Muzik

17 Nisan 2016 Pazar

SON HESAPLAŞMA

Bir varmış bir yokmuş, diye başlar masal kahramanlarının öyküleri. Var ile yok arasında yani. Kafkas dağlarının yemyeşil vadilerinin birinde cennet misali bir köy varmış. O köyün güzelliğine benzeyen, dünya üzerinde başka hiçbir yer yokmuş. Yol kenarlarına yapılmış su kanalları boyunca dizilmiş dev bambu ağaçlarının gölgesinde oynayan çocukların çığlıkları duyulurmuş. Çocuk, kuzu ve kuş sesleri birbirine karışırmış.


Halk işinde gücünde ve görece mutlu bir hayat sürüyormuş. Görece diyorum çünkü keyiflerini bozacak küçük bir sorunları varmış.

Bir kanadı iki kulaç boyunda, her bir ayağı dört kulaç yüksekliğinde olan bir Karakuş her sene gelir keyiflerini bozarmış. Yılbaşından üç gün önce gelir köyün en güzel, en yakışıklı delikanlısını alıp götürürmüş.

Eskiden, Karakuşun ataları yılbaşına üç gün kala gelir ve her evden bir çocuk alıp götürürlermiş. Sonraki yıllarda Karakuşların padişahı ile köylüler arasında bir anlaşma yapılmış; Her evden bir çocuk vermektense yılda bir kez köyün en güzel en yakışıklı delikanlısını vermeyi önermiş köylüler ve karakuşların padişahı da bunu kabul etmiş.

İşte o günden sonra her yıl köyün aksakallılarının seçeceği delikanlı Karakuşa teslim edilirmiş. Böylece dev hayvan köyün geri kalan insanlarına dokunmazmış.
O gün bugündür her sene, yılbaşına üç gün kala, karakuşlardan birisi gelir ve ikram edilen delikanlıyı alıp götürürmüş.

Gidiş o gidiş olurmuş.
Hiçbir delikanlının geri döndüğü ne duyulmuş ne de görülmüştü.
Karakuşun gelmesi yaklaşırken köy delikanlılarının yüreğini bir korku sararmış. Acaba ‘Karakuş bu yıl kimi götürecek?’ diye kederlere bürünürlermiş. Sadece onlar değil ailesinde delikanlı olan herkes aynı korku ve endişe ile yatar kalkarmış.

Nice seneler bu şekilde geçmiş gitmiş.
Giden delikanlıların ardından ağıt yakan genç kızların öyküleri birer destana dönüşür, dilden dile dolaşırmış.

Güneşin aslan burcuna girdiği sene, o güne kadar hiç duyulmamış görülmemiş bir şey olmuş. Azad isimli bir delikanlı o sene Karakuşa kendisinin verilmesini talep etmiş. Oysa Kafkasya dağları vadilerindeki köylerin kurulmasından bu yana böyle bir şey ne duyulmuş ne de görülmüştü.

“Azad aklını yitirmiş” diyenler çoğunluktaymış.
O gün Karakuş gelecek ve Azad’ı alıp götürecekmiş.

Azad köydeki komşuların tümünü ziyaret ederek helallik istemiş. Herkesler gözyaşı içinde hakkını helal etmiş, sarılmış koklaşmışlar…

Köyün biraz dışında harman yerinin biraz yukarısında bir meydanlık varmış. Meydanlığın orta yerinde adam boyu yükseklikte bir taş varmış. İşte orası Karakuşa verilecek sunağın ikram yeriymiş.

Son gün gelip çatmış. Azad ağır adımlarla ikram yerine doğru yürüyormuş. Tüm köylüler biraz arkadan onu izliyormuş. Kurban çok düşünceli görünüyormuş. Ellerini ağır hareketlerle bir ileri bir de geri hareket ettiriyormuş. Arkasından gelen köylüleri ise Karakuşun heybetinden gücünden söz ediyor, daha da ileri giderek gök Tanrının oğlu olabileceğinden konuşuyorlarmış.

Azad Sunak meydanına varmış, elini gözüne siper ederek dört bir yandan ufka bakmış. Karakuş henüz görünürlerde yokmuş.

“Taşın üstüne çık!” diye ünlemiş köylüleri hep bir ağızdan.
O da öyle yapmış, ağır hareketlerle taşın üstüne tırmanmış titreyen ayaklarıyla ve sonra bir ağaç gibi dimdik öylece orada Karakuşu beklemeye koyulmuş.

Meydanın çevresinden ona laf yetiştiren öğüt veren köylülerin hiç birine cevap vermiyormuş.

Ve ufuktan Karakuş gözükmüş.
Azad bir anıt gibi hiç hareket etmeden öylece bekliyormuş canını teslim alacak yaratığı.
Karakuş gelmiş gelmiş, önce meydanın üzerinde bir tur atmış. Kanat hareketlerinden oluşan rüzgâr ortalığı toza dumana bulamış. Azadın gözü kulağı onun üzerindeymiş. Sonra köyün üzerine doğru uçmuş dev hayvan. Çok ileri gitmemiş geri dönmüş sunağın üzerine doğru süzülmeye başlamış. Azad gözünü ondan ayırmıyormuş ve bir heykel gibi hiç kıpırdamadan ona bakıyormuş.

Karakuş yaklaşmış iki ayağını açmış ve tam avını yakalayacakmış ki Azad o anda eğilmiş ve Karakuşun pençelerinden sıyrılmış, teslim olmamış ona. Koca kuş avını alamadan pas geçmek zorunda kalmış.

Bu kez Azad taşın üzerinden aşağıya atlamış meydanın ortasına doğru yürümüş. Köylüler büyük bir şaşkınlık içinde, ne yapacaklarını bilemiyorlarmış. Karakuş ise avını alamadığı için pek sinirliymiş. O hırsla geri dönmüş dev kuş, delikanlıya yeniden saldırmaya hazırlanıyormuş.

Azad kuşa yem olmak istemiyormuş artık. Karakuş ile kavgaya hazırmış. İlginçtir Köylüler bu durumu fark edememiş.

Karakuş onuru kırılmış bir durumda son sürat delikanlıya saldırmış. Tam yakalayacağı sırada oğlan kenara çekilmiş ve sağ kanadının tüylerinden yakalamış ve çekmiş. Nerdeyse Karakuşu yere düşürecekmiş ama atik davranmış hayvan hasmının elinden kurtulmuş.
Bu durum, Kuş’u daha çok sinirlendirmiş. Tekrar saldırmış, Azad kendini savunmaya devam etmiş. Kuşun her saldırışında kanatlarından bir miktar tüy yoluyormuş ve onu yordukça yoruyormuş.

Kuşun kanat hareketlerinden oluşan rüzgâr ve toz bulutu Azadı zor durumda bırakıyormuş.
Yedinci saldırıda Karakuşun bir kanadı iyice yaralanmış, Azad da kan revan içinde kalmıştı. Karakuş tekrar saldırmış ve hızlı bir darbe ile hasmını bacaklarının arasına alıp havalanmayı tasarlıyormuş.

Azadın arkadaşları onu kan revan içinde görünce dayanamamış yardım etmek için yüreklerinde dayanılmaz bir istek duymuşlar.

Karakuş son saldırısına hazırlanırken İki delikanlı meydana doğru koşmuş. Azad onları görünce daha da yüreklenmiş;
“Tekrar geldiğinde kanatlarına asılın!” diye olanca sesi ile haykırmış.

Koca kuş alçalmış, tam üzerlerine süzülmüştü ki delikanlılar da kanatlarından kapmışlar. Koca kuş göğsünün üzerine yere çakılmış. Homurtusundan bütün köylüler ürkmüş. Korkudan altlarını ıslatanlar olmuş, bir kısmı da evlerine doğru kaçmış.

Üç delikanlı kuşun kanatlarına çökmüş.
Olayı seyre dalan köylüler endişe ve korku içinde ne yapmak gerektiğini hesap etmeye çalışıyormuş.
“Gök Tanrı, oğluna yapılan bu saldırıyı affetmez” diye düşünenler çoğunluktaymış.
O sırada kavgayı fark eden köyün köpekleri, sunak meydanına doğru akın etmiş. Sunak alanına dolan itler, göz açıp kapayıncaya kadar dev gibi kuşu param parça etmişler.

Aradan çok seneler geçmiş. Kafkasya vadilerindeki güzel köylerde artık bir masal öğesi olan Karakuşun akrabalarını bir daha gören olmamış.

Karakuşa kafa tutan ve onu alt eden, dahası; köyün delikanlılarının kötü talihini kıran Azad ise bir ulu kahraman olarak dilden dile anlatılmış.

_______________________

KUYRUK ACISI

Kafdağı eteklerinde bir çoban yaşarmış. Birkaç koyunu varmış ve her gün onların peşinde, yeşil otların bol olduğu yamaçlarda dolaşır dururmuş.  Bir ömür boyu o dağ senin bu bayır benim diyerek koyunlarıyla beraber yaşamış.

Harika kaval çalarmış adam. Yaşı altmışı geçmişti ama kavala üflediği zaman sesini duyan bütün kuşlar susarmış. Sadece kuşlar değil, tüm yaban hayvanları huşu içinde dinlermiş. O kadar ki gökyüzü boşluğunda yüzen bulutlar dahi onu duyunca daha sessizce kayarlarmış gidecekleri yol boyunca.

Kaf dağının dört yanına yayılmış olan Kafya ülkesinde, o çobanın kavalından çıkan melodileri üflermiş diğer kaval çalanlar. Genç kızlar, genç oğlanlar onun kavalında üretilen oyun havaları ile keyiflenirlermiş. Düğünlerde hep onun nağmeleri tercih edilirmiş.

Bir seferinde koyunlarını, taze otu bol olan Kaf dağının eteklerine doğru yaymış. Kendisi de bir taşın üzerine oturarak kaval çalmaya başlamış. Kavalına üfledikçe koyunlarının daha iştahla otladığına inanırmış. O taşın üzerinde oturup da kavala ne kadar üflediğini anımsayamazdı. Fark ettiği tek şey, koyunlarının karnı doyunca geri dönüşleri olurmuş.

O sırada kavalına bir oyun havası üflemeye başlamış. Başlamış ama hiç ummadığı bir şey olmuş. Taşın altından bir yılan çıkmış. Boylu postlu epey kocaman bir yılanmış. Kıvrılarak ona doğru yaklaşmış ve başını kaldırmış. Korkmuş adam, kavalına üfleyememiş, ayağa kalkmış.

Yılan dile gelmiş;
“Korkma çoban, sana zarar vermem. İstedim ki sen çalasın ben oynayayım.”

Ne yapacağını nasıl hareket edeceğini bilememiş adam. Yılan yine konuşmuş;

“Haydi çal, korkma benden, seni mutlu ederim.”

Çoban ikirciklenmiş olsa da başka yol gelmemiş aklına. Kavalını dudaklarına yanaştırmış ve yeniden üflemeye başlamış. O çalmış yılan oynamış, yılan oynadıkça da çalmaya devam etmiş. Koyunlar dahi gelip bu olayı izlemişler. Ne kadar çalıp oynadıklarını bilen olmamış ama oynamaktan kan er içinde kalmış yılan. Sonra da boylu boyunca uzanmış yeşil çimen üzerine. Bu durumu sadece koyunlar ve çoban izlemiş. Ve yılan başını kaldırmış çobanın ayaklarına doğru tükürmüş. Tık diye bir ses duymuş adam. Eğilip bakmış ki küçük bir altın, pabucunun ucunda duruyor. Yılan;

“Sana hediyemdir al onu, senin olsun. Buralara tekrar gelirsen bana uğra, yalnızlıktan sıkılıyorum sen çalarsın ben de oynarım.”

“Olur” dedi adam. Artık korkusunu yenmiş yeni bir arkadaş edinmenin keyfini hissetmeye başlamıştı. 

O günden sonra arada bir oralara gidermiş çoban. Yine o taşın üzerine oturur kavalına üflermiş. Yılan da duyar, deliğinden çıkarmış. Birisi çalar diğeri oynarmış. Oyunun sonunda başını kaldırıp küçük bir altın tükürürmüş adamın önüne. Bu durumu, yani yılanla dostluğunu hiç kimseye, evdekilere bile anlatmamış adam.

Yılanla olan dostluk uzun yıllar boyunca öylece devam etmiş. Ne var ki insanoğlu ölümlüdür. Adam iyice yaşlanmış, hastalanmış yatağa düşmüştü. Çobanlık işini artık oğlu yapmaya başlamıştı.

Aradan bir zaman geçmiş, yılanı hatırlamış hasta ihtiyar. Bir akşam oğluna anlatmaya karar vermiş;

“Evlat” demiş. “Kaf dağının eteğinde Kafura deresinin göl oluşturduğu yerin biraz yukarısında küçük bir düzlük var. Orada, üzerine oturulabilecek semer şeklinde bir taş var. O tarafa git, o taşın üzerine otur ve kavalına üfle, yayvan oyun havasını çal. Taşın altından bir yılan çıkar, sakın korkma. Sen çaldıkça o oynar. Yorulduğu zaman durur ve küçük bir altın atar sana, sonra da ya deliğine girer ya da boylu boyunca uzanır. Dokunma sakın, sadece verdiği altını al.”

Oğul şaşmış kalmış bu öyküye fakat babasının dediğini de yapmaya karar vermiş.

O sabah koyunlarını Kafura deresine doğru sürmüş. Giderek babasının tarif ettiği taşı bulmuş. Koyunlar yeşil çimenlerde yayılırken o da kavalını çıkarıp yayvan oyun havasını üflemeye başlamış. Biraz sonra gerçekten bir yılan çıkmış taşın altından. Dikkatle bakmış kaval çalana, sonra da oynamaya başlamış. O oynamış kavalcı çalmış. Yılan yorulunca durmuş, dişlerinin arasından bir altın fırlatmış kavalcının ayakları dibine.

İhtiyarın oğlu bu işe şaşmış kalmış ama babasının ne kadar da sırlarla dolu bir adam olduğunu düşünmeden edememiş. Akşam eve gidince altını babasına vermiş ve olup bitenleri anlatmış.

Artık oğul çoban, kazanmanın yolunu bulmuş. Her gün gidiyor çalıyor ve bir altın alarak geri dönüyormuş. Aradan epey zaman geçmiş, altınları çoğalmaya başlamış. Bir gün, fikrine takılan düşünce onu rahatsız etmeye başmış. Her gün gidip kaval çalmaktansa, yılan yorulduğunda onu kolaylıkla öldürüp içindeki tüm altınları alayım, diye düşünmeye başlamış. Bu düşünce gün geçtikçe kafasında şekilleniyor ve bir plan haline dönüşüyormuş.

Kararını vermiş; o gün yılanı öldürecek ve içindeki altınların tamamını alacakmış. Kuşağının içine kısa saplı bir balta yerleştirmiş ve koyunlarının peşinden Kafura deresine doğru yollanmış. Gideceği yere varınca her zaman oturduğu taşın üzerine oturmuş ve kavalına üflemeye başlamış. Biraz sonra yılan, ağır hareketlerle deliğinden çıkmış. Önce biraz durmuş kavalcının yüzüne bakarak dinlemiş. Sonra da deli gibi kıvrılarak, oynamaya başlamış. Oyun uzun sürmüş, iyice yorulmuş. Durmuş, başını kaldırmış ve dişlerinin arasındaki altını fırlatmış. Bunun son fırlatışı olduğunu nereden bilebilirdi. Altını fırlatınca olduğu yere uzanmış. Kavalcı “işte fırsat” diye geçirmiş içinden. Sağ elini usulca kuşağının içine doğru uzatmış, baltayı sapından yakalamasıyla yılana doğru fırlatması bir olmuş. Bir anda her yan karanlık olmuş, koyunlar çobanlarına doğru koşmaya başlamış.

Çobanın yanına varınca ortalık aydınlanmaya başlamış, gördükleri manzara karşısında şaşkına dönmüş hayvanlar. Yılan çobanı sokmuş öldürmüş fakat meydanlık yerde bir balta ve yılanın kuyruk ucu duruyormuş. Yılan ise ortalıkta gözükmüyormuş.

Yatağına boylu boyunca uzanmış ihtiyar adam, akşam geç saatlere kadar boşa beklemiş. Oğlu ve koyunlar eve dönmeyince kafası allak bullak olmuş. Sabah olunca yatağından güç bela çıkmış. Üstünü başını giyinmiş, evden çıkmış. Gideceği yeri çok iyi biliyormuş. Arada bir oturup dinlenerek akşama doğru ancak ulaşabilmiş Kafura deresine. Kaval çaldığı düze varınca gördüğü manzara karşısında donup kalmış. Oğlu orada öylece boylu boyunca yatıyormuş. Sürünerek yanına varmış ve çoktan öldüğünü anlamış. Oğlunun kavalına uzanmış eline almış, yılanı oynattığı melodiyi üflemeye başlamış. Hem üflüyor hem de gözlerinden boşalan yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyormuş. Çaldıkça çalmış nihayet yılan taşın altından çıkarken görünmüş, ağır hareketlerle ihtiyarın önüne kadar sürünmüş. Ne var ki canı hiçte oynamak istemiyormuş.

İhtiyar kavalını dudaklarından çekerken; 
“Oynasana be yılan!” diye inlemiş. 
Yılan yine dile gelmiş ve adamın oğlunu işaret ederek; 
“Sende o evlat acısı bende de bu kuyruk acısı olduktan sonra, ne senin çaldığının tadı olur ne de benim oynamamın.”                                        02.01.2010 / Ankara

______________


Bu masal belki farklı şekilde ama Anadolu’nun pek çok yerinde anlatılır, bilinir. Yeniden hatırlansın istedim.

KARACASU EFSANESİ

Çiller deresi ile Köstebek çayının kesiştiği yerde dev boyutlu asırlık çınar ağaçları vardı. Aralarındaki mesafe o kadar yakın değildi ama dalları birbirleriyle kucaklaşır, güneş, günün hiçbir saatinde fırsat bulup da toprağa ulaşamazdı. O kadar ki bir hafta yağmur yağsa yer ıslanmazdı. Milyonlarca kuş yuvalanırdı orman içine. Yaban hayvanları da kış gelince oralarda barınırdı.
Köstebek vadisinden geçen, Mudurnu yolu ile Nallıhan tarafına doğru gidildikçe orman seyrekleşir ağaç boyları daha da kısalırdı.

Çiller deresi ile köstebek çayının birleştiği o harika yer, dünyanın merkezi gibiydi bir bakıma. İstanbul tarafından gelip Göynüğü yahut Mudurnu’yu geçerek doğuya doğru gitmek isteyen kervanlar orada konaklardı. İnebolu tarafından gelerek Eskişehir, Afyon, Konya üzerinden Adana'ya doğru gitmek isteyen kervanlar da konaklamak için orasını tercih ederdi. O nedenle Çiller ile Köstebek derelerinin kesiştiği yerde, o harika park alanı, hem Osmanlı hem de dünya haberlerinin konuşulduğu bir yer olurdu. Sürülerle yük hayvanı gelir yükleri boşaltılır sonra da salıverilirdi. Kervancılar dinlenene kadar hayvanlar otlar karınlarını doyururdu. Çiller ile Köstebek kavşağı, daha doğrusu Uluhan’dan Nallıhan’a uzanan vadi güvenli bir yerdi. Bu güven aslında bölge halkının da bir göstergesiydi.

Karacasu köyü; Çiller deresi ile Köstebek deresinin kesiştiği yerden Uluhan'a doğru giderken bir masal anlatımı kadar uzaklıkta, Olca dağının tam dibindedir. Köy o dağdan akan, Karaca suyun adı ile anılır. Karacasu, köstebek deresi ile birleşmeden önce köyün bahçelerini sulamayı ihmal etmez. Daha sonra birleşen bu iki su çoğalarak Çillere doğru akar. Orada, yani kervancıların mola verdiği yerde Çiller deresi ile kucaklaşarak Nallıhan'a doğru kıvrak hareketlerle akar gider. Gider gitmesine ama o vadiye hayat vermeyi de ihmal etmez. Bostan bahçeleri, pirinç tarlaları Karacasuyun verdiği güçle hayat bulur.

Karacasu köyü onbeş hanelik küçük bir köydü. Köylüler yakacak odunu Olca dağından temin ederdi. Küçük köyün çalışkan insanları odun yapmak için suyun pınarı başında oluşan şelaleye kadar çıktıkları da olur. Dağın yamaçlarında koyun keçi yayarlardı. Orman içindeki bayırlarda hayvanların zil sesleri duyulur. Çobanlar dağdan dağa ıslık üfleyerek haberleşirlerdi.
Köyün doğal güzelliği, Çiller kavşağındaki kervan konaklama yerinden geri kalmaz. Yeşil, çimenli düzlüğü çam ağaçları arasından insana gülümser. Arada bir Uluhan tarafından hafif bir rüzgâr eser. Çam ağaçlarının koca dallarında iğne yapraklar bir genç kız yüreği gibi pırpırlar sinekleri ürkütürler. O nedenle ne karasinek ne de sivrisi uğrayamazdı oralara.
Dağdan gelen suyun bir kolu Köyün orta yerinden geçer, oradaki çeşmeyi şenlendirir sonra da tarla aralarından aşağı doğru yoluna devam eder, akar gider. Doğrusunu söylemek gerekirse Karacasu; adını verdiği köye hayat da verir.

Senesi pek belli değil ama Güneş ve Ay tutulmasının yaşandığı o haftanın sonunda arkası gelmez yağmurlar başladı. Sanki gök delinmiş de Nuh tufanı gibi dünyayı sular altında bırakacaktı. Dur durak bilmeden yağıyordu. Derelerin suyu birkaç misli arttı, dağ yamaçlarında orman aralarında yeni dereler türemeye başladı. Çobanlar gök gürültüsü ve yıldırımdan korktuğu için koyun ve keçilerini dağlara süremedi. Köy çeşmesinin suyu dahi hiç görülmediği kadar arttı. Ağaç dallarına değen yağmurun hışıltısını işiten çocuklar, uyudukça uyudu.

Yağmur herkesi yıldırdı. Artık köpekler havlamıyor, atlar kişnemiyor, kuzular melemiyordu. Köyün Aksakal Bilgesi dahi şaştı kaldı bu yağmura. Eğer sular akmayıp da birikse birkaç adam boyunu aşabilirdi.

Yağmurun kesildiği yedinci günde bulutlar hızla doğuya doğru aktı gitti. Güneş kocaman bir değirmen taşı gibi asılı kaldı gökyüzünde. Aylardan Ağustostu ve serin olması gerekirken, sıcaklık yükseldikçe yükseliyordu.

Eylül ayı gelince, köy çeşmesinin suyu iyice azaldı. Kanalın bozulduğunu sananlar biraz arka taraftan geçen Karacasu'ya gidip baktılar. Baktılar ama şaşırıp kaldılar. Çünkü Karacasu iyice azalmış ve artık neredeyse akmaz olmuştu.

Aksakal Bilge özgüven sahibi, upuzun, bembeyaz sakalı olan bir adamdı. Öncelikle ona haber verdiler. O da bu işe bir anlam veremedi. Ancak “belli ki hayra yorulacak iş değil” diye düşündü. Yerinden kalktı, etrafında olan adamlar toparlanmaya başladı. Avluya çıktığı zaman köyün adamları, kadınlar ve çocuklar orada öylece onu bekliyordu. Bilge’nin gözleri teker teker onu izleyenlerin yüzünü dolaştı. Gördü ki gözlerinde umutsuzluk vardı. Döndü oğluna baktı. Oğlu onu anladı, koşarak bastonunu getirdi, eline tutuşturdu.

Çeşmenin yanına kadar yürüdüler. Aksakal Bilge önde, erkekler arkasında, daha geriden çocuklar ve en arkadan da kadınlar gidiyordu. Suyun akmadığını gördü. Bir elini çeşmenin oluğuna tuttu. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Sonra elini oluktan çekti ve iki avucunu yan yana getirdi, Herkes “Amin” dedi. Yeniden yürümeye başladı. Tepenin arkasından geçen Karacasu'nun yatağına bakmak istiyordu.

Şaşılacak bir iş; Karacasu intihar etmişti sanki. Yatağında öksüz kalan kurbağalar su birikintilerine sığınmaya çalışıyordu. Bilge ise elini kaşının üzerine getirip ta yukarılara Olca dağının başına doğru baktı. Bir şey görmek istiyordu, belli ki göremedi. Sonra arkasındaki insanlara döndü; “Böylesini ne gördüm ne de işittim. Karacasu öldü! Oysa bizim köyden Nallıhan'a kadar uzanan topraklara hayat veriyordu. Yolu üzerinde yaşayan binlerce insana, hayvana kurda kuşa da hayat vererek akıyordu” neredeyse ağlayacaktı.

Tekrar olca dağına doğru baktı, sanki oradan bir ses bir işaret bekliyordu. Ne bir ses ne bir nefes duyamadı. Başını öne eğdi, elindeki bastonuyla yeri eşelemeye çalıştı anlamsızca.
Bir umutsuzluk çöktü köye. Aksakal Bilge mutlaka bu işe bir çözüm bulur, diye düşünenler bile şaşkındı. Suyun akmaması buralardan göç etmek anlamına gelirdi. Oysa buraları onların ata yurduydu. Eğer su akmazsa insanlar, koyunlar, keçiler, inekler ne yapar nasıl hayatta kalabilirdi? Bahçeler tarlalar ne ile sulanır, sulama olmazsa ürünler kuruyup gider, diye düşünmeye başladılar.

Bilge Aksakal her sabah Olca dağına tırmanır, karaca suyun pınarına varıp orada otururdu. Az yukarıda genişçe bir düzlük vardı. Düzlük dört bir yandan çam ağacı dallarının örtüsü altındaydı. Karacasu buradan geçerek uçurumdan aşağı bir şelale oluşturur akar giderdi. Karşılara bakıldığı zaman Seben hatta Kıbrıscık ve Köroğlu dağları bile gözükürdü.
Oturduğu yerden kalkar kıble tarafına döner, sonra da dizlerinin üzerine çömelir suyun akması için dualar ederdi.

Köydeki insanlar yolunu gözlerdi. Ondan başka umut bağlayacakları hiç kimse yoktu. Köstebek deresinin suyu da iyice azalmıştı. Anlaşılan o ki güz gelip de kar yağana kadar su sıkıntısı çekilecekti. Bahçelerin durumu da önemliydi. Bahçeler susuz kalırsa ne işe yararlardı. Üstelik bu sorun sadece köyün meselesi değildi. Çiller kavşağındaki kervan yerinden tutun da Nallıhan'a varıncaya kadar bütün pirinç tarlaları bu suyu bekliyordu.

Susuzluğun dördüncü senesi dolsa da suyun yeniden akması olası görülmüyordu. Fakat Aksakal Bilge her gün Olca dağına çıkıyor duasını yapıyordu.

Yedi yıl geçti susuzluğun üzerinden, Aksakal Bilge inatla her gün suyun pınarına çıkıyor ve akacağı günü bekliyordu. Artık Aksakalın “Bilge” olmasını ciddiye alanların sayısı azalıyordu.
Bir gece rüyasında, türbesi Göynükte olan Akşemseddin hazretlerini gördü.
“Askerlerin nerede?” diye sormuş ona.
O anda hiç istemediği halde uyanmış. Sabaha kadar uyku tutmamış ama verilmek istenen mesajı da kavramıştı.

O sabah kuru pınarın başına gitmedi. Çoğunluğu komşu köylerden olmak üzere elli atlı buldu onlara görev verdi. Sarıcakaya, Beydili, Seben, Dörtdivan, Mudurnu, Aynalıkaya, Bolu, Taşkesti, Göynük ve Taraklı taraflarına gönderdi. Atlı ulaklar gittikleri yerlerde Karacasu'nun öyküsünü anlatacak ve halkı önümüzdeki ayın “Haziran” ikinci Cumasında pınarın başındaki düzlükte kılınacak Cuma namazına davet edeceklerdi.

Aksakal bilge atlıları gönderdikten sonra yeni bir umut düştü gönlüne.
“O kadar insan gelirse bu iş mutlaka başarılır” diye söylendi.
Ulaklar dönmeye başladı. Her gelen gittiği yerin Bilgesinden Aksakal Bilgeye selam ve istenildiği gün Karacasu pınarı başında olacaklarının haberini getiriyordu.

Haziranın ikinci Çarşambasından itibaren konuklar gelmeye başladı. At kişnemeleri Olca dağı bayırlarında yankılanmaya başladı. Köy meydanında ateşler yakıldı. Kenarlarına taşlar dizilerek kazanlar yerleştirildi. Onlarca kazan yemek pişirildi. İki kazandan birinde pilav diğerinde et pişiyordu.

Cuma günü, Karacasu pınarı başındaki düzlükte gökten iğne düşse yere inmezdi. Ne köstebek vadisi ne de Karacasu yamaçları böyle bir kalabalık görmemişti. İki günlük yoldan gelenler vardı. Sabahtan beri insanlar Olca dağına tırmanmaya çalışıyor. Aksakal Bilge ise sabah erkenden çıkmış yerini almıştı. Üç hafız üç ayrı tepede Cuma ezanı okudu. Aksakal Bilge “Akşemseddin hazretleri aşkına” diye kıldırdı. Hutbeyi bir kayanın üzerinden okudu. O zaman düzlüğün tamamen dolduğunu hatta orman içlerinde de yüzlerce insanın olduğunu far etti.
Namazdan sonra yemek dağıtıldı, etlerin pirinçlerin nereden geldiğini kimin getirdiğini bilen yoktu. Karnı acıkan koca bir yonga getiriyor, üzerine pilav ve et koyuluyordu.  O kadar bol yemek vardı ki karnı doymayan bir kişi bile kalmadı. Ne var ki Karacasu pınarında tıs yoktu.
Aksakal Bilge ve uzak diyarlardan gelen konuklar hayal kırıklığına uğradı. Güneş epeyce batıya dönmüş neredeyse dağın arkasına dönecekti.

Göynük tarafından gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başladı. Akşam olmak üzereydi, herkes yağmur yağacağını anladı. İnsan selinin bir ucu köyde diğer ucu Olca dağının yamaçlarında köye doğru akıyordu.

Gök bir sefer gürledi. Aradan çok geçmedi peş peşe gürültüler ve şimşekler çakmaya başladı. Göynük tarafından gelen bulutlar kucağını boşaltmaya başladı. Yağmurdan ziyade gök delinmiş ve oralarda bulunan bir okyanusun suları köstebek vadisine boşaltılıyor gibi geldi insanlara. Gök gürültüsü, yağmur, şimşek birbirine karıştı. İnsanlar ağaç altlarına kaya kovuklarına sığınmak için koşuşuyordu. Yamaçlardan aşağı, patika yollar boyunca sular akmaya başladı. Köstebek deresindeki suyun seviyesi hiç olmadığı kadar yükseliyordu. Koyunlar, keçiler, inekler ve atlar ne tarafa koşacağını şaşırmış yağmura teslim olmuş oldukları yere çakılmışlardı.

Aksakal Bilge köy çeşmesinin yanına dikilmiş Karacasu'yun gelmesini beklemeye koyuldu. Yanında başka adamlar da vardı. Sırılsıklam olmuşlardı ama o izin vermediği için diğerleri bir yere gidemedi. O kadar şiddetli yağıyor ki insanlar gözlerini açmakta zorluk çekiyordu.
“Karacasu geldi!” diye bağırdı bir adam.

Herkes çeşmeye baktı, gerçekten de oluktan su akıyordu. Aksakal yaklaştı avucunu oluğun altına uzattı. Sonra da o sudan bir yudum içti, dikkatle baktı adamlara;
“Hayır!” dedi. “Bu su Karacasu değil, yağmur suyu.”

Beklemeye devam ettiler.
Yağmur başlayalı epey zaman oldu karanlık iyice bastırdı. Aksakal Bilge ile yanındakiler o kadar ıslanmış ki üzerlerinde kuru bir iplik bile kalmamıştı. Omuzlarından giren yağmur suyu doğrudan tenlerine iniyor, bacaklarından aşağı süzülerek ama bir ürküntü de vererek ayak parmaklarının ucundan toprağa ulaşıyordu. İnsanlar saçak altlarında, orman aralarında, ağaç altlarında duldalanıyor sadece çeşmeye doğru bakıyorlar, Aksakal bilgenin direnişini izliyorlar.

Göynük ve Mudurnu tarafından gelen bulutların sonu geldi. Aralardan gökyüzünde belli belirsiz yıldızlar görülmeye başladı. Yağmurun şiddeti de azaldı. Aksakal Bilge ve yanındakilerin gözü çeşmeden akan sudaydı. Çeşmeden su akıyordu ama belli ki yağmur suyu, yağmur sona erince o da kesilecekti.

Gökyüzü iyice açıldı, yıldızlar parıldıyor artık. Gözler çeşmenin oluğundan akan suda, herkes oraya bakıyor. Yağmur dindiği için kalabalık artmaya başladı. Aksakal Bilge oluğun yanında dikiliyor. Yağmurdan sırılsıklam olmuş öteki adamlar artık üşümeye hatta inceden inceye titremeye başladı.

Herkesin gözü kulağı çeşmeden akan suyun debisindeydi. “Yağmur dindi, suda bir azalma olmadı” dedi bir adam.
Herkes ona baktı.
“Bu su artık kesilmez” dedi bir diğeri.
Aksakal Bilge sesin geldiği tarafa döndü, sonra da iki avucunu yanaştırıp oluğun altına uzattı. Su dolu avucu ile dudaklarını birleştirdi. Üç yudum içti, sonra başını kaldırıp diğerlerine baktı. Sanki herkesin yüzünü tek tek görmek istiyordu. Neden sonra;
“Aman Allahım!” dedi.
“Bu Karacasu, Karacasu geri geldi!” diye bağırdı.
Bağırdı Aksakal Bilge ve öylece kalakaldı. Diğerleri koşarak kucakladı onu. Herkes sarılmak kucaklamak istiyordu. Kimisi Karacasu'nun tadına bakarken kimileri Aksakal Bilgeye sarılmak istiyordu. Ne var ki o şimdi eller üzerinde omuzlarda ama ruhu daha da yükseklere doğru çıkıyordu. Bir kahraman gibi eller üzerinde omuzdan omuza kaydırılarak evine doğru götürüldü. Karacasuyun eski tadını algılayan yaşlı Bilge, amaca ulaşıldığını anlamış ve o anda ruhunu teslim etmişti.

O heyecan içinde hiç kimse öldüğünü fark edemedi.
Karacasuyun neden kaybolduğu, yedi sene sonra öyle bir kalabalığın gözleri önünde nasıl olup da geri döndüğü, gökyüzü olaylarının bu işte ne tür bir rol oynadığı hiçbir zaman anlaşılamadı. Fakat Karacasu köylüleri bu olayı hiçbir zaman unutmadı.
_______________________________________________________
Bir gün Haziran ayında yolunuz o tarafa düşerse havaların durumuna göre ama genellikle ikinci Pazar günü Karacasu pınarının bulunduğu, Olca dağındaki düzlükte bu efsanenin bilmem kaçıncı yıl dönümü kutlanır. Şimdilerde oraya araba yolu da yapılmış. O nedenle yüzlerce insan çoluk çocuk kutlamalar için gider. Siz de gidin, katılın aralarına. Yiyecek bir şey götürmezseniz de olur. Pınarın yan tarafında ateşler yakılır, kazanlar kurulur. Kimisinde pilav pişer kimisinde et. İstemeniz gerekmez, saati gelince herkese yemek servisi yapılacaktır. Sakın bu masrafı kim yaptı, diye sormayın. Dağıtılan yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerini kimin getirdiğini aşçılardan başka hiç kimse, bilemez. Bu çok önemli bir ayrıntıdır. Getirenler hiç kimseye fark ettirmeden belki de kimse görmesin diye bir gün önceden götürürler.

Bir yanda top oynayan ya da sere serpe uzanan insanlar. Diğer yanda ulu çınarların altında mevlit okuyan insanlar, şelale bayırında fotoğraf çeken veya bir ağacın gölgesinde sohbete dalmış gençler görür mutlu olursunuz. 

16 Nisan 2016 Cumartesi

HALİL

İlk derse girdiğim gün, oraya uygun bir öğretmen olmadığımı düşündüm. Ne öğrencilerim Türkçe ne de ben Kürtçe konuşabiliyordum, şaştım kaldım. Dilini bilmediğim insanlarla nasıl iletişim kurabileceğimi düşünmeye başladım.

“Öncelikle, çocukların dilini öğrenmem gerekir” diye geçti aklımdan.

Öğretmen okulunda, bu ve benzeri sorunlar hiçbir zaman gündeme gelmemişti. Ülkemde var olan insanların tümünü tıpkı benim gibi Türk ve inanç bakımından da Sünni olduğunu sanıyordum.

Okulda iki öğretmendik. Diğer arkadaşım Muzaffer er öğretmen ben ise yeni mezundum. Bir seferinde Muzaffer’e dert yandım;

“Bende köylüyüm ama buradaki köylülerle ortak bir yan arıyorum. Farklı bir kültür, farklı bir dünya var burada. Dil bilmeden ne öğretebilirim. Öğretmenler toplumu inşa edecek olan, daha doğrusu ileri toplumu oluşturacak mühendislerdir. İleri toplum oluşturma konusunda buradaki insanlara ne verebilirim. Dil sorun olunca, neyi nasıl öğreteceğim?

Sadece okuryazar insan yetiştirmek sorunları çözer mi?

Öğrencilere ait bir helâ bile yok. Öğrenciler bir yana köyde de kimsenin öyle bir derdi yok. Tuvalet alışkanlığı olmayan insanlara ilk önce ne öğretebilirim. Öğretmen okulundan mezun olurken Hocalarım, ne böyle bir okuldan ne de böyle bir köyden söz etmedi.”

“Bu ilk günlerin, yarın daha sakin olursun aldırma” dedi arkadaşım sakince.

* * *

Üçüncü sınıftaki çocuklarım, bir adamın peşinden koşarak taşladı. Pencereden gördüm, koşarak dışarı çıktım, neler olup bittiğini merak ettim.

“Neden taşladınız adamı?”
“Öğretmenim” dedi Celal. “Halil o. Okulumuzun öğrencisidir.”
Hayret ettim;
“Bir adamdı o, yani yaşlı bir adam.”
“Evet” dedi çocuklar hep bir ağızdan.
“Okula gelmiyor kaçıyor.”
“Babası ile İran’a, mal kaçakçılığına gidiyor” dedi Osman.
“Sus!” dedi Celal. “Her şeyi anlatma.”

* * *

Son dersten sonra eski, yeni tüm kayıt defterlerini çıkardım, masamın üzerine serdim. Aramaya başladım. Evet, kayıtlarda Halil isimde birisi vardı ve 19 yaşında gözüküyordu. Öğrencilerin anlatmasına bakılırsa gerçek yaşı daha fazlaymış. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım.

Yerimden kalktım pencerenin yanına gittim. Akşam güneşi Oremar tepesinden kayıplara karıştı. Soğuk hava kendini hissettiriyor, bunu köy içinde insanların koşarak ve sakınarak yürümesinden anlamak mümkün oluyor. Bazı evlerinin bacalarından dumanlar çıkmaya başladı. Karşı yamaçtaki mezraya, Halil’in mahallesine doğru baktım. Oradaki evlerin de bacaları tütüyordu. Artık birazdan her yana bir tezek dumanı kokusu yayılacak.

Halil’i düşündüm, kendimi onun yerine koydum. Önce onun adına utandım, sıkıldım ve sonra “bana öyle bir şey yapılsaydı affetmezdim” diye geçti aklımdan. Okula ve öğrencilere kin duymasında haklı olabilirdi.
Okul ile Halil’i barıştırmaya karar verdim.

* * *

Gürırmak ovaya bakan bir sırtın üzerine kurulmuş küçük bir köydü. Karşı yamaçta bulunan dört ev de köye ait bir mezraydı. Orada yaşayan insanlarla henüz tanışmamıştım.

Halil’in babası her zaman evinde bulunmuyor İran’a kaçağa gidiyormuş. O yıllarda Türkiye’de bulunmayan veya pahalı olan tül perde, çeşitli kumaşlar, pilli saatler, radyolar, çeşitli bibloluk eşyalar, tükenmez kalemler İran’dan alınarak kaçak olarak ülkeye sokulur ve satılırdı. Kaçakçılar dağ yollarından kervanlarla gider gelirdi.

* * *

Bir öğlen vakti, adamın evde olduğunun haberini aldım. Yanıma Türkçeyi iyi konuşan bir kılavuz öğrenci aldım ve Halillerin evine doğru yollandım. Evlere yaklaşınca Halil, geldiğimi görünce kaçtı. Doğruca evine gittim. Kapıyı tıkladım, babası beni tanımıyordu birden karşısında görünce; “Nerden çıktı bu adam” der gibi yüzünün rengi değişti. Selam verdim. Yanımda gelen çocuğu tanıdı, istemeyerek de olsa selamımı aldı ve içeriye buyur etti. Tek ama büyükçe bir odadan ibaret bir eve girdik. Bir tarafında yanan ocak, etrafını az da olsa ısıtıyordu. Beni de ocak başına buyur etti.

Türkçeyi düzgün konuşamıyordu, önce şundan bundan söz ettik. Tedirginliği geçsin istedim. Anlayamadığım sözcükleri olunca, kılavuz öğrencime tercüme yaptırıyorum.

Konuşmalar sıcak bir şekle dönüşünce, adam artık normal konuk gibi görmeye başladı beni.

“Memurları oldum olası sevmem ama öğretmenler farklı oluyormuş” dedi.
Kadını çay demledi, çaylar yudumlanırken İran’dan konuştuk ne alıp sattığından söz ettik.

Ve artık Halil’i konuşmaya sıra geldi diye düşündüm. Babam yaşında bir adam olduğu için ona baba diye hitap etmekte sakınca görmedim.

“Bak baba” dedim “oğlun okuma yazmayı öğrenemedi. Gelecek sene askere gidecek, belli ki çok zorluk çekecek. Bana gönder, hem okuma yazma öğreteyim hem de İlkokul diplomasını vereyim. Askere gidince mektup yazabilsin. O da, sen de bana dua edersiniz.”

“Bu yaştan sonra okusa ne olacak?” dedi.

“Öyle deme, hayat devam ediyor. Müsaade eyle oğlun geri kalmasın, herkes gibi okuryazar olsun.”
“Daha önce gönderdim okuyamadı.”
“O başka, şimdi sorumlusu benim, öğrenemezse kabahat benimdir.”
Çok direndi ama yine de, “evet” dedirttim ona.
Yanından ayrılırken memnundu yüzü gülüyordu.

“Burada konuştuklarımız burada kalır. Devlet memurudur beni şikâyet eder diye, sakın aklından geçirme. İran’a gider de güzel kalem bulursan bana da getir. Parasını öderim ha…” dedim. Gülümsedi, sıkıca sıktı elimi.

O sabah Halil okula geldi. Öğrencilerim başına toplandı. Lojmanın penceresinden gördüm. Cama tıkladım, çocuklar bana bakıp biraz geri çekildiler. Halil’i yanıma çağırdım. Yürüdü geldi, kapıyı tıklattı;

“Gel” diye bağırdım. Kapı açıldı utangaç bir eda ile girdi. Sandalyeye oturması için işaret ettim. Gitti oturdu, ben de karşısındaki somyanın üzerine oturdum.

“Nasılsın?” diye sordum gözlerine bakarak. Cevap veremedi, utangaç bir tavırla yere baktı. Kalkıp yanına gittim, elimi omzuna koydum.

“Türkçe bilmiyor musun?” diye sordum. Yine ses çıkarmadı. Pencerenin yanına gidip cama tıkladım. Güzel konuşan bir öğrencime, gelmesi için işaret ettim. Koşarak geldi çocuk.

“Evlat” dedim, “Söyleyeceklerimi Halil’e anlat. “O benden yaşça büyük ama onu bir arkadaş olarak kabul ediyorum.”
Çocuk söylenenleri aktardı.

“Okula geldiği süre zarfında sınıfta benim masamda oturacak. Arkadaşlarına da söyle Halil’in arkadaşım olduğunu bilsinler.”

Çocuk anlattıklarımı tercüme etti…

Söylenenlerden hoşlandı, Halil’in yüzünde güller açtı. Yerinden kalktı elimi öpmek istedi. İzin vermedim, sadece elini sıktım ve yanaklarından öptüm. Bir süre elini tuttum, sol elimi yeni arkadaşımın sırtına koydum. Göz göze geldik bir şeyler söylemek istediğini anladım ama Türkçe konuşamıyordu. Tercümana da bir şey söylemedi. O anda Halil’i mutlu görmekten çok büyük haz aldım.

Otuz yapraklı defterlerden bir tane verdim ona. Kalemi de yoktu, kendi kullandığımı verdim. Artık o arkadaşımdı, kalemi de farklı olması gerekiyordu.

İnanılması zor, ama bir ay içinde okuma yazmayı söktü. Ailesinde ve köyde yaşayan insanların isimlerini yazmayı başardı. Artık diğer öğrencilerim de ona saygı duymaya başladı. Köyde herkes Halil ile olan arkadaşlığımdan söz eder oldu.

Nisan sonuna doğru havalar ısındı. Dağların güney yamaçlarında karlar erimeğe başladı. İran’a giden yollar açıldı. Kaçak mal almağa gitmenin zamanı geldi.

İşte o günlerin birinde Halil okula gelmedi.

Daha sonraki günlerde de gelmedi.

Oysa arkadaşıma ilkokul diploması vermek istiyordum. Ne kadar haber gönderdiysem de onu bir daha gören olmadı.

Belli ki o da İran seferine çıkmıştı. Takvimler 1970’in ilkbaharını işaret ediyordu.
07.01.1999
 ______________
Bu anı / öykü "SANAT SOKAĞI - yıl: 4 - Sayı: 18 -Nisan 2007" dergisinde yayınlanmıştır.

ELLİ TÜKENMEZ KALEM

1970 yılının on beş günlük karne tatili yaklaşıyordu. Akşamları, karda kışta yolculuk yapmanın zorlukları üzerine konuşurduk Muzafferle. Aynı evde kalıyor aynı odayı paylaşıyorduk. Her muhabbetten sonra ne olursa olsun, izine gitmek fikrimiz ağır basardı. Kar ve kış zaten yaşantımızın bir parçasıydı. Bizi korkutan şey, üç gün sürecek olan kış yolculuğunun riskleriydi.

O kadar ki, köyden Yüksekova’ya gidebilmemiz bile başlı başına ciddi bir işti.

Cumartesi günü karneleri dağıttık. Yolculuk için tatlı bir telaş başladı. Çantalarımızı hazırladık, paçalarımızı çorapların içine soktuk, evimizin kapısını kilitledik ve çıktık.

Keremağa köprüsüne kadar yaklaşık bir saatlik yaya yolumuz vardı. Karın yüzeyi her ne kadar donmuş olsa da bazı yerlerde bata çıka yürüdük.

Akşama doğru Yüksekova’ya vardık. Otelde diğer köylerden gelen öğretmenlerle buluştuk. Onlar da yol hazırlıklarını yapmıştı.

Bizi Van’a kadar götürecek bir minibüs kiralamaya karar verdik. Van’a her gün bir minibüs giderdi. Oysa sadece biz öğretmenler bir arabaya biraz fazla gelirdik. Pazar sabahı arabayı kiraladık ve yola çıktık.

Her yer bembeyaz kar örtüsü altındaydı. Güneş ise ortalığı, gözleri kör edebilecek kadar parlatıyordu. Yolculuk neşeli başladı. Araba Yeniköprü’den Başkale tarafına döndüğü zaman üşümeye başladık. Herkes paltosuna sıkı sıkıya sarılmaya başladı.

Minibüs yola devam ediyordu ama hiç kimsenin ağzından ses çıkmıyordu. Kim bilir, belki de herkes ailesi ile kucaklaşacağı anı hayal ediyordu.

Yol vadiden çıktı, araba beyazlar arasından süzülerek Başkale’ye doğru ilerliyordu. Araba ilerledikçe biz üşüyorduk. Gökyüzü bulutlanmaya başladı, güneş arada bir görünüp sonra da bulutların arkasında kayboluyordu. Hava bozdu bozacak.

Başkale’nin girişinde Jandarmalar yol kontrolü için arama yapıyordu, bizi de durdurdular. Çavuş kapımızı açtı, inmemizi istedi. Buna en çok ben sevindim, çünkü ayaklarım donmak üzereydi. Sıra ile aşağı indik. İnenlerin tek sıra halinde dizilmeleri istendi. Önce ceplerimiz arandı. Sıra çantaların aramasına geldiğinde bizim Muzaffer;
“Komutan” dedi. “Hepimiz öğretmeniz, bizlerde kaçak eşya olmaz.”
“Olsun, biz yine de görevimizi yapalım” dedi çavuş.

Eşyalarımız kar üzerine serildi, tek tek arandı. Salih arkadaşımızın eşyaları arasında bir paket tükenmez kalem buldular. Çavuş Muzaffere göstererek;
“Bunlar ne?” diye sordu.
“Kalemin kaçağı mı olurmuş komutan” dedi gülümseyerek.

Kalemleri İran, Urumiye’den almıştı. Kış gelmeden Kaymakamdan özel izin belgesi alarak topluca gitmiştik. Aslında herkes ufak tefek hediyelik şeyler almıştı ama bu kalemlerin sayısı biraz fazlaydı. O yıllarda Türkiye’de öyle şeyler bulunmazdı. Ülkeye kaçak yollardan girerlerdi. Gaziantep, Doğubeyazıt ve Yüksekova pazarlarında güneş gözlüğü, pilli saat, çeşitli kalemler ve bu gibi şeyler satılırdı. İlginç olanı, satıldığı yerde kaçak sayılmayan malları satın alıp giderken, kaçakçı olarak yakalanabilirdiniz.

Daha sonraki yıllarda Doğubeyazıt’dan güneş gözlüğü almıştım. Ağrı’ya doğru giderken arabamız durduruldu, arama yapıldı. Gözlüğümü gördüler, Öğretmen olduğum için hakkımda başkaca işlem yapılmadı da gözlüklerimi aldılar. Komutan bu davranışımın vatan hainliği olduğunu söylediğinde yer yarılsa da içine girseydim keşke. İşte şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyaydık.

Arama tamamlandı, başka bir şey bulamadılar. Çavuş askerlere emir verdi;
“Bu adama kelepçe vurun!”

Salih’in ellerini kelepçeleyip arkasında bağladılar. Kalemler için tutanak düzenlendiler. Dolmakalemi dondu Çavuşun yazamadı, başka bir kalem ile yazdı. Ve arkadaşımızı savcılığa götüreceklerini söylediler.

“Aman komutan, yaman komutan” dediysek de dinlemedi. Yol ortasında, kar üzerinde kala kaldık. “Hiç olmasa savcılığa kadar araba ile götürelim üşümesin” dedim ama faydası olmadı.

“Şimdi ne olacak?” diye sormaya başladık birbirimize. Salih arkadaşımızı burada bırakıp gitmek olacak iş değildi. En azından sonucu beklemeliydik. Arabaya bindik Salih’in arkasından yürüdük. Bu kez minibüs sürücüsü sorun çıkarmaya başladı;
“Bu gün Van’dan geri dönecektim. Eğer geç kalırsak otel paramı ödemelisiniz” dedi.
“Bir çaresine bakarız” dedi Hamza.

Karakolun önünde durduk. Hamza ile beraber içeriye girdim. Salih’in ifadesi alınıyordu. Komutan bizi görünce iyi davrandı, oturacak yer gösterdi. Sonra da açıklamada bulundu;
“İfadesini alıp savcılığa sevk edeceğim, ondan sonrası savcı ve hâkimin işi. Ne olacağına onlar karar verecek.”
Cevap veremedik, sustuk.
“Hoca adamın, kaçakçılıkla ne işi olur, kim öğretti buna bu işi? Elli kalemden ne kadar para kazanmayı düşünmüş acaba? Şimdi daha mı iyi oldu?” dedi zaptı yazan asker.

Salih’in yüzünden düşen bin parça oluyordu. Utancından ne yapacağını bilemiyordu.
Hamza dert yandı Çavuşa;
“Bizde zor durumda kaldık. Arkadaşı bırakıp gidemiyoruz. Diğer taraftan, minibüs şoförü fark istiyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz?”

Duymadı sanki Çavuş.
Sıkıntılı bir bekleyiş başladı. Nihayet Salih’i savcının odasına götürdüler. Biz iki kişi arkasından yürüdük. O içeri girerken kapıda bir jandarma nöbet tutuyordu, durduk. Buz gibi koridorda bir öteyi bir beriyi adımlamaya başladık.

Savcının kapısına doğru yaklaşınca geri çeviriyordu asker. İçeriden gelen emir üzerine olmalı ki dışarı çıkarıldık.

Diğer arkadaşlar karakolda, sobanın yanında keyif çatıyordu. Üşümemek için, Hükümet binasının saçak altı boyunu adımlamaya başladık. Bir ara, Savcı penceresinden izledi bizi. “Buradan da kovulur muyuz?” diye geçti içimden. Yine de adımlamaya ara vermedik. Hatırı sayılır bir soğuk vardı ve ağzımdan çıkan sıcak nefes, bıyıklarımda buz sarkıtları oluşturuyordu.

Güneş temelli kayboldu, hava da yüzünü ekşitti. Yürümeyi bıraktık, dış kapının arkasına siperlendik. Soğuk hava ile baş başa kaldık. 

Oradaki beklememiz yarım saati buldu.

Salih dış kapıyı açtığında burun buruna geldik. Tek başınaydı yanında hiç kimse yoktu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı, o bana bakıyordu ben de ona.
“Ne oldu, anlatsana, patlatma adamı” dedim.
“Bu kadar çok kalemi ne yapacaksın diye sordu bana.”
“Sen ne dedin?”
“Arkadaşlarıma hediye edecektim efendim dedim.”
“Eee! Adamı ne sandın kardeşim.”
“Dikkatle yüzüme baktı, sonra da; bir öğretmenin elli arkadaşı olabilir, kalemlerini iade edin ve serbest bırakın” dedi askere.

Dikkatle gözlerinin içine baktım, galiba doğru söylüyordu.
“Gidelim mi yani?”
“Elbette gidelim, baksana kalemler cebimde.”
Üşümem geçti, artık dolu yağsa, havanın ısısı eksi elliye inse bana mısın demezdim.
  _________________

BİR BAYRAM SABAHI

Bayram yaklaşıyordu, bir arkadaşım tatilini Homs’da geçirmek için, benim de kendisi ile gitmemi istiyordu. Doğrusu ben de istekliydim. Neden derseniz, Libya’ya gittiğimde yetmişinin üzerinde bir adamla tanışmıştım. Babası bindokuzyüzün başında Libya savaşlarında Osmanlı askeri olarak bulunmuş bir Tonya’lıydı. Savaş sonrası memleketine gitmiş ama nasıl olmuşsa olmuş, bir cinayet işlemişti. Yakalanmamak için Libya’ya geri dönmüş. Trablus yakınlarında bir aileye sığınmış. Sonra da o ailenin kızı ile evlenince temelli orada kalmış. Bir daha memlekete dönmemiş.

O adamın oğlu olan, bu sözünü ettiğim ihtiyar ile Trablus yakınlarındaki Souk El Khamis kasabasında tanışmıştım. Daha doğrusu o benimle tanıştı. Trabzonlu olduğumu ve Tonya’yı bildiğimi anlayınca sıkı dost oldu benimle. Birkaç sözcük Türkçe bilirdi, ben de biraz Arapça, o şekilde anlaşabiliyorduk. Fakat köklü muhabbet için Hataylı arkadaşım Cemil’i bulmamız gerekiyordu.  Tanıştığımızdan bir süre sonra Homs’a taşındı, gitmeden önce;
“Yolun düşerse beklerim ha…” demişti.

Şimdi de oraya gitmek gibi bir şans çıkınca işime geldi doğrusu. Adresini bilmiyordum ama yaşlı adam olduğu için, camilerin birinde bulabilirim diye düşündüm.  Homs kasabasının çok da büyük bir yer olmadığını biliyordum.

Homs, Bingazi tarafında, yani bize göre doğuda ama uzakta bir yerdeydi.

Arife günü, öce Trablus’a vardık. Orada Homs’a gitmek isteyen bir arabaya bindik. Oralarda bizde olduğu gibi şehirlerarası işleyen otobüsler yok. Adamın biri, sizin yolcu olduğunuzu anlarsa ve pazarlıkta da uylaşırsanız yolculuk başlar.

Arap şoförlerin bir huyunu sevmem. Çöl yollarında genellikle keskin dönemeçler olmaz. O nedenle gaz pedalının üzerine birkaç kiloluk taş koyar ve oturduğu yere bağdaş kurar. Sadece direksiyonu tutar. Araba artık taşın insafına göre hız yapar. Ve o yollarda saatte 200 km’den daha yavaş giden olmaz, olsa da ayıplanır.

Arabaya binmeden bu taş işini konuştum adamla. Aval aval yüzüme baktı. Belki de içinden “Deli mi ne bu adam?” diye geçirdi. Kararlı olduğumu anlayınca, istemeyerek de olsa “peki” dedi.

Tripoli’nin doğuya çıkan bulvarı görülmeye değer. Çok çeşitli ağaçlar yolun her iki tarafına sıralanmış, ama yolun üzerini kapatarak bir tünel biçimi görünümü oluştururlar.

Bulvarı seyretmek çok sürmedi. Araba hızını aldı. Yol arada bir denize yaklaşıyor sonra biraz uzaklaşarak uzayıp gidiyor. Arada bir denizi biraz yüksekten görüyorduk.

Yolculuğun yarım saati geride kaldı. Şoförün canı sıkılmış olmalı ki sol ayağını poposunun altına çekti, sağ ayağı ile gaz pedalını idare etmeye başladı.

Hareketi hoş değildi ama yol üzerinde münakaşa etmek de işime gelmedi.

Arada bir küçük yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Genellikle, yol ve deniz arasındaki yerleşim yerlerinin çoğu gecekondu mahallelerine benziyordu. Oralardaki gecekondular bizdeki gibi değil, evler portakal sandıklarından yapılır. Diledikleri zaman başka bir yere kolaylıkla taşıyabilirler.

İki saattir yoldayız, durup dinlenmek yeri yok, durmadan gidiyoruz.

Akdeniz’in güney sahili kuzeyine, yani bizim Akdeniz sahillerine hiç benzemiyor. Bir tarafınız deniz diğer tarafınız çöl. Denizden çok da yüksek olmayan uzun düzlükler boyunca gidiyoruz.

Homs’a vardığımızda küçük bir meydanın kenarında indirdi bizi. O anda yabancı olduğumuz ve birisini aramakta olduğumuz apaçık belli oluyordu. Bekleyen arkadaşımızı bulmamız zor olmadı. Birkaç adım atınca seslendi. Karşılaşınca kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk.

Çalıştığı Türk firmasının şantiyesi kasabaya yakındı. Yürüyerek gittik. Şantiyede çalışanların Türkçe konuşması garibime gitti. Meğerki uzun zamandır böyle bir ortamı özlemişim.

Mutfak bakımından bizden daha şanslıydılar. Düzenli yemek pişiren aşçıları üstelik, yemek salonları bile vardı. O gece muhabbet güzel geçti.

Sabah olunca bayram namazına hazırlanmaya başladık.

Güneş kendisini henüz göstermiş, ılık bir rüzgâr çölden denize doğru akıyor, tenimizi yalayarak geçip gidiyordu.

Cami Homs ortamına göre konforlu bir yapıydı, girdik ve ortalarda bir yerde oturduk.

İmamın vaazından bir kısmını anlayabiliyordum.  Bu durumdan, “artık Arapçayı biraz olsun öğrendim” diye garip bir keyif aldım.

Bayram namazını kıldık. İmam hutbeye çıktı cemaate nasihatler etti. Sonra ağır adımlarla indi ve yerine geçti. Duaya başladı.

Duanın ne kadar sürdüğünü anlayamadım, ortalık birden karıştı, o anda kendimi dış kapıya yakın bir yerde buldum. Durumu kavramakta gecikmedim. Meğerki dua bitmiş, cemaat imamla bayramlaşmak için sıra kapmak telaşındaydı.

Etrafıma bakındım; sadece bizim Türk gurubu ve siyah Araplar açıkta kalmışız. Siyah derili Araplarla göz göze gelince, gülümsedim. Arkadaşlarıma dedim ki;
“Biz de burada ayrıca bir bayramlaşmak kuyruğu oluşturalım.”

Yakaladığım ilk siyahiyle kucaklaştım, bayramlaştım. Ağır bir koku vardı üzerinde ama olsun. Elinden tutup yan tarafıma çektim. Arkadaşlarım da sıraya girdi. Bayramlaşan yeniden sıraya giriyordu. Diğer siyahlar bu işi o anda kavrayamadı. Yanımdakini kısaca uyardım, o da onlara anlattı.

Caminin mihrap tarafında resmi, dış kapı tarafında sivil bayramlaşma harika bir şekilde devam ediyordu. Bizimkisi kendiliğinden oluşan bir durumdu. O anda öyle karar vermişim hepsi bu.

Diğer gurup bizimkinden kalabalık değildi. Bir arkadaşım gurubumuzu diğerlerine ekleştirdi.

Siyahilerin gözlerinin içi gülüyordu, arkadaşlarım ise hoş bir eylemin parçası olduğu için keyifliydi.

Bayram güzel geçti ama o gün orada, Tonya torunu ihtiyarı, bütün aramalarıma rağmen bulamadım. Yine de her bayram namazında hem o ihtiyar, hem de El-Hums Camisi cemaati gözümün önüne gelir.


___________________

DEVLETİN KİTAP DÜŞMANI ADAMLARI

Sene 1971 aylardan Mart ve günlerden Pazardı. Güneşin kar üzerinden yansıması ovanın rengini parlak beyaza dönüştürüyordu. Hava soğuktu ama yinede duvar diplerinde oturanlar güneşin tadını çıkarabiliyordu. Okul bahçesinde çocukların oynadığı yerlerde kar biraz erimiş bazı bölümlerde çamurlar oluşmuştu. Ebe hanımın babası Latif ile birlikte evin duvarına yaslanmış güneşin sıcaklığından yararlanmaya çalışıyoruz. O kışı, geçen 1970 kışından daha yumuşak buluyoruz.

Ovanın öte başından, Eleşkirt tarafından üç kişi göründü, dikkatle o tarafa baktık.
“Gelenler asker” dedim, Latif de doğruladı.
Aramızda epey mesafe vardı ve gözlerimizi onlardan ayıramıyorduk.
“Bu tarafa geliyorlar” dedim ve ayağa kalktım, elimi güneşe siper ederek tekrar baktım.
“Mutlaka bana uğrarlar, bir çay demleyeyim. Üşümüşlerdir, sıcak çay herkeseiyi gelir.”

“Haklısın” dedi Latif “sana uğrarlar çayı koy, ben de evime gideyim.”
O gitti, ben de içeriye girdim. Sobaya kırık tezeklerden attım, tutuşturdum. Çaydanlığa da güğümden su doldurdum, sobanın üzerine koydum. Sonra tekrar dışarıya çıktım, giderek yine duvarın güneş gören tarafına yaslandım. Askerler köye yaklaşıyordu. Bekçi Hasan koşarak geldi;

“Hocam” dedi “askerlerin bu kışta kıyamette gelmesi hayra yorulmaz, önemli bir şey olmalı?”
“Endişe etme, gelsinler de soralım.”
Askerler yaklaştıkça bekçi Hasanın telaşı artıyordu;
“Mutlaka önemli bir şey vardır. Köyde bir olay duymadım ama şimdi gelecekler önce beni bulacaklar. Hadi bakalım filancayı bize bul diyecekler. Bu bekçilik işi de yapılacak iş değil be hocam. Adamı bulsan bir türlü bulmasan başka türlü” dedi.
“Haklısın, işin gerçekten çok zor” dedim gülerek.
Askerler iyice yaklaştı, okulun sahasına girdiler. Yaslandığım duvardan doğruldum, ağır adımlarla onlara doğru yürüdüm. Bekçi de peşimden geldi. Bir asteğmen ile iki jandarma.
Elim uzattım;
“Hoş geldiniz arkadaşlar” dedim. Dedim ama elim havada kaldı. Aynı karşılığı bulamadım.
“Öğretmen sen misin?” diye sordu asteğmen.
“Evet”
“Hakkında şikâyet var, evini arayacağız.”
Elimin havada kalmasının nedeni şimdi anlaşıldı.
“Neden olmasın saklı gizli neyim olabilir, buyurun girelim.”

Bekçi Hasan, onlar evime girerken geriye kaldı okulun arka tarafına dolandı, köyün içine doğru hızlı adımlarla yürüdü. Ve haber bütün köye yaydı.

“Sizi görünce çay hazırlığına başlamıştım. Yorgunsunuz, isterseniz önce çay ikram edeyim aramayı sonra yaparsınız” dedim.

Duyan olmadı, postalları ile odamın içine daldılar. İşin ne kadar ciddi olduğunu o anda fark ettim. Kafamın içi arı kovanı gibi uğuldamağa başladı. Bir anda tüm öğretmenlik serüvenim gözümün önünden geçti. Nasıl bir suç işlediğim konusunda hiçbir şey hatırlayamadım.

Asteğmen masamın üzerinde duran kitapların yanına gitti. Birisini eline aldı;
“Nereden aldın bunları?” diye yüksek sesle ve sertçe sordu.
Sakin olmak için kendimi zorluyordum ama beceremedim.
“Bu nasıl soru komutan, benim işim bu kitaplarla. İçeriğini merak ediyorsan, oku da gör” dedim.

Jandarmanın biri dış kapıda diğeri de odanın kapısına dikildi. Tüfekleri çapraz tutuyorlar. Bir erlere bir de asteğmene baktım. Kapana sıkışmış gibi hissettim kendimi. Asteğmen kitapları itina ile inceliyor, anlamsız sorular soruyordu.

Ona direnmenin boş bir gayret olacağını anladım.

Üç kitabım da sakıncalı bulundu, üzerlerine adımı yazdı. Cebinden çıkardığı ince bir iple bağladı. Bağladığı yere yine cebinden çıkardığı mumu çakmağıyla eriterek akıttı. Sonra da odanın kapısında bekleyen jandarmaya uzattı. O da yan çantasına koydu.

Ders harici toplam beş kitabım vardı.
Asteğmen;
Başka kitabın var mı?” diye sordu.
“Hepsi bu kadar, sakladığımı düşünüyorsan buyurun arayın.”
“Sana inandım. Tekrar gelebilirim, daha dikkatli ol, yasak kitaplar bulundurma” dedi ve çıkıp gitti. Jandarmalar da peşinden yürüdü.

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim, odamın ortasında ayakta öylece kala kaldım. Neden sonra;
“Çılgınlık bu! Bilgiye, kitaba düşmanlık bu!' diyebildim.
Sobanın üstündeki çay suyu kaynamaya başladı.

'Artık bu sudan yapılacak çay içilmez!” diye bağırdım olanca sesimle. Sesimin oda duvarlarında yankılandığını duyumsadım. Ne var ki benden başka hiç kimse duymadı.

Sobanın yanına gittim, çaydanlığı sapından tuttum, odanın ve evin dış kapısı hâlâ açıktı. O hırsla karların üzerine doğru fırlatıp attım. Sonra da döndüm yatağımın üzerine oturdum.

Kapılar açık olduğu için sobanın yanması bir işe yaramıyordu, odamın havası iyice soğudu, üşümeğe başladım. Nefesim buhar olup havaya karışıyordu. Bir şey yapmalıydım, hiç olmasa bir şey kırmalı dökmeliydim. Her yanım tir tir titremeğe başladı. Zaman geçtikçe titreme halim nöbete dönüşüyor o hızla artıyordu.

 Latif, elinde dışarı attığım çaydanlıkla içeri girdi, girerken kapıları kapattı. Onunda şaşkın bir hali vardı.
“Bu çaydanlık sana ne kötülük yaptı?' dedi ve dikkatle yüzüme baktı, sonra da. “burada neler oluyor?” diye sordu.
Başım önümde, oturduğum yerden yanıtladım;

“Latif ağabey, kitaplarımı alıp gittiler! Onları alanlar, aldıranlar mesleğime saldırıyor. Bu ülkeye ve insanına saldırıyor. Ben insanlara, öğrencilerime okumayı öneriyorum. Kitaplardan öğrendiklerimi aktarıyorum. Devletin adamları ise bana, okumayı yasaklıyor, kitaplarımı alıyorlar. Hem de suçlayarak. Odamın haline bak, kilimin üzerindeki çamurlara bak, her taraf darman duman olmuş. Bunun bir açıklaması olmamalı mı?”

Latif’in yüzüne dikkatle baktım. Göz göze geldik. Birbirimizden boş yere yardım bekledik. Gözleri dolu dolu oldu, biraz daha söylesem ağlayabilirdi. Cebinden mendilini çıkardı ve arkasını döndü, odanın kapısını açık bırakarak çıktı gitti. Açılan kapıdan soğuk hava ile karışık berbat bir umutsuzluk doldu odama.

____________________________

DEVLETİN ADAMLARI

Adalet Partisi tek başına iktidara gelince; Başbakan Demirel 1961 anayasasının getirdiği temel hak ve özgürlüklerin Türkiye için lüks olduğunu söylemeğe başladı.  O yıllarda çok da dikkat çekmeyen önemli bir şey daha oldu. ABD Başkanı John.F. Kennedy 1961 yılında ‘Barış Gönüllüleri’ adı altında bir programı yürürlüğe koydu. Buna göre; özel olarak seçilen gönüllüler gittikleri ülkelerin insanlarına Amerikalıları tanıtacaklar, Amerikalıların da o ülke insanlarını tanımaları için çaba harcayacaklardı.

Bize gelen barış gönüllüleri, diledikleri köylere yerleştiler. Oralarda Türk konukseverliğinin sağladığı olanaklar ile evlere kadar girdiler. 1965 yılında ortaokul ve liselerde İngilizce dersi vermeğe bile başladılar. Kültürel sosyal ve etnik yapımızı fotoğrafladılar, bir bakıma ülkemizin röntgen’ini çekmeğe başladılar.

Adalet Partisi 1969 seçimlerinde çoğunluğu sağlayarak, ikici kez iktidar oldu. Demokrat parti kökenli Milletvekilleri, 27 Mayıs ihtilalinde ceza alanların af edilmesini istiyordu. Gerçekte bunu Başbakan Demirel de istiyordu ama sorunun çözümü o kadar da kolay değildi. İsteklerine yanıt alamayan milletvekilleri partiden ayrıldı. İstifalar iktidarın parlamentodaki sandalye sayısını azalttı. Partide iç huzursuzluklar başladı.

Benzer bir huzursuzluk da ordunun içinde yaşanıyordu. Bir kısım subaylar “milli devrimci bir stratejisi” geliştirmek isterken, diğer bir kısmı da “sol” bir arayış içindeydi.

Üniversite, sendika, sivil toplum kuruluşları da genel bir umutsuzluk içinde ve sorunların çözümü için yasaların elverdiği ölçüde, hükümete karşı mücadele veriyorlardı.

Ben 1971 yılında Eleşkirt’in bir köyünde er öğretmen olarak çalışıyordum. Oraya tayin olmadan önce, Türkiye Öğretmenler sendikasının Yüksekova şube başkanıydım. Bu haber, Eleşkit’e benden önce ulaştı.

Gazete almak olanağım yoktu, köyüm kasabaya epey uzaktı. Radyo haberleri ile yetinirdim. Ülkede genel durum sıkıcı bir hal almıştı. Şubat ayında Jandarmalar evimi bastı. Erzurum’dan birkaç kitap almıştım, onları alıp götürdüler. Giderken de ikaz etmeyi unutmadılar; “Ders kitabı dışında kitap bulundurmayacaksın” dediler. Bu durum beni derinden sarstı. Ortamı daha bir dikkatle izlemeğe başlamıştım. İstanbul ve Ankara’da öğrenci olayları dinmek bilmiyordu. Üniversite hocalarının evleri bombalanıyor, sorumlu olarak da yine üniversite gençliği gösteriliyordu. Hükümet, sorunların çözümünde yetersiz kalıyor, polis ve jandarma öğrencilere çok sert davranıyordu.

Sınıfımda çalışırken bile güvenlik kaygılarım vardı. Yirmi bir yaşında, heyecanlı ama idealist bir kişiliğim vardı. Gözümü daldan budaktan esirgemezdim, ancak bir gece evimden çıkarılıp kapının önünde kurşunlara hedef olmayı da kendime yediremiyordum; kaygılarım vardı.

Köyün imamı bir tarikatın şeyhiydi. Hem devletten maaş alıyor hem de köylüden zekat olarak ekin topluyordu. Gerektiğinde para da toplardı. İşte o adamı şeyhini ve tarikatını eleştirmekten geri kalmıyordum. Köylülerden hiç kimse “Neden eleştiriyorsun?” diye sormazdı. Tarikatın adamları da de bu tutumum için doğrudan hiçbir şey demezdi.

Hem devletin adamları hem de tarikatçılarla sorunlarım vardı. Bir gün mutlaka birileri ile hesaplaşmam gerekeceğini göz ardı etmiyordum. Kuşkum, bu karşılaşmanın mertçe olup olamayacağından kaynaklanıyordu. Bu endişe ile karne tatili dönüşü, ucuz bir av tüfeği satın almıştım.

On iki Mart 1971 günü Erzurum radyosundan saat öğlen haberlerini dinledim. Komutanların bildirisi okunuyordu. Nefesimi tuttum, radyonun sesini biraz daha açtım dikkatle dinlemeye başladım. Askerler Hükümeti ikaz ediyordu. Aslında durumu tam olarak kavrayamadım, ancak bu iş hoşuma gitmişti. Bana kalırsa da işler yolunda gitmiyordu. Evimi basıp kitaplarımı almışlardı. Köylülere maskara olmuştum. “Devletin adamlarının” adalet üzere olmayan işlerle uğraştıklarını düşünüyordum. Jandarma kitaplarıma el koymuş, savcıdan da tehdit almıştım.

Paşalar o anda idareyi ele almadılar ama alabileceklerini söylediler. “O zaman bu bildiri ne anlama geliyor?” diye, düşündüysem de bir mana veremedim. Radyoyu kapattım sınıfa gittim. Aklım o bildiriye takılı kaldı. Akşam haberlerinde Demirel hükümetinin istifa ettiğinin haberi verildi.
          
O sene kış olanca şiddetiyle sürüp gidiyordu. Mart ayı her yerde soğuk geçer ama Eleşkirt ovasında daha da soğuk geçerdi. Tezek bulmakta güçlük çekiyordum. Fiyatlar almış başını gidiyordu. Bekçi Hasan’la aylık otuz liraya anlaştım. Sabah akşam olmak üzere, günde iki kez sobamı yakacaktı. Böylece hem tezek aramak derdinden hem de soba yakıp kül boşaltmaktan kurtulmuş olacaktım. 1971’in Martında böyle bir durumdaydım.

Tarih 15 Mart, Bekçi Hasan o sabah erken geldi, kapıyı açtı girdi. Anahtarın biri onda dururdu. Sobanın küllerini boşalttı, sonra da tezek doldurmağa başladı. Henüz yatağın içindeyim. Dış kapı açıldı, Şaşı Ferzande içeriye girdi. Köyün adamlarından biriydi. Daha önce aramızda herhangi bir olumsuz olay geçmemişti ama bir dostluğumuz da yoktu. Benden en az 15 yaş büyüktü. Belki bir iki kez selamlaşmışlığımız olmuştur. Girdi, yatağımın yanına kadar geldi, sonra sobanın yanına döndü. Bekçi tezekleri tutuştururken o, ıslık çalarak odamın içinde ileri geri dolaşmaya başladı. Kirli şapkasının siperliğini üzerine indirdiği gözleri görünmüyordu. Dikkatle izliyor davranışına bir anlam vermeğe çalışıyordum. Hafızamı yokladım, hiçbir bağ kuramadım. Soru işaretleri kafamın içinde yer değiştirmeye başladı. Adam ise evin içinde ıslık çalarak tur atmaya devam ediyordu. Bir anlam vermek için düşünüyor fakat hiçbir şey aklıma gelmiyordu. Birisinin evine girip bu şekilde hareket etmek hayra yorulacak iş değildi. Ne olursa olsun, daha fazla ileri gitmesine izin vermemeliydim;

“Ferzande” dedim. “Bu hareketin dostça değil. Ne yapmak istediğini söyle.”
“Burası devletin evi, kendi evin mi sanıyorsun” dedi, dudaklarını kıvırarak.
Yatağımdan bir ok gibi fırladım, yakalamak istedim, atik davrandı kaçtı. Yinede dış kapıya kadar kovaladım. Pijamalar içinde peşinden koşmayı uygun bulmadım. Zaten dışarıda bir metre kar vardı ve hava soğuktu. Geriye döndüm, bekçi olup bitenleri izledi ve ne diyeceğini bilemedi.

“Neden böyle yaptı?” diye sordum.
“Vallahi bilmiyorum hoca.”
“Daha önce köy içinde duyduklarınla yan yana getir bakalım. Kimin adına hareket ediyor olabilir.”
“Vallah bilmiyorum.”
Bekçinin bu yeminli ve olumsuzluk içeren sözlerinden hoşlanmadım. Elbiselerimin yanına gittim. Gömleğimi giyinmeğe hazırlanıyordum, Bekçi Hasan, kül kovasını alıp çıktı. Dışarı çıkınca köze basmış gibi bağırdı!
“Hoca! Ferzande’nin elinde silah var kendini koru!”

Don gömlek içinde, hızla kapının arkasına geçtim. Kapı biraz aralıktı, önce silahlı elini içeriye uzattı. O anda kapıya dayandım. Elini kapı ile pervazı arasına sıkıştırdım. Can havli ile dayanıyor, kapıya payanda olmaya çalışıyordum. Her iki taraftan itilen kapı ne tarafa gideceğine karar veremiyordu. Baskın geldiğimi sanıyordum ve bana göre, zamanın donduğu anı yaşıyordum.
“Elim sıkıştı” diye bağırmaya başladı adam. Eli odanın içinde kendisi koridordaydı. Becerebilsem, daha doğrusu adamı vurmayı göze alabilsem, silahını alıp onu vurabilirdim. Ama aklıma hiçte öyle bir şey gelmedi. Bekçi Hasan olup bitenleri dışarıdan izliyor ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Neden sonra;
“Bırak onu hoca bir şey yapamaz, ben buradayım!” diyebildi.

Tehlikede olan bendim, bekçi Hasan silahlı adamı ikaz etmesi gerekirken çözümü bende aradı. Söylemek istediği belki de o değildi diye düşündüm. Adamın kolu, kapı ile pervazı arasında sıkışık vaziyette bir zaman daha geçti. Elinin morardığını fark ettim. Bu kez Ferzande bekçiye yalvarmaya başladı;
“Kolum kopacak Hasan, söyle ona da bıraksın, vallahi vurmayacağım!”

Konuşulanları duyuyor, şaşkınlığımı bir türlü atamıyor ne yapacağıma da karar veremiyordum. İnsan ölümle burun buruna geldiğinde yapacak çok az şey kalıyor galiba. Kendimi toparlamaya çalışarak bekçiye seslendim, ne dediğimin çok da farkında değildim; “Bırakırım ama eğer beni vurursa sorumluluk senindir!”

Adamın eline baktım daha da morarmıştı. Tabanca hâlâ elinde ve parmağı tetikteydi. Kapıyı hafiften araladım sonra da arkasından çekildim, ateş edilebileceği ihtimalini düşündüm. Bir süre olduğum yerden ayrılmadım bekledim. Kar üzerindeki ayak seslerini duydum. Gitmiş olmalıydı. Gözüm duvarda asılı tüfeğime ilişti, koşup aldım, içine mermi sürdüm. Koşarak dış kapıya çıktım, kimseyi göremedim. Tezekliğin arkasına saklanmışlardır diye hesabederek havaya bir el ateş ettim. Sonra da geri dönüp, kapıyı kapattım.

Odam soğudu, üşüdüm, soba tutuştu ancak henüz ısı yaymıyordu. Elbiselerimi giyinmeye başladım. Her tarafım tir tir titriyordu. Güç bi hal giyindim, sonra sobanın yanına gidip oturdum. Tüfeğimi dizlerimin üstüne koydum. Şaşkındım, ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Fırtına dinmiş gibiydi ama ”neden?” sorusuna bir cevap bulamıyordum. Bekçi Hasan, seslenerek kapıyı tıkladı.
“Gir!” dedim.

Girdi, sobanın yanına geldi dikildi. O da suskun ve şaşkındı. Bir süre öylece kaldık. Sessizliği O bozdu; saydı döktü, küfretti adama. Ferzande ile bekçinin akraba olduğunu biliyordum. Dikkatle yüzüne baktım;
“İyi dinle beni, sana bir zarf vereceğim, ilköğretim müdürüne götüreceksin. İçine, sana verdiğim saati dakikayı da yazacağım. Oyalanma tez git, ver ve gel” dedim.

 Masamın yanına gittim, üzerinde zarf ve kâğıt vardı.
“Şikâyet etme hoca, özür dilesin, karakola düşerse öldürürler onu. Oldum olası korkarım hükümetten.”
“Devlet memuruyum. Olup bitenleri devlet de bilmeli.”
Kararlı olduğumu anlayınca daha ileri gitmedi. Hazırladığım zarfı verdim, çıktı gitti.

Mektupta İlköğretim müdürüne olayı anlattım. Savcılığa müdürümün şikâyet etmesini istedim. Çünkü Savcı senebaşı eğitim toplantısına gelmiş ve beni bir bakıma tehdit etmişti. O nedenle ilk karşılaşmamızı hiç unutmadım ve onunla bir daha karşılaşmak istemiyordum.

Köy muhtarı, Ocak ayının ilk Cuma günü sarı bir zarf tutuşturmuştu elime. Cumhuriyet savcılığından geliyordu. Açtım okudum; bir konuda bilgime başvurulacağı, yazılıydı. “Savcı ile ne işim olabilir, hangi bilgime başvurmak istiyor” diye düşünmeye başladım. Hiçbir şey hatırlayamadım.

Cumartesi sabahı ovada hafif bir sis ile beraber, kar yağışı devam ediyordu. Hiçbir şeye, hatta kurtların saldırısına uğramaya bile aldırmadan yürüdüm gittim. Şose yola kadar yürüyerek gittim. Orada denk gelirse bir kamyon ile Eleşkirt’e gidecektim.

Eleşkirt’e varınca yüzüm ellerim soğuktan uyuşmuştu. Hiç oyalanmadan Savcının bürosuna gittim. Kapıyı tıkladım, içeriden belli belirsiz bir ses duydum, açtım girdim. Odanın sıcaklığı yüzümü acıttı sanki. Savcı masasında oturmuş yakınında olan sobaya doğru ayaklarını uzatmıştı. Beni görünce kalktı, gitti yerine oturdu.

Elimdeki zarfı uzattım;
“Beni istemişsiniz Efendim” dedim. Zarfı almadı.
“Zarf sende kalsın, soracaklarıma doğru cevap ver.”
Sorguya çekileceğim hiç aklıma gelmezdi.
“Elbette doğruyu söylerim, öğretmen olduğumu biliyorsunuz.”
“Müfettiş Müslim ile tanışıyor musun?”
“Evet.”
“Çok para harcadığını izliyoruz. Bu paralar nereden geliyor sence?”

Böyle bir şey aklımın ucundan geçmezdi. Bir hafta önce evine, yemeğe davet etmişti beni. Yemekte tarhana çorbası, makarna ve yoğurt vardı. Üç ve beş yaşlarında iki çocuğu vardı. Çocukların elbiselerinin, eski olduğu dikkatimi çekmişti. Alçak gönüllü, neredeyse izinsiz konuşmayan hanımı geldi gözümün önüne. Yatılı bölge okulu lojmanlarında kalıyorlardı. Çok para harcamakla suçlanan müfettiş, gerçekte kıt kanaat geçinen bir insandı. Savcı benden bir cevap bekliyordu;
“Cevap versene” diye ikaz etti.
“Bu saçma bir soru” dedim.
“Burada ben istediğimi sorarım” dedi.
İşin çığırından çıkmakta olduğunu sezdim.
“Sözünü ettiğiniz adam lojmanda oturuyor. Araştırmak için beni çağırmanız gerekmezdi” dedim.
“Burada soruları ben sorarım” diyerek ikinci kez ikaz etti. “sorduklarıma cevap ver.”
Zaten odanın sıcaklığına çarpılmıştım, şimdi de bu adam çarpacak diye geçti aklımdan.
“Bakın Beyefendi, Odanızın kapısında Cumhuriyet Savcısı yazıyor. Ben de Cumhuriyetin hem öğretmeni hem de askeriyim. Yani er öğretmenim ve iki kez, devletin adamıyım. Bana böyle sorular soramazsın, suçum varsa tutuklarsın.”
O anda çok sinirlenmiştim ve birisi dokunsa güm diye patlayabilirdim. Odada iki kişiydik ve Savcı gözüme çok çirkin görünmeye başladı. Demek ki ben de aynı görüntüyü vermişim ona;
“Seninle tekrar karşılaşacağız, şimdi gidebilirsin” dedi.
Kapıyı açtım, hiç bir şey söylemeden çıktım gittim.
İşte şimdi yüzünü bile görmek istediğim o savcıya gerçekten işim düştü,.

Kapı çalındı, tüfeğim elimdeydi;
“Kim o?” diye bağırdım.
“Latif, ben latif” dedi dışarıdaki. Gittim kapıyı açtım göz göze geldik. Latif, bitişik sağlık evinde oturan ebe’nin babasıydı. Kızının yanında kalıyordu.

“Neler oluyor hocam?” diye sordu. Olup bitenleri kısaca anlattım. O da ne diyeceğini bilemedi. Bir süre sustuk. Sonra tahta iskemleleri çekip sobaya yakın oturduk. Dikkatle beni izliyordu. Sessizlik ikimizi de rahatsız eder hale geldi. Birimizin bir şey konuşması gerekiyordu. O da onu hissetmiş olmalı ki;
“Bizim Kars’ta bir olay olmuştu” dedi.
Konuşmaya başlayınca elimdeki tüfeği yere uzattım, sanki içimde bir balon vardı ve havası inmeye başlamıştı.
“İki aile arasında kan davası vardı. Her iki taraf da belalı adamlardı. Birbirleriyle karşılaşmamaya özen gösterirlerdi. Kadere bak ki yol üzerinde bir çeşme başında istemeyerek karşılaştılar. Biri oturuyor, diğeri de at üzerinde oraya doğru gidiyordu. Atın üstündeki hasmını fark eder etmez silahını çekti. Öteki onu gördü, fakat iş işten geçmişti. Üstelik silahsızdı ve kendini savunacak hiçbir şansı, kaçacak bir yeri yoktu. Ellerini yüzüne kapattı, sırtını hasmına döndü. Adam ona arkadan ateş etmek istemedi, atın üstünde olduğu halde etrafında dönmeğe başladı. Göğsünden ya da anlından vurmak istiyordu. Atlı döndü, diğeri döndü, atlı döndü diğeri döndü. Bir türlü önden nişan alamadı ona. Uzun bir can pazarından sonra atlı durdu;
“İyi dinle beni adam; bu kez seni öldürmeyeceğim, kendime hasmını arkadan vurdu dedirtmem. Aha da gidiyorum ama bir gün yüz yüze karşılaşırsak göğsünü kalbura çevireceğim, unutma!” dedi ve çekip gitti.

Demem o ki bizim oralarda adam öldürmenin de kendine göre bir yiğitlik adabı var. Nasıl insan bu Ferzande, kim söylemiş ona, git öğretmene silah çek, onu öldür. Bu cesareti kim verdi ona, köpeksiz köy bulmuş değneksiz geziyor.”

Anlatılanı dinledim, cevap veremedim. Şaşkınlığımı bir türlü üzerimden atamıyordum. Yeniden sessizlik başladı. Belki birkaç dakika öylece kaldık. Ben sobaya Latif bana bakıyordu.

Kapı çalındı. İkimiz de ayağa kalktık. “Sen otur” anlamında işaret etti bana. Gitti açtı, gelen bekçiydi. İçeri girer girmez;
“Yolumu kesti, gidersem beni vuracağını söyledi” dedi ağlayarak.

Demek ki bu adam, beni öldürmeden rahat durmayacak diye düşündüm. Latif ile göz göze geldik. Sorun benimdi ve çözüm de bende olmalıydı. Bekçiye dedim ki;
“Bu adama teslim olmak da onu öldürmek de bana yakışmaz, hadi bakalım birlikte gidelim.”
Tüfeğimi tekrar elime aldım.
“Yanına mermi almayı unutma, ihtiyacın olabilir” dedi Latif.

Bekçi, gitmeyelim diye ısrar etmeye başladı. Paltomu giydim, kapıdan çıktım. Kararlılığımı gördü;
“Yalnız gitmesin yetiş ona, başına bir hal gelirse sen de sorumlu olursun” dedi Latif.

Batı taraftaki ters yoldan yürüdüm. Bekçi de arkamdan geliyordu.

Kardan önce yol vardı oralarda, şimdi göz kararı ile gitmem gerekecek. Sabah soğuğu olabildiğince etkiliydi, üstüne üstlük sis vardı. Bazı yerlerde kar bel hizasına kadar geliyor, bata çıka gidiyorduk. Tüfeğimin demir kısmı soğuktan elime yapıştı. Diğer elimle ahşap kısmından tuttum yapışan elimi sertçe çektim. Avucum ateşe değmiş gibi yandı.

Bir kurt sürüsüne denk gelmemek için içimden dua ettim.
Köyden epeyce uzaklaşmıştık.
“Birisi koşarak bize doğru geliyor” dedi bekçi.
Geriye döndüm, sis arasından bir adamın siluetini fark ettim. Durduk bekledik, elim tetikteydi. Yaklaştı adam;
“Ferzande’nin babası” dedi bekçi.
Biraz daha bekledik, gelenin elinde sadece değnek olduğunu gördüm, yine de dikkatli olmak gerekir diye hesap ettim. Adam geldi, yetmişli yaşlarında bir ihtiyardı. Şikâyete gitmeyin demek için koşmuş bunca yolu. Türkçeyi iyi konuşamıyordu, üstelik kekemeydi. Derdini anlatırken bütün sözcükleri birbirine karıştırdı.

“Ne diyor?” diye sordum Bekçiye.
“Oğlu Karakola düşerse öldürürler onu. Kulunuz köleniz olayım.” diye yalvarıyor.
Adamın konuşmalarından sıkıldım;
“Bak efendi, şu anda çok üzgünüm, gidelim. Seni sıkıntıya sokmam. Şu anda sağlıklı düşünecek durumda değilim” dedim. Orada karların içinde, adamı ikna etmek epey zamanımı aldı. Geri dönerken ağladı, oğluna lanetler okudu.

Sabah çayını içemeden yola çıkmışım. Aç karnına soğuk havaya direnmeye çalışıyordum. Çabuk yürürsem ısınabilirim, düşüncesiyle adımlarımı sıklaştırdım.

Yol üzerinde bir köy vardı, oradan tek atlı bir kızak kiraladım. Kızağın sahibi öne, bekçi teknenin ortasına bende kızağın arka kısmına ama yüzüm geriye dönük olarak oturdum. Bu araçla şose yola kadar gidecek orada araba bekleyecektim.

Kızağa oturunca daha üşüdüm. Atın nefesi, soba bacasından çıkan dumanlar gibi yükseliyor kokusu bana kadar geliyordu. Birazdan sis çekildi, görüş mesafemiz açıldı, bu bana güven vermeye başladı.

Uzaktan atlı bir adam bize yetişmeye çalışıyordu. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyor ama sesi henüz duyulacak mesafede değildi. Kızağı çeken atın boynundaki ziller sesinin duyulmasını engelliyor. Atlıyı gördüğümü, yol arkadaşlarıma söylemedim. Bir an önce araba yoluna ulaşmak istiyordum. Tüfeğim bana garip bir güven duygusu veriyordu. İşler çığırından çıkacak gibi gözüküyordu. Gerektiğinde silahımı kullanmakta tereddüt etmem diye söylendim içimden.

Atlı iyice yaklaştı yol arkadaşlarım sesini duydu;
“Maho bunlar Ferzande’yi şikâyet edecekler, götürme onları” adam Kürtçe söyledi ama anladım;
“Kızakçı!” dedim sesimi yükselterek; “şoseye az kaldı buradan yürüyerek de gidebilirim. Beni burada bırakırsan sana beş para vermem. Bu gelen beni geri döndürmek istiyorsa boşa uğraşmasın. İkimizden birinin, ölüsü ancak geri döner.”

İkirciklendi adam, durdu. Arkadan gelen yetişti. Kararlılığımı gördüler. Geleni ikna etmek kolay olmadı.

Nihayet şosenin kenarında kızaktan indim, kızakçının parasını ödedim.
“Yeter mi Maho” dedim.
“Çoktur hoca, paran yoksa sonra verirsin.”

Cevap vermeden, asfalt boyunca yürümeğe başladım. Nefesimin oluşturduğu buz sarkıtları bıyıklarımdan aşağı bir sarkaç gibi sallanıyordu. İkisini çekip kopardım. Bıyıklarım da beraber koptu. Üst dudağım kanadı.

Eleşkirt’e vardığım zaman saat on bire geliyordu. İlköğretim müdürüne uğradım, olup biteni anlattım. Müdür savcıya gitmemi önerdi. Bunu ben de biliyordum. Savcı ile yüzleşmek istemiyordum. İşte şimdi Savcının işaret ettiği o an geldi, diye düşündüm. “Kadere bak” diye söylendim; istemeyerekte olsa ondan adalet isteyecektim. Su ve ekmekten sonra hayatın en kıymetli şeyini, olmazsa olmazını isteyecektim. Odası, giriş katındaydı. Merdivenlerden indim. Kapısını çekinerek çaldım, içerden ses gelmedi, yinede açtım. Odanın sıcaklığı, daha önce gittiğimde olduğu gibi fevkaladeydi. Ceketini çıkarmış masasının üzerine açtığı bir dergiye bakıyordu. Beni görünce;
“Sen öğretmendin, değil mi?” diye sordu.
“Evet efendim.”
“Bir sorunun mu var?”

Olup bitenleri anlattım, dinledi. Başkaca soru sormadı;
“Memurlar kahvesinde otur bekle” dedi. “Seni ararsam orada bulayım.”

Sanki “işte düştün elime” der gibi geldi bana. Kim bilir belki de ben öyle hissettim. Başımı eğerek selam verdim, kapıyı açıp çıktım. Dışarıda parlak bir kar beyazlığı ile soğuk hava umutsuzluk yansıtıyordu sanki. Çatılardan buz sarkıtları yerlere kadar uzanıyordu. Cadde boyunca tek tük insanlar acele ile yürüyordu.

Hava kararmaya başlamıştı, memurlar kahvesi penceresinin önünden hiç ayrılmadım. Ferzande elleri önünde, kelepçeli olarak iki jandarma tarafından adliyeye götürüldüğünü gördüm. Askerler arasında yürüyor babası da arkadan gidiyordu. Köylümü şikâyet ettiğim için kendimden utandım. Camın önünde öylece gözüm hükümet konağının kapısına takıldı kaldı.

Savcının çağıracağını boş yere bekledim. Ne aradı ne de sordu.

Yarım saat sonra Ferzande serbest bırakıldı, hükümet konağının kapısından neşe içinde çıkarken gördüm onu. Bu kez sadece babası ile birlikte yan yana yürüyordu. Camın önünden ayrıldım, sobaya yakın bir masaya iliştim. Üşüdüğümü hissettim, sonra da bu üşümenin açlıktan olabileceği geldi aklıma. Bir çay istedim.

Ferzande’yi salıveren, müfettişim hakkında çirkin bir araştırma başlatan adamdan daha başka ne bekleyebilirdim. Tekrar karşılaşmayı istememiş miydi? Kazandı işte.

“Hayır hayır…” dedi içimden bir ses, “Adamın günahını almamalısın, yanlış düşünüyorsun. Cinayet işlenmediği için böyle bir karar vermiştir. Hukuku ondan daha iyi bilemezsin.”

O güne kadar mahkemelere işim düşmemiş ve yargının nasıl işlediği konusunda bir fikrim yoktu. O bakımdan çayımı içerken savcıdan yana olmuşum. Sonra da;
“ee... şimdi halim ne olacak?” diye kendime bir soru sordum. Köye gidecek olsam, adam bana karşı Ali kıran baş kesen olabilir. Hem öğrencilerim hem köylülerim karşısında on paralık itibarımın kalmayacağını hesap ettim.

O gece Musa’nın otelinde kaldım. Otel ve kahve iç içe idi. Odalar her zamanki gibi rutubet ve tütün kokuyordu. Soğuk yatağa girdim ama uyuyamadım. Düştüğüm bu durumdan nasıl çıkabileceğimin hesabını yapmaya başladım. Savcı görevini yapmış, kenara çekilmişti. Kaymakamın yetkisi yok muydu acaba? Evet, bu işi Kaymakam ile çözmeliydim. O Eleşkirt’in amiriydi.

Sabah erken kalktım. Gece geç vakitlerde kararımı vermiştim, derdimi bir de kaymakama anlatacaktım. O mutlaka bir çözüm burdu.

Hükümet konağının koridorları soğuktu ve Kaymakam henüz gelmemişti. Üşümemek için koridor boyunca bir ileri bir geri yürümeğe başladım. Neden sonra Kaymakam geldi, Onu görünce güler yüzle selam verdim. Daha çok yüzünden ve boynundan şişman, orta boylu, göbekli bir adamdı.
“Bu saatte okulunda olman gerekmez miydi?” diye sordu.
“Sizinle görüşmek istiyorum efendim.”
“Dinliyorum!” diyerek ciddi bir tavır takındı.
“Olanları biliyor olmalısınız efendim. Dün evimde silahlı saldırıya uğradım. Savcı saldırganı salıverdi. Kendimi kimsesiz hissetmeğe başladım. O bakımdan size müracaat etmeyi uygun buldum.”
“Ben ne yapabilirim, köyüne git. Devletin memuruna kimse bir şey yapamaz.”

Böyle bir ifade beklemiyordum, konuşacak söz bırakmadı bana. Ne diyeceğime karar vermekte zorlandım. Durumumu belli etmemeğe çalıştıysam da pek beceremedim geceden düşündüklerim ağzımdan dökülmeye başladı, iş çığırından çıktı;

“Size iki alternatif öneriyorum efendim; ben er öğretmenim. Ya beni kışlama geri gönderirsiniz ya da başka bir köye atarsınız.”
“Böyle konuşamazsın, senden fikir mi alacağım, okuluna git! Devletin memuruna kimse bir şey yapamaz. Arkanda devlet var” diye bağırınca, konu ile ilgili her şeyi bildiğini düşündüm. İki sinirli adamın biri birini anlaması zorlaştı.
“Evet ama dünden bu yana devleti arıyorum, bir türlü bulamıyorum. Siz her şeyi benden daha iyi biliyorsunuz! Cinayete teşebbüs etmek, öğretmenlere karşı olursa suç sayılmaz mı kaymakam bey?” dedim bağırarak. Artık akıl ile konuşmuyor duygularım ne diyorsa ona göre hareket ediyordum.
“Ben savcı değilim.”
O başka ben başka telden konuşuyorduk.
“Sizden haber alana kadar burada, Eleşkirt’te bekleyeceğim! Ne düşündüğümü söyledim. Bundan sonra olabilecek olayların, olası gelişmelerin sorumlusu sizsiniz.”
Dedim ve baş hareketiyle selam verdim, çıkıyordum ki;
“Dur bakalım ben sana çık demedim!”

Dinlemedim, kapıyı dışarıdan usulca kapattım. Aslında daha sakin olmayı planlamıştım, başaramadım. Artık herkesten kuşkulanmaya başladım. Kim dost, kim düşman seçemez hale geldim.

Köye dönmedim, Eleşkirt’te kalıyor otel ile memurlar kahvesi arasında gidip geliyordum. Diğer öğretmenler de hikâyemi duydu. Üzülenler de oldu, devrimci mücadele omuzlarımızda yükselecek diyenlerde. Hiç gereği yokken tanımadığım insanlar sahip çıkmaya başladı bana.

Müfettiş Müslim ile karşılaştım; hatır sordum, kaymakam ile konuştuklarımı anlattım.
“Sen çılgın bir adamsın. Benim hakkımda savcılığa ifade vermişsin ve bana söylemedin” dedi.
“Üzülmeni istemedim hocam. Ama iyi savundum seni, inan bana. Sahi Rusya’dan gelen paraları ne yaptın?” dedim gülümseyerek.
“Öylemi sordu sana?”
“Seni sorguya almadı mı, Rusya’dan aldığın paraları ne yaptın diye sormadı mı?”
Müfettişin yüz rengi değişti;
“Hayır, bana sadece bazı öğretmenler hakkında sorular sordu.”
“Ona yakışan, insanların birbirlerini suçlamak mı olmalıydı? Bu adam Abdülhamit’in kadısı sanki…
“...?”
“Boş ver o tarafını şimdi bana ne öneriyorsun hocam, başım belâda biliyorsun.”
“Olanlara çok üzüldüm.”
“Bana kalırsa görevimi yapıyordum. Acaba işim gereği birilerinin nasırına mı basmışım.”
“Gençsin, tecrübesizsin, sanıyorsun ki öğretmen olduğun için herkes seni anlayacak, öyle mi?”
“Tecrübe kazanıyorum hocam. Kötülere boyun eğmeyeceğim.”
Dikkatle yüzüme baktı elini uzattı, tuttum;
“Kendine dikkat et. Ağrı Milli Eğitim müdür yardımcısı arkadaşımdır. Ona git, selamımı söyle. İyi bir insandır. Anlat ona, başına gelenleri, bilsin.”
“Derdimi başkalarına anlattığımı Kaymakam öğrenirse ne olur?”
“Bir şey olmaz, git konuş. Kaymakam’la aranızda geçen konuşmaları da bilsin. Ne kadar çok insana derdini anlatırsan o kadar iyi olur.”

Arada bir, kaymakamın görebileceği yerlerde dolaşıyordum, fakat hiçbir faydası olmuyordu. Köyüme dönmediğimi biliyor bir şey de söylemiyordu. Bir akşam ilköğretim müdürü ile karşılaştım, hal hatır sorulduktan sonra;
“Bu böyle olmaz köyüne dönmelisin, aksi halde ceza alırsın, yazık olur sana. Hem burada otelde kalmak pahalıya mal olmuyor mu?” dedi.
“Ölümden daha ağır ceza mı olur müdürüm?” dedim.
“Seni sevdiğim, düşündüğüm için söyledim, sen bilirsin.”

Ne Savcıya ne Kaymakama ne de Müdüre güvenmiyordum artık. Ruh sağlığımın bozulduğunu fark ediyor, verdiğim karardan daha isabetli bir yol bulamıyordum. Sorunumun kaymakam tarafından çözülmesi gerektiğine inanıyordum.

Günler geçmek bilmiyordu. Ağrı’ya Milli Eğitim müdür yardımcısı, Müslim beyin arkadaşına gittim. Müfettişin adını duyunca ilgi gösterdi, dostça karşıladı. Olup bitenleri anlattım.
“Bu anlattıkların bize de iletildi. Konuyu vali bey’e aktardık. Vali de kaymakamla aynı görüşte, Devletin memuruna, öğretmenine kimse bir şey yapamaz, köyüne dönsün, diyor.”
“Bu kararı çok saçma buluyorum hocam. Sizden bir dileğim yok. Sadece olayları bilmenizi istiyorum. Sonucun ne olacağı da belli değil. Ön bilginiz olsun istedim, gelecek günlerde neler olacağı bilinmez.”
“Anlıyorum, direncini kaybetme ortalarda da çok dolaşma, diyeceğim bu” dedi ayrılırken.

Köyümden ayrıldığımın üzerinden on beş gün geçmişti. Sinir savaşımı devam ediyordu, sonucun ne olacağı konusunda endişeler içindeydim. Öldürülürsem, savcının katilimi koruyacağı gibi bir vehim içindeydim. Aslında Öldürülmekten korkmuyor, Devletin adamlarının yaptıklarından kahroluyordum. Gündüzleri kahvede gazete okuyor, çay içiyordum. Orada oturduğumu kaymakam da müdür de biliyordu.

Martın son günüydü, bir Nisanda durumum belli olmaz ise askerlik şubesine müracaat etmeye karar verdim. Düşündüğüm gibi olmadı, ilköğretim müdürü o akşam kahveye geldi. Kapıdan girince beni gördü, üşümüş bir hali vardı. Selam verdi, bir sandalye çekerek yanıma yaklaştı, oturdu. Olayın başladığı günden beri aramız serindi. Daha doğrusu bana öyle geliyordu. Öğretmenine yeteri kadar sahip çıkmadığını düşünüyordum. Doğrudan konuya girdi;

“Seni merkeze yakın Sürmeli köyüne tayin ettik. Yarın git başla. Oradaki öğretmenler iyi insanlardır, hem de o köylüdürler. Yeni yerin hayırlı olsun.”

Ne diyeceğimi bilemedim, kısa bir şaşkınlıktan sonra toparlandım;

“Süleyman Bey, amacım sorun çıkarmak değildi, bunu sizde biliyor olmalısınız. Öğretmenlerin başına bir hal geldiğinde, üstelik haklı oldukları zaman bile devletin diğer adamları da onlara karşı tavır alırsa ne yapmaları, nasıl davranmaları gerekir? Adam öldürmeğe teşebbüs, suç sayılmaz mı? Böyle adalet olur mu? İstediğim kitabı bile okuyamıyorum. Biliyorsun evimi bastılar kitaplarımı aldılar. Şimdi de ikinci dönemin sonuna geldik, tayinimin çıktığını söylüyorsunu. Olacak iş mi? Doğru bir iş mi? Bu beyler adaletli davranmış olsaydı bu durumlara düşer miydik? Ders yılının sonuna geldik, bir yıldır emek verdiğim öğrencilerim ortada kaldı. Olacak şey mi bu? Sene başındaki toplantıdan bu tarafa savcı bazı arkadaşları rahatsız ediyor. Eleşkirtli öğretmenler, doğu kültür ocaklarını kurmaya çalışıyorlar. Bunu biliyor olmalısınız. Birbirimize kıyalım mı, çatışalım mı? Orta yol yok mu? Bu durumu tetikleyenler göz yumanlar devleti aciz duruma düşürmüyor mu?”

Sinirlerim boşaldı sanki aklıma geleni gelmeyeni saydım döktüm. Süleyman Bey sağa sola bakınmaya başladı. Duyan birileri var mı diye tedirgin olduğu her halinden belliydi.

“Devletin Adamları öğretmenlere destek olmuyor. Yinede köylünün aydınlanmasını, öğretmenden bekliyorlar, bu nasıl bir çelişkidir hocam.”

Ben konuştukça, İlköğretim müdürü paltosuna daha da sıkı sarıldı. Dinliyordu fakat yüzüme bakamıyordu. Söz arasına girmek istemedi sanırım, bir an önce bitirmemi beklediği her halinden anlaşılıyordu.

“Ben bu kadarını görebiliyorsam siz daha çok şey biliyor ve görüyor olmalısınız. Adalet olmayan yerde yaşamak zorlaşır. Beni öldürmek isteyen adam o akşam salıverildi. Sizce öcümü tek başıma almam için bana şans mı tanındı? Böylece beni bitirmek mi istediler?”

 Aklıma gelenleri saydım döktüm o hep dinledi. Kalkmadan önce;
“Seni anlıyorum ama emekliliğime az kaldı, sorun yaşamak istemiyorum. Bu tür sorunlarla ancak gençler uğraşabilir. Sana katılıyorum ama benimle konuştuklarını kimseye söyleme lütfen. Yarın sabah yeni okuluna git görevine başla.” dedi.

Yerinden kalktı sandalyesini masanın altına sürdü. İyi akşamlar dilemek bile gelmedi aklına, yürüdü gitti.

 ________