doğru çekilirdi. İyi ki nisan ayı geldi. Hem soğuk havalardan hem de kardan kurtuldular. Her yer yeşillendi, önce papatyalar sonra diğer çiçeklerin cümbüşü insanlara yaşama sevinci dağıtmaya başladı.

Nisan ayı ile beraber, koyun ve kuzular meralara çıkarılır yayılırdı. Meleyerek koşuşmaları bayırları, çayırları bir cennet bahçesine çevirirdi. Karşı ormanlardan duyulan guguk sesi, tepeler üzerlerinde uçuşan beyaz bulutlar, yaşama dair insan direncini daha da güçlendirirdi.

Zigana ve Meryemana vadilerinden gelen dereler Maçka’da birleşir. Değirmendere adını alarak kayalıklar arasından çağlayarak deli dolu ve hızla Trabzon’a doğru akar. Dağlardaki karların erimesi sona erene kadar, hep aynı şamata ve çılgınlıkta akar gider. Bazen yatağına sığmaz etrafını yıkar. Sonra o yıkıntıları da önüne katar, denize doğru acele ile gider. Hozari köyü tarlalarında bel belleyenler çılgınca ve bulanık akan bu suyun gürültülü sesine alışıktır.

Tarla bellemeleri başlayalı birkaç gün oldu. Temel Çavuş’un iki oğlu, karısı ve gelini Hozarialtı’nı gören tarlalarında bellemeye başladı. Çavuş çalışmazdı, tarla işleri ona göre değildi. Toprakla cebelleşmeyi sevmezdi ve tarlaya karşı pek ilgisizdi. Buna karşılık karısına, oğluna, gelinine, torunlarına karşı sert davranan, her hareketlerinde kusur arayan sonra da kıyameti koparan bir adamdı. Ev halkı tarlada çalışırken, O bir tahta parçası buldu erik ağacının dibine attı. Sonra da gitti üzerine oturdu, tabakasını çıkardı bir sigara sardı.

Hozarialtı şose yolundan Maçka’ya doğru giden katırcıları izledi bir süre. Ardından, çalışanlarına baktı keyifle. Baş tarafta gelini, onun yanında karısı ve iki oğlu, aynı anda belleri yere saplıyor bir ileri bir de geri hareketten sonra toprağı yarıp deviriyorlardı. Bu uyumlu çalışmayı nasıl becerebildiklerini düşündü. “Keşke birkaç tane daha oğlum olsaydı” diye geçirdi içinden. Böyle düşünürken bir şimşek çaktı beyninde. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Küçük oğlu Recebin on beş yaşını doldurduğu için evlenme zamanın geldiğini hesap etti. ‘Sahi, nasıl olmuş da bunu akıl edememişim’ diye söylenerek gülümsedi. Yeniden tabakasını çıkardı bir sigara daha sardı. Öteki sönmeden yenisini tutuşturmayı pek severdi. Yeni sigaradan derin bir nefes çekip gökyüzüne doğru üfledi. Karısına seslendi;
“Hediye!”
“Buyur Çavuş” dedi kadın. Kocasına öyle hitap ederdi.
“Recep’in evlenme zamanı gelmedi mi?”
Dinleyenler, bir plan kurulduğunu hemen anladı.
“Ona sorsana Çavuş.”
“Kararı ben veririm ona neden sorayım, sen bir şey söyle, gerisini bana bırak.”
“Evlenme zamanı gelmiş olsa bile ikinci gelin, en azından bir oda ister” dedi karısı.
“Onu düşünme, evin kıble tarafına bir oda daha eklerim, olur biter.”
Temel’in söyledikleri hakkında hiç kimse fikir yürütmedi. Daha doğrusu yürütmek istemedi.
“Recep!” diye ünledi.
“Buyur baba!”
“Ne dersin ha, evlenmek ister misin?”
“Sen bilirsin baba” dedi utana sıkıla.
“Sevdiğin var mı sevdiğin?”
“Yok baba.”
Sustu Temel. Yeni bir gelin almak demek, ailenin daha da güçlenmesi, çalışacak adam sayısının artması demekti. Orası öyle de, bu iş o kadar kolay olmayacak. Başlık parası, elbise parası, eve eklenecek yeni bir oda, neresinden baksan beş yüz liraya gereksinimi olacak. “Ne etmeli nasıl yapmalı ki bu işi ucuza bağlamalı” diye düşünmeye başladı. Artık sigaranın biri sönüyor diğeri yanıyor. Yerinden kalktı, tarlanın başından geçen patika yola çıktı. Kuşluk vaktinin güneşi sırtını ısıtmaya başladı. Kafasına koyduğu işi en kısa zamanda yapmak isteyen, aceleci bir kişiliği vardı. Durdu, evine doğru baktı. Yeni gelin için yaptıracağı odanın planını çizdi hafızasında.

Değirmendere’nin deli dolu akarken çıkardığı uğultuyu dinledi bir süre. Galyan tarafındaki yoldan sırtında odun taşıyan ve iki büklüm yürüyen kadınlar geliyordu. Dikkatle baktı onlara, uzakta oldukları için kim olduklarını seçemedi. “Alacağım gelin güçlü olmalı, yük taşırken iki büklüm yürümemeli” diye söylendi. Geriye döndü, keyiflendi uzun hava bir türkü mırıldanarak yürüdü. Gitti erik ağacı altına koyduğu tahtanın üzerine tekrar oturdu.

Karısı Limni köyündendi ve ana tarafından akrabasıydı. Kayın biraderinin yetişkin bir kızı vardı, Fadime. Tam da istediği gibi bir gelin olabilirdi. Yük taşırken bana mısın diyenlerden değildi. Hem akraba oldukları için başlık parası vermeyebilir işi ucuza kapatabilirdi.
“Hediye!” diye ünledi karısına yeniden.
“Buyur Çavuş!”
“Ağabeyinin kızı Fadime”yi isteyen olmuş mu?”
“Bilmem, duymadım.”
Bir süre hiç kimsenin sesi çıkmadı.
Gelini, karısı ve oğulları bellemeye devam ediyorsa da, Recebin yüreği pırpırladı. Fadime bir kaç yaş ondan büyüktü. Üstelik onu bir abla gibi sever ve sayardı. Babasının dileği gerçek olmasın diye yürekten dua etti sessizce.
“Bu akşam gidip konuşalım mı Hediye.”
“Gidelim, çok zaman oldu ziyaretlerine gidemedim zaten” dedi kadın.

***

Hozari köylüleri Fadime gelini çalışkanlığı ile tanıdı. O geldikten sonra Temel Efendinin ahırındaki inek sayısı hızla arttı. Torunlar evi şenlendirdi. Ve on iki yıl içinde, Fadime’den altı torun sahibi oldu. Büyük gelininden de on olmak üzere toplam onaltı torun sahibi oldu Temel.

 Artık köy içinde ona sadece ismi ile değil “Temel Ağa” diye hitap etmeye başladılar. Ev içinde dediğim dedik, görüntüsü daha da belirgin hale geldi. Oğulları babalarının yanında kendi çocuklarıyla konuşamaz, gelinler de kucaklarına alamazdı. Gerekli bulduğu zamanlarda o dövebilirdi ama onun izni olmadan hiç kimse torunlara fiske vuramazdı.

O yıllarda her yerde olduğu gibi Hozari’de de yoksulluk, alın yazısıydı. Kadınlar için, hayat daha da zordu. Çünkü sabun bulmak kolay bir iş değildi. Bit salgın bir haşarat idi. Çamaşırların dikiş yerlerine saklanır, yıkanmış çamaşır giydiğini sanan insanlar o böcekle yaşamak zorunda kalırdı. Üstelik ona özel çeşitli hastalıklar da yaygındı. İşte bu yüzden çamaşır yıkamak başlı başına bir sorundu. Meşe ağacının külleri biriktirilir ve “dola” yapılırdı. Küller bir torbaya koyulur ve içi su dolu bir leğene yatırılırdı. Çamaşır zamanı, leğende oluşan kül suyu bir kazana aktarılarak kaynatılırdı. Bu kaynama sırasında çamaşırlar, kazana atılırdı. Bir süre kaynadıktan sonra alınır ve bir çeşme ya da dere kenarına götürülürdü. Durulanana kadar yıkanır ve bir tahta parçası ile dövülürdü. Bu iş hem zahmetli hem de zaman bakımından, yani diğer işlere zaman ayırmak bakımından tam bir külfetti.

Fadime bir gün, ‘uşaklarını’ yıkadı, taradı ve temiz çamaşırlarını giydirdi. Sonra da ev işlerini tamamladıktan sonra su almak için çeşmeye gitti. Çeşme evden biraz uzakta ve oraya giden yol ağaçların arasından geçerdi. Suya vardığında az kalsın aklı başından çıkacaktı. Biraz önce yıkayıp temiz elbiseler giydirdiği çocukları, çamurların içinde keyifle oynuyorlardı. Elbiseleri, elleri, yüzleri çamur içindeydi. Ne yapacağını bilemedi, yakaladığının poposuna bir tokat şaplattı. Çocuklar ağlayarak eve doğru yürüdü. O da su kovasını doldurdu, kolunu sapına geçirdi, tabanını da belindeki kuşağa oturttu yürüdü. Evin dış kapısından girince kayın babası ile burun buruna geldi. Yüzü mosmor kesilmiş ve elinde bir maşrapa vardı.

“Benden izinsiz uşakları nasıl döversin” diye bağırdı ve elindeki bakır maşrapayı Fadime’nin yüzünün ortasına indirdi. Kadın bir çığlık attı ve kuşağının üzerine oturttuğu su kovasının sapını bıraktı. Dökülen su evin içine yayıldı. Daha da hırslanan Temel, tekme tokatla gelinini yere serdi. Fadime can havliyle ağlayıp bağırıyordu ama o anda yardımına gelecek hiç kimse yoktu. Temel ocağın yanında duran odunlardan birini kaptı rast gele vuruyor. Ne kadar dövdüğünü bilen olmadı. Yeteri kadar cezalandırdığına kanaat getirmiş olacak ki son bir tekme daha attı ve gelinini bırakıp dışarı çıktı.

Alnından akan kan, göz çukurlarını doldurup yüzünden aşağı akmaya başladı. İlk önce ne olduğunu neresinin kanlandığını anlayamadı. Ellerini yüzüne götürdü, sonra da avuçlarına dikkatle baktı.
Halası çığlığını ancak duymuş olmalı ki koşarak geldi. Onu kanlar içinde görünce ne yapacağını bilemedi.
“Ne oldu sana kızım?” diye sordu ellerini dizlerine vururken o da ağlamaya başladı.
“Babam dövdü halam, öldürecekti beni.”
“Elleri kırılsın, uçurumlardan yuvarlansın, değirmen derenin suları götürsün onu, boğulsun inşallah.”
İçerisi biraz karanlıktı kolundan tuttu dış kapının eşiğine kadar götürdü. Fadime peştamalı ile akan kanları silmeye çalışıyordu.
“Dokunma!” diye bağırdı halası.
Evin bütün çocukları Fadime”nin başına toplandı. Dehşetle ona baktılar ve ağlamaya başladılar.
Islak bir bez getirdi halası, yüzünden akan kanları silmeye başladı. Alel usul yaralarını sardı.
Temel ortalarda gözükmüyor, akşam da olmak üzereydi. Fadime, Halasından izin alarak babasının köyüne doğru yola çıktı. Nereye gittiğini halası ve kendinden başkası bilmeyecekti. Kalandar soğukları olabildiğince etkiliydi. Deniz tarafından esen nemli rüzgâr insanı delip geçiyordu sanki.
Bir saattir yol yürüyordu. Rüzgâr ve soğuk sanki biraz hafiflemiş ama şimdi de kar yağışı başlamış. Başındaki ağrı bir türlü geçmiyor, arada bir dengesi bozuluyor yanlış adım attığını sanıyordu. Daha da fenası başının içinde tık tık diye bir damlama hissediyordu.
Limni’ye yaklaştığı zaman kar yağışı iyice hızlandı. O da yoruldu takati de tükenmek üzereydi. Üzerine yağan kar vücut sıcaklığından erimiş, elbisesi sırılsıklam ıslanmıştı. Vücuduna sızan kar suyu tenine değiyor ürperiyordu.
Kapıyı anası açtı. Alacakaranlıkta kızının yüzünü görünce kısa bir çığlık attı. Elinden tutarak ocağın yanına götürdü. Ateşin aydınlığında bir daha baktı ona. Gözlerinin çevresi mosmor, alnı sarılıydı.
“Ne oldu sana kızım?” diye, hayretle sordu.
“Anlatırım anne, hele biraz dinleneyim. Dizlerim taşımıyor beni artık.”
Babası kızının sesini duyunca odasından çıktı, yanına gidip aynı soruyu sordu.
Fadime’nin başı zonkluyor, midesi bulanıyor, usu dönüyordu. Aslında bir an önce yatmak istiyordu. Annesi yanan ocağın yanında yer gösterdi, o da oturdu.
Babası tekrar sorunca:
“Ahıra gitmiştim, tosuna ot verecektim. Birden başını salladı ve boynuzları beni bu hale getirdi.”
“Geçmiş olsun kızım, beterin beteri var, ucuz kurtulmuşsun” dedi.
Annesi, kendi çamaşırlarından getirdi, bir süre ocağın ateşinde ısıttı. Kocasına dönerek; “sen odana git, kız çamaşırlarını değişecek” adam da söyleneni yaptı. O çamaşır değişirken annesi sıcak çorba hazırladı. Fadime çorbasını içerken annesi bir keçe serdi ocağın yanına.

Karanlık çöktüğü halde Fadime ortalıkta görünmedi. Temel ve oğulları telaşlandı. Önce komşulara soruldu, bilen kimse çıkmadı. Hediye kadın sözünde durdu, nereye gittiğini söylemedi. Her yeri, merekteki otların arasını bile aradılar. Temel’e göre, Fadime yok olmuş yoklara karışmıştı. “Çok dövmüşüm galiba” diye söylendi. Sonra da babasının evine gidebileceği geldi aklına. Dışarıda yaman bir kar yağışı vardı. Bu vakitte Limni’ye adam göndermek hiç de akıllıca olmayacaktı. İnatçı Temel iki oğlunu görevlendirdi;
“Gidin arayın bulun Fadime gelini. Neler demez duyan, işiten komşular. Namuslarına sahip çıkamadı derler.”

Oğullar sırtlarına birer keçe kabalak geçirip yola çıktı. Çok gitmeden sulu sepken, sırılsıklam yaptı onları. Kabalaklar pek de işe yaramadı. Vücutlarından aşağı sızan kar suyu, bacak aralarına kadar indi. Islandıkça üşüdüler, üşüdükçe yürümeleri zorlaştı.

Limni köyüne varıp kapıyı tıkladıklarında evdekiler uykudaydı. Yan taraftaki komşu evin köpeği onları hissetmiş olmalı ki havlamaya başladı. Tekrar tekrar tıkladılar. Neden sonra Fadime’nin anası uyandı. Bir çıra yakarak kapıya yaklaştı.
“Kim o!”
“Ana, benim, Recep!”
Gelenleri tanıdı, kapıyı açtı ama şaştı kaldı;
“Gece vakti, karda kışta, ne oldu ki buralara kadar geldiniz?” diye sordu.
“Fadime geldi mi, burada mı?” dedi heyecanla.
“He. Burada, uyuyor.”
“Şükürler olsun” dedi Recep, ellerini gökyüzüne doğru açarak.
Girdiler, kadın tutuşturduğu çırayı duvardaki yerine koyunca her yer aydınlandı. Fadime ocağın kenarında yatıyordu. Onu gören kocası gülümsedi.
“Önce ocağı yak anam, sırılsıklam olduk” dedi.
Konuşmalara ev halkı da uyandı. Fadime de kalktı yatağının içine oturdu. Yüzü iyice şişmiş, neredeyse gözleri görünmeyecek duruma gelmişti.
Adam damadını karşısında görünce;
“Hayırdır, Recep oğlum neden geldiniz?” diye sordu.
“Fadime anlatmadı mı size. Babam dövdü onu, o da kaçtı size geldi. Aramadığımız yer kalmadı, nihayet buraya gelebileceğini düşündük.”
“Baban mı dövdü? Bana öyle demedi. Tosun boynuzladı dedi.”
“Hayır. Babam dövdü. Bilirsin sinirli adamdır, bazen ne yaptığını bilmez.”
“Ben bilseydim baban dövdü, eve sokmazdım şunu.”
Kızına doğru baktı;
“Kalk bakayım, kocanın peşine takıl, doğru evine git” diye azarladı.
Fadime korkarak ve yarım ağızla;
“Gözlerim kapandı, göremiyorum nasıl giderim baba?”
Babası da geri adım atacak adamlardan değildi.
İkinci bir dayak yemeyi göze alamazdı Fadime. Yerinden doğruldu, parmakları ile şişmiş olan göz kapağını aralayınca, ocağın başında oturanları görebildi. Kocası ve kayın biraderi ocağın alevi karşısında kurunuyorlar.
Gecenin geç vaktinde çıktılar. Kar yağışı biraz yavaşlamıştı ama zifiri bir karanlık vardı. Fadime arkadan, iki kardeş önden, yola koyuldular. Recep’in elinde yanan bir çıra vardı. Ağabeyi ise daha sonra işe yarayacak olan çıraları taşıyordu. Fadime bir elinin parmakları ile gözkapaklarını aralık tutmaya, bir yandan da patika yolda yürümeye çalışıyordu.
Sulu sepken yağış azalmış, onun yerine fukara yaması büyüklüğündeki kar taneleri çıra ışığında seçiliyordu. Fadime düşe kalka yürürken, gizliden gizliye ağlıyor ve değirmen derenin coşkulu sesi sanki ona yarenlik ediyordu. Kocası ve kayın biraderi, arkalarından yaralı bir insanın geldiğini düşünmüyorlardı bile.

Eve yaklaştıklarında köpek havladı. Temel, sesi duyunca uyandı. Yatağından çıktı, ocağın yanına gitti. Karanlıkta külleri karıştırdı, bir köz buldu. Üfleyerek çırayı tutuşturdu. Tutuşan çırayı duvardaki yerine taktı, bekledi. Karısı da kalkıp geldi. Hiç konuşmadılar, öylece oturdular bir süre. Kadın ocağın yan tarafında duran odunları ateşe sürdü. Közlere üfleyerek tutuşturdu.
Kapı tıklandı. Temel kıvrak bir hareketle yerinden fırladı, gitti açtı. Sonra da ocağın başına dönerek oturdu. Girenler de öyle yaptı. Fadime ise kapıya yakın bir yerde oturdu. İçin için ağlamaya devam ediyordu. Oğlanlar ocağın ateşinde elbiselerini kurutmaya, ısınmaya başladı.
Temel susuyordu.
Büyük oğlu susuyordu.
Fadime’nin kocası Recep de susuyordu.
Neden sonra, evin anası Fadime’nin yanına gitti.
“Sen de ocağın yanına gel kızım, üstünü başını kurut ısın, böyle olursa hasta olacaksın.”
Fadime oralı olmadı.
“Çok mu dövmüşüm?” diye, sanki duvarlara bir soru sordu Temel.
Başkaca konuşan olmadı.
Ahırdaki ineklerden biri “möööö” diye bağırdı.
“Bir derdi mi var acaba” diye söylendi Temel.
“Oysa yeteri kadar ot koymuştum önlerine” dedi karısı.
Fadime yerinden kalktı, odasına doğru yürüdü.
“Ahırdaki sığır kadar olamadım” dedi, yumuşak, sakin ve ağlamaklı bir sesle.
Duyanı olmadı, kendi söyledi kendi işitti.
Odasına girdi, karanlıktan hiç bir şey görünmüyordu, el yordamıyla sandığını açtı, çamaşırlarını aramaya koyuldu.

Başı zonkluyor, ıslak gömleği tenine değdikçe tir tir titriyordu.

13 Nisan 2016 Çarşamba

LİVERA GEYİKLERİ EFSANESİ

Livera Agios Georgios Kilisesi
Livera, Trabzon Maçka’sının yanı başında büyük ve kalabalık bir köy idi. Maçka onun kucağında oturan bir çocuk gibi sayılırdı. O günün Liveralılarına sorarsanız Osmanlı ülkesinde “Osmanlılığın” şeref ve itibarı kendilerinden sorulur. “Neden?” derseniz; Osmanlının ulu Padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin annesi, Gülbahar Hatun Hanım Sultan bir Livera kızıydı. Gülbahar, Hanım Sultan olduktan sonra Trabzon ve çevresi halkına pek çok hizmetlerde bulundu. Halen de kabul görüyor ama o günlerde hem Müslüman hem de Hıristiyan ahali ona mistik bir saygı duyardı. Kurduğu “Gülbahar Hatun Vakfı” aracılığı ile Trabzon’a pek çok hizmetler sundu, açları, geleni geçeni yedirdi içirdi doyurdu. Sağlığında bile halkın gözünde bir efsane, bir evliya olarak söz edildi kendisinden. Bir şey daha vardı; Onun bir Livera kızı olması nedeniyle köyünün halkı emrinde ve hizmetindeydi. Livera yaylalarında üretilen yağ ve peynir Trabzon’a, Vakfın mutfağına gönderilirdi. 

Hanım Sultan, her iki din’e mensup ahali tarafından dahi kendilerinden biri olarak kabul görürdü. Hem kilise hem de Cami cemaatinin saygısına mazhar oldu.
Yüzyıllar boyunca, Hanım Sultanın Evliyalığı Trabzonlular için bir moral, ama özellikle eski Liveralılar için, gurur kaynağı olmaya devam etti.

***

1900 senesinin yılbaşısı Hıristiyan dünyasında olduğu kadar Livera’da da mümkün mertebe amacına uygun şekilde kutlandı. Ne de olsa yeni bir asrın başlangıcı ve İsa öğretisinin 20. Yüzyıla ulaşması hafife alınacak bir iş değildi.
Livera Metropolit Binası 1903
Gündüz kar yağmış ve Sumaha Dağı’ndan aşağı sarkarak Sultan Murat suyu hizasına kadar her yeri beyazlatmıştı. Şimdi kar yağışı durdu, ama hafif bir soğuk rüzgâr kendisini hissettiriyor. Güneşin battığı tarafta bulunan Karakaban dağı iki aydan beri kar altındaydı. Onun beyazlığı ay ışığı yardımıyla geceleri dev bir fener gibi aydınlığını vadi boyunca yayar.
Agios Georgios kilisesi o kadar kalabalık oldu ki, kubbesinden iğne düşse yere değmezdi. Asma katlar yan odalar dolup taştı. Dışarıda kalanlar bile oldu. Metropolit Hrisantos kilisenin önündeki makam evini açtı, kiliseye sığmayanlar oraya girdi. Gece geç saatlere kadar papazlar vaaz verdi. Vaaz aralarında ilahiler okundu. Yeni gelen yüzyılın Hıristiyanlık âlemine ve özellikle Osmanlı ülkesine, sonra da Livera’ya bereket, zenginlik ve huzur getirmesi için dualar edildi.
Bir süreden beri, geceleri iki geyik geliyordu köye. Köy içinde dolaşıyor sonra fındık bahçelerine giriyor otluyorlardı. Korkutacak bir hareket yapılmazsa insanlardan kaçmıyor sevilmelerine de izin veriyorlardı. İlginçtir özellikle ayinler sırasında kilisenin avlusuna girer çan kulesinin dibinde bekleyip dururlardı. O gece de öyle yaptılar. Geldiler, çan kulesinin altına sığındılar. Hem geviş getiriyor hem de sanki vaaz yahut ilahi dinliyorlardı. Bir ara boynuzlu olanı başını yukarı kaldırmış, Lagana tarafından esen rüzgârı kokluyordu. Boynuzsuz olanı başını erkeğinin boğazının altına doğru uzatmış öylece hiç kımıldamadan duruyordu. Bir bilmeyen görse, kilisede yapılan ibadeti izliyor veya dinliyorlar sanabilirdi. Gece geç saatlere kadar çan kulesinin altında beklediler. Liveralılar içeride onlar dışarıda yeni yüzyılı karşılamak için ibadet etti.
Kilisenin dış kapısı açıldığı zaman yarı gece çoktan olmuştu. Kandil ışıkları avluyu ve ardından çan kulesini aydınlattı. O anda geyikler ağır hareketlerle geriye döndü, yine o tembellikle selvi ağaçlarının arasından yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kapıdan çıkan iki delikanlı peşlerinden koştu ama onlar koşunca geyikler de hızlandı, yetişemeyeceklerini anlayınca durdular.
Kiliseden çıkan, sözü sohbeti dinlenen bazı adamlar evlerine giderken, geyiklerin kerametinden söz etti yol arkadaşlarına. Dinleyenler de; “bu işte bir hal bir keramet var” diye düşünüyordu.
Ğorğor Şalvaridis küçük Livera mahallesinde otururdu. Üç ay önce muhtar seçilmişti. Henüz yeni muhtardı ve herkese nasip olmayan bu yeni asrın ilk gecesini köyün muhtarı olarak büyük kilisede karşılamak istedi. Oysa 24 yıl boyunca sürecek olan muhtarlığını ve halkının Livera’da yaşayacağı zamanın son çeyrek yüzyılına girildiğini bilmesi düşünülemezdi elbet.
Gecenin yarısı çoktan geride kaldı. Bazı yerleri taş döşeli patika yollardan, herkes evine doğru yürüyordu. Şalvaridis ve arkadaşları iki mahalle arasındaki sırtı aşmış artık küçük Livera tarafına dönmüşlerdi. Bulutlar arasından arada bir kendisini gösteren ay, diğer yandan dağlardaki kar’ın parlaklığı önlerini görmelerine yetiyordu. Mahallenin girişindeki çam ağaçları arasından akan ırmağın ala karanlık yolu boyunca yürüdüler. Sonra sık ağaçlar arasından geçen yola ulaştılar. Artık önlerini pek de seçilemez hale geldiler, daha yavaş ve dikkatli yürümeleri gerekiyordu. Irmaktan akan suyun çağlama sesi olabildiğince çok çıkıyordu. Suyu geçtiler, ağaçlar arasından da çıktılar, Lazaridis’in evi göründü. Nereden geldiği belli olmayan bir silah sesi geceyi ikiye böldü sanki. Ses Verizena kayalıklarında yankılanarak Kudula vadisine doğru aktı gitti. “Durun!” dedi muhtar. Der demez o anda her yer zifiri karanlığa büründü. Birbirlerini göremediler. “Olacak iş değil” diye bir ses duyuldu karanlığın içinde hepsi şaşkındı. “Silah sesinin nerden geldiğini anlayabildiniz mi?” diye sordu birisi. Kimse cevap veremedi. Muhtar belinden silahı çıkardı, biraz bekledi. Sonra elini havaya kaldırdı, gecenin karanlığına doğru tetiği çekti. Onun sesi de karşı yamaçlarda yankılandı ve yankı kayarak vadi boyunca aktı gitti. Nefeslerini tutup bir cevap verilir mi diye nafile beklediler. “Gecenin bu saatinde karanlığa sıkılan kurşunların hayra alamet olmadığını düşünüyorum” dedi birisi. Herkesin içinde nedeni belirsiz bir endişe, bir kuşku olduğu halde evlerine doğru tekrar yürümeye başladılar.

Livera'nın Son Rum Muhtarı
Ğorğor Şalvaridis (1922)
Muhtar Şalvaroğlu Ğorğor, elindeki tahta kürekle sabaha karşı bastıran karın avludaki birikintisini temizliyordu. Filikoğlu Astemi iki mahalleyi ayıran sırta geldi, oradan seslendi fakat duyuramadı. Bir parmağını ağzına soktu ve ıslık çaldı. Muhtar ıslığı duydu, o da aynen cevap verdi. Filikoğlu; “Metropolit hazretleri papazlarla beraber toplanmış seni de istiyor, hemen gelmelisin!” diye bağırdı. Söyleneni anladı Şalvaroğlu. “önemli bir şey olmalı” diye geçirdi aklından, elindeki küreği evin duvarına yasladı içeri girdi. Paltosunu giyerken karısı Desmina’ya durumu anlattı; “Önemli bir şey olmalı” dedi. Tekli tabancasını palaskasına taktı, barut kesesini de yan cebine koyup çıktı.
Sabaha karşı yağan kar yolda yürümeyi zorlaştırıyordu. O yüzden metropolitlik binasına ancak yarım saatte gidebileceğini hesap etti.
Küçük Livera geride kaldı, gökyüzü bulutlarla kaplı. Muhtar Verizenaya doğru baktı, yağan karın köy değirmenine kadar inmiş olduğunu gördü. Şimdi de Büyük Agios Georgios Kilisesi karşıdan göründü. İki katlı Metropolitlik binası da hemen önünde ve biraz aşağısındaydı. Her iki yapı da kar kümelerinin altında beyaza bürünmüş bir gelin gibi görünüyordu. Yukarıdaki Lagana ormanı da kardan bir elbise giyinmiş genç kız misali köy içi yollarda yürüyenleri süzüyordu sanki.
Çizmeleri onu yeteri kadar koruyamadı, eriyen kar nedeniyle içleri su dolmuş, ayakları ıslanmıştı. Metropolitliğin yokuşuna varınca Turnaoğlu’na yetişti. O da çağrılmıştı, peş peşe yokuşu çıktılar.
Avluya girdiler, paçalarına sarılan kar dökülsün diye ayaklarını sertçe yere vurdular. Avlu kardan temizlenmişti, papazlar ve Metropolit de çoktan yerlerini almıştı.
Alt kata girişin yanındaki merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Metropolitin oda kapısı açık içerisi kalabalıktı. Açık kapıyı tıkladı, Metropolit gırtlaktan çıkan bir sesle “gir!” dedi. Heybetli bir adamdı ve sırtı pencereye dönük vaziyette ayakta duruyordu. Karşısında papazlar ve köyün ileri gelen adamları oturuyordu. Muhtar ve Turnaoğlu hazırda bulunanlara selam verdi.
“Yanıma gel şuraya otur, Şalvaroğlu” dedi Metropolit Hrisantos.

Herkes sessizce onları izliyor. Uzun sakallı, kalın sesli koca adam;
“Sana büyük bir görev veriyorum Muhtar.”
Şalvaroğlu dikkatle Metropolit’e baktı, heyecandan dizleri titriyordu.
“Sen yiğit bir delikanlısın, şanına yakışır bir iş veriyorum sana.”
Muhtar önce oturanlara baktı sonra da gözlerini konuşan adamın gözlerine dikti.
“Dün gece ayinimizi izlemeye gelen geyiklerden dişi olanını vurdular.”
Şalvaridis o anı hatırladı fakat silah sesinin nereden geldiğini anlayamamıştı.
“Bu cinayet bizim için, yani Liveralılar için kara bir leke olarak kalacak. O dişi geyik belki de Meryem anamızın yirminci yüzyıla girerken oluşan bu dünyadaki gölgesiydi. Öyle olmasaydı, geyikler yıllardan beri köy içinde bizden biri gibi gezebilir miydi? Kilisenin önüne gelip çan kulesinin altına sığınarak ayinlerimizi izler miydi? Normal bir hayvan için kilise ayinleri bir anlam ifade ifade eder mi?”
Yaşlı adam konuşurken duygulandı, gözleri yaşardı. Geriye döndü, pencereden dışarı, aşağı mahalleye doğru baktı. Odadakilerin hepsi çok üzgün ve endişeli görünüyordu.
Muhtar;
“Dün gece eve giderken bir silah sesi duydum. Ortalık bir anda kapkaranlık, göz gözü görmez oldu” dedi. “Sesin nereden geldiğini anlayamadım. Ben de havaya bir el ateş ettim, cevap veren olmadı.”
“Raşi yolunda, ormana girerken yabani armut ağaçlarının altında vurmuşlar” dedi genç bir papaz.
“Şimdi anlıyorum” dedi Muhtar. “Onu vuranı yakalamak ve ondan hesap sormak boynumun borcu olsun.”
Yavaşça yüzünü içerdekilere dönen Metropolit;
“Sana güveniyorum evlat, eğer katili bulamazsan başımıza gelecek felaketin boyutunu ne sen tahmin edebilirsin ne de ben.”
Livera / Verizena semt Kilisesi

Aradan bir yıl geçtiği halde dişi geyiği vuran adam bulunamadı. Ne var ki erkeği, koca boynuzları ile köye eskisi gibi gelip ortalıkta dolaşıyordu. Arada bir kiliseye de gidiyor ama artık çan kulesinin dibine yanaşıp ayinlerle ilgilenmiyordu. Bazen meleyerek köy içi yollarda koştuğu olurdu. İnsanlar onun için; “Eşini arıyor” şeklinde yorum yapardı. Arada bir ormana giderdi. Hava güneşli olduğunda döner, köy içi yollarda dolaşır, kiliseye de mutlaka uğrar ama çok durmaz geçip giderdi. Sonra da bir fındıklığa girer otlamaya başlardı. Kadınlardan ve çocuklardan kaçmazdı.
Aradan seneler geçti, boynuzları iyice dallanıp budaklandı, yaşı da oldukça ilerledi. Bir sonbahar günü ormana girdiğini gören oldu da çıktığını bilen olmadı. Köylüler sonraki günlerde aylarca aradılar onu. Bazıları İsa’nın yanına uçtuğunu, bazıları da onu kurtların parçalamış olabileceği fikrini savunuyordu.

1910’un yılbaşı yaklaştığı halde o sene henüz kar yağmamıştı. Noel günüydü, köyden iki delikanlı “Ziya Kayalıkları”na doğru çıktı. Dönüşte bir erkek geyik kafa iskeleti buldular. Bunun, dillere destan ünlü geyiğin kafa iskeleti olduğunu düşündüler. O boynuzları köy içinde tanımayan yoktu zaten. Ve delikanlılar boynuzları köye götürüp Metropolit’e teslim etti.
Metropolit bir gün sonra bir bildiri yayınladı. Artık, Liveralıların bir musibete duçar olacaklarını bunun için çok dikkat etmeleri gerektiğini, istedi.

Birkaç yıl daha geçti. Birinci dünya savaşı patlak verdi. Geyiklerin öyküsünü buna yordular. Bitmez tükenmez bir savaş gibi gözüküyordu ve giden delikanlıların hiçbiri geri dönmüyordu.
Savaşın sonunda Osmanlı devleti yıkıldı. Memleket temelli sahipsiz kaldı. Dağ yolları asker kaçağı eşkıyalarla doldu. Artık hiç kimse, korkusundan yaylaya gidemiyor ve Trabzon’daki Gülbahar Hatun vakfına yiyecek bir şey gönderemiyordu. Bu kez geyiklerin olayını buna yorumladılar.
Zengin bir köy olan Livera yoksullaştıkça yoksullaşıyordu. Muhtar Şalvaroğlu ise artık ellisine yaklaşıyordu. Köye sıkça uğrayan Müslüman ve Hıristiyan çetelerine yiyecek temin etmek zorunda kalıyordu. Köy gençleri ya savaşta kaybedildi, ya gurbete gitti yahut da çetelere ekleştiler.
Maçka’nın ünlü Kaymakamı Sadullah Koloğlu bir gün onu makamına çağırdı. Öyle bir emir verdi ki yenilir yutulur şey değildi; “Bütün köylüler bohçasının dışında taşıyamayacağı her şeyini burada bırakarak Yunanistan’a gidecek” dedi. Bu emir karşısında muhtar dondu kaldı, her tarafı uyuştu hiçbir şey hissedemiyordu. Olduğu yere bir boş çuval gibi yığıldı kaldı. Sadece, 23 sene önce, bir gece vakti ırmağı geçerken duyduğu silah sesi kafasının tam içinde yeniden patladı. Sona da kendi silahından çıkan sesin Kudula ve Sümela vadileri boyunca yankılanarak ilerlediğini hissetti.
Kaymakam odacısını çağırdı, su getirmesini istedi. Muhtarın yüzünü boynunu ıslattılar, kendisine gelince; “Bu söylediğiniz gerçekten doğru mu Kaymakam Bey?” diye sorabildi.

Sene 1923, aylardan Şubat 24, günlerden Cumartesi ve Şalvaroğlu Ğorğor, bütün köylüleri ama çoluk çocuk ve kadınlar dahil olmak üzere herkesi büyük kilisenin avlusuna topladı. Meydana sığmayanlar çevre yolları, metropolitlik bahçesini, hatta bitişik fındık bahçelerini de doldurdu. Sadece Hıristiyanlar değil, köydeki tüm Müslümanlar da bu kalabalığın içindeydi. Ortalık ana baba gününe dönmüş her kafadan bir ses çıkıyordu. Korku, kuşku, endişe ve ‘ne olacağız’ sorusu insanları çıldırtacak gibiydi. Aslında burada ne söyleneceğini herkes biliyordu ama her işin bir çıkar yolu vardı, olmalıydı ve bu mesele de çözümlenebilirdi.
   
Muhtar Şalvaridis, kilise avlusunun ortasında selvi ağaçlarına yakın yerde bulunan çan kulesinin ikinci katına çıktı. Herkes ona bakıyordu. Hava bulutlu güneş görünmüyor. Sumaha Dağı’nı saran dumanlar mezere eteklerine kadar yayıldı. Deniz tarafından akan beyaz bulutlar Mulaga tepelerini görünmez hale getirmiş, yağmur işareti yok ama sıkıcı bir havanın varlığını herkes algılayabiliyordu. Muhtar;
“Kardeşlerim, arkadaşlarım, köylülerim …” diyebildi. Sözler boğazına düğümlendi, konuşamadı sustu.
Yüzlerce insanın gözü kulağı onun üzerindeydi.
Neden sonra;
“Yıllardan buyana bizi üzen geyikler öyküsünün gerçek anlamı şimdi daha iyi anlaşıldı. Hepimiz iyiye yorum yaptık, başımıza gelebilecek bu felaketi hayal bile edemedik. Devletin hakkımızda verdiği kararı duymuş olmalısınız. Hepimizi bütün köy halkını Yunanistan’a sürecekler.  Bizim için bu kararı verenler, bir bakıma idam fermanımızı da uygulamaya koydu. Bundan böyle ne siz Liveralısınız ne de ben Muhtarınız” dedi ve sustu.
Herkes ona bakıyor ama söylediklerinin doğru olmadığı düşünülüyordu.
Son sözlerini de kısık ve boğazına düğümlenir şekilde söyledi;
“Artık hazırlanın… şunu da bilin ki taşıyabileceğinizden gayri hiçbir şey götürmenize izin verilmeyecek…”
Turnasoğlu Yorgo kalabalığın ortasına doğru yürüdü elini havaya kaldırarak bağırdı;
“Olmaz öyle şey, biz Osmanlıyız, Yavuz Sultan Selim’in akrabalarıyız” dedi.
İnsanlar şaşkındı, pek çoğu onu duymadı, doğrusu hiç kimse ne diyeceğini ne yapabileceğini de bilemiyordu.
Tarhanoğlu Lazaridis iki elini havaya kaldırarak haykırdı;
“Böyle saçmalık mı olur? Ben ne bilirim Yunanı, Trabzonluyum ben. Kimse köyümden çıkaramaz beni.”
Livera Son Rum Öğretmeninin kızı Desmina Hanım
Yusuf Bulut ile (2006 / Trabzon)
Onu da duyan olmadı sanki.
Bayram oğlu Anastasios selvi ağaçları tarafındaki duvarın üzerine sıçradı, avuçlarını ağzına boru yaptı olanca gür sesiyle;
“Evimiz köyümüz ne olacak, insan insana böyle zulüm yapar mı?”
“Unutmayın ki Osmanlı olmanız, Yavuz Selimin akrabası olmanız yetmez, Müslüman değiliz! Başka dindeniz!” dedi yaşlı bir adam.
“Ama Allahımız aynı!” diye bağırdı kalabalık arasından genç bir delikanlı.
“Geyikleri hatırlayın, her suçun bir bedeli olmalı, katillerini yakalayamadık. Bu beceriksizliğin cezasını hep beraber ödeyeceğiz. Kendimizi kandırmayalım, hakkımızda verilen kararı değiştiremeyiz, bir an önce yol hazırlığına başlayalım!”  Bu son sözü papaz evi tarafındaki duvarının üzerinde ayakta duran ve peştamalının ucunu sıkıca tutup çekiştiren bir geç kadın haykırdı. Onun tam önünde duvarın dibinde duran güçlü kuvvetli bir başka kadın; “Alın yazısını kimse değiştiremez” dedi ve arkasından iki parmağı ile bir istavroz çizdi göğsüne.

Muhtar başını yukarıya kaldırdı kulede asılı olan çan’a baktı. Sonra da elini uzatıp ipini tuttu, hızla kendine doğru çekti. Çıkan ses yukarıda Ziya kayalıklarına, diğer taraftan Hortokop Dağı’nı aşarak Mulaga vadisine doğru son kez yayıldı. Ve sonra, titreyen bacakları ile ağır ağır kuleden inmeye başladı, bütün köylüler olup bitenler karşısında donup kalmış, dilleri tutulmuştu sanki…
Bu efsane aynı adlı kitapta yayınlandığı sene pek çok gazetede reklamı yapılmıştı 


Bu öykü kaleme alındığında, eski Liveralılar çoktan gitmiş yerlerine yenileri, Müslüman olanlar gelmişti. Olayın üzerinden 87 sene geçti. Geyiklerin Livera üzerindeki laneti halen devam ediyor. Livera köyü ne gidene yar oldu ne de gelenlere…
Yine de efsane/öyküye inat, hem gidenler hem de yeni gelenler büyük bir aşkla seviyor yaylalarını, dağlarını, ormanlarını, yazını, kışını ve baharını…
Hem eski gidenler hem de yeni gelenler, gurbet elde bir “Trabzon” sözcüğü duymaya görsün yanar da tutuşurlar. Hele de bir yerde karşılaşsalar, Hıristiyan Müslüman hiç fark etmez, o anda memleketi oraya taşırlar… 



___________________________

GÖMLEKSİZİN KÖPRÜSÜ

Bitinya, Güney Karadeniz ülkelerinden biri idi. Batısında Marmara denizi, kuzeyinde Karadeniz, doğusunda Pontus, Paplagonya ve Galatya (Şimdiki Ankara) güneyinde ise Pergamum (Bergama) devletleri ile komşuydu. Dünyanın en dehşet ormanlarına sahipti. Bu yüzden olmalı ki küçük ama güçlü bir ülkeydi. Uzak Asya’dan gelerek Avrupa’ya ulaşan ipek yolu da Bitinya topraklarından geçerdi. Ülkeye giren kervanlar ilk önce Laganya’da (şimdiki Beypazarı) konaklardı. Komşu ülke Galatyalılar ipek yolu kervanlarının orada konaklamasına ve böylece Laganya’nın zenginleşmesine katkıda bulunmalarından hiç memnun değildi. O yüzden arada bir Bitinya’ya savaş açarlardı. İşte bu saldırılar yüzünden Bitinya kralı, kendisine bağlı olan Laganya’yı yönetmek için güçlü ve zeki bir Bey’e görev verirdi.
Aslına bakarsanız Laganya Beyi olmak bıçak sırtı bir iş idi. Hem komşu ülke Galatya ile savaşıp başa çıkacak hem de Bitinya Kralı’na zamanında ve yeteri kadar vergi ödeyerek güvenini kazanmak gerekiyordu.
Kral Prusias zamanında Laganya Beyi Orfe idi. Orfe genç korkusuz atik ve savaşçı bir adamdı. Onun zamanında Beylik en parlak dönemini yaşadı. Tarıma uygun arazileri bereket fışkırıyordu, ahalinin karnı tok sırtı giyinikti. Bu yüzden olmalı ki ahali, Orfe ve ailesini pek severdi. Bey’e hizmet etmekte yarış ederlerdi.
Bey Orfe’nin ailesi oldukça kalabalıktı. Büyük kızı Alginya çok akıllı, zeki ve savaşçıydı. Bu özellikleri nedeniyle bütün Laganyalılar tarafından pek sevilirdi. Belki de mistik bir saygıdan dolayı Alginya’ya hiçbir erkek talip olamadı. Olamadı ama aslında o tüm Laganyalıların sevgilisiydi. Hatta onun Tanrı Atalante’nin (Av Tanrısı) kızı olduğuna inananlar bile vardı. Kim ne derse desin, babası Orfe’nin sağ koluydu. Savaşta ve barışta olağanüstü başarılar sergilerdi. Her sabah atına atlar Laganya’nın kuzey tepelerinde bir tur atardı. Güneşli günlerde ise ovayı dörtnala geçerek güneydeki dağlara tırmanır, oradan bakarak kervan yolunu gözetlerdi.
Uzun zaman oluyor ki Laganya, böyle bir barış ve bereket ortamı yaşamadı. Yirmi seneden beri her şey yolunda gidiyor ahali mutlu Bey daha da keyifliydi. Vergiler zamanında toplanarak krala gönderiliyor, kervanlar düzenli işliyor, ticaret yolunun güvenli oluşu sayesinde memleket olabildiğince zenginleşiyordu.
Bey Orfe artık altmışlı yaşını sürüyordu. Bir güz günüydü, güneydeki küçük tepenin üzerine yaptırdığı ama Laganya’yı her yanı ile gören sarayının avlusunda güneşleniyordu. Büyük karısı, yani Alginya’nın anası Semele yanına gitti. Oturmak için izin istedi. Bu izin istemek her zaman olan işlerden değildi. Genellikle önemli bir şey söyleyecek olduğu zaman ve kocasını yalnız bulduğunda böyle olurdu. İzin verilince saygı ile oturdu;
“Semele” dedi Orfe; “Artık yaşlandım, eskisi gibi ata binemiyor kılıç kullanamıyorum. Tek umudum Alginya. Ne var ki onu bir türlü evlendiremedim. Torunlarımız var ama eminim ki Alginya’dan doğacak olanlar Laganya’yı sorunsuz yönetebilirdi. Artık o da yaşlandı, kırkını geçti” dedi ve sustu. Bir süre ikisi de sustu, karı koca öylece, karşıdan görülen Laganya kentinin sokaklarında dolaşan insanları izledi.
Semele elini kocasının dizi üzerine koydu;
“Bey” dedi. “Sana bir şey söylemek istiyorum.”
Dikkatle karısının yüzüne baktı adam;
“Hadi söyle”
“Söylemek zorundayım ki Alginya hamile.”
“Ama o evli değil.”
“Evet, benim korkum da oradan geliyor zaten. Neredeyse gökteki ay iki kez dolunay haline geldi, hamileliğini izliyorum. Karnı her gün biraz daha büyüyor, şişiyor.”
“Olamaz! Alginya bana böyle bir şey yapamaz! O istedi de ben evlendirmedim mi?” dedi ve bir hışımla yerinden fırladı, sarayına doğru yürüdü. Karısı da peşinden gitti. Bey önde Semele arkada Alginya’nın odasının önüne vardılar. Kapıya bir tekme vurdu Orfe, ardına kadar açıldı. Alginya yataktaydı ve keyifsizdi. Babasını böyle sinirli görünce yüreği ağzına geldi. Yatağının içinde doğrulmak istedi ama yapamadı.
“Bu ne haldir Alginya? Sen istedin de ben evlendirmedim mi? Bu ne hal, söyler misin halkımın yüzüne nasıl bakarım şimdi? Bey’in kızı gizlice döl edinmiş demeyecekler mi?”
“Hastayım baba hamile değilim. Karnım ağrıyor her gün biraz daha takatten düşüyorum, ateşim çıkıyor, kusuyorum. Hamile değilim hastayım diyorum, kimseye inandıramıyorum! Sen beni iyi tanırsın baba, neden inanmıyorsun sözüme, şimdiye kadar yalan konuştum mu sana?”
Dili tutuldu sanki, ne diyeceğini bilemeyen Bey hızla geriye döndü, odadan çıktı yürüdü gitti. Karısı Semele öylece orada kapının arkasında dondu kaldı sanki. Alginya hiç böyle çaresiz olmamıştı, avuçlarını yüzüne kapattı hıçkırarak ağlamaya başladı.
Laganya Beyi Orfe avluya çıktı adamlarına haber saldı. On iki savaşçı kaşla göz arasında at ahırının önünde toplandı. Bey sinirli ve şaşkındı, bir ileri bir geri yürüyüp duruyordu. Neden sonra durdu, gözlerini adamlarının yüzünde gezdirdi.
“Beni iyi dinleyin! Bu konuştuğum sözler burada kalacak” dedi ve yine dolanıp durmaya başladı. Adamları dikkatle onu izliyor ve muhtemelen önemli bir düşman saldırısı var diye hesap ediyorlardı. Uzun zaman oldu onu bu kadar sinirli görmemişlerdi. Bey durdu, ağır adımlarla adamlarına yanaştı. Eli ile yaklaşın işareti yaptı ve sessizce konuşmaya başladı.
“Alginya hamile, çocuğu kimden peydahladığını da söylemiyor. Benim gibi bir Beyin böyle bir kızı olmamalı. Atlarınızı hazırlayın, onu da bir katıra bindirin güneye doğru gidin. Dağların arkasında bir yere götürüp bırakın, öldürmeyin, kurda kuşa yem olsun. Kılıcımla kellesini çoktan uçururdum ama ahali seviyor onu, öldürürsem işler karışabilir. Kimseye söylemeden götürün kaybedin onu. Yürüyemiyor zaten, dağların arkasında çetin bir yamaçta bırakın ki dönüp bir daha gelemesin. Katırı ona bırakmayın alın gelin. Hadi göreyim sizi, iş başına…”
Emri alan adamlar deli gibi Alginya’nın odasına daldı. Dört kişi onu yatağından koparıp aldı. Çığlıkları duyulmasın diye önce ağzını bağladılar sürükleyerek götürdüler. Katırın sırtına bindirip bağladılar. Sarayın arka tarafından hiç kimsenin göremeyeceği yerden ormanın içine karışıp gittiler.
O kendisini götüren adamların hepsini tanıyordu. Hamile değil hasta olduğunu anlatacaktı onlara ama ağzı bağlıydı. Yol boyunca hiç kimse ilgilenmedi onunla, hatta soru soran bile olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse onu götürenler daha dün karşısında saygı ile dururdu. Ama şimdi Bey emir verdi ve emri yerine getirmemek olacak iş değildi. Alginya ne derse desin umurlarında değildi.
Atlılar güneydeki dağın yamacına doğru tırmanmağa başlayınca Alginya’nın sancıları dayanılmaz bir hal aldı. Fakat o ölümüne, dağların arkasına bırakılmaya götürülüyordu. Emir kesindi ve bu yazgıyı hiç kimse değiştiremezdi.
Güz güneşi çoktan batıya dönmüş, çıktıkları dağın yamacı ala karanlık hale gelmişti. Soğukça esen bir kuzey rüzgârı, akşamın serini ile birleşince üşütüyordu hasta yolcuyu. Dağın tepesine çıktıklarında güneş, ufuktaki sarı kuşağın arkasından kayboluyordu. Buradan Galatya köyleri görünüyor, çok uzaklardan köpek havlamaları duyuluyordu. Artık dağın arka yüzünden aşağı inmeye başladılar. Atlar yürümekte zorluk çekiyor. Karanlık iyice çöktü. Ekibin başındaki adam ilk kez konuştu.
“Durun! Tamam, arkadaşlar buraya bırakıp dönelim. İndirin onu!”
Emir acele ile yerine getirildi.
“Alginya” diye seslendi adam.”Seni burada bırakacağız. Eğer dediğin gibi ise, yani sen haklıysan (Yazgı Tanrısı) Mira seni koruyacaktır. Yok eğer yalan konuşuyor ve bir erkekten döl aldıysan burada yılanlara çıyanlara yem olacaksın.”
Başkaca bir şey demedi, on iki adam yeniden atlarına bindi ve Alginya’nın katırını da alarak yokuş yukarı çekip gittiler.

Ellerini çözmüşlerdi ama ağzı henüz bağlıydı. Önce o bağı çözdü. Sonra ayağa kalkmak istediyse de başaramadı. Orada öylece gecenin zifiri karanlığı içinde eriyip gideceğini düşündü. Fakat öyle olmadı, gecenin soğuk ve karanlığı ona iyi gelmeye başladı. Önce bir çaresizlik duygusuna kapıldı, ardından sessizce ağlamağa başladı. Doğrusu o, bu dağların her yerini avucunun içi gibi bilir. Hasta olmasa yine eskisi gibi buralarda bir kısrak gibi koşabilirdi. Lanet olası bu karnı şiştikçe şişiyordu, artık onu daha fazla taşıyamayacağı duygusu ağır basıyordu.
Galatya dağlarının arasından Ay kendisini bir parça gösterdi. Alginya yakın çevresini seçebilmeye başladı. Artık üşüyor, üşüdükçe karnı daha da şişiyor, ağrıyor. Elinin uzanabileceği yerde bir dal parçası fark etti, uzandı aldı. Orman içinden çakal ve kurt ulumaları duymaya başladı. İçini bir korku sardı. Eğer gelecek olurlarsa bu savunmasız haliyle paramparça edileceğini düşündü.
Elinde olmayarak hıçkırarak ağladı. Her seferinde göğsü inip inip kalkıyor gözyaşları gerçek iki çeşme gibi akıyordu. Orada öylece ne kadar ağladığını hatırlayamadı ama gözyaşları göğsünden aşağı akarak önündeki toprağın üzerinde birikmeye başladı. Artık daha fazla ağlamak istemiyordu ama kendine bir türlü engel olamıyordu. Elindeki ağaç dalı ile önünde biriken gözyaşlarına bir akar kanal oluşturmak istedi. Ne kadar zamandır öylece toprağı eşelediğini hatırlayamadı, “Fakat bu işte bir gariplik var” diye geçti içinden. Ne kadar gayret gösterse gözyaşlarından oluşan göleti bir türlü bozamıyor. Sonra da; “bir insandan bu kadar gözyaşı çıkamayacağı” kanaati oluştu kendisinde. Bir hayal dünyasındaydı sanki, yerde mi gökte mi olduğuna karar veremiyordu.  
      Artık Ay iyice yükseldi vakit gece yarısını geçmiş olmalı. Gecenin rüzgârı yakınındaki çam ağaçlarını okşayarak geçiyor oluşan hışıltı kulaklarını da okşuyor gibi geldi ona. Yakınlarından gelen yaban hayvanı seslerine de alıştı artık. İçine düştüğü hayal dünyasından bir türlü çıkamıyor, sanki rüyada yaşıyordu. Karnının ağrısı da azaldı. Oturduğu yerden sıcak bir su çıkmaya başladı. “Olamaz, gözyaşlarım bu kadar birikemez” diye düşündü ama ortada bir gerçek vardı. Biriken o sıcak suyun gölü içinde keyifli bir şekilde oturuyordu. Ay ışığı sayesinde yarı aydınlık ormanı izleyebiliyor ve öylece oturduğu yerde üşümüyor, uyuyordu sanki.
Sabahın aydınlığı uyandırdı onu. Önce çevresine bakındı. Büyükçe, ama suyu iyice sıcak olan bir gölün içinde oturduğunu gördü. Gölün çevresi bodur ağaçlarla sarılıydı. Aralardaki büyük ağaçların dalları bir çatı gibi üstünü örtüyor. Geceyi hatırladı; elindeki ağaç dalı ile karıştırdığı çamur meğerki gözyaşlarından değil yerin altından gelen bu sıcak sudan oluşuyormuş. Karnının acıktığını hissetti, hem açlık duyuyor hem de hararetten dili damağı kurudu. Başını eğdi sıcak sudan içti. Güneş tam tepeye gelene kadar suyun içinden çıkmadı içebildiği kadar içti. Yine de yine suyun tadına kanmadı.
Artık açlık da duymuyor kendisini iyi hissediyordu. Bir de dizleri ve karnı izin verse de ayağa kalkabilse başka bir şey istemezdi. Harareti bir türlü geçmedi. İkide bir su içmeye zorluyor kendisini.
İçinden bir ses “hadi bir daha dene bakalım, kalk yerinden!” diyordu. İçinden öyle geçiyordu ama buna bir türlü cesaret edemiyordu. Bir köpek geldi gölün diğer tarafında durdu, dilini uzatarak suyu yaladı. Sonra da Alginya’ya bakarak havladı. Sesinden tanıdı onu, sarayın çoban köpeklerindendi. İçine bir kuşku düştü; “acaba birisi mi getirdi onu? Belki de ölüp ölmediğimi kontrol ediyorlar.” Köpeğin havlaması bir türlü son bulmadı. Bu sese gelenler olabilir kuşkusuyla köpeği kovmak istedi. Ne dediyse olmadı, gitmedi hayvan. Suyun içinden bir taş parçası buldu köpeğe fırlattı. O anda inanılmaz bir şey oldu; ayaktaydı ve karnı da o kadar büyük değildi. Şaştı kaldı. Suyun içinde yürümeye başladı. Evet, yürüyebiliyordu artık. Üşüdü, yeniden çömeldi suyun içine. Elleriyle yeri yokladı, oturdu.
Bitinya, Bitinya olalı böyle bir şey ne duyulmuş ne de görülmüştü. Halkının gözdesi olan Alginya önce hasta oldu, gözden düştü, sonra canını zor kurtardı. İşte şimdi yeniden Tanrı Mira ona bir şans daha tanıyor olmalı. Bir gecede ayağa kalkar hale geldiğine göre birkaç gün içinde tamamen iyileşeceğine kanaat getirdi.
Sıcak su, Alginya ve çoban köpeği, ulu dağların ardında iyi bir üçlü oluşturdu. Artık yırtıcı yaban hayvanlarından da korkmuyor. Üç gün boyunca suyun içinden çıkmadı. Arada bir su içti yemeği yoktu zaten, yemedi, onun yerine su içti. Artık ayağa kalkıyor suyun içinde keyifle dolaşıyordu. Havuzun en derin yeri memelerine kadar geliyordu. Su içinde geziyor ayağına takılan ağaç parçası yahut küçük taşları temizliyor kendisine iş çıkarıyordu.
Artık karnı da iyice küçüldü, ağrıları dindi, dilediği gibi yürüyebiliyor. Eski güzel günleri geldi aklına mutlandı. Sudan çıktı bir meşe ağacının kovuğuna gitti oturdu, sonra köpeği çağırdı. Koşarak ve kuyruğunu sallayarak geldi hayvan. Sırtını sıvazladı sevdi onu. “Ben üşüyorum yine suya gireceğim, sen buralarda dolaş koru beni e mi?” dedi ona.
O suya doğru giderken köpek de yokuş yukarı koştu. Çok geçmeden dişleri arasına astığı bir bohça ile döndü. Bohçayı gören Alginya tanıdı, annesinin sofra örtüsüydü. “Ortalıkta kimse olmadığına göre onu buraya getiren adamlar mı bırakmış” diye geçti aklından. “Eğer öyle değilse şu anda biri beni gözlüyor olmalı.” Sudan çıktı köpeğin getirdiği bohçayı acele ile açtı. İçinde geçen sene çok pahalıya satın aldığı o meşhur ipek gömleği ve birkaç parça da kışlık elbisesi vardı. Buna çok sevindi. Bütün ihtimalleri bir tarafa atarak; “Bunları annem hazırladı ve beni getiren adamların birine verdi. O da bana veremedi geri dönerken yere düşürdü” diye hesap etti.

Alginya dağların ardına bırakıldığı zaman gökteki ay yuvarlaktı, işte şimdi yine yuvarlak. Bu kadar zaman içinde iyileşti karnı tamamen eridi gitti. Artık kendisini çok iyi hissediyor. Ama babasına gönül koydu. Bundan böyle Galatya’lılara esir düşse bile kılını kıpırdatmayacaktı. Çünkü o kendisine inanmamış bir erkekten döl almakla suçlamıştı. Oysa bu onur kırıcı davranışı yapmayacağını bilmesi gerekirdi. Artık kararını verdi; bundan böyle yoksul insanlara yardım edecek hayır işleriyle uğraşacaktı. Saraya bir daha adım atmayacak, onu seven yoksul halkın içinde hiç kimseye belli etmeden, kılık değiştirerek yaşayıp gidecekti.
Şimdi sağlığına kavuştuğuna ve ölümden de döndüğüne göre hayata yeniden başlayabilirdi. Önce sıcak su gölünün çevresini düzenledi. Su, gölün içinden çıkıyor bir seviye oluşturuyor sonra da Galatya ovasına doğru akıp gidiyor. O tarafa doğru akıyor ama çok uzağa gidemeden, yine toprağın içine süzülüp kayboluyordu.
Artık kış mevsimine girildi. Alginya dağ başında ormanın içinde, sıcak su gölünün yanında kendisine mutlu bir yaşam biçimi kurdu ama artık kar ve kış buralarda daha fazla kalmasına izin vermiyordu. Uzaktan görülen Galatya dağları kalıcı olarak karlandı. Zaten yalnızlıktan sıkılmaya başladı. Güneşli bir günde köpeği ile beraber Laganya’ya doğru gitmek üzere yola koyuldu.
Şimdilerde saray onun için hiçbir anlam ifade etmiyor. Daha kuzeye gidecek halkın arasına karışacak ama güvendiği bir dostunun evine konuk olacaktı. Olanca elbiselerinin tümünü giyinmiş sadece ipek gömleği bohçasının içindeydi. Önce yokuş yukarı tepeye çıktı, sonra dağın geçidinden aştı, kuzey yamacından aşağı doğru inmeye başladı. Köpek bir kayboluyor sonra yeniden yanına geliyor. Belli ki av peşine koşuyor. Güneş batıya doğru döndüğünde o, Laganya deresine ancak indi. Derenin kenarında evler vardı ve sahiplerini tanırdı. Orta yaşlı bir kadın biraz ilerde çeşmenin yanında oturuyordu. Eski alışkanlığına uymuş olmalı ki kadını yanına çağırdı, yolda gelirken avladığı keklikleri verdi ona; “Pişir de yiyelim” dedi. Kadın da Alginya’yı tanıdı. Saygı ile verilenleri aldı, söyleneni yaptı.
Keklikler pişirilmeye hazırlanırken o da bir taşın üzerine oturdu suyun akarını izlemeye koyuldu. Demek ki bu kadın öykümü duymamış, haber buralara kadar gelmemiş diye düşündü. Köpek havladı. Döndü o tarafa baktı, kırk elli kadar deveden oluşan bir kervan geliyordu. İlgisiz bir tavırla onlara değil de akan suyun oluşturduğu köpükleri izlemeyi tercih etti. Eski, hastalıklı hali geldi gözünün önüne. Şişkin ve ağrılar içindeki karnı nasıl olmuş da dağdan çıkan sıcak su ile tedavi olmuştu? Bunu şimdilik hiç kimseye anlatmamalıyım diye düşündü.
Kervan geldi biraz öteden suyun yufka yerinden bu tarafa geçmeye başladı. O yine bir takım hayallere dalmış suyun akarına bakıyor. Bir adam;
“Alginya!” diye seslendi. Döndü baktı, tanıyamadı. Kervancının teki olmalı diye düşündü.
“Seni burada görmek ne büyük şans” dedi adam. Dikkatle baktı çıkaramadı, kervancı anladı;
“Tanıyamadın mı? Daha önce geldiğimde sana bir ipek gömlek satmıştım. Artık öylesini bulmak mümkün olmuyor, Çin’e gitmek lazım. Umarım keyifle kullanıyorsun” dedi.
Hatırladı adamı, birden bir şimşek çaktı kafasında.
“Evet, hatırlamam mı kervancı başı. Ben de şimdi onu düşünüyordum. Keşke o gömleği almasam da onun parası ile bu dere üzerine bir köprü yaptırsaydım diye düşünüyordum. Yağmur mevsimi su çoğalıyor insanlar, hayvanlar geçmekte çok zorluk çekiyor. Dereye düşüp boğulanlar bile oluyor.”
“Çok güzel bir fikir bu, Alginya. Geriye alabilirim onu, yeter ki sen köprü yap.”
“Yanımda, çok az giymişim” dedi ve bohçasını açtı gömleği adama uzattı. Kervancı evirdi çevirdi inceledi. “Kaça vermiştim bunu?”
“Yüzelli altın.”
“Tamam alıyorum.”
“Hayır, şimdi yüzeli olmaz, bu para ile köprü yaptıracağım. Üzerinden sen de geçeceksin. Eğer gerçek ederi kadar ödemezsen köprünün başına adam koyarım, senden köprü geçiş parası alırım. Yolculuk daha pahalıya mal olur sana”
“O zaman ikiyüz vereyim köprüden geçmek hakkım olsun” dedi gülümseyerek. Pazarlık biraz uzadı ama ipek gömlek 250 altına satıldı.
Alginya o akşam orada, o evde geceledi. Ve o sabah tanıdığı bütün köprü ustalarına haber saldı. Ovaya kar yağmadan köprüyü tamamlamak istiyordu.

Köprü inşaatı hızlı başladı. Bu sırada Algiya’nın iyileştiğini ve köprü inşaatına başladığını duyan Laganya halkı para almadan çalışmak üzere Alginya’nın çevresini sardı. İnşaat her gün biraz daha yükseliyordu. Parası çoktan tükenmişti ama gerektiğinde görevlendirdiği aksakal insanlar köyleri gezerek yardım toplayabiliyordu. Çalışanlar tarifi imkânsız bir heyecan içindeydi. Çünkü öldü sandıkları Alginya’ya kavuşmuşlardı. Daha da önemlisi sadece Laganya’nın değil, Bitinya’nın en büyük köprüsünü yapıyorlardı.
Köprü tamamlandı, sıra adını koymaya geldi. Bunun için çalışanların fikri soruldu. Herkes biliyordu ki Alginya bu işe başlamak için gömleğini satmıştı. Gömleğini satmış gömleksiz kalmıştı. O yüzden; “Gömleksizin ‘göğneksizin’ Köprüsü” verdiler adını. Prenseslerinin Laganya ahalisi için ne kadar büyük bir özveride bulunduğunu herkes biliyordu. Ve Alginyayı yere göğe sığdıramıyorlardı.
Köprünün tamamlandığı sabah kar yağdı. Her yer, ova, ormanlar bembeyaz oldu. Gömleksizin köprüsü bir ak gerdanlık gibi Laganya deresini süsledi. Merak eden ama özellikle dizlerinde derman olan Laganya’lılar köprüyü ziyarete gitti.

Alginya ise halkından büyük bir genel kabul gördü. Ondan sonra kendisini Laganya’lılara adadı. Saraya hiç gitmedi, onu “bilinmeyen erkeklerden döl aldı” diye suçlayanlarla hiç konuşmadı, görüşmedi.
Köprüyü yaptırmadan önce ipek gömleğinden başka hiçbir sermayesi olmadığı ve onu satarak halkına sunduğu hizmet, tüm Bitinya’da duyuldu, öğrenildi. O nedenle o köprüye “Alginya Köprüsü” adını vermek isteyenler de oldu. Ama o bunu kabul etmedi. “Gömleksizin köprüsü” adını daha çok sevdi.
                                ***
           Aradan bin yıllar geçti. Köprü defalarca yıkıldı, yeniden yapıldı. Fakat hiç kimse adını değiştirmeyi aklından bile geçirmedi. Günümüzde bile Ankara’dan Beypazarı’na gidenler son model bir köprüden ama “Gömleksizin” Göğneksizin Köprüsünden geçerler.
          Sıcak su ise orada, dağın arka yamacındaki küçük vadide öylece, halen akıyor, şifa dağıtmaya devam ediyor. Eskiden olduğu gibi biraz aşağıdan toprağın içine süzülüp yine kayboluyor.…